Köşe Yazıları

İç savaştan payıma düşen japon gülleri

0

‘’Son derece önemli amaçlar için uğraşırken zorunluluk düşüncesine inanan insanlardaki kafa dinçliğinden, canlılıktan, güç ve sabırdan daha fazlası nerede bulunabilir ki?’’ – Priestly

Yalnızca okuduğum yazılardan ve servis edilen görüntülerden biliyorum mülteci kamplarını. Aslında Adanalıoğlu için ‘mülteci kampı’ ifadesini kullanmak doğru değil çünkü yoğun şekilde yaşadıkları yer olarak geçiyormuş. Suriyeli göçmenlerin yoğun olarak yaşadıkları bu alana gitmem de anlamlı bir tesadüf eseri oldu.

Mersin Üniversitesi’nden ‘Bu Suça Ortak Olmayacağız’ bildirisine imza attığı için görevinden uzaklaştırılan, Kamu Yönetimi Bölümü, eski öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Bediz Yılmaz’ın başında olduğu bir çağrıyı gördüm. Bu çağrının bir kısmını aynen aktarıyorum: ‘’Mersin Akdeniz Belediyesi, Mersin Büyükşehir Belediyesi, Mersin Tabip Odası ile Mersin Halkların Dayanışma köprüsü girişimi arasındaki işbirliği sonucu iğneyle kuyu kazarcasına gerçekleştirilen eğitim çalışması..’’

Bediz hocamın öğretmenliğini sonlandırdılar belki ama öğreticiliğine devam ettiği bu çalışmaya kayıtsız kalamadım ve soluğu Bediz Yılmaz ile beraber, eğitim çalışmalarının yürütüldüğü Adanalıoğlu Mahalle Evi’nde aldım. Tarımda çalışan ailelerin yaşadığı çadır bölgesinden alınan Suriyeli çocukların olduğu bu çalışmada gönüllü öğretmenler yer alıyor. Onlardan biri ile yakından tanıştım, Seda öğretmen.

ÖNÜM, ARKAM, SAĞIM, SOLUM YOK

Seda öğretmen ile, Suriyeli çocuklarla Adanalıoğlu Mahalle Evi’nin bahçesinde, oyun oynadığı sırada tanışıyorum. Sevgili Seda, tüm gayretiyle çocuklara eğitim veriyordu.

Ben arkadaş olmak niyetiyle sıcak tavırlarla yanlarına gitmek istiyorum çocukların fakat utanıp, çekiniyorlar benden. Bir fırsattan istifade edip, öğretmenleri hepsini sıraya dizmiş tren misali dolaştırıyorken ben de takıldım peşlerine ve aralarında gülüşmeye başladılar. Savaş mağduru olan bu çocukların korkuları hala tazeyken ve yaşamaya çalıştıkları çadırlarda kim bilir nelerle karşılaşıyorlarken, arkalarından gidip bir anda huzursuzluk yaratmak istemedim ve hemen ön sıraya geçtim. El salladım hepsine gülümseyerek..  Ardından sevmeye başladık birbirimizi.

Güven sağladıktan sonra çocuklar bahçedeki parkta oynamaya gidiyorlar ama biraz tehlikeli bir hoyratlık içindeler. Bir yandan Seda öğretmen onları gözlerken diğer yandan da ben sorup duruyorum çocukların hallerini. Seda, daireler çizdirip, yönler gösterdiğinden bahsederek;  çocukların sağı, solu, önü, arkayı bilmediklerini söylüyor. Kaldı ki bir de değindiğim tutucu tavır meselesi var ki bu da mühim. Çünkü kızlar, erkeklerin; erkekler de kızların ellerini tutmuyorlarmış. Böyle büyürlerse ve Anadolu toplumuna katılacak olurlarsa yaramıza tuz basacaklarından endişe etmiyor değilim. Seda öğretmen çocuklara öğretilen bu kapalı davranışları, oyunlar oynatarak çözmeye çabalıyor.

Biraz uzaktan çocukları kendi hallerinde izlemek istiyorum. Biraz sonra yanıma hafifçe sarışın, saçları dağılmış bir kız çocuğu geliyor,  güzelce bir Japon gülü ile. Göçe zorlanmış çocukluğunun , sınır tanımayan yakınlığını gösteriyor bana Japon gülünü dostlukla uzatırken..

Ardından bir Japon gülü daha getirdi kız çocuklarından biri. Şaşıp kalıyorum, fotoğraflarını çekiyorum. Aralarında anlaşıp sundukları paylaşım, Suriyeli çocuklara ön yargılı davranan insanlar adına utandırıyor beni.

GÜLÜMSEMENİN BOMBALI TRAJEDİSİ

Savaş mağduru çocukları çadır kente götürmenin vakti geldiğinde, ben ve Seda öğretmen beraber hareket ediyoruz. Servis otobüsüne binerken Raniye ile tanışıyorum. Bana bakarken ki meraklı tavırları ve onun misafiriymişim gibi beni sahiplenmesinden mutluluk duyuyorum.

Adanalıoğlu’na vardığımızda, servisten iner inmez karşımda duran genç bir çocuğa ilişiyor gözlerim. Sürekli gülmesine insani bir merak duyuyorum ve çok sık maruz kaldığı bomba seslerinin aklını yitirmesine sebep olduğunu öğrendiğimde, sözcüklerim yuvarlanıp gidiyorlar dilimin ucundan.

DOĞU VE BATI’YI AYIRAN KÖPRÜ TÜRKİYE

2011 yılından bu yana yaşanan iç savaştan dolayı, yaklaşık beş milyon Suriyeli ülkesinden kaçmak zorunda kaldı. Türkiye’de ise Suriyeli nüfusunun iki milyonu aştığı tahmin ediliyor. Batı’ya gidebilmek için insan kaçakçılarının ellerine düşüp, kıyılarımıza vuran bu insanları hepimiz mülteci olarak tanıyor olabiliriz ama Türkiye Devleti Doğu’dan gelenleri değil, Avrupa’dan gelenleri mülteci olarak tanımayı tercih ediyor. Mültecilerin haklarını ve ödevlerini belirten uluslararası 1951 Cenevre Sözleşmesi’nde Türkiye’nin bu tutumu coğrafi sınırlama olarak biliniyor.

Suriye krizinin başından beri Açık Kapı Politikası uygulayan fakat Doğu’dan gelenlere Uluslararası Mülteci Statüsü vermeyen Türkiye, Suriyelilerin ülkeye girişine izin veriyor ve geçici koruma altına almış durumda yani misafir ediyor. Fakat savaşın beşinci yılında hala misafirlik belirsizliği içinde kalan bu insanlar için durumlar zorlaşıyor.

Mülteci statüsü verilmediği için, yasal çalışma hakkına da sahip değiller. Dolayısıyla doktor veya mühendis olmasının ya da eğitimini Avrupa’da, Amerika’da yapmasının hiçbir geçerliliği yok. Bu durum ise yasa dışı çalışmalara sebep oluyor. Ayrıca kendi mesleklerini yaparak yaşamak isteyenler kaçak olarak bir yol bulup, Batı’ya gidiyorlar. O yolda hayatta kalıp kalmayacakları ve de gittikleri ülkede nelerle karşılaşacaklarını bilmemeleri ise dünyanın hafızasından çok zor silinecek vicdani yaralara sebep oluyor.

MİSAFİRİ AÇKEN TOK YATAN DEVLET

Türkiye’de Suriyelilerin temel haklarını sağladığı düşüncesini ben tam anlamıyla Adanalıoğlu kampında görmüş değilim. Yaşadıkları çevrenin sağlıklı olduğunu söyleyemem. Kirli bir derenin hemen yanında kurulmuş çadırlar. Asılan çamaşırlardan bazılarının bu derenin üzerinde kurutulduğunu gördüm. Çoğu annenin kucağında kırk günlük bebek var ve incecik çadırlarda yaşıyorlar. Etraf deseniz çamur arazi. Sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı ve gerekli tedbirlerin devlet tarafından alınma zorunluluğu Adanalıoğlu’na uğramamış. Kaldı ki, nüfusun büyük çoğunluğu çocuk ve ebeveynlere eğitim verilmezse bu nüfus büyümeye devam edecek gibi görünüyor.

Türkiye’ye kalıcı olarak yerleşen Suriyelileri artık kabul etmek zorundayız ve devlet de buna yönelik topluma uyum çalışmaları yapmak durumunda. Özellikle çocukların; emekleri, bedenleri, eğitim hakları korunmak zorunda.

‘’Eğitim görmeden tarlada çalıştırılmaya başlanan Suriyeli çocuklar 5-10 yıl içinde manipülasyonlara açık halde olacaklar. Sömürüye ve tacize maruz kalmamaları için, bedenlerini satmaya başlamamaları için çalışıyoruz. ‘Önce kendi çocuklarımızı düşünelim’ diyenler doğru söylüyorlar fakat bu çocuklarla beraber büyüyeceğiz ve onları korumak aynı zamanda kendi çocuklarımızı da korumak demek. Artık kaderimiz bir.’’ diyor Bediz hocam da.

Amacım, Suriyeli mülteciler ve çocuklar konusunda kesin yargılara varmak değil. Sorumluluk bilincim, acılarına birkaç adım daha yaklaşıp, tanık olduğum insanları yazmaya zorluyor beni. Ancak söylemeden de geçmeyeceğim bir şey var,

Ayrı ayrı insan tanımı yapmak benim harcım değil. Çocuk çocuktur ve ‘’yetiştirilmesinden tüm toplum sorumludur.’’

Hiçbir gerçeklik kendi kendine dönüşmez” der Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi kitabında.  İnsanlaşma, insanın yetisidir ve bizler bu şekilde adaletsizliğe, sömürüye, baskıya, önyargılara karşı koyabiliriz. Bizden olmayanı da severiz, kaybettiklerimizi de kazanırız.

Fotoğraflar: Gökçe Atik

44-gokce-atik

 

Gökçe Atik

You may also like

Comments

Comments are closed.