Hafta SonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

Gözlerimizi kapadığımız ve kaçtığımız geleceğimiz: Yaşlılık

0

Bu haftaki yazımı, iyice altüst olan ekonomi ve bunun yarattığı bireysel-toplumsal psikolojiyle birlikte, muhalefet üzerine yazmayı düşünüyordum ancak birçok mecrada bu konuda yazılıp – çizilecektir düşüncesiyle ve bir karşılaşma sonucu, yaşlılık üzerine yazmak istedim.

Geçtiğimiz günlerde kitabevine gelen bir okurumuz, oldukça dinamik görünmesine rağmen iyice yaşlılık psikolojisine girdiğini ve bunda ise toplumun pandemi süresince kendilerine, yani 65 yaş üzeri bireylere davranışının çok etkili olduğunu söyledi. Gerçekten de özellikle Covid-19 pandemisinin ilk zamanlarında, insanlığımızdan utanmamız gereken sahneler yaşatıldı insanlara… Yasağı dinlemeyip sokağa çıkanlarla polis kovalamacası, komik bir şeymiş gibi servis edildi. İnsanlara, zorla maske takılıp başlarına kolonya dökülen sahnelere tanık olduk. Sanki hastalığın taşıyıcısıymış gibi muamele gördüler. Toplumdaki konsensüs, öyle yüksekti ki bu uygulamayı beğenmeyen ve hayatları iyice daralan insanlar, karşı çıkmaya cesaret bile edemediler.

Zorla ‘koruma’ olmaz!

Oysa, sizin bu hastalığı ne kadar bulaştırma riskiniz varsa, yaşlı insanların da ancak o kadar vardır. Ve diğer insanlara sokak serbestken o insanları, “sizi koruyacağım” diye eve kapatamazsınız. Koruma faaliyeti gönüllü bir faaliyettir. Zorla koruma olmaz. Ayrıca koruyacağım diye uzun süre evlere kapattığınız insanlarda başka psikolojik ve biyolojik sorunlara yol açmış oluyorsunuz. Tabii toplumun tamamına uygulanan kapanma önlemlerini bunun dışında tutuyorum.

Başlangıçta korumacı bir yaklaşımla hareket edilip sonra tamamen yaş alan insanların hayatını kısıtlamaya, onları aşağılamaya ve psikolojik, hatta fiziki şiddete varan bu ageismin(*) sebebi ne olabilir? Bu ayrımcılığın bir sebebi, toplumsal, kültürel ve geleneksel olarak, yaşlı insanların tamamını aynılaştırıp yaşamdan dışlamaksa eğer, diğer bir sebebi de, Esra Açıkgöz’ün Gazete Karınca’da yaptığı bir söyleşide “sanırım bu nefreti yaşlanma korkusu da tetikliyor” sorusuna Doç. Dr. Özgür Arun’un(**) verdiği şu cevap olabilir: “Bu, yaş ayrımcılığının önemli bir boyutu. İnsanlar hem uzun yaşamak hem de yaşlanmamak istiyor.”

Bilinçdışında oluşan bu korkuyla görece genç olan insanlar, kendi yaş almışlığına ayna tutan bedenleri karşılarında görmek istemiyor belki de. Roland Barthes, bu dışlama ve yok saymayı, bedenimizin giderek hem kendimiz hem de başkaları için seyirlik bir nesneye dönüştüğünü belirttikten sonra şöyle ifade ediyor: “Gençlik ırkçılığı diye adlandırabileceğimiz bir akıma kaptırmışız kendimizi: Çağdaş toplumda gençler, gençlik, ayrı bir ırkmış gibi işlem görüyor, yaşını başını alanlar da bu ırktan ayrılmış sayılıyor” [1]

Sistemin empatisizliği ve zorbalığı

Kapitalist uygarlıkta, teknoloji ve hız, adeta yeni bir dine dönüşmüş durumda. Bunun dışında bir çalışma ve sosyal yaşam düşünmek artık çok zor. Sosyal medyayı iyi kullanamazsanız ticaret yapamazsınız, yine sosyal medyada görünür olmazsanız var olup olmadığınız tartışılır hale gelir adeta. Sosyal medyanın ve genel olarak internetin aktif kullanımı üzerinden bile bir yaşlı- genç ayrımı gerçekleşmiş durumda. Özellikle Z Kuşağı gençleri, orta yaş ve üzeri insanlar için internet mecrasında “boomer” kavramını çok genelleştirerek kullanmakta. Oysa bu kavram, internet ortamında bir yaşlı adamın videosunda “Y ve Z kuşağının Peter Pan sendromuna yakalandıklarını ve hiç büyümek istemediklerini ve gençlik döneminde sahip oldukları ütopik ideallerinin de bir şekilde yetişkinliğe evrileceğini düşündüklerini” söylemesine tepki olarak gelişmişti. Yani aslında genç kuşaktan gelen anlaşılamama konusundaki tepki, giderek interneti iyi kullanamayan orta ve üst yaş insanlar genellemesine dönüştü.

Bu tepki, “gerontokratik” bir yaklaşımla gençleri yargılayan insanlara veriliyorsa, dalga geçme içeriğinde bile olsa haklı bir tepkidir. “Tamam babalık sen haklısın” şeklinde örneğin. Ancak yaş grupları üzerinden genelleme yapılması sorunlu bir kültürel tepki oluşturur. Ayrıca her bireyin genç veya yaşlı olsun, teknolojiden uzak kalma hakkı saklı kalmalıdır. Özellikle de kamusal alan söz konusu olduğunda, yöneticiler bunu sağlamak zorundadır. Ancak bunun böyle olmadığını çok iyi anlatan bir film var. O filmden bahsetmek istiyorum. Yani Ken Loach’ın muhteşem filmi “Ben Daniel Blake”ten. Daniel Blake, New Castle’de yaşayan 59 yaşında bir marangozdur. Ciddi bir sağlık sorunu yaşar ve artık çalışamayacağı için işsizlik fonuna başvurur. Ancak teknolojiyle hiçbir bağı olmayan Daniel Blake’in, gerçekten hasta olduğunu ispatlayıp bu başvuruyu tamamlaması için her adımı internet ortamından gerçekleştirmesi gerekmektedir. Başka türlü gerçekleştirme talebi büyük bir kayıtsızlıkla reddedilip internete yönlendirilir. Devlet dairesinde gördüğü kimi gençlerden yardım alır ama işlemlerini tamamlayacak kadar hiç kimse yardım etmez. Daniel Blake, başka bir kişiden daha yardım isteyememe mahcupluğu ve çaresizliğiyle baş başa kalır. En sonunda bu işleyişe isyan eder ve desteği de bir mülteci kadın ve çocuğundan görür. Sonra aralarında bir dostluk başlar. Daniel Blake’in sonunu, spoiler vermemek için söylemek istemiyorum ancak kayıtsızlığa ve empatisizliğe karşı tokat gibi bir son olduğunu belirtmeliyim.

Saygınlıktan dışlanmaya giden yol

Antropolojik çalışmalar gösteriyor ki ilksel zamanlarda gerontokrasi, topluluklar içerisinde çok yaygındı. Yaşlıların, bilgiye sahip olmasından kaynaklı bir hâkimiyeti ve büyük bir saygınlığı vardı. Ve bu durumda yaşlılar en güçlü insanlar oluyordu. Ayrıca, topluluklardaki gerontokrasiyi, cinsiyet belirlemiyordu. Bu bireyler, anasoylu toplumda kadınken, ataerkil toplumda erkek olabiliyordu. Ancak kültürel evrimleşmenin geldiği noktada yaşlılar tam tersine en kırılgan, dışlanmış ve güçsüz bireyler olarak karşımıza çıkıyor. Ve bir de bu durumun yarattığı psikopatolojiyle yüzleşmek zorunda kalıyorlar.

Yapılan araştırmalar,” bizim geleneğimizde yaşlılara hürmet vardır” lafının da boş bir sözden ibaret olduğunu gösteriyor. Yalnız şunu da belirtmeliyim ki yaşlı hiyerarşisini hoş göremeyeceğimiz gibi, bir bireye sadece yaşlı olma özelliğinden dolayı da saygı gösteremeyiz. Saygı, genç ya da yaşlı bireyin, yaşamdaki duruşuna gösterilmelidir. Ancak yaşlı bireylere karşı gösterilen geleneksel hiyerarşik saygı veya dışlama paradoksunun dışında bir toplumsal yaşam kurgulamalıyız. Genç insanlar, bulundukları mekânlarda yaşlı görmek istemeyerek, genç veya başka yaşlı insanlar da, yaş almış insanların spor yapma, öpüşme, sevişme ve dans etmelerini garipseyerek yaşamı onlara dar ettiğinin farkında mıdır acaba? Bunun böyle olmayabileceğine dair çok güzel bir örnek yaşamıştım. 2017 yılında, Dünya Sosyal Ekoloji Konferansı’nın ikincisinin yapıldığı İspanya Bask Bölgesi’nde bir yer alan Bilbao Kenti’ne gitmiştim. Konferansın son günü, Bilbaolu arkadaşlar, bizi eğlenmek için bir bara götürmüştü. Gittiğimiz barı, epeyce yaşlı bir kadın ve onun yine yaşlı sayılabilecek iki kızı işletiyordu. Öğrenci olan arkadaşımın üniversiteden hocalarıyla karşılaştık. Sanırım yaşları altmışın üzerindeydi. Ve birlikte dans ettik. Birçok genç ve yaşlı insan birlikte eğleniyordu. Bu durum bana ageismde, kültürün ve siyasal iklimin ne kadar önemli olduğunu düşündürttü. Zira Bilbao, sokaklarında rahatça dans edilen ve anarşist geleneğin olduğu bir kentti.

Şiirin, hemen her konuya dair en güçlü sözü söyleyebildiğini düşündüğüm için Ahmet Erhan’ın şu şiiriyle bitirmek istiyorum.

AĞAÇ

Bir şiire girmek için
yıllarca bekledi
şu yaşlı ağaç.

Kimse onu anlamadı.

Yanından geçen
birini görünce
usulca kımıldanmasını bile
bir şeylere
yormadı…

Yolun kıyısında duran
yapraksız, tozlu ağaç
işte bir şiire girdin.

Artık yalnızca
bir ağaç
değilsin…

(*)ageism: Yaşlı insanlara karşı, yaşlarından dolayı ayrımcılık yapmak
(**)Doç. Dr. Özgür Arun, Senex Yaşlanma Çalışmaları Derneği Başkanı ve Akdeniz Üniversitesi Gerontoloji Bölümü Öğretim Üyesi
[1] Ömer Faruk, Aşk ve Ereksiyon “Aşk” ı, 6:45 Yayınları 2021, syf.113

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.