“Yarım yüzyıl önce kıydılar Sinan Cemgil’e
onun değerli anısı önünde saygıyla eğiliyorum”
Sıhhiye Marmara Sokak, Marmara Apartmanı… Dört katlı, cephesi kirli sarı baklava dilimi bir sıvayla kaplı apartmanın birinci katı. Salonun geniş penceresi, o zaman zengin bir semt pazarının kurulduğu, şimdi ise betondan kat kat yükselen bir otoparkın kara, devâsâ kitlesi altında ezilmiş genişliğe bakıyor. Ilık bir ocak ayının ilk haftası dolmak üzere. 6 Ocak 1969 Pazartesi, gece saat on suları…
Geniş pencerenin önündeki yemek masasında beş kişiyiz. Konuklarımız Sevim Onursal’la Kor Kocalak, karım Ayten, beş yaşındaki kızım Elif ve ben… Şimdi düşünüyorum da, hak etmediğimiz kadar keyifliyiz. Bir gün önce kurulan pazardaki balıkçım Halil Efendi’den aldığım turnabalığı tavası, rakı içiyoruz. Masamız bir hayli zengin. Karımın büyük beceriyle yaptığı Arap mezesi muhammara, çok sevdiğimiz Mihalıç peyniri, kütür kütür kırmızı turplar, şeker gibi tatlı kırmızı soğanlar, kokusu ve tadı hâlâ damağımda nar gibi domatesler, rakı kadehlerinin tokuşmasından çıkan kışkırtıcı sesleri daha da artırıyor.
O günkü keyfimiz sadece sıcak dostluğumuzdan, zengin masamızdan ve rakının kanımızı kaynatmasından kaynaklanmıyor. Yeni bir iş kurmanın eşiğindeyiz. Ben TRT’ye resti çekip istifamı vermişim ve yıllardır kullanmadığım yıllık izinlerimin tadını çıkarıyorum. Bir yandan da Kor Kocalak’la kuracağımız Odak Reklam Ajansı için Kızılay’daki İnkılap Sokak’ta kiraladığımız işyerini donatmaya çalışıyoruz.
Yeni işimizin heyecanını yaşarken, içinde bulunduğumuz ortamın sorunları ve çözüm arayışları içinde kıvır kıvır kıvranıyoruz. 1961 Anayasası’nın sağladığı geçici demokratik ve özgürlükçü ortam ayaklarımızın altından kaymaya başlamış, Türkiye İşçi Partisi’nin hayat damarları bir bir koparılmış, Türkiye üzerindeki emperyalist baskıya direndiğini sanan, ama aslında ona hizmet ettiği bilincinden yoksun faşist güçlerin örgütlenmesi ve köktenci bir dönüşüme ortam hazırlama çabaları desteklenerek boyut kazanmış, bütün bu ve benzeri gelişmeler bir müsamerenin sahneleri gibi peş peşe hayata geçirilmiş ve geçirilmekte…
Pek çoğumuz bu gelişmenin usta eller tarafından sahnelenen bir müsamere olduğunun bilincinde, önemli bir kesimimiz ise, rastgele ve aşırı dozda alınan komünist öğretinin yol açtığı hazımsızlık ve mide fesadının dayanılmaz kâbuslarının dehşeti ve mutlu gelecek düşlerinin sarhoşluğu içindeyiz. TİP, bilerek ya da bilmeyerek, egemen güçlere hizmet edenlerce kendi içinden çürütülmüş ve dışlanmış. Gençlik, Avrupa’daki 68 hareketinin rüzgârıyla da savrularak, sosyalist hareketi anarşi ve terör olarak tanımlayan devletin ekmeğine yağ sürercesine sokaklara, kırlara ve dağlara çıkmaya başlamış, üniversite gençliği eğitim yerine vatan kurtarma görevini üstlenerek yerleşkeleri bir yandan faşist, bir yandan da komünist eylemlerin karargâhları haline getirmiş, sokak çatışmaları almış yürümüş… 12 Mart’a adım adım yaklaşmaktayız….
İşte böyle bir dönemde yeni bir işyeri açmanın heyecanını, keyfini, mutluluğunu yaşıyoruz. Bir yandan da, yaşamımıza yeni giren televizyonda, sözünü ettiğim gelişmelerin yansımalarını görmeye çalışıyoruz. O gün ODTÜ’de dramatik bir olay yaşanmış ve öğrenciler, Üniversite’yi ziyarete gelen ABD Büyükelçisi Robert Komer’in arabasını yakmıştı. Radyolardan, televizyondan ayrıntılı haberler alamıyoruz ama hareketin elebaşlarının kimler olduğunu çok iyi kestiriyoruz. Yıllarını CIA’da geçiren ve Vietnam Kasabı olarak anılan Komer’in Ankara’ya atanmasının yarattığı gerginlikler ve gelişmeler böyle bir sonucun beklendiğini göstermeye yetiyordu. ODTÜ ziyareti ise adeta bir komplo niteliğindeydi.
Biz bunları konuşurken kapının zili acı acı çalıyor. O günlerde öyle bir saatte kapının çalınması hayra alâmet olmadığı için Kor da benimle birlikte kapıya geliyor. Kim olduğunu sonradan bile çıkaramadığım bir genç, heyecan içinde, sesi titreyerek adımı soruyor; söyledikten sonra da nefes nefese konuşmaya başlıyor… Altı kişi olduklarını ve aşağıda takside beklediklerini, Komer’in arabasını yaktıkları için polis tarafından her yerde arandıklarını, Sinan Cemgil’in buraya sığınabileceklerini söylediğini anlatıyor. Kor’la birbirimize bakıyoruz. Genç bunları söyledikten sonra emreden bir tavırla,
“Ben arkadaşların yanına gidiyorum, sizden haber bekliyoruz, geç kalmayın” diyor ve merdivenleri hızla inerek gözden kayboluyor. İkimiz de şoktayız. İçeri geçip, hızlı bir karara varabilmek için tartışmaya başlıyoruz. Ben, onların bizde kalmalarının çok riskli olduğunu, TİP’li olduğumun bilindiğini, Sinan’ın ve karısı Şirin’in birkaç ay öncesine kadar bir süre bizde kaldıklarını, bu süre içinde izlenmiş olabileceklerini söylüyorum. Benim bu kaygım haklı bulunmakla birlikte Sevim Hanım ve Kor tarafından pek de benimsenmiyor. Kor telefona sarılıp, Bulvar Pasajı’nda kuyumculuk yapan, soyadını anımsayamadığım Yüksel adındaki ortak bir dostumuzu arıyor. Onların Çinçin Bağları’nda depo olarak kullandıkları gecekondumsu bir yerleri var. Şifreli telefon konuşmasından sonra Kor parkasını kapıp dışarı fırlıyor.
Kor’un dönmesini elimiz yüreğimizde bekliyoruz. İzlenmiş olmaları ya da olay nedeniyle oluşturulan arama noktalarına takılmaları olasılığı çok yüksek. Kor gece yarısı nefes nefese geliyor. Cebindeki para yetişmediği için taksiden Sıhhiye’de inmiş, polis ve bekçilere görünmemek için duvar diplerinden koşarak gelmiş. Yorgunluğuna karşın, gözlerinde çok önemli bir iş başarmanın mutluluğu parlıyor. Ara verdiği rakıya bir süre daha devam ederken Komer’in arabasının nasıl yakıldığını Sinan’ın ve arkadaşlarının ağzından aktarıyor. Taksidekilerin Sinan Cemgil, Yusuf Aslan, Taylan Özgür, Seçkin İnceefe, Tuncay Çelen ve Hüseyin İnan olduğunu öğreniyoruz.
Yapılan plana göre sabahleyin Kor birkaç günlük yiyecek içecek, battaniye vb ikmali yapacak, bu süre içinde herkes bir yolunu bulup birer birer oradan uzaklaşarak sığınacak yer bulacak. Sinan’ı da biz, pek tekin olmamasına karşın, kurmakta olduğumuz ajansta saklayacağız. Bu arada ben de ajansın arka odasına konulmak üzere bir somya ile yatak ve battaniye ayarlıyorum. Akşam ortalık kararınca da Sinan’ı ajansa getiriyoruz. Biz bir yandan bu olayları yaşarken, bir yandan da radyo, televizyon ve gazetelerde olayın gelişmelerini ve yansımalarını izliyoruz.
Kor’un da berim de paramız pulumuz yok. Ben, Ayşe teyzemin dişinden tırnağından artırdığı dünyalığından beş bin lira, Beden Terbiyesi Ankara Bölge Müdürlüğü’nde çalışan aile dostum ressam Hakkı Torunoğlu’ndan aldığım birkaç bin lira, Kor’un da eşinden dostundan ve özellikle o dönemde Ankara’da tabelacılık yapan dostumuz ressam Ali Doğanyiğit’ten aldığı borçlarla bir şeyleri yapılandırmaya çalışıyoruz.
Günlerimiz, ajansın döşenmesini en ucuz şekilde sağlayabilmek çabasıyla, demir doğrama atölyelerinde, marangoz ve döşemecilerde, nalburlarda geçiyor. Yabancı dekorasyon dergilerinde ve özellikle Domus’larda bulduğumuz avangard mobilya örneklerini en iyi kalitede en ucuza mal edebilmek için sabahtan akşama taban tepip ona buna dert anlatıyoruz. Bütün çabamız, ahşap lambriler, kapitone panolar, kartonpiyerlerle süslü tavanlar ve kıvrım kıvrım oymalarla donatılmış koltuk ve masalar yerine modern, yalın, kendini öne çıkarmayan sakin nesneler oluşturmak ve onların arasında yapacağımız işin fark edilmesini sağlamak. Büyük ölçüde de başarılıyız. Boyasından badanasına, mobilyasından teknik donanımına kadar her şeyi kendimiz kotarmak zorundayız. Bir elinde zımpara kâğıdı, öbür elinde plastik boya fırçasıyla ırgat gibi çalışan Sinan’ı da büyük bir şans olarak görüyoruz. Polis takibinde olan Şirin ancak gece karanlığında gelebiliyor onun yanına.
Günler geçiyor, Sinan’ın yakalanma ya da tutuklanma olasılığı ortadan kalkıyor ama o artık bir öğrenciden çok siyasi bir militan. Ele avuca sığmıyor. Bir görünüp bir kayboluyor. Bir ara yıllardır en yakın dostum olan Nihat Asyalı ve eşi konuk ediyor onu ve Şirin’i. Hemen her gece birlikte oluyor ve Türkiye sosyalizmini, TİP’i, giderek boyut kazanmakta olan sol fraksiyonları, milli demokratik devrim hareketini, tırmanan faşizmi ve daha pek çok şeyi tartışıyoruz gece yarılarına kadar. Bu tartışmalara kimler katılmıyor ki?..
Sinan’la ayrıldığımız temel nokta, sosyalist savaşımın bireysel çabalarla ve yasa dışı örgütlenmelerle değil, işçi sınıfının yasal örgütü olan Türkiye İşçi Partisi saflarında verilmesi… Oysa Sinan ve çevresindekiler partiden çoktan kopmuş durumda. Parti onlar için artık revizyonist bir örgüt ve sosyalist gelişmenin önündeki en büyük engel. Ben ve benim gibi düşünenler ise, yasadışı örgütlenmeler ve bireysel militanlıklarla egemen güçlerin ekmeğine yağ sürülmekte olduğunu, onların bu gelişmeleri kullanarak istedikleri ortamın oluşmasını beklediklerini, buna meydan vermenin ise nesnel olarak sosyalist hareketi baltalama anlamı taşıdığını anlatmaya çalışıyoruz. Ama boşuna…
Aradan aylar geçiyor. Sinan ve Şirin yine bir aya yakın bir süre bizde kalıyor. Sinan sabahleyin benimle birlikte çıkıyor, akşam yorgun argın eve dönüyor. O içi içine sığmayan heyecanı ile gün boyu yaşadıklarını anlatıyor. Deniz Gezmişleri, Mahir Çayanları, Hüseyin İnanları, Yusuf Aslanları ve daha pek çoklarını… Bu arada Kor’la birlikte kurduğumuz ajansın hazırlık çalışmaları geride kalmış ve işler ilerlemiş durumda. Sinan bir gün Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’la birlikte ajansa geliyor. Aslan’ın ve İnan’ın vesikalık fotoğraf çektirmek istediklerini söylüyor. Ben her ikisinin de poz poz portrelerini çekiyorum. Yıllar sonra o fotoğraflardan kimilerini gazete haberlerinde görüyorum ve içim burkuluyor.
Dostluğumuzun sımsıkı devam etmesine rağmen Sinan’la tartışmalarımız giderek sertleşiyor. O beni revizyonistlikle, ben onu goşistlikle suçluyorum. Hacettepe Hastanesi’nde ameliyathane başhemşiresi olan karıma, yakında dağa çıkacaklarını, devrimci mücadele saflarında kendisi gibi sosyalist ve yürekli bir hemşireye çok ihtiyaçları olacağını söylüyor ve onun da kendileriyle gelmesini istiyor. Karım bunu bana aktardığında hiç öfkelenmediğimi, bu romantizm karşısında acı acı gülümsediğimi anımsıyorum. Artık akşamları Sinan’la pek konuşamıyoruz. İkimiz de birbirimize soğuk bakmaya başlıyoruz. Çoğu zaman rakılarımızı ya da çaylarımızı yudumlarken siyah beyaz televizyonda TRT’yi izliyoruz. Sonra bir gün Sinan vedâ bile etmeden ortadan kayboluyor. Birkaç gün sonra Şirin de ayrılıyor bizden sessizce. Sinan’ın Çankırı’da olduğunu öğreniyoruz. Siyasal ortamdaki gerginlik her geçen gün tırmanıyor. Söylentilerin ardı arkası kesilmiyor. Askeri darbe beklentileri had safhada. Ünlü gazetelerin ünlü yazarları bile böyle bir beklenti içinde.
Ajansta da Kor Kocalak ve Sevim Onursal’la yolumuz ayrılmış durumda. Oğuz Tığlı, Turgay Betil, Tevfik Dalgıç ve Tuncer Özkan’la birlikteyim. İnsanın içini karartan bilinmezliklerle dolu o puslu ortamda ayakta kalabilmek için elimiz yüreğimizde bir şeyler yapmaya çabalıyoruz.
12 Mart 1971, öğle saatleri. Ajanstaki odamdayım. Önce dışardan bir sevinç şamatası geliyor kulağıma, sonra kapım hızla açılıyor. Tevfik Dalgıç, Tuncer Özkan, aklımda yanlış kalmadıysa Oğuz Tığlı ve gelgit işlerimizi yapan Ali Rıza Özdemir heyecanla odama dalıyorlar. Tevfik de Tuncer de bana dayı derler. Tevfik elindeki transistörlü radyoyu masama koyup, büyük bir müjde verircesine heyecanla, “Dayı, gözün aydın… Ordu muhtıra verdi, Sülüman gidiyor…” diyor. Neye uğradığımı şaşırıyorum. İlk tepkim “İyi halt etmişler… Çok mu sevindiniz, görürsünüz gününüzü!..” oluyor. Şaşkınlıktan donup kalıyorlar. “Ama dayı…” diye başlayan sözleri duymuyorum bile… O gün benim için gerçekten kara bir gün… Ağzımı bıçak açmıyor. Herkes şaşkın… Olacakları beklemeye başlıyorum. Beni en çok şaşırtan şeyle ertesi gün karşılaşıyorum. Ünlü gazetelerin ünlü yazarları bayram yapıyor adeta. Başta, o dönemde Akşam Gazetesi’ndeki TAŞ başlıklı köşesinde ünlü sosyalistimiz Çetin Altan… 12 Mart darbesini öylesine kutluyor ve alkışlıyor ki, inanılır gibi değil. Şimdi o günkü gazeteler olsa da ibretle okuyabilsek.
Aradan iki aydan fazla zaman geçiyor. Korktuklarımın hepsi birer birer gerçekleşiyor. Tutuklananlar, öldürülenler birbirini izliyor. Tahammül edilemez bir balyoz, Türkiye’deki ilerici kesimi ezmeye, yok etmeye hızla devam ediyor. O ünlü gazetelerin ünlü yazarları yavaş yavaş ağız değiştirmeye başlıyor. Ama ile başlayan cümlelerden geçilmiyor.
Ilık bir mayıs sonu. Oğuz, Turgay, Tevfik, ben, Zafer Meydanı’nından Selanik Caddesi’ne çıkan merdivenlerdeyiz. Yandaki işyerlerinden birinin radyosunda öğle haberleri okunuyor. Spiker soğuk bir sesle, Sinan Cemgil, Kadir Manga, Alpaslan Özdoğan’ın Nurhak Dağları’nda jandarmayla giriştikleri çatışma sonucunda öldürüldüklerini söylüyor.
Yüreğimde kopan isyanı ve çığlığı bastıramıyorum ve uluorta ana avrat küfrediyorum. Ağlamamak için kendimi zor tutuyorum, ta akşam eve gelinceye kadar… Üstüne üstlük, kapıdan girer girmez de çığlık çığlığa bir ağıt içimi dağlıyor. Selda Bağcan televizyonda, ancak ağıt diyebileceğim o türküyü çığırıyor. ‘Mahpusaneye güneş doğmuyor’… Kendimi tutamıyorum, kanepeye kapanıp hüngür hüngür ağlıyorum. Ve o ağıt, bu yaşımda bile dinmek bilmiyor…
Şahin Tekgündüz