Denemelere Değinlemer: Düzen (1. Bölüm)
Michel de Montaigne’in 2009’da Yakamoz Yayıncılık’tan, Erdener Tunalı çevirisi ile yayınlanan Denemeler’ine değinmeye devam ediyorum. Montaigne ve Denemeler ile ilgili açılış yazımızın sonrasında, “Denemeler’e Değinmeler” üçlememizin (Evet, özendim… Doğru! Şu hayatta benim de bir üçlemem olsun istedim…) İlk bölümü “Düzen”i geçen hafta paylaşmıştım. İkinci bölümümüz ile devam ediyoruz…
BÖLÜM II – DÜZELTME
________________________________________
“Sağlıklı olmak ve yaşamak, işte benim bütün bilgim.” – Persius
Akıl ve İnsan, Denemeler, Montaigne
Persius
Etrüsk kökenli Persius “sağlıklı olmak ve yaşamak” bilgisini ne derecede iyi kullanabilmişti bilemiyoruz. Ancak bu âlemde sadece 28 yıl zaman geçirmiş olması, sağlık konusunda talihinin çok da açık olmadığını gösteriyor. Ustası olduğu “hiciv sanatı”, kendi ömrü üzerinde trajik bir oyun oynamış adeta… Bu kadar kısa bir hayata karşın verdiği eserlerle ölümünden neredeyse iki binyıl sonra bile adından söz edebiliyorsak, sözlerine iyi kulak vermemiz gerek gibi görünüyor. Montaigne’in neden Persius’un bu vecizini seçtiği ve neden “Akıl ve İnsan” denemesinde yer verdiği de incelenmesi gereken dipnotlar.
Montaigne; gözlemsel ya da deneyimsel olarak elde edilmiş, akıl süzgecinden geçirilip, rafine edilmiş bilgiye itibar ediyordu. Bu nedenle de dogmatik söylem ile arasına ciddi bir mesafe koyuyordu. Bu çıkarımı destekler birçok örneğe, bu yazı dizisinin “Düzen” başlığında yer vermiştik. Persius, oldukça mütevazı bir ifade ile yaşamdan öğrenilebileceklerin, başka bir bilgiyi gerektirmeyecek kadar zengin bir potansiyele sahip olduğunun altını çiziyor. Dolayısıyla, ne kadar çok sağlıklı kalır ve ne kadar uzun yaşarsanız da yaşamdan o kadar fazla şey öğrenebilirsiniz diyor. Eğitim, medya, gelenek, inanç sistemleri gibi “ithal” bilgi kaynaklarını kategorik olarak reddediyor, Persius. Öğrenme, yaşama ve sağlığı aynı önermede buluşturması bana, bugünlerde “yaşam boyu öğrenim” dediğimiz kavramı da çağrıştırdı.
Öğrenecek çok şey var… Yeter ki, yaşamaya açık olsun aklımız…
________________________________________
“…İnsanın en az bildiği şey en çok inandığıdır.”
İnanç ve Bilgi, Denemeler, Montaigne
2500 yıllık batı felsefesi tarihinin dönemleri arasındaki etkileşimleri incelediğimizde, bilgi kaynaklarının, bilgiyi kullananların ve bilginin içeriğinin çoğalmasının, insanın bilgiyle arasındaki etkileşimi de geliştirdiğini görüyoruz. Yeni düşünme metotları böyle böyle gelişiyor. Farklı yöntemlerle bilgiyi işleyen düşünürler yeni bilgiler üretiyorlar. Yeni bilgiler sadece düşünürleri değil kâşifleri, mucitleri, sanatçıları ve mühendisleri de etkiliyor. Tüm bu zincir, teknolojinin evrimine yön veriyor, bilginin dağılım kanalları ve gelişim hızını belirliyor. Bu gelişim bir çığ ise, onun kökenindeki ilk kartopu, küçük bir insanın çoğunluğun inandığı büyük doğrulara cüretkâr bir soru sorması ile yuvarlanıyor tarih yamacının sırtlarından…
Akıl ve inanç bir sarkacın iki ucunda. Bilgi, öğrenme huzursuzluğu, sorgu ve akıl yürütme bir yanda kümelenirken; inanç, tembel bir huzur, tanımlı bir aidiyet ve başkalarından öğrenme, diğer yanda konumlanıyor. Montaigne, aynı denemede, “Bize masal okuyanlar çok rahat konuşurlar.” ifadesine de yer veriyor. Bu rahatlığın ardında; “öğrenme huzursuzluğunun” olmayışını da, inancın huzuru ile kolay yoldan erişilmiş teslimiyetçi aidiyet duygusunu da ararım doğrusu…
________________________________________
“Herkes kendisi için bir derstir.” – Plinius
Kendimizi Anlatabilmek, Denemeler, Montaigne
“Bir musibet bin nasihatten evladır”, derler. Nasihatlerden ders çıkarmayanlara küçük bir gizli azar da içerir bu kıymetli deyiş. Öte yandan, etki gücü en yüksek bilginin kişinin kendi deneyimlerinin süzgecinden geçmiş olan olduğuna selam durmaktan da geri kalmaz. Nasihatleri yekten bir öğreti olarak alıp akıl tornasından geçirmeden kullanma işlemine biat diyoruz ki, verilen o nasihat doğru, geçerli hatta faydalı bile olsa, sonucunda bizim gelişimimize etkisinin sınırlı kalacağını öngörmeliyiz. Ama çevremizden doğrudan gelen nasihatleri ya da doğadan ve yaşamdan gözlemler yoluyla damıttığımız dolaylı nasihatleri, aklımızla okumayı ayrı bir yere koymalı… Emek ürünü bu bilgiler o kadar faydalıdır ki, bize sundukları birçok pratik içerik bir yana, bir de bu içeriği kendimizi tehlikeye atmadan, olası zararlarını çekme zahmetine katlanmadan, dağarcığımıza dâhil etmemizi mümkün kılarlar. Eleanor Roosevelt’e kulak verelim: “Başkalarının yanlışlarından öğrenmeye bakın. O yanlışların hepsini kendiniz işleyecek kadar uzun yaşamayacaksınız.”, diyor. Sadece nasihatlerin değil gözlemlerin de kıymetine kıymet katmamış mı? Hayatı kolaylaştırmak onu iyi koklamakla, pekâlâ mümkün… Eğitim şart (belki her cinsi için olmasa da) ama tek başına yeterli değil.
Peki, nasihatleri paylaşırken, bilgiçlik taslamaktan nasıl kaçınacağız? Montaigne’in bu denemesinde, bu soruya da bir yanıtı var: “… başkasına değil kendime ders veriyorum. Ama bunu yaparken başkalarına anlatmakla kötü bir iş yapmıyorum.” Deneyimi anlatmak hem başkalarına katkı sağlar hem insanın kendisine… Bu şekilde toplulukça gelişiriz. Yeter ki heyecanın dozunu kaçırıp didaktik davranma yanılgısına düşmeyelim. O işi hatiplere bırakalım…
________________________________________
“Eğitimin bilgi olarak alınması yetmez, insanı daha iyiye doğru değiştirmesi de gerekir.”
Boş Gevezeler, Denemeler, Montaigne
Michel de Montaigne, eğitimin içeriksel niteliği kadar işlevsel verimliliğinin de önemini vurguluyor. Kabaca bilgi dayatması olarak da tarif edebileceğimiz ezberci eğitim, bireyi şüpheci akıl yürütmeden uzaklaştırdığı gibi hayatı elleriyle tutarak öğrenme imkânından da mahrum bırakıyor. Ölçümleme sistemini, kişide yarattığı bütünsel etkiye değil, beyindeki bellek hücrelerine tıkıştırdığı paket verilerin megabaytlarına odaklıyor.
Eğitimin gerçek verimini bilemiyoruz. Oysa toplumsal katmanlarımızı inşa ederken kullandığımız en öncelikli parametrelerden biri. Hazır paket bilgilerden az bahşettiklerimizin üzerlerine mavi önlük geçirip ceplerine kayıt dışı asgari yevmiyeler lütfediyor, bundan dolayı şanslı hissetmelerini bekliyoruz. Onlar biat edenlerden olmalılar… Az ezberlediler çünkü! Beyaz önlüklülere gelince… Görece çok itibar ve kaynak sunuyoruz kendilerine. Kişinin üzerine geçirilmiş önlüğün rengi ile değil, bedeninin, beyninin ve benliğinin bütünü ile tanımlanabileceği gerçeğine uzak duruyoruz. Toplumların katlarını bu yanlış donatılarla çıkmışsanız eğer, bir gün mütevazı tamirci dükkânında suyla çalışan motor üreten usta, sizi şaşırtır. Başka bir gün aldığı kocaman akademik unvanlara karşın “alık” davranışlar sergileyen “okumuşlara” hayret edersiniz…
Eğitimi bir sosyal mühendislik aracı olarak gören “düzenler”, kitleleri de “düzeltilecek” denekler olarak görüyorlar…
________________________________________
“Çocuğa, kendini tanımasını (…) öğrettikten sonra mantığın, fiziğin, geometrinin, güzel konuşmanın ne olduğunu öğretiriz. Böylece aklını kullanmaya başladıktan sonra tercih edeceği bilimin kolayca hakkından gelebilir.”
Bilim ve Yaşam, Denemeler, Montaigne
Birleşmiş Milletler’in İnsani Gelişmişlik Endeksi (İng. Human Development Index), Eğitim Endeksi (İng. Education Index) verileri ile ülkelerin milli eğitim sistemlerinin katılım boyutundaki verimliliğini ölçümlüyor. Hedeflenen eğitim yılı ve gerçekleşen eğitim yılının kullanılmasıyla elde edilen bu veride Danimarka; Yeni Zelanda, Avustralya, Finlandiya ve “komünist” Küba ile birlikte birincilik kürsüsünü paylaşıyor. Teorik üst limiti 1,00 olan bu endeks için, Danimarka 0,993 skor elde ederken, 2009 yılı raporuna göre Arnavutluk, Lübnan ve Gabon gibi nice ülkenin çok gerisinde olan Türkiye 110ncu sırada yer alıyor…
Danimarka, temel eğitimde öğrencilere sayısal değerleme uygulamıyor, yani karnelerde öğrencinin gelişimi ile ilgili notlar var yalnızca, “not” yok! Sıralamada birinci gelen eğitim sistemi ile “yüzonuncu” gelen eğitimi sistemi arasındaki radikal fark, sadece bununla sınırlı kalmıyor.
Danimarkalılar temel eğitim yıllarında bir birey olmak ve bir birey olarak toplumla birlikte yaşamak gibi daha “yersiz” konuları işliyorlar. Sanırım Danimarka Milli Marşı’nın (Dan. Der er et yndigt land) orijinal 12 kıtasını ezbere söylemek müfredatlarındaki bu yersizliklerden biri değildir… Bu zavallı çocuklar ergenliklerinin ikinci yarısına erişene kadar, kendi kişiliklerine ve ilgi alanlarına en uyumlu odak alanlarını belirlemek gibi bir hamaliyeye katlanmak zorunda kalıyorlar. Danimarkalı körpeler, ne yazık ki, Türk mevkidaşları gibi TEOG sınavları için test hatmetmek ya da Din Kültürü adı altında namaz sureleri ezberlemek gibi bellek geliştirici üstün teknik imkânlardan faydalanamıyor.
Ah bu “akılcılık” kafası… Montaigne’den bu yana hiç değişmiyor… Bir birey olma ve hayatı başkalarından emanet almama hevesidir gidiyor… Hâlbuki ne güzel olacak, eğitim sistemleri düzeltse bu toplum düzeni için başıbozuk bireyleri… Okulun ilk günü “Welcome my son! Welcome to the Machine” veya “Hoş geldin bebek yaşamak sırası sende…” diyerek buyur etsek kurtlar sofrasına kuzuları… Hep bir Roger Waters halleri, hep bir Nazımcılık…
________________________________________
“… benden ne kadar farklılarsa o ölçüde daha da çok sever ve sayarım onları.”
Herkesin değeri kendine göre, Denemeler, Montaigne
Montaigne, toplumun kabul edilmiş doğrularını, tersini yanlışlamadıkça, basit birer önyargıdan ibaret sayıyordu. Bu duruş ile kendisini zamanında nahoş görünen birçok yabancı kültüre dair bilgileri anlamaya çalışmaya açık ve onlardan beslenmeye müsait kılıyordu. Dünya ortalamasının epey ilerisinde bile olsa, bugün bile çoğulculukla sevgi-nefret ilişkisi olan Avrupa’nın geçmişinden gelen bu Usta’nın, günümüzden 450 yıl önce farklılıkları bu açıklıkta benimsediğini ifade etmesi, saygıdeğer…
Başka bir açıdan değerlendirdiğimizde, bilginin ve kültürün tek bir toplumun ya da doğrunun tekelinde olamayacağı kabulü, milli eğitimlerin, merkezî ve tek-tipçi bilgi aktarma odakları olamayacağını da belirliyor.
Milli eğitimin asıl uğraşısı yönlendirici ve tahrif edilmiş bilgi paketleri aktarmak mı olmalı? Yoksa bilgiye kaynağı ne olursa olsun önyargısız yaklaşacak açık fikirliliğin filizlerini yeşertmek mi?
________________________________________
“Bütün toptancı yargılar çürük ve tehlikelidir.”
Tartışmalar, Denemeler, Montaigne
Yukarıdaki üç parçalı resmi inceleyelim… En “solda” güzel bir orman karesi görüyoruz. Bazıları çok bazıları az yoğunlukta olmak üzere, yeşilin birçok tonu var. Hani ülkemizin elde kalan doğasıyla övündüğümüz gibi…
Eğer bu değişik renklere farklı olma hakkını tanımaz, ya bizden ya onlardan olanlar diye ayrıştırırsak, elde ettiğimiz sonuç, orman olduğunu güçlükle seçebildiğimiz orta parçadaki gibi bir görüntü olmaktan öteye gitmiyor. Şunu da unutmamalıyız ki, ortadaki görüntüye halâ bir orman diyebiliyorsak, bu hayal gücümüzden ziyade, soldaki rengârenk resmin hafızamızda bıraktığı iz… Bu hatıralar sıcaklığını yitirdikçe, eskiden ne olduğumuza dair referansları kaybetme riskimiz de çok fazla…
Gelelim “en sağdaki” üçüncü resme… Ortadaki resimle yaklaşık aynı adette beyaz ve siyah noktadan oluşmuş durumda. Ama artık buna “resim” demeyi bile abartılı bulabiliyorsunuz, öyle değil mi? İşte tek-tipleştirdiğiniz toplumları, bir de kutuplaşırsanız sonucu bu oluyor…
Bir sonraki kareyi hayal edebiliyorum ama içim kararıyor… Karalar beyazlar tüketmiş… Ama kendileri de yarısın kadar tükenmiş… Artık orman yok… Noktacıklar da yok… Farklılıklar hiç yok… Sadece karanlık kalmış…
Yaşamak bir orman gibi kardeşçesine… Ya da karanlığa gömülmüş bir leşçesine… Seçim sizin…
________________________________________
“Tanrılar vardır dedim ve diyeceğim her zaman. Ama insan işleriyle uğraştıklarına inanmam.” – Ennius
Filozofların tanrılar için söyledikleri, Denemeler, Montaigne
Bilginin hijyenize edilerek merkezi olarak sunulduğu eğitim sistemleri, zihinlerimize algılaması kolay toptancı önyargılar işleyerek bizi hazır kıtalar haline getirmeyi amaçlıyor. Bu hijyen kaygısını öğretileri içinde barındırarak örgütlü şekilde kitlelere emdiren bir başka altyapı, “inanç sistemleri”.
Şair Quintus Ennius, çoktanrılı bir toplumun içinde tanrıların varlığına ihtimal verse bile, dünyevi işlerle ilgili bir nizamın koruyucuları olabilecekleri fikrine günümüzden 2200 yıl önce bile itibar etmiyor. Oysa, o fikirler günümüzün teoloji literatürünü miras bırakıyorlar. Kâinatı hızlıca var kılan yaratıcı güç ya da güçler, hemen sonra tüm evrenini işini gücünü bir kenara koyup, insanlara çeki düzen vermeye mesai ayırıyorlar. Bu kutsal meşgalenin etkili olabilmesi için yeryüzünde görevlilere de ihtiyaç var elbette. Eh bu kadim misyonu üstlenen birçok atanmış da, kitleleri hijyenik mesajlarla arındırmaya başlıyor… Kabil Habil’i öldürmüştür çünkü… Kötülükler yakındadır ve onlardan korunmalıdır… Koruyacak olan da bellidir… Onlardır!
Bu inanç sistemlerinin gerçekliği ve geçerliliği başka bir tartışmanın konusu… Odağı buraya kaydırmak istemem. Ama Montaigne gibi inançlı bir hristiyanın, tanrıların insanlar âlemine dair tasarrufu olamayacağı fikrine yazılarında yer vermesini, çok önemsiyorum. Hem bu fikri açık görüşlülükle karşılıyor, hem de ne kendi inancının ne de Kilise’nin, aklını gölgeleyerek onu soru sormaktan alıkoymasına izin vermiyor.
Yine eğitime bağlayacağım… Eğitim öğretmek değil… Öğrenmeye açık olmayı öğretmek…
________________________________________
“Nerden gelir bulutları yapan tükenmez su?” – Propertius
Kendimizi Dinleme, Denemeler, Montaigne
Propertius: http://tr.wikipedia.org/wiki/Sextus_Propertius
Bulutların su buharı kütlelerinden oluştukları, MÖ 50 yıllarında doğmuş Şair Propertius zamanında, genele malum bir bilgi idi gibi görünüyor. Oysa Romalıların meteoroloji balonları ya da astronomik ölçümler yapabilecek karmaşık aparatları yoktu. Antik denizci, düşünür ve doğabilimciler, belli ki, gözlemler yoluyla ürettikleri verilerden akıl yürüterek bu bilgiye vakıf olmuşlar.
Antik dönemden alınacak çok ders var. Nice bilge düşünür çözülemeyenleri tanrılara atfetme kolaycılığına girmeksizin, gerçeğe uslamlamayla ulaşmaya çalışmış ve bunda başarılı sonuçlara varmış. Bunu tercih eden bilgeler çoğu zaman haksızlıklara uğramışlar, toplumun genel kabul gören normları ile çeliştikleri için. Bulutların falanca ilahın filanca haberini getirdiğini ilan eden kurnaz kâhinler, daha muteber görülmüş dönemlerinin muktedirlerince. Ama bir gün biri çıkagelip, verili bilgiye soru sorma cüreti göstermiş. Sonra bulutların aslında buharlaşan suyun gökyüzünde birikip rüzgârla sürüklenmesi olduğunu akıl etmiş. Dahası, bunu da kim bilir nice bedeller ödeyerek toplumlara anlatma fedakârlığına girmiş. Yüzyıllar geçmiş ardından… O fedakârlıklar sonucu artık biz, tatile çıkmadan önce hava durumunu mobil uygulamalarımızdan kontrol edip, bavulumuzu ona göre hazırlayabiliyoruz.
Sorgulayan insanlar sayesinde bugünlerin nimetlerinden faydalanabiliyoruz… Gelecek nesillerin nimetleri de bizim peşin kabullerimizin değil, soracağımız soruların ardında yatıyor…
Sormaya devam…
________________________________________
“… yasaların bizi işte çok tutmasını değil, işe geç almasını yanlış buluyorum.”
İnsan Hayatı, Denemeler, Montaigne
Muhakkak ki, bugünün emekçi hakları üzerinden okursak, kulağa canice geliyor… Gelgelelim Montaigne’in bu ifadeyi kurgularken, motamot bilgi pompalamaktan ibaret bir eğitim sistemini vakit kaybı görmesinin öne çıktığını düşünüyorum. Özellikle algının çok daha bakir olduğu ve gözlemsel bilgiden öğrenilenlerin çok daha kalıcı olabileceği genç yaşlarda, birebir deneyimin daha yoğun olduğu bir eğitimin bireyin gelişimi için çok daha faydalı olması beklenebilir. Yoksa çocuk işçileri savunuyor değilim, elbette…
Bireysel gelişimi önceleyen, çoğulcu açık görüşlülük kültürü ile zenginleştirilmiş ve gençlikten itibaren hayat pratiğinin içinde olmaya yönlendirilmiş nesiller yetiştirmek, özellikle Batı ve Kuzey Avrupa eğitim sistemlerinde yaygın. Bireyselliğin bir eşiği var ki, atomik yalnızlığa dönüştüğünde toplum mutsuzlaşmaya başlıyor. Tam o noktada ekonomik refahın imdada yetişmesi gerekiyor. Maslow’un kendini gerçekleme duygusunu doyuracak nitelikli araç ve ortamlar, yalnız bireylerin maddi birikimleri sayesinde satın alınabilir hizmetlere dönüşüyor. Mutsuzluk pansumanlanıyor…
Bir yerlerde bir optimum olmalı ki, bireysel var oluş ile yalnızlık-mutsuzluk çatışmasının dengesi yakalansın. O optimumun nerede olduğunu ve nasıl bir eğitim ya da bilgi kültürü modeliyle sağlanabileceğini bilmiyorum. Tek bildiğim; o mukaddes dengenin, çoğunluğun doğru bildiğini doğru ilan eden ve bunu dayatmayı bir erdem kabul eden bir düsturdan ziyade, Montaigne’in sorgulayan akılcılığına yakın bir yerlerde olduğu…
Haftaya Bölüm III ile Denemeler’e son kez değineceğim…
Denemelere Değinlemer: Düzen (1. Bölüm)
Manzum S.
(Yeşil Gazete)