Hafta SonuManşet

Keçiler, katırlar ve keşişler: Fransa’da bir Ta-Tu-Ta deneyimi – Bediz Yılmaz

0
Resminin çekildiğini görünce sanki az önce bulduğu her yaprağı iştahla yiyen o değilmiş gibi bakan güzeller güzeli Ewy

(“Türkiye sen planlar yaparken başına gelendir” diye yazmıştı bir arkadaşım bir defasında, geçtiğimiz yıl bunu iyice idrak etmek için paha biçilmez fırsatlarla karşılaştık. Yaşadıklarımı, her ne kadar beklenmedik de olsa başımın üstüne koyup yoluma onlarla devam edebilmeyi öğrenmek için de kıymetli fırsatlardı bunlar. Sabretmeyi öğrenmek, her şeyden önce. Başardığım zamanlar ve mevzular oldu, öfke ve isyan yüklendiğim zamanlar da. Ama öfke ve isyanın kendiliğinden geldiği ve çok yakıştığı insanlar vardır, ben onlardan değilim, uysallığın itaat olarak görülmediği bir dünyayı hayal ediyorum daha ziyade. Yaşlı bir katırın tecrübeli inadıyla geri adım atmamayı, boyun eğmemeyi; bazen de bir keçinin çocuksu inadıyla ille de bildiğim patikadan yürümeyi istiyorum. Biraz da keşiş sabrım olsa…)

Gerçek şu ki buraya sabretmeyi öğrenmeye geldim.

Orta yaşlı bir şehir insanının o güne kadar biriktirdiği bilgi dağarcığının en küçük bir anlam taşımadığı bir yere gelmesi, yabancı bir dilde tanımadığı insanlarla iletişim kurmaya çalışması, bir nevi ahmaklaşma hali aslında. Olduğun kişi olmanı sağlayan unsurların neredeyse hepsinden soyunuyorsun bir nevi; dilsizleşiyor, beceriksizleşiyor, korunaksızlaşıyorsun. Bu da öğrenme sürecinin bir parçası ama.

Sabretmeyi öğrenmeyi asıl mümkün kılan ise alışık olduğun zaman ritminden farklı bir ritme geçmek. Burada önce mevsimlerce sonra da günlük hava durumuyla belirlenen ritmler var; hayvanların ve bitkilerin ritmi var. Ama salt onlar yok; hayatı kendi seçtikleri ritmle yaşamayı arzulayan ve bunu da beceren insanların ritmi var. Bu bazen tüm bir gün konuşmadan meditasyon yapmak, bazen sabahları uzun uzun tembellik yapmak, bazen keçileri otlatırken dağın tepesinde trompet çalmak, bazen de saçma sapan komedi filmlerine ağız dolusu gülünen uzun akşam yemekleri yemek oluyor. Ama en önemlisi, bu farklı ritmlerin hiçbiri birbirinin önüne geçmiyor. Ya da şöyle demeli, buradaki insan unsuru, bir denge esası çerçevesinde, sonsuz bir esneklik ve uyum içinde tüm bu ritmleri birbirine bağlıyor. Bir domates fidesini büyüdükçe sarılacağı ipe bağlarken atılan düğüm gibi, gevşek fakat sağlam bir düğümle bağlıyor birbirine.

Resminin çekildiğini görünce sanki az önce bulduğu her yaprağı iştahla yiyen o değilmiş gibi bakan güzeller güzeli Ewy

Aslında Ta-Tu-Ta yapma düşüncesi yıllardır aklımdaydı ama iş güç çocuklar derken bir türlü olamıyordu. Ta ki geçen sene 16 Temmuz’dan itibaren iki haftalığına Anadolu Meraları’na gitmeyi ayarlayıncaya dek bu bir hayal olarak kaldı.

Fakat malumunuz 16 Temmuz 2016 bu tür bir seyahat için pek elverişli bir dönem değildi, işten çıkarılacağım tarafıma tebliğ edilmiş dahi olsa halen bir devlet memuru olduğum için izinler iptal edilmişti. Sonuçta gidemedim. Ardından işten çıkarıldım, yurtdışına geldim, bir iki ayda bir Türkiye’ye dönerek Almanya’da bir üniversitede çalışmaya başladım; ardından bu defa KHK ile bir kez daha atıldım ve artık Türkiye’ye girip çıkamıyorum.

Bu sebepledir ki, yani ülkeye gidemediğim için yurtdışında bir Ta-Tu-Ta (ya da uluslararası adıyla Wwoofing) yapma ihtiyacı ve fikri doğdu. Çünkü günler ve geceler geçmek bilmiyordu, kaygı ve hasret içimde büyüdükçe büyüyordu, giderek kendi iç sesimde boğulmaya başladığımı hissediyordum. Toprakla uğraşmak iyi gelecek tek şeydi. Türkiye’de aşina olduğum coğrafyaya yakın bir şeyler olsun diye, Wwoof France’a üye oldum ve Fransa’nın güneyinde bir çiftlik aramaya başladım.

Onlarca yeri inceledim ama hiçbirine mail atacak gücü bulamadım kendimde, ta ki sonunda Occitanie bölgesinin göbeğinde, tanıtım metniyle beni çarpan bir çiftlik buluncaya dek. Velhasıl buradayım. Metinde yazdığı gibi, merakla, alçakgönüllülükle ve hevesle buradayım, küçücük olduğumu ve öğrendiklerime daha da ufalacağımı bilerek, konuşmaktan çok dinleme isteğiyle, taşın, ineğin, halatın, tohumun, uğur böceğinin, suyun, keçinin, pırasanın, fasulyenin, salyangozun, havucun, kır faresinin, peynirin, köpeğin, yağmurun, ağacın, ayınü güneşin, bilumum otun, ve münhasıran, bilumum bokun… herşeyin bir denge halinde olduğunu görerek ve bu dengeyi hiç bozmadan içine dahil olmak isteyerek, bir nevi görünmezleşme isteğiyle, buradayım.

Keçiler ormanda ziyafet çekerken Kraçuk görev başında

Çiftliğin sahibi Stef tanıdığım en nevi şahsına münhasır insanlardan biri; topluma da siyasete de yaradılışa ve evrime bakışı da hep aykırı, ayrıksı…

Onu tanıyınca sevgili bir hocamın bir vakitler demiş olduğu bir şeyi daha iyi anladım: bazı kişiler için makro ve mikrokozmos ile anlaşmak insanların bulunduğu mezo düzeyle anlaşmaktan daha kolay. Hayatlarının bir evresinde toprağa sığınmış olan insanların ciddi bir kısmı toplumsal anlamda uyumsuzluk çeken insanlar.

Mesela Stef topraktaki karıncanın, solucanın, bir tohumun, bir katırın dilinden anlıyor, sütten peynir yapan bakterilerin sevdiği sıcaklığı biliyor, öte taraftan da ayın ve gezegenlerin döngülerini, o döngülerin toprağa olan etkilerini, hangi bitkinin ayın hangi evresinde veya hangi sıcaklıkta nasıl ekileceğini toplanacağını kozmosun döngüsüne bakarak belirleyebiliyor ama toplumsal anlamda kendisine dayatılanları yerine getirmek istemiyor, dışında veya daha doğrusu kıyısında yaşamayı tercih ediyor.

Doğaya uyum sağlama ve doğayı uyumlaştırma sihirbazı olarak da adlandırılabilecek bir çiftçinin varolan toplumsal düzen ile uyumsuz olması bir tesadüf mü? Yoksa tam da bunun için mi kendine ayrı bir dünya kuruyor ve bunu gerçekleştirebileceği yegâne yer de tarımsal alan. Toplumsal olanın tahakkümü altında değil, istediği zaman ve istediği kadar ona dahil olarak kendi belirlediği (ya da doğanın belirlediği demek daha doğru) bir ritimde varoluş belki de sadece tarımla toprakla mümkün.

Bu sakin görünümlü arkadaş birazdan coşacak, dörtnala peşimizden gelerek keçileri dört yana dağıtacak.

Bu çiftliği diğer pek çok benzerinden ayıran, AB’nin verdiği “bio” üretim sertifikasyonundan çok daha katı zorunluluklar getiren Nature et Progrès” (Doğa ve İlerleme) sertifikasyonuna sahip olması ve Stef’in üretim yanında bu alanda eğitim verme belgesine de sahip olması.

Nitekim Stef çiftliği hem uluslararası alanda Wwoof ağına bağlayarak kısa veya uzun vadeli gelenleri ağırlıyor, hem de Fransa’da organik sebzecilik eğitimi almak isteyenlerin staj zorunluluklarını yerine getirmeleri için onlara imkan sağlıyor. Kendisi, eğer bu evi başkalarıyla paylaşmasaydım onu elimde tutmam çok zor olurdu, şeklinde ifade ediyor bu ilişkilenmeleri. Müthiş bir öğretici, bir usta.

Fransızca’da sebzeci terimi (maraîcher) bataklık (marais) kelimesinden türetilmiş. Zira önceleri bataklık alanlarda suyun küçük yataklara sevk edilmesiyle oluşturulan sulak alanlarda üretim yapılırmış.

Stef için sebzecilik atalarından devraldığı bir bilgi. Makineleri bahçesine sokmuyor. En büyük yardımcısı da dedesinden kalma “sebzecinin sihirli değneği”. Bildiklerini cömertçe paylaşıyor, sabırla öğretiyor (belirtmeliyim ki, başka yerlerde nasıldır bilmiyorum ama burada iletişim kurabilmek ve bir şeyler öğrenebilmek için Fransızca bilmek elzemdi). Bu yüzden de daha önceden kısa süreli (staja veya Wwoofer olarak) gelenlerin bazıları yıllardır onunla beraber yaşıyor.

Burada her gün, yapılması gereken işler takvimi doğrultusunda bazen ağır ağır ilerleyen bir kağnı gibi bazen de coşkun akan bir dere gibi akıp gidiyor. Fakat yapılması gereken onca iş varken dahi herkesin hayattan kendi meşrebince keyif almasına imkan tanıyan esnek bir çalışma ritmi vardı ve sanırım beni de en çok rahat hissettiren bu oldu. Stef ara sıra trompetini çalıyor, bazen keçileri otlatırken bazen de köy bandosunda. Mühendislik mesleğini bırakıp buraya yaşamaya başlamış ve bir Budist keşiş olarak hayatına devam eden Antoine bazı günleri meditasyon yaparak geçiriyor, bir ağacın altına kurduğu çadırında yaşıyor yaz kış. Böyle anlarda ilişmiyorlar birbirlerine, onun dışındaysa bazen hoş bir sohbet bazense seslerin yükselebildiği tartışmalar oluyor; hepsi hayatın içinden, hepsi insana dair.

Stef ve sihirli değneği

İş ve dinlenme döngüsü içinde günler ve geceler ucuca eklenip geçiyor. Çiftlikte kısacık bir süre kalmış bile olsan çimlenmeye bıraktığın nohutun ekime hazır hale geldiğini görüyor alıp ekiyorsun, sağdığın sütün enfes bir peynire dönüştüğünü, kestiğin çavdarın kuruduğunu, tanesini ayırıp tarlada başka yere saçtığında orada bitecek bereketi taşıdığını, yağmurun ardından ormandaki patikanın anında otlarla dolduğunu keçilerin de bunları oburca yemek için nasıl koşturduğunu görüyorsun.

Aylarca kalsan daha neler görecek, nelere şahit olacak, buradaki yaşamın nefes alıp verişinin bir parçası olacaksın. Ama aylardır görmediğin çocuklarının günlerine ve gecelerine yoldaşlık edemiyorsun. Onların nefesinin bir parçası olamıyor, iniş çıkışlarına, büyüyüşlerine sevinçlerine üzüntülerine şahitlik edemiyorsun. Bu koparılışa dayanabilmek için geldiğin bu yerde binlerce başka şahitliğe tutunuyorsun, fakat buna sebep olanları unutmuyorsun.

Gerçek şu ki buraya sabretmeyi öğrenmeye geldim, asla unutmaya değil.

 

 

Bediz Yılmaz

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.