Hafta SonuManşet

İçimizdeki çocuk ve çıplak politikacı

0

Ekim 2014

Ursula K. Le Guin

Çeviren: Sezai Ozan Zeybek

No Time To Spare:

Thinking About What Matters kitabından

 

Geçen yaz edebiyatla ilgili tişörtler yapan bir şirket, benim bir sözümü kullanmak için izin istedi.

“Yaratıcı bir yetişkin, hayatta kalmayı başarmış bir çocuktur.”

Cümleyi görünce, “bunu ben mi yazdım”,  diye düşündüm. Buna benzer bazı cümleler yazmış olabilirim; ama umarım bu cümleyi ben yazmamışımdır. Şirketlerin lügatına girdiğinden beri yaratıcı kelimesini pek kullanmıyorum. Ayrıca her yetişkin, hayatta kalabilmiş bir çocuk değil mi zaten?

Cümleyi Google’da aradım. Karşıma bir sürü sayfa çıktı ve bunların bir kısmı hakikaten tuhaftı. Pek çoğunda cümle bana atfediliyordu; ama herhangi bir kaynak yahut referans verilmemişti. En tuhafı quotes-clothing.com isimli bir sitedeydi.

Canım,

Yaratıcı bir yetişkin, hayatta kalmayı başarmış bir çocuktur. 

Yaratıcı bir yetişkin, dünyanın öldüremediği, “büyütemediği” bir çocuktur. Yaratıcı bir yetişkin, okul sisteminin yavanlığında, öğretmenlerin faydasız cümleleri karşısında, sürekli olumsuzluk aşılayan dünyada sağ kalabilmiş bir çocuktur.

Yaratıcı bir yetişkin, özünde yalnızca budur, yani bir çocuktur.

Yalandan kulunuz,

Ursula Le Guin.

[Sonda bir kelime oyunu var: “Truly yours” yerine “Falsely yours” denmiş – çev.]

Bu kendine acıma cümbüşünün en tuhaf yanı, sondaki “yalandan kulunuz” kısmı. Sanki bu farfarayı yazan kişi sahteciliğini mahcubane bir üslûpla itiraf ediyor.

Yazılarım arasında bu alıntının doğru-yanlış çekilip alındığı kısmı bulmaya çalıştım; çünkü içimden bir ses buna benzer bir cümle yazdığımı söylüyordu. […] Nihayet hem cümleyi hem de alıntının yanlış şekilde kullanıldığı kaynağı buldum. 1974’te çıkmış “Amerikalılar Ejderhalardan Neden Korkar?” isimli (sonradan Gecenin Sesi olarak basılmış) denemede şöyle yazmışım: “Bence olgunluk geçmişi geride bırakmak değil, büyümektir. Yetişkin olmak, bir çocuğun öldüğü anlamına gelmez, bir çocuğun hayatta kalmayı başardığını ifade eder.” Yaratıcılığın bahsi geçmemiş. Sözün maksadı, olgunlaşmayı çocukluğun kaybıyla yahut çocukluğa ihanet etmekle eş tutanlara itiraz etmek. Maksadı saptırılmış bu alıntı ilk kez 1999 yılında, Profesör Julian F. Fleron’un dev ölçekteki ve genelde faydalı alıntılardan oluşan internet arşivinde çıkmış gibi duruyor. Ona durumu yazdığımda, rahatsız olup dostane bir tutumla alıntıyı hemen kaldırdı. Ancak internette dolaşan yanlış bir atıf, tabir yerindeyse tahtakurusu gibi: Çoğalıyor, sesi kesilmiyor, oradan buradan kafasını uzatıp duruyor. Temmuz 2016’da bakıyorum; Goodreads ve AIGA gibi mecralar “yaratıcı yetişkin” lâfını hâlâ bana mal ediyor. Alıntı, kendi bağımsız var oluşunu sürdürüyor. Hattâ bir yerde “şu çok bilinen lâf” diye  geçmiş. Yapacak bir şey yok.

Aslında beni daha çok rahatsız eden cümlenin içeriği, kullanımı ve bu kadar yaygınlaşması. Bir lâfın bağlamına karşı kayıtsızlık; yavan klişeleri sahiplenmedeki, hattâ ufuk açtığını iddia etmedeki o acelecilik; kaynağını kontrol etmemek… Bunlar, internet kültürünün sevmediğim özellikleri. Bir “lâfazanlık” işte, kimin umurunda… Bilgi, ben neyi demek istiyorsam ona hizmet eder yaklaşımı… Hem dili hem fikri gerileten bir düşünce tembelliği…

Fakat bu cümlenin canımı daha derinden sıkan başka bir tarafı var. Sanki yalnızca çocuklar yaşam dolu ve yaratıcı olabilirmiş gibi. Sanki büyümek, ölmekle eşdeğermiş gibi.

Çocukluğun o muazzam, her şekli alabilme potansiyeline sahip dinç algısına saygı duymak, hattâ bunun üzerine titremek ayrı; hakiki var oluşun yalnızca çocuklukla sınırlı olduğunu ve yaratıcılığın çocuksu olduğunu söylemek ayrı.

Büyümeyi hakir gören bu yaklaşım, yani “içimizdeki çocuk” kültü, edebiyatta sürekli karşıma çıkıyor.

Kahramanı toplumun geri kalanına uyamamış bir isyankâr olan o kadar çok çocuk kitabı var ki…  (Genelde kızıl saçlı, sıradan görünen biri olarak tasvir edilen) oğlan ya da kız, kuralları görmezden gelir, sorgular ya da onlara karşı çıkar ve başı belaya girer. Okuyan her kişi bu kahramanlarla hâliyle özdeşlik kurar. Bazı açılardan ve belli ölçülerde çocuklar hakikaten de toplumun kurbanlarıdır. Çok az güçleri vardır ya da hiç yoktur. İçlerindeki cevheri gösterme fırsatı sunulmaz kendilerine.

Onlar da bunun farkındadırlar üstelik. Gücü ele geçirdikleri, kendilerine zorbalık edenlerden intikam aldıkları, maharetlerini sundukları, adaleti tesis ettikleri kitapları okumaya bayılırlar. Büyüme isteğidir bu. Sorumluluk almak için bağımsızlıklarını ilan ederler.

Fakat hem büyükler hem çocuklar için yazılmış öyle bir külliyat var ki, toplum yaratıcı-iyi çocuklar/içleri kurumuş-kötü yetişkinler arasında ikiye bölünmüş gibi. Çocuk kahramanlar sadece isyankâr değiller. Aynı zamanda sabit fikirli, zorlayıcı toplumdan ve çevrelerini kuşatmış salak, duyarsız, kötü kalpli yetişkinlerden daha üstün varlıklar olarak resmediliyor. Yalnızca diğer çocuklarla arkadaş olabiliyorlar. Yahut büyükbaba tipindeki ermiş biri (çoğunlukla deri rengi farklı, marjinal, o toplumun dışından biri oluyor bu figür) çocuğu anlayabiliyor. Çocukların o toplumdaki yetişkinlerden öğreneceği hiçbir şey olmuyor; yetişkinlerin de zaten öğretecek bir şeyi olmuyor. Böyle bir çocuk, kendisini baskılayan ve yanlış anlayan büyükler karşısında her zaman haklı oluyor. Fakat idrak kabiliyeti kuvvetli bu bilge çocuk buna rağmen yine de yetişkinlerden kurtulamıyor, mağdur ediliyor. Mesela Holden Caulfield [Salinger’ın kahramanı, Çavdar Tarlasında Çocuklar] böyle bir modeldir. Peter Pan bu çocuğun atasıdır.

Tom Sawyer da Huckleberry Finn de [Mark Twain] bu çocuk tipiyle benzeşir. Ancak Tom ve Huck duygusallaştırılmamıştır yahut ahlakî olarak basitleştirilmemişlerdir. Mağdur rolüne gönül indirmezler. İronik bir mizah duygusu olan kişiler olarak tarif edilmişlerdir ve öylelerdir hakikaten. Bu da kendilerine acımalarına engel olur. Şımartılan Tom, kendisini anlamsız yasalar ve sorumluluklarla acımasızca ezilen biri olarak görmeye bayılır. Toplumsal ve kişisel düzeyde gerçekten istismara maruz kalan Huck ise, kendine hiç bir şekilde acımaz. İkisi de büyümeye, hayatlarının kontrolünü ellerine almaya kararlıdır ve alırlar da… Tom kendi toplumunun önemli üyelerinden biri olur. Huck ise daha özgür ruhludur, oralarda bir yerlerde yaşamına devam eder.

Bana öyle geliyor ki bu fazlasıyla ferasetli, mağdur ve kendine acıyan çocuk, “içimizdeki çocuk” figürü ile rabıtalı: İkisi de tembel. Büyümektense büyükleri suçlamanın konforuna sığınıyorlar.

İçimizde toplum tarafından ezilen bir çocuk olduğunu, bu çocuğu bizim en sahici hâlimiz olarak koruyup geliştirmemiz gerektiğini ve yaratıcılık konusunda bu çocuğa güvenmemizi salık veren onca akıllı, düşünce ehli insan olsa da aslında oldukça indirgemeci bir inanç bu – ki bunu diyenler arasında İsa da var: “Size doğrusunu söyleyeyim, yolunuzdan dönüp küçük çocuklar gibi olmazsanız, Göklerin Egemenliğine asla giremezsiniz [Matta: 18. “Kingdom of Heaven” tabirini ben “Cennetin Krallığı” diye çevirirdim; ama kabul görmüş İncil çevirisi bu şekilde- çev.]”

Kendi çocukluklarını, ilhamlarının kaynağı olarak gören bazı mutasavvıflar ve çok sayıda muazzam sanatçı, insanın iç dünyasında yetişkin ve çocuk arasındaki o derunî bağı muhafaza etmenin öneminden bahsetmiş. Fakat bu fikri alıp içimizde hapsedilmiş olan çocuğu zihnimizde serbest bırakarak onun bize şarkı söylemeyi, dans etmeyi, resim yapmayı, düşünmeyi, dua etmeyi, yemek yapmayı, sevmeyi öğretmesini beklemek nedir!

İnsanın kendi içindeki çocukla bağını korumasının ne kadar gerekli, fakat ne kadar zor olabileceğini en iyi anlatanlardan biri Wordsworth’un [1770-1850] Ölümsüzlüğün İmaları Kasidesi. Kasidenin son derece kalpten hissedilen, özenli, radikal bir iddiası var.

Doğumumuz, bir uyku ve unutuştur…

Wordsworth

Wordsworth, doğumu, boşluktaki var olmama hâlinden uyanmak olarak yahut ceninin eksik-gediğinden çocuğun tamamlanmış varlığına uzanan bir yolculuk olarak tarif etmez. Olgunlaşmak da giderek daralan, insanı fakirleştiren ölüme doğru yol alınan bir seyahat değildir. Doğum, ruhun hayata geçerken ezelden beri var olduğunu unutması olarak tarif edilir. Yaşam akarken ruh yalnızca bazı işaretler ve ilham hissettiği anlarda ezeli varlığını hatırlar. Bir de en sonda, ölüme kavuştuğunda…

Wordsworth’e göre doğa, sonsuz var oluşa dair çok sayıda işaret barındırır ve biz bu işaretlere en çok çocukken açığızdır. Yetişkin hayatımızda, teamüller üstümüzü kalın bir kar tabakası gibi örttüğü, hayatın en derinine sindiği zaman bu açıklık kapanır. Ancak o zaman bile inancımızı korumak için gereken, [ruhun hatırladıklarıdır]:

O gölgeli hatıralar,

Ne olurlarsa olsunlar,

Günlerimizi aydınlatan ışık oradan,

Tüm gördüklerimiz işte bu ışıktan;

Bizi sarıp sarmalayan, bağrına basan

Hay huy içinde geçen yılları bir anda

Ebedi sessizlikteki birkaç âna dönüştürecek gücü olan;

Hakikatleri uyandıran

ve hiç kaybolmayan.

Buradaki dizeleri bilhassa sevmemin sebebi, yaptığı çağrışımın herhangi bir dinin inanç sisteminden doğmuş gibi olmaması. Dini bütünlerin veya özgür düşüncelilerin, insanın varoluşuna dair bu tasavvuru paylaşmaları mümkün: Aydınlıktan karanlığa, karanlıktan aydınlığa geçen, gizemden sonsuz gizeme akan bir varoluş… Bu anlamda küçük çocuğun masum, yargılamayan, şart koşmayan açıklığı, yetişkinin (yeniden) elde edebileceği bir ruhsal nitelik olarak görülebilir. Sanıyorum “içimizdeki çocuk” fikrinin çıkış noktası, daha doğrusu en muntazam hâli bu olsa gerek.

Fakat Wordsworth, yetişkinliğin değerini reddederek bir zamanlar olduğumuz çocukluk hâline geri dönmemizi söylemiyor. O çocuğu muhafaza etmemiz gerektiğine dair duygusal bir talepte de bulunmuyor. Her ne kadar yaşlandıkça özgürlüğümüzü, farkındalığımızı, şevkimizi kaybettiğimizi fark ediyor olsak da, hayatı tam anlamıyla yaşamak, hayatın hiç bir aşamasında durmamayı gerektiriyor. Olabileceğimiz ne varsa olabilmeyi…

Hiçbir şey zamanı geri getiremese de,

Ve çimendeki o ihtişamı, çiçekteki parlaklığı,

Yas tutmayacağız,

Geride kalanlardan güç alacağız;

O aslî duygudaşlıktan

Bir kere olmuşsa eğer, hep vardır diyebilmekten;

İnsanın kahrından doğan

Ama insanı teskin eden düşüncelerden;

Ölümün ötesine geçen inançtan,

Kalenderliği getiren yıllardan.

(Eğer siz de benim gibi “teskin eden” tabirine hayretle bakıyorsanız ve insanların çektiği kahrın nasıl teskin edici olabileceğini düşünüyorsanız, o zaman bu hayretin bir anahtar olabileceğini de hissedebilirsiniz belki. Şairin dili, görünenden çok daha fazla anlam yüklü aslında. Yazdığı hiçbir dize basit değil. İlk anda kolayca anlaşılıyor gibi gözükse de, anlanan her kısım, eğer düşünme süreci takip edilirse daha derin bir idrakin kapılarını açıyor.)

“İçimizdeki çocuk” kültü, Wordsworth’un çok katmanlı tarifini bir hayli basitleştiriyor. Açık bırakılan anlamı kapatıyor, gerçekte olmayan bir zıtlık üretiyor. Çocuk iyidir, o hâlde yetişkin kötüdür; çocuk olmak şahanedir, öyleyse büyümek berbattır.

Elbette ki büyümek kolay değil. Tıpış tıpış yürümeye başlayan her bebek, kaçınılmaz olarak bir belaya doğru yürür. Wordsworth’un bu konuda şüphesi yok: “Zindan-evin gölgeleri, büyüyen çocuğun üstüne kararır…” Yetişkinliğe yahut ergenliğe geçiş zor ve tehlikelerle doludur. Birçok kültürde de bu böyle kabul edilir. Hattâ erkekliğe geçişi bir nevi cezalandıran sert ritüeller yahut kadınlar âdet görmeye başlar başlamaz onları evlendirerek ergenliklerini ellerinden alan kültürler bulunur.

Çocukları henüz tamamlanmamış yetişkinler olarak görüyorum ve önlerinde kendilerini bekleyen çok zorlu bir iş var. Vazifeleri tamam olmak, potansiyellerini gerçekleştirmek, büyümek. Birçoğu bu vazifeyi yerine getirmeyi zaten istiyor ve ellerinden geleni yapıyor. Ama bunun için yetişkinlerin yardımına ihtiyaçları var. Bu yardıma “öğretmek” deniyor.

Öğretmek elbette ki ters tepebilir. Eğitici olmaktan ziyade sınırlayıcı, boğucu ve hattâ kıyıcı olabilir. Yaptığımız ne varsa yanlış yapılabilir. Fakat öğretme faaliyetini, çocuklara has doğallığı baskıladığı iddiasıyla tasfiye etmek, Taş Çağı’ndan beri sabırla bu işi yapan ebeveynlere ve öğretmenlere karşı korkunç bir haksızlık. Hem çocukların büyüme hakkını hem de büyüklerin onlara yardım etme sorumluluğunu inkâr eden bir tarafı var.

Çocuklar doğaları gereği, daha doğrusu zorunlu olarak sorumsuzdur. Kedi ve köpek yavrularında olduğu gibi, bu sorumsuzluk cazibelerinin bir parçasıdır. Bu hâl, yetişkinliğe taşındığı takdirde pratik ve etik bir başarısızlık hâline gelir. Kontrol edilemeyen spontanlık, bir noktada kendini harcar. Cahillik bilgelik değildir. Masumluk bilgelik sayılabilir, o da manevî bir bilgeliktir ancak. Çocuklardan hayatımız boyunca bir sürü şey öğrenebiliriz, zaten öğreniyoruz da. Ama “küçük bir çocuk ol yeniden” demek, entelektüel, pratik veya etik bir tavsiye olamaz. Ancak manevî bir tavsiye olabilir.

İmparatorun çıplak olduğunu söylemesi için, gerçekten bir çocuğa mı ihtiyacımız var? Hattâ daha kötüsü, bunun için birimizin içindeki çocuğun canlanmasını mı beklemeliyiz? Eğer durum buysa, bir sürü çıplak politikacıya maruz kalacağız gibi duruyor.

ÇEVİRMENİN OKUMA NOTLARI

Yazıdaki birkaç husus ilgimi çekti. İlki bir süredir kafamı kurcalayan asimetri kavramı. İddiam belki çoğunluğa ters gelecek; ama eşit değiliz. Eşitlik çok istisnaî çünkü. Dünyada farklı meziyetleri, farklı potansiyelleri olan bir sürü canlı var. Çocuk-yetişkin farkı bunun belki de en iyi örneği. Eşitiz desek ne yazar… Diline, yaşadığı ülkeye, yiyeceği yemeğe biz karar veriyoruz. Neyin eşitliği! En fazla bu asimetrinin kalıcı olmaması için uğraşabiliriz belki.

Verdiğim derslerde de benzer bir yere vardım. Okumalara ben karar veriyorum, tartışmayı ben yönlendiriyorum, not veriyorum, adalet dağıtıyorum. Eşitmiş gibi yapmak ters bile tepebiliyor. En fazla o eşitsizliğin sınıf dışına taşmasına, kalıcı olmasına engel olabilirim. Birinin birine rehberlik etmesi için bir tür asimetri gerekiyor. Bunun hemen üstesinden gelinmesi gereken bir arıza olarak görülmesi bence asıl arıza.

Hukuk önünde eşit muamele görmek argümanına önce bir şerh düşeyim: Maksat köle hukukuna geri dönmek değil elbette, çünkü eşitliğin karşıtı zulüm olmak zorunda değil. Ama hukukta da çoğu durumda eşitlikten bahsetmiyoruz. Hukukla farklılıkları yönetiyoruz aslında. Emekli maaşı hakkı ne demek mesela? Çocuğa ilişkin düzenlemeler, hasta hakları, vergi baremleri vs. Çoğu yasa aslında hukuk önünde eşitliğin değil, asimetriler arasında adalet kurmanın yolu. Hattâ kimi zaman adalet için (kağıt üstündeki) eşitliği bozmak gerekiyor, pozitif ayrımcılık dediğimiz nedir ki… Yanlış kavramlarla düşünüyoruz belki de.

Le Guin’in asimetriyi kucaklaması, hayatın gerekli bir safhası olarak görmesi hoşuma gitti. Bu illâ yetişkinler daha çok biliyor, onların dediği olmalı demek değil. Buradaki argüman çok daha rafine. Sorumluluğun ters tepme, yanlış gitme ihtimali belki de daha yüksek. Farklı melekeleri olan bir canlıyı (insan olur, hayvan olur) görmek, hakikaten görmek, onun ihtiyaçlarına cevap vermek hiç de kolay bir iş değil. Eşitiz demek görmek anlamına gelmiyor illâ ki.

İlgimi çeken ikinci husus, çocukluğa has güzellemenin yerliler ve kimi durumda kadınlar için de yapılmış olması. Vahşi/asil yerlilerin aslında medenî insanlardan daha iyi, daha doğal yaşaması, Montaigne’den bu yana sık sık kullanılmış bir argüman. Özlemi çekilen hayatla sahici bir tanışıklığın değil, insanın yaşadığı hayatı terk etme isteğinin emaresi.

Şehirli orta sınıfların özendikleri kır hayatı da benzer bir zıtlık üstüne kurulu belki de. Hayatın boğuculuğuna karşı sihirli bir çözüm üretme isteği: Rahme, basitliğe, doğaya dönmek….Bizi bunaltan dünyayı olduğu gibi geride bırakmak, hicret etmek… Ama kaçılacak yer (çocukluk olur, kır olur) daha ziyade bir hayalden ibaret.

Önümüzdeki meseleleri çözmek için daha fazlasını yapabiliriz diye umuyorum.

Bu yazı ozanoyunbozan.blogspot.com/ dan alınmıştır

 

Sezai Ozan Zeybek

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.