Seçmen dediğimiz kitlenin Aziz Nesin’i pek de haklı çıkarmadığını kabul etmeliyiz. AKP’ye oy veren seçmen, gücün kimde olduğunu, kimden menfaat gördüğünü, henüz görmediyse kimden görebileceğini anlayacak kadar akıllı ve akılcı olduğunu gösterdi. İktidar Partisinin pastayı büyütüp (30 Haziran 2011 itibariyle büyümede dünya birincisi olduk!) pay dağıtarak iktidarını sağlama aldığının farkına vardı.
Halkımız, Erdoğan Hükümetlerinin yönettiği Devletin, Kamu Yönetim Uzmanı Şerif Sayın’ın tanımıyla, “Demokratik Rant Devleti” (2007 Eylül, Radikal) haline gelmiş olduğunu; rantın en küçük yerleşim birimlerine kadar dağıtılmakta olduğunu; eninde sonunda refahtan kendi payına da birşeyler düşebileceğini anladı.
Çünkü o bir homo econmicus’tur.*
Peki, bir oy karşılığında, kolayından, hem bu dünyada az veya çok rahat etmek hem de öbür dünyada aziz olmak yerine eşitlik, özgürlük, adalet gibi birtakım değerler peşinde koşarak bu dünyada aziz olmakla (varsa, öbüründe de) yetinen diğer yarı kimlerden oluşuyor?
Yoksa Aziz Nesin onları mı kastetmişti? Biz onlara şimdilik, homo romanticus diyelim…
Laik, Çağdaş Cumhuriyetmiz’in kurucu Partisine umutsuz bir aşkla bağlı olanlar, yüce Türk Milletini ‘ölümüne’ sevenler ve bu iki teorinin çeşitli türevi olan mütenevvi partiler ve dünya nimetlerinde gözü olmayan, mutluluğu devrimden sonraya erteleyenler, ütopyacılar, “başka bir dünya mümkün”cüler, nükleer karşıtları, doğa korumacılar, ekolojistler, yeşiller, barışçılar, cinsel tercihleri farklı olanlar, feministler, eşitlikçi – özgürlükçü demokratlar vb.
Bunlar arasına farklı etnik kökenleri katmıyorum, çünkü onlar etnik kökeni ne olursa olsun imtiyazlı imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle olarak, iki yarıda da yer alabiliyorlar. Yoksullar, emekçiler diye bir kategori de buraya pek uygun düşmüyor. Neden derseniz, onların da bir bölümü homo economicus olarak ilk yarıda kalıyor. “Emekten yana olanlar” şeklinde tanımlanabilecek bir kategori var tabii… Refahtan pay almayı öbür dünyaya olmasa da başka bir dünya hayaline erteleyenler.
TÜİK verilerine göre, Türkiye’de her ne kadar 12 milyon yoksul varsa da; her 100 kişiden 42’si kötü konutlarda oturuyorsa da; her 100 haneden 60’ı borçlu, 30’u ağır borçluysa da; her 100 gençten 21’i işsizse de, halkımızın yarısı AKP iktidarından memnun.
Ne de olsa pasta büyüyor! Bugün olmazsa yarın, ona da sıra gelebilir. Bir gün bir taşeronluk kapabilir, bir “hamili kart yakinimdir” tavsiye kartı alabilir. Eh, sağlık hizmetleri de fena sayılmaz! Yeşil karttır, erzak yardımıdır, öğrenci yardımıdır vs. vs. akmazsa da damlıyor…
2010’da her 100 kişiden 60’ının geliri azalmıştı, borçluydu, işsizdi, ama hayret, insanlar mutluydu! 100 kişiden 60’ı mutluyum, demişti. Olsun, ne de olsa ülke ekonomisi büyüyor, hükümet onları düşünüyor, onlar için çalışıyordu!
Şimdiye kadar gelip geçen, iktidar olan partilerin hepsinden daha fazla halkın partisi olmayı, olmadığı zaman da, öyle görünmeyi başarıyordu AKP. Zaten o mütedeyyin, mazlum, yoksul halk getirmemiş miydi, onları iktidara? Onlar AKP sayesinde zenginleşerek sınıf atlamadılar mı, yeni bir burjuva (Anadolu Burjuvazisi) sınıfı haline gelmediler mi?
Homo economicuslar’ın soğuk maddeci aklına, küçük esnaf zihniyetine, mütedeyyin, kaderci bakışlarına hitap eden AKP’nin İslamcı, bölgeci, Osmanlıcı, milliyetçi değerlerine arkalarındaki sermaye gücünü, üstüne de Başbakan’ın delikanlı, pervasız lider karizmasını da ekleyince, biz homo romanticuslar’ın seçimlerde niye nal topladığımız ayan beyan ortaya çıkıyor. Eğri oturup doğru konuşalım!
Biz romantikuslar, AKP’nin başarısını kendimizi aldatmadan değerlendirmeye gönül indirmezsek, daha çok nal toplarız. AKP ne yaparsa kötüdür, karşı çıkalım, ‘haydi bastır eleştiriyi’ tarzında bir muhalefete halkımızın (seçmenin) en az yarısı artık itibar etmiyor. O, senin, onun için ne yaptığına, ne yapabileceğine bakıyor.
Biz Yeşillerin, çevrecilerin, doğacıların, ekolojistlerin ise, çoğu halkın gözüne, felaket tellalları, yatırımlara karşı çıkarak iş aş imkanlarına, refaha kavuşmalarına engel bozguncular, işsiz güçsüz çok bilmişler, kendini üstün gören okumuş, kentli ukalalar olarak göründüğümüzü kabul edelim.
Yeşillere buradan nasıl bir ders çıkar, diye düşündüm de;
1- Hiç bir yatırıma elimizde alternatif proje, somut bilgi, rapor olmadan karşı çıkmamalıyız, derim. Örneğin, HES’lere toptan karşı çıkmak yerine, bilimsel verilere dayanarak, elverişli bazı akarsulara, azami kaç KW’lık, azami kaç tane küçük HES yapılabilir; ÇED süreci nasıl denetlenebilir, yöre halkı bundan zarar görür mü, yöre halkı bu yatırımı istiyor mu, gibi somut bilgilerle çalışmalıyız.
2- Enerji verimliliği, enerji tasarrufu, yenilenebilir enerji, alternatif yaşam, sanayi toplumu- tüketim toplumu, endüstriyel tarım, GDO’lu tohum, perma kültür vb. bütün bu terimleri tekraralayarak belli bir jargonla konuşan bizleri halkın anladığını sanmıyorum. Onlarla onların diliyle konuşmayı öğrenmeliyiz. Bizim jargonun onların günlük dilinde karşılıkları vardır herhalde.
3- Sanki yarın iktidar olacakmış gibi ya da Mecliste bir muhalefet partisiymiş gibi hazırlanmalı, alternatif enerji politikaları, tarım politikaları, kent politikaları, en önemlisi de, alternatif ekonomik ve sosyal politika üretmeliyiz.
4- Meclise seçim yoluyla giremiyor olsak bile, Mecliste olmanın yollarını bulmalı, lobiciliği öğrenmeliyiz.
5- Kürt sorunu, Sivil Anayasa gibi ana siyasi sorunlarında aktif bir özne olmak için elimizden gelen her şeyi yapmalıyız.
6- Yerel örgütlülüğe, yerel mücadeleye ağırlık vermeli; Türkiye çapında örgütlenmeye ağırlık vermeli, İstanbul Partisi gibi görünmekten çıkmalıyız. İl- ilçe örgütlerini kurmayı ertelememeliyiz.
7- Türkiye’de ve Dünyadaki alternatif yaşam deneyimleriyle ilişki kurmalı, iyi örnekleri tanımalı, tanıtmalı ve yeni yaratıcı yaşam ve örgütlenme yolları aramalı, bulmalıyız.
Çok çalışmalıyız, çook sonucuna ulaştım. Ne dersiniz?
*“……… tabir ulusların zenginliği eserinin sahibi olan adam smith‘e aittir…” (itüsözlük)