Köşe Yazıları

Efkarlı piyon

0

Söz arasında ‘BEN’ dedikçe bu söz ‘CAN’a imâdır, dersin.

Şebüsteri, Gülşen-i Râz

*****

“Gitmesem olmaz mı?” dedim, “olmaz!” dediler. Askerlik şubesindeki zarif hanımefendiyle durumum hakında konuşuyor olsak da, konu bizi aşıyor. Konuşmuşuz, konuşmamışız bir şey farketmiyor. Karar ne benim, ne de olmaz diyenin. Hakkımdaki karar, soğuk bir levhaya yazılmış. O levha da efsanevi bir dağın zirvesine konulmuş. Fotokopilerine bakabilirsiniz ama orjinaline ulaşılamaz, oraya gidilen yol sorgulanamaz, kesinlikle değiştirilemez… Üzerimde, bedenimde, yaşamımda söz sahibi ol(a)mayan bir piyonum BEN.

Ulus devlet martavalları

Neo-liberal dünyada devletin ve sermayedarların beleş beleş emek sömürdüğü için askerliği şakşaklamasını anlarım da, gariban yurttaşların aynı dil ve bahaneleri tekrarlamasına kıl oluyorum BEN. Devletimiz, milletimiz, vatanımız’lı cümleler kuran bu güruhlar tv’de gördüğü ünlü politik starların papağanca taklidini mi yapıyor; yoksa bana mı öyle geliyor? Aradaki fark bunların elinde mikrofon olmaması. Biyz’li cümleler kurup milyonları sahiplenen bu aklı-cevvaller sorulsa aynı apartmandaki komşularını tanımaz. Sokağında kim oturur, kimin bir ihtiyacı var bilmez. Yine de büyük laflar etmeye pek meyillidir; hele ki klavye başında. Bu durumu özellikle online medyadaki okur yorumlarında görebilirsiniz. Zaten sokakta, kahvede, parkta, otobüste birileriyle, birebir samimi bir atmosferde iki çift laf etseniz anlaşamayacağınız, uzlaşamayacağınız insan yoktur çünkü o atmosferlerde vatan-millet sözcükleri beş para etmeyen sahte sözcüklerdir. O hâlde kim vatanım dese, “iyisi mi sen politikaya atıl” esprisi patlar. Ne de olsa beton-millet-sakarya sözcükleri daha çok “demeç”lerde yaşar.

Türkiye toplumsal iletişiminde kayda değer bulduğum ender aydınlardan birisi olan Gündüz Vassaf, ulus devletlerin çökmekte olduğundan bahsediyor. Aslında kitaplarına nazaran köşe yazılarında oldukça nazik davranıyor, belki de davranmak zorunda kalıyor. Ulus devletler çoktan çöktü. Hortlak, sadece ehlileştirilmiş kitlelerin dilinde dolaşmaya devam ediyor. Dünyada, sermaye hudut-mudut tanımıyor ama devletler ve şirketler sermayenin ülkesine gelmesi için türlü numaralar yapıyorken, dikenli teller ve mayınlarla çevrili sınırlar içine hapsedilmiş insanlar ise küresel bir firmada çalışabilmek için, çok afedersiniz, götünü yırtıyorken, hangi ulus devletten bahsediliyor? Dünyanın ilk tarımının gerçekleştiği ve böylelikle ilk bitki evcilleştirmesinin yapıldığı yani kendi haliyle kocaman bakla tanelerinin, yemişlerin, meyve ve sebzelerin evrildiği bu topraklarda yaşayan insanlar açlık sınırında geziniyorsa, daha geçen ay Bolu’da 12 kişide verem tespit edilmişse (–ki buna artık açlık değil kıtlık demek gerekir), ne ulus devleti? Kimin ulus devleti? Bu devlet için, yurt içinde ve yurt dışında kalan küçük bir kitle “bizim devletimiz” diye sırıtabilir ama bir zahmet geriye kalanlar artık BEN demeyi öğrensin. Sıkıldım artık biyz diyenlerden, yeter!

Oooff – oofffff…

Hatırlarım da çocukluğumda vergilerin yol, köprü, elektrik, su ve sağlık hizmeti olarak geri döndüğü söylenirdi. Sonra herşeyi devletten beklemememiz gerektiğinden bahsedilmeye başlandı. Yollar, köprüler paralı oldu. Suyu, elektriği saymıyorum bile. Bir 10 sene de bu kurumların zaten zarar ettiği ve sosyal devlette zarar etmenin mecburi olduğu anlatıldı. Sanki devletin çok umurundaymış gibi, bu durum da anlayışla karşılandı. Geçtiğimiz yılbaşından itibaren sağlık hizmeti de zorunlu ücretli yapıldı ve öğrencilerden, işsizlerden bile bu yolla vergiler toplanmaya başlandı. Şimdi ise tüm bu kurumların kâr etmesiyle övünülüyor. Çocukluğumun Turgut Özal’ından başlayarak şimdinin şirket gibi yönetilen devletine uzanan süreçte, BENde oluşturulan algıyla, hazır askerliğin bedelinin 30.000 lira olduğu açıklanmışken, yapacağım askerlik için, bu meblağın hesabıma yatırılmasını arz etsem ayıp etmiş olmam herhalde. Herşeyin başı bir yandan ekonomi, bir yandan “adalet” ya hani; ona istinaden…

Sönen umutlar

Oysa tarih bana 10 küsür yıl evvel geleceği ne de pembe göstermeye başlamıştı. Cahil sözcüğünü herhangi bir nedenle bir düşünce ya da kimseye karşı kullanmayı cehaletin ta kendisi olarak görmeye başlamıştım. “Doğu-batı arasında köprü ve medeniyetlerin beşiği olan Türkiye” sözünün kafamıza kazınmış olmasından mutlu ve değişimden yana umutluydum. Ben okumasam da, dinlemesem de, dini cemaat veya tarikat şeyhlerinin kendi literatürünce yaptığı sular seller gibi ezberlerinin, vaazlerinin, aktarım ve yorumlamalarının, eğer birilerini tatmin ediyorsa, bunun da bir anlamı olduğuna inanmış, akademik anlamda olmasa da, bi’şekil alimlik ifade ettiğinin anlaşılacağını öngörmeye başlamış ve aynı muhabbet ortamını paylaşsak karşılıklı çok gülüp, muhakkak belli konularda öpüşüp koklaşabileceğimizi hissetmeye başlamıştım. Ülke içindeki Türkçe iletişim kaynaklarının özgürleşmesi her dil ve kültürle olan bağlantımızın kuvvetlenmesini de beraberinde getirecekti. 100 yıl evvel başlayan batılılaşma serüvenimiz artık Fars, Hint ve Çin’e kadar uzanan doğu kültürleriyle de barışmamızla takdis edilecekti. AB yolculuğumuzu hep beraber alkışlarken daha derin bir demokrasi anlayışını yavaş yavaş içselleştiriyorduk. İnsan hakkını, yaşam hakkını, bireysel hak ve özgürlükleri öğreniyorduk.

Sanki doğu toplumlarının kaygısız ruh haliyle, batı toplumlarının birey özgürlüğü bu topraklarda yeni, barışçıl ve hatta ekolojik denilebilecek bir kültür inşasına yol açacakmış gibiydi. Fakat öyle olmadı, tam tersi oldu. Batılı liberal ekonomi politikalarıyla doğu despotizmi birleştirildi. İnsanlarını, düşünemeyen, kendi kararlarını kendisi alamayan, yaratıcılıklarını tehlikeli varsayan ve onları yığınlar olarak kabul eden kavrayış, doğası gereği, insanların kendilerini güdecek çobanlara ihtiyaç duyduğundan hareket ettiği için, çipli-numaralı kimlik kartlarıyla yurttaşlarını damgalamayı ve mobeselerle asayişi berkemal tutmayı teknolojinin nimeti sayan totaliter doğu yönetimlerinin “modern” bir örneğine dönüştürüldük. İşin yazıksanacak yanı ise bahsi geçen koyunların da kıçlarına kızgın damga vurulmadığı için sevinçten havalara uçma nidaları atması… Daha kötüsü ise binlerce yıldır rehavet ve bi’bakıma refah içinde yaşayan, hani bizim görgüsüz modernlerimizin kahvede pineklemek dediği, ama BENce temelde barışçıl bir yaşam olan ve bir bakıma bu topraklarda yaşamış gelmiş, geçmiş tüm kültürleri de işaret eden ve kavramsal olarak “Doğu kültürleri” sözüyle ayırt edilen yaşam halinin, aynı zamanda kültürel anlamda da bir geçiş-köprü coğrafyası olan Türkiye’de yeni bir anlama bürünmeye başlamış olması. Bu anlam gitgide daha rekabetçi, yarışmacı, birbirini ezen ve birbirinden yabancılaşması gerektiğinden hareket eden batı kültürel halini içselleştiriyor ve bunu yeni dünya düzeni veya “çağdaşlık” gibisinden algılayıp, birbirlerini de bu yönde güdülüyor. Aradaki farkı ise BEN aslanlarla sırtlanlara benzetiyorum. Çünkü her ne kadar rahatsız edici gibi dursa da batı kültürel hali bu rekabetçiliği bireyin temel yaşam ve özgürlüklerine dayalı anayasal haklar temelinden yükseltip, yarışmacılığı olimpiyatlarda olduğu gibi görgülü bir anlayışla ve hiçbir bireyin veya devletin herhangi bir birey üzerinde otorite kuramayacağı, ne yapması gerektiğini zorlayamayacağı kurallarla perçinlerken, ne yazık ki bizde değişmekte olan yeni kültür herkesin herkes üzerinde söz ve hak sahibi olduğuna dair birlik, teklik, biyz gibi söylemlerle kin, nefret ve haset tohumlarını kutsayarak büyüyor. Demokrasi duyarlığına sahip insanlar ise çözümü (acıdır ama) sistemin her farklı bireye saldırısında “hepimiz O’yuz” diyerek kurtarmaya çalışmakta buldu, buluyor. Karaya vuran deniz yıldızlarını tek tek denize geri atmaya çalışmak… Trajik bir masaldı, gerçek oldu.

Görgülülük

Bizim neslimize (ve sanırım bizden öncekilere de) görgülülük ‘kurallar’la anlatıldı. Belki de bu anlayış sonradan görmeliğimizin ve faşizan zihinlerimizin en belirgin özelliğidir. Bu kavrayışın memlekette kendisini modern görenlerle, taşra despotlarının aralarındaki farkı yok eden öz olduğuna inanıyorum. Eğer görgülülük kurallarla açıklansaydı askerlik herhalde en görgülü yaşam evreni olurdu. Oysa görgülülük kurallılıkla tam ters yönde hareket eder. Görgü, birden fazla kişinin bir araya geldiği ve sosyal yaşam alanı oluşturduğu zamanlarda, kuralların es geçilmesi veya esnetilmesiyle ortaya çıkar. Uygarlığın ve uygarlaşmanın temellerinden biri de budur. Bir otomobil sürücüsünün yol hakkı kendisindeyken, (gariptir ama) bir yayaya yol vermesi, bir otobüs şoförünün durağa yetişemeyen yolcuya özel olarak durup, kapıyı açabilmesi, haftaiçi bir geceyarısı sokaktan “seviyorum huleyn” gibi bir sesle nara atıp, yeri göğü inleten bir gence gülümseyebilmek, çelik yelek giymiş, eline kalkan, başına kask takmış polisin, kızgın olan ve zaten kızgınlığı sebebiyle protesto hakkını kullanan bir göstericinin tavırlarını sükunetle karşılayabilmesidir görgülülük. Aslında yeşil düşüncenin doğrudan demokrasi dediği olayla paralel. Bunları yas-saklarla açıklamaya yeltenmek kalın kafalılığın en net dışavurumu olsa gerek. Kapalı bir mekanda, sigara yasağını hatırlatan tabelanın altında yalnız olan beş tiryakinin, birbirlerine bakıp iç geçirmesi veya sigara yakana diş gıcırdatması yerine, pofur pofur sigaralarını içmesidir görgülülük. Aksi halde bu kişilere beyin sahibi insan değil, omurilikten ibaret demek gerekirdi. A-a, pes doğrusu; en görgüsüzce sayılan şeyleri görgünün ta kendisine çevirdim!

Görgü, bireyin istediği gibi yaşama, kendi hakkındaki kararları ancak ve ancak kendisinin alabileceğine, kendi istekleri doğrultusunda istediği kendi olabilmesi ve en uç örneklerde bile olsa ona saygı duyulması hakkına işaret eder. Kendi istediği “ben”i yaşayabilmesi ise toplum yararı için tek mükafattır. Sadece bu anlamdaki görgüyle, uygarlığın temeli olan bilimde ve sanatta özgünlüğün yolu açılabilir. Geriye kalan ve bizlere öğretilmiş olan görgülülük, görgü budalalığından ve esas görgünün sahte bir kopyasından başka bir şey değil.

Efkar

Efkarım gidip gelip aynı yere varıyor; birey hakları ve görgüye… Askere gitmek üzere hazırlandığım şu günlerde sürekli aklımda bu zıtlık yankılanıyor. 75 milyon ayrı insanı kütük gibi aynı kalıplara sokan anlayışa muhalif olan en önemli anahtar kavram bireysel hak ve özgürlüklerken, bu konudan bahseden, topluma bu konuyu hatırlatan herhangi bir yayım veya söylemle gittikçe daha az karşılaşıyorum. Bu konuyu her gün yazılı ve görsel medyada görmemiz gerekirken, kayda değer son konuşmayı 4 (yazıyla dört) ay önce Şafak Pavey mecliste yaptı. Oysa 2000’lerin başında oldukça sık karşılaşır, okur, dinler ve tartışırdık. AB’den, gelişmekten, demokrasiden bu kadar çok dem vurulup, üstelik yeni anayasa yapılırken, işin özüne hiç dokunulmaması tam bir muamma değil midir?

Askerlikle kültür (yaşam hali) arasında üzerinde pek durulmayan bir bağlantıya işaret etmeye çalışıyorum. Askerlik hakkındaki tartışmalarda hep ölüm ve öldürme konusu üzerine odaklanılıyor. Bu elbette en kati muhalefet ve elbette önemli bir tartışma konusudur. Bu konuda savaskarsitları.org’da birikmiş hayli literatür bulunmakta. Onlarca vicdani redcinin kalemi, anti-militarist makale, kitap ve haberlere ekleyebileceğim pek birşey yok. Bu konuda BENim tek ekleyebileceğim ölmekten değil de, öldürmekten korkanlardan olduğumdur. Hamlet’in konuşturulduğu haliyle; “ölmek uyumak sadece”. BEN, hergün kendimizi tatlı tatlı uykuya bırakmamıza değil de, her defasında uyanabilmemizi mucizevi bulanlardanım. Bunlardan birinde uyanmazsak pek de birşey değişmiş olmayacaktır. Her canlının yaşam hakkına inanan birisi olarak insan öldürmeye zorlanmış olmak ise çok acı. … Bir başka akstaki vatanseverimsiler de başka bir muhalefetten bahsediyor. Askerliğin profesyonel bir iş olduğu ve profesyonellere bırakılması gerektiğinden, ki böylelikle daha büyük başarı elde edilebileceğinden dem vuruyorlar. … BENse askerliğin kültürel anlamda toplumda nasıl yaşanıp, yaşatıldığına değinmeye çalışıyorum. Gazete manşetlerinden, resmi söylemlerden rütin ve basit gerçeklere yaklaşmak istiyorum. Genç erkeklerin 6 ile 15 ay süresince hiç tanımadığı insanlarla bir araya getirilmesi, koğuşlarda yatırılması, kaz adımlarıyla yürütülmesi, alakasız bir duvarın, bir kapının başında bekletilmesi ve örnekleri çoğaltılabilecek ama henüz deneyimlemediğim, sayısızca, insan yaşamını, onurunu aşağılatıcı gerçekler… BEN, (elbette saygıya layık bir değer bulduktan sonra) bir üniversite hocasının, öğretmenin, doktorun ve belki bir sanatçının, kadının ya da bir dedenin  emirlerini dinler, ona saygıyla selam veririm de; bir askerin, veya beş para etmeyen bir politikacının emirlerini dinlemeyi, ona selam çakmayı insan uygarlığına hakaret sayarım.

Türkçe iletişim içinde insanlara ne yapma(ma)sı gerektiğini söyleyen yığınla literatür, öğüt ve vaizle karşılaşırız ama insanların zorla hiç bir şey yapmaması gerektiğini öven ve elbette zorla hiçbirşey yaptırılamayacağını söyleyen literatür ve vaizlerle pek karşılaşamıyoruz. Bazen bu sorunun rönesansı, reformu yaşamamamızdan kaynaklandığından bahsedilir. Kimi yönlerden katılsam da, dünyada olan ve insan yaşamına ilişkin her olguyu evrensel kültürel miras olarak görme yanlısıyım. Batıda gelişmiş ve sağlam temellere yaslanmış bireysel hak ve özgürlükler, bu toplumu yönlendiren hukuka çok da uzak olmamalı. Başta, ille de milli olan eğitim ve yine, ille de milli olan tarih anlayışlarını aşabilsek, evrensel değerleri ve dünya tarihini insanoğlunun çektiği acılar ve başarılar olarak görüp, değerlendirsek; bireysel ve toplumsal özgürleşmemizde pek çok entelektüel barikatı kolaylıkla atlatmış olacağız ama şu “biyz ve türlü türlü onlar” söyleminden bir türlü kurtulamıyoruz.  BENim onlarım yok. “Hepimiz onlarız. Hepimiz biziz.” İşte bu efkarla askere gidiyorum.

“İstemeyen elbette yapmasın, zorla değil ya!” demek çok mu zor? Diyorlar ki “o zaman hiç kimse yapmaz!” “E, hani bu memleketin onca vatan naraları atan, şarkıyla, türküyle, neşeli asker uğurlamaları  vardı?” diye sormak bir yana, “bu memlekette neden her konu ille de, ya herro ya merrocu zihinsel uçurum içine hapsediliyor?” diye sormak BENce çok daha anlamlı. Gündelik hayatlarımızın her yerinde sıklıkla karşılaştığımız, “o zaman herkes …” ya da “o zaman hiç kimse …”’lerle başlayan cümleler açık seçik koyun mantığı değil midir? Neden hepimiz aynı şeyi yapmak veya yapmamak zorundayız? Çeşitliliğe, farklılıklara bu kadar kapalı olunması, herkesin kendine has değil de, herkesin birbirinin aynı olması, birbirine benzemesi, benzetilmeye çalışılması, tam da şu günlerde bildik tarafgirlikle, boğuşmalarla acı acı seyrettiğimiz rekabetin yani “eğitim”’in konusu değil midir? Buna karşılık daha eğitim der demez rekabetin tarafları arasındaki farkın ortadan kalktığı aynı faşizan-despotik öze varıyoruz. Çünkü aslında bireysel hakların batıda da henüz tamamlanmamış ve belki de tarihin gösterdiği haliyle kolay kolay bitmeyecek olan mücadelesinde, biz çok gerilerde kalmış ve daha da geriye doğru yönelmeye başlamış olsak da, oralarda yakın zamanlarda eğitim yerine öğrenim denmeye başlandı. Dolayısıyla eğitim hakkı değil, öğrenim hakkından yani yine özünde birey anlayışı üzerinden yükselen, öğrenciyi merkez alan anlayış farkının muhalefeti sürdürülüyor. Buralarda ise bireyden, “BEN”den yani “CAN”dan bahsetmek yakın zamanlara kadar ayıpken, şimdiki çifte iktidarda ya günaha dönüştürülmek isteniyor, ya da inceden çıtlatılsa da kavramın içi yeterince doldurulamıyor.

****

Not: Şu günlerde yaşadığım yarı sarhoş ruh halleriyle ve belki de uzun süre yazamayacağımdan olsa gerek, biraz fazla kafa ütülemiş bulundum. Bahsettiğim üzere bedenim ipotek edildiğinden uzun süre ortalıkta ol(a)mayacağım. Beynimi kapatıp, yalnızca omurilikten ibaret yaşayacağım ve zaten yalnızca bunun yeterli olacağı ve bunun istendiği uzun süreçte, bugüne kadar çoğunlukla gündem dışı (veya gündemden esinlense de) mümkün olduğunca eskimeyecek yazılar yazmaya özen gösterdiğim için Yeşil Gazete’den ayrı olarak tüm yazılarımı blogumdan geçmişe yönelik takip edip, online medyada dolaşımda tutarsanız, BENdeniz yok olsam da, hoş bir seda olarak yankılandığımı duyumsar ve belki de bu durum, ya soğuk koğuşumda, ya duvar beklemelerimdeki tek kıvancım olur. Gerçek bir erkek gibi ağlamaya başlamadan önce, tanımasam da, bilmesem de anlaşamayacağım insan olmadığına inanan birisi olarak, tekrar muhabbet edebilmek üzere…

Şimdilik hoşçakalın…

 

 

 

You may also like

Comments

Comments are closed.