Hafta SonuKitap

Denemelere Değinmeler (3): Düzelme

0

Eylül ayı boyunca bolca değindiğimiz meşhur Denemeler ve yazarı üstat Montaigne ile bu hafta vedalaşıyoruz. En azından ben, Denemeler’e değinmeye veda ediyorum, diyelim. Umarım yazılarımla sizlere ucundan da olsa dokunabilmişimdir diyerek Bölüm III’e başlayalım. Bu arada, yazı dizisinin tamamını takip etmek isterseniz linkleri paylaşalım:

Denemeler’e Değinmeler – Açılış

Denemeler’e Değinmeler – Bölüm I: Düzen

Denemeler’e Değinmeler – Bölüm II: Düzeltme

Her zaman olduğu gibi Denemeler’in sade çevirisi için Erdener Tunalı’ya ve bu çeviriyi bizimle buluşturduğu için Yakamoz Yayıncılık’a (http://www.yakamoz.com.tr/index.html) teşekkürlerimizi iletelim.

Haydi, bitirmek üzere başlayalım…

 

Denemeler’e Değinmeler – Bölüm III: DÜZELME

“En büyük gördüğümüzü devleştiririz.” – Lucretius

Anlayamadığımız Gerçekler, Denemeler, Montaigne

01_Lucretius_500

Lucretius

Denemeler içinde tereddütsüz en beğendiğim, Lucretius’un insanın aşamayacağını düşündüğü her engeli “kesinlikle aşılamaz” olarak tanımlaması yanılgısını, çok yalın ifade ettiği bu aforizmaydı. Hayatımızdaki zorlukların büyüklüklerini ölçümlenmiş somut veriler ışığında tanımlamıyoruz. Algılarımız, bir görecelilik silsilesi ve onların bizde neden olduğu duygular ile şekilleniyor. “Büyük” dediğimiz “daha büyüğü” deneyimleyene dek “en büyük” oluyor. Her yaşamın deneyimi birbirinden farklı olduğu için her insanın yarattığı “devler” de birbirinden farklı oluyor. Birinin zoru öbürünün kolayı oluveriyor. Daha başarılı insanlar bu duygularını kontrol edenler arasından geliyorlar. Zorlukları akılcı bir yordamı işleterek tarif ettiğimizde aşabileceklerimiz çok daha fazla… Engel gördüklerimizin çoğu aslında korkularımızın yanılsamaları… Hem mutlaka duygularımızla hareket edeceksek, devi deviren küçük Davut’un yüreğinden ilham almak daha anlamlı değil mi?

 

“…hayal ve görüntü nesneyi değil, duyguların algısını verir; bu algı ve nesne ayrı ayrı şeylerdir.”

İnsan ve Varlık, Denemeler, Montaigne

George Berkeley

George Berkeley

Algıladıklarımız ile gerçek arasındaki açık makas tüm zamanların meselesi olagelmiş. Nörologlar, davranış-bilimciler, pazarlama iletişimcileri gibi birçok farklı uzman birbirinden beslenerek aynı ortak gerçeği vurguluyorlar: insan yargılarını irrasyonel algılarla oluşturuyor. Mantıksal kararlar almıyor, tercihlerimizde çok büyük ölçüde duygularımızla hareket ediyoruz. Tüketim ekonomisi, bu bulguyu sonuna kadar istismar etmek üzerine kurulu. Davranışlarımız duygularımızın ürünü oldukları için markalar, içimizde bizi kendilerini tüketmeye çelecek hisleri tetikleyerek, edimlerimizi kontrol altına almaya çalışıyorlar. Platon’un İdealar Kuramı’ndan beri gerçek ile algı arasındaki boşluk yazılıp çizilmişti felsefeciler tarafından. Bununla beraber, Michel de Montaigne’e ait bu alıntı, sadece günümüzün pazarlama gurularının gösterişli slaytlarıyla değil, kendisinden 150 yıl sonra yaşamış Hristiyan din adamı ve idealist düşünür George Berkeley’in “Olan algılanandır.” (Lat. Esse est percipi) teziyle de paralellik gösteriyor. Usta Montaigne, aklın gücünü kullanarak, çağların ötesine açılmanın mümkün olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.

Montaigne’in bu değerli satırını sadece kitlesel iletişim düzleminden değil, bireylerarası iletişim dinamikleri açısından da okumak pekâlâ olası. İletişimdeki sorumluluğumuz; niyetimizden başlıyor, ifade seçimlerimizle çerçeveleniyor, sunuş biçimimizle vücut buluyor ve yarattığımız algı ile son buluyor. Özellikle ikili ilişkilerde “ben onu kastetmedim ki” kaçamağına sığınmayıp kastettiğimizi yansıtmak için özen gösterecek iletişim tekniklerini geliştirmeliyiz. Ancak bu şekilde gerçekliğimiz ve nasıl görüldüğümüz arasında oluşabilecek bir farkın sorumluluğundan muaf tutulabiliriz. Nasıl ki gölgemizin nasıl göründüğü güneşe değil bize bağlı ise, insanlarda yarattığımız izdüşümünün de bizim eserimiz olduğunu unutmamalıyız. O izdüşümlerinden çıkaracakları yargılarsa kendilerinin tasarrufu…

 

“… bizi korkutan ölümden çok bizim, cenaze alaylarıyla, asık suratlarla ölüme verdiğimiz korkunç durumdur… İnsanların ve her şeyin yüzünden maskeyi, maskeleri çıkarıp atmalıyız.”

Ölüm, Denemeler, Montaigne

03_Funeral_500Montaigne, ölüm gerçekliği ve ölümün algılanma biçimi arasında da bir uçurum olduğuna dair şüphelere sahip. Başkasının ölümüyle kendi faniliğimizi yeniden kavramamız mıdır, ölüm dendiğinde içimizi soğuk soğuk ürperten? Yoksa ölenin eksikliğiyle baş edememe endişesinin çaresizliği midir? Ya da sadece ölümün bir dram olarak sunulduğu o ritüeller midir? Doğru cevabın ağırlık merkezinin nerede olduğu çok önemli değil. Ama eğer hayatta isek, yani ölen taraf değilsek, devam eden bir yaşamın başrolünde olduğumuz gerçeği var önümüzde. Her başrol oyuncusu için geçerli olduğu gibi “şovun devam etmesi” gerekiyor. Ölümün teorik tartışmalarını da edebiyatçılara ve düşünce insanlarına bırakmalı…

 

“Ölüm size ne sağken kötülük eder, ne ölüyken; sağken etmez, çünkü hayattasınız; ölüyken etmez, çünkü hayatta değilsiniz.” – Lucretius

Ölüm, Denemeler, Montaigne

04_Angel-Of-Death_500Ölüm öcüsünün ipliğini bu kadar basit bir mantık oyunu ile pazara çıkarmak ne büyük bir ustalık! “Kes tiyatroyu da yaşamaya devam et!”, diyor. Öfkesi sesinin titremesinden okunuyor. Yarısı dolu şarap kadehini kafasına dikip sinirli sinirli çıkıp gidiyor. Adamın dibisin Lucretius! Saygılar…

 

“Ölümden ne kork ne ölümü iste.” – Martialis

Hastalık, Denemeler, Montaigne

Martialis

Martialis

Birçok düşünür gibi Montaigne de ölüm üzerine çok yazmış. Bu Martialis özdeyişinde ölüme birinci tekil şahıs gözüyle bakıyoruz. Ölümün fiziksel acı içeren bir deneyim olması gerekmediği gibi gerçekleştikten sonra varlık son bulduğu için olası bir acı tanımsız hale geliyor. Aynı nedenle sonu gelen varlık, ortada bir acı varsa bile bunun dinmesiyle gelecek rahatlama hissini deneyimleyemiyor. Bu teknik tespitleri yaptığımızda “ölüm” kavramından geriye kalanın, bir dizi dramatik duygunun bileşkesinden ibaret olduğu ortaya çıkıyor. Yaşamla bağlarımız ne kadar kuvvetliyse ölüme dair duyguları da beceriyle yönetmemiz kabiliyetlerimiz sınırları içinde. Ölüm sorun çözmüyor. Tüm yanıtlar yaşamın içinde…

Yaşamın içinde elde ettiklerimiz ve edemediklerimizin arasındaki farkı önce zorluk olarak tanımlıyor, sonra bu zorluklardan kaygılar üretiyor, kimi zaman da bu kaygıları yaşamdan vazgeçmeyi akıldan geçirecek kadar körüklüyoruz. Oysa bu zincirin başına dönüp, elde etmek istediklerimiz ve edemediklerimiz arasındaki cari açığı küçültüp, ayağımızı yorganımıza göre uzatsak, umutsuzluğumuzu bir anda umuda dönüştürebiliriz.

 

“Bir kapının kapalı olduğunu anlamak için o kapıyı itmek gerekir.”

Kendimizi Dinleme, Denemeler, Montaigne

06_Doors_500Hiçbir kapı yok ki, açılamaz ya da yıkılamaz olsun. Hiçbir durum yok ki, en az bir açık ya da açılabilir kapı barındırmasın. Hiçbir kapı yok ki kapalı görünüyorsa dahi kilitli olup olmadığını anlamak için uzaktan bakmak yeterli gelsin. Yüzüklerin Efendisi, İkiz Kuleler’de çok sevdiğim bir Aragorn repliğidir: “Daima umut vardır!” (İng. There is always hope!). Bir yerlere varmayı istemek insanın yeteneklerine yakışan güzel bir duygu. Varılmak istenilen her zaman erişilebilir de olmayabilir. Ama denemek, olmuyorsa vazgeçmek, seçenekler üretmek ve ilerlemeye devam etmek, sadece bizi zenginleştirmiyor, umutla yaşamı, yaşamla da umudu besliyor. Deneyimlerden beslenen sezgiler çok önemli. Bize zaman kazandıracak ve koruyacaklardır. Ama her şeyi yapılamaz ilan etme tuzağına düşmemeye de dikkat etmeli, olurunu denemeli, olmayanı hayatın doğası görüp eleyebilmeliyiz… Ya kabuğumuzda aynı günleri tekrar edip duracağız ya da zamanla birlikte akacağız… Yüzyıllarca geriden gelen Montaigne’in hala bizle akabildiği gibi…

 

“Bilge, kendi mutluluğunun ustasıdır.” – Plautus

İnsanlar ve Arasındaki Adaletsizlik, Denemeler, Montaigne

Plautus

Plautus

Kâinattaki her şey için geçerli olduğu gibi insan da neden-sonuç ilişkilerinden nasibini alıyor. Önce korkacaklarımızı yaratıyoruz sonra onlardan korkup siniyoruz. Bu hepimizin ezbere düştüğü bir tuzak. Korkuyu onu oluşturacak nedenleri hızlıca var kılarak sentezliyoruz. Sonra da korkup kaçtığımız köşede öyle bir kapana sıkışıyoruz ki, dış destek alarak o kök nedenleri ortadan kaldırmak için uğraş veriyoruz. Korku kadar mutluluk da sentezlenebilir, oysa ki. Sonuçta salgılanan bir dizi hormonun duygu ve davranış etkilerinin toplamına verdiğimiz bir isim “mutluluk”. Madem ki, duygular meydana getirebilecek kadar maharetliyiz, korkular üreteceğimize, neden bizi hoşnut kılacak küçük mutlulukların filizlenmesine kafa yormayalım? En son ne zaman denize bakıp, denizin değil denize bakabilircesine var olduğumuzun keyfini çıkardık?

 

“İyilikler insana, karşılığını verebileceğini sandığı sürece hoş gelir. Bu ölçüyü aştılar mı onları minnetle değil kinle karşılarız.” – Tacitus

Kitapların Önemi, Denemeler, Montaigne

 

Tacitus

Tacitus

İki insan arasındaki en naif ve en yakın duygularda bile “karşılık arayışı” olgusunun var olduğunu düşünenlerdenim. Anne ile çocuk arasındaki ilişkide bile, “annelik duygusunun” kimi zaman “çocuğa rağmen” tecelli etmesini böyle açıklarım. Anaç sahiplik öyle bir kendini gerçekleştirme hazzı vadeder ki kadının egosuna, anne, anneliğinin derdine düşüp çocuğunun bireysel derdini göremez olur.

Özel ilişkilerde de yok mudur bu “sonuç” beklentisi? “Ben senin beni sevebilme ihtimalini sevdim”, derken Yılmaz Erdoğan o naif platonik aşkı bile bir “ihtimalin” faydacılığına bağlamaz mı?

İyiliklerimiz ve güzellik gösterilerimiz birilerine yöneliyorsa, bilinçli ya da bilinçaltı emellerimiz vardır küçük de olsa nimetini görmek adına… İşte bu nehrin akışını tersine çevirirseniz tatlı beklentiler yerini tatsız vicdani sorumluluklara bırakabilir. Montaigne’in de alıntıladığı gibi, “İnsan karşılık veremediğinden utandı mı karşılık verecek kimsesi olmamasını istemez.”, demiş Seneca. Sevgi gösterilerine ve jestlere maruz kalıyor, hele ki boğuluyorsanız, önce mahcubiyet, sonra sıkılganlık, en sonunda kinlenmeye evirilen bir duygu serüvenine çıkmaya hazır olmalısınız. Yine de enseyi karartmamalı: Mantık ilişkileri bu sorunun imdadına yetişecektir. Bir tarafın duygusal beklentileri diğer tarafın çift olma (tek kalmama) ihtiyacı ile “makul” bir denge sağlar. Elbette her rasyonel alışverişte olduğu gibi, karşılıklı menfaatlerin “optimum” düzeyde karşılanması halinde bir uzlaşı noktası yakalanabilir. Yoksa anlaşma sağlanamaz…

Henüz somut bir yargıya varmaya tereddüt ettiğim, bu nedenle de, yanıt bulma arayışımın sürdüğü bir durum var ki, onu da sizlerin fikir egzersizlerinize emanet edeceğim: Duygular bir tarafta gerçekten eksik olduğu için mi dengesizlik vardır? Yoksa bir tarafın duygularını erken açık edip diğerini ürkütmesi mi dengesizliği tetikler?

Duygusal dengesizlik bir durum mudur, sonuç mudur?

 

“İnsan düşüncesini öfke kadar hiçbir şey yoldan çıkaramaz.”

Öfke, Denemeler, Montaigne

09_Rage_500Duygusal dengesizlikler dışa dönük uçlarında ilişkileri zehirlerken, içe dönük uçlarında ruhlarımızı kemiriyor. İç barışımızı yakalayabileceğimiz dengeleri bulmaya değil, huzursuzluğumuzu anlık sakinleştirecek yatıştırıcılara yönelirsek, bu tercihin sonu öfke dolu bir karmaşa olabiliyor. “Asıldığım ilmik madalyam olur. Aziz Öfke’nin sardığı boynumdur.”, (İng. Medallion noose, I hang myself. Saint Anger ’round my neck.), demiş Metallica’dan James Hetfield. Alkolizm tedavisine başladığı dönemde bu sözleri kaleme almış. Ölümünü de, ödülünü de Aziz Öfke tabir ettiği alkole olan bağımlılığında görmüş.

Star Wars epiğinde Usta Yoda’nın meşhur “Korku öfkeye, öfke nefrete, nefret ıstıraba yol açar…” deyişi de öfkenin ardılı duyguları anlatıyor aşama aşama. Korkularımız, kendimizi kollama güdüsünün sonucu gelişen yasaklarımızı belirliyor. Yasaklarımız yasakladıklarımızı bizden ırak ve bilinmez kılarken, duygu ve düşünce alanımızı daraltıyorlar. Daralmak bizi geriyor ve sebebini yasakladıklarımızda buluyor, onlardan nefret duymaya başlıyoruz. Nefretin sonundan da bir hayır gelmeyeceğini tüm dünyaca biliyoruz zaten…

 

Domino etkisiyle bizi yıkan birçok büyük öfkenin ardında küçücük korkularımız yer alıyor olabilir mi?

 

Korkularımızla küçükken barışıp, kin tutmadan büyüyebilir miyiz? Lütfen izleyin:

 

“Issız yerlerde kendin için evren ol.” – Tibullus

Yalnızlık, Denemeler, Montaigne

Tibullus

Tibullus

Peki, kendimizle nasıl barış yapacağız? Mutluluğu nasıl yakalayacağız?

İkinci soruya başka bir soru ile yanıt vermek istiyorum: Mutluluk “yakalanan” bir şey mi acaba?

Yakalamak eylemi içinde kaçmayı, devinmeyi, mücadeleyi barındırıyor. Mutluluk mücadele ile elde edilen, edilmesi gereken bir şey mi? Kişisel kanım o ki, hayır! Çağımızda mutluluğu; elde edilen bir araçtan elde edilecek bir diğer araca aktarma yapılarak ulaşılan hayali bir istikamet olarak işaret etmek, siyasi, kültürel ve ekonomik sistemlerin en iyi becerdiği şey. Ama güzel bir haber vermek isterim: Mutluluk, Tibullus’tan bu yana tanım değiştirmedi ve kendisine ne atla ne Akbil’le ulaşılmış değil… Aksine her an hissedebileceğimiz, kendimizi iyi ve güzel görebileceğimiz şirin ama hayati bir duygu sadece. Bir yerde değil, bir şeylerin ardında değil, sonucu hiç değil! Elbette ki, maliyeti de yok!

Tatmin ve mutluluğu eşanlamlı sunmak tebaayı idare etmek isteyen erkin o kadar işine geliyor ki… Tatmin bir hayal olarak sunuluyor ve çoğaltılarak tatminsizliğin boyutu büyütülüyor. Bu sayede hangi ekonomik ya da siyasi sistemde olursanız olun, sistem sizi oyunun içinde tutabiliyor. Arkanız bakmadan koşuyor, koşuyor koşuyor ve ölüyorsunuz… Kovalandığınızdan bile emin olamayarak…

Bilim insanları bir araştırma yapmışlar: Piyango kazanarak zengin olan biri ile iki bacağını kaybeden biri, bir yıl sonra aynı mutluluk seviyelerindeymiş… Demek ki, çevremizin ve normların vaaz verdiklerine kavuşmak da onlardan mahrum kalmak da mutluluğu belirlemek için bir şart oluşturmuyor. Hayatımızı mahalleye uydurmaya çalıştığımız sürece en fazla kaldırım taşı olduğumuzla kalıyoruz… Kanaviçesini işlerken mahalleliyi cumbadan keyifle seyreden teyze değil…

O ölesiye koşuşturma içinde yolun kenarında yeni açmış kırmızı gelinciği nasıl göreceğiz? Göremezsek hafifçe bir soluk verip belli belirsiz de olsa nasıl gülümseyeceğiz?

Temple Run” sadece bir oyun değil… Sistemin ta kendisi…

 

“Acele gecikmedir.” – Quintus

İhtiraslar, Denemeler, Montaigne

11_Quintus_500Bir sabah, Üsküdar’dan Karaköy’e geçmek için, her on dakikada bir kalkan motorlardan birine yetişmek üzere koşturuyordum. İskelenin kapısından içeri daldığımda motorun kalkmasına 1 dakika kaldığını görmüştüm. Akbil’imi bastım okuyucuya. Okumadı da okumadı. Her bastığımda daha da büyüdü öfkem. Daha da sakarlaştım. En nihayetinde çalıştı. Ben motora yetiştim ama epeyce büyük bir gürültüyle koca bir küfür patlattım! Üstat Seneca demiş ki: “Çabukluk kendisini engeller.”

Tansiyonumun ve nefes alışverişimin normale dönmesi saatler aldı… O motora koşmanın bana kaybı en fazlasıyla on dakika idi. Ki, kendime ayırabileceğim nimet gibi bir zaman dilimiydi aslında. İki soruya sert çarptım: Neden acele ettim? Neden acele ettikçe o mendebur alet çalışmadı? Birincisi, sürünün temposuna ayak uydurmaktan başka bir yanıta götürmedi beni. İkincisi hız; eğer plansız ise en ufak bir zorlukta derhal paniğe dönüşüyor, yoğunlaşma sorunları başlıyor ve başarısızlık kaçınılmaz oluyordu. Oysa ben acele ederek hız kazanmaya çalışırken, bağırıp çağıran bu ağzı bozuk adama bakışlar atarak yavaş yavaş turnikelerinden geçen niceleri olmuştu aynı saniyeler içinde. Quintus Rufus haklıydı: Acele geciktiriyordu. Bununla da kalmıyor sizi toplumda da panik ve dengesiz biri olarak gösteriyordu.

Büyük şehirlerdeki kurumsal hayatların ve onların başarı odaklı tüm safsatalarının hepsinin ortak çıkar zemini işte bu zafiyetimiz. Sanal gündemlerle panik ediliyoruz. Panik bizi aciz kılıyor. Acz de sisteme yenik düşmemizi sağlıyor.

Durmakta hayır var… Karşıya geçmeden önce dur! Deniz tuzuna bulanmış sert Ekim rüzgârı yüzünü keserken bile olsa, başının üzerindeki Martı’nın sana vereceği bir iki tavsiye olabilir bu sabah da…

 

 

12_Montaigne_500“Kitabımın uzun ömürlü olabilmesi için daha sağlam bir dille yazılması gerekirdi. Ama ben kitabımı az sayıda insan ve yakın gelecek için yazıyorum.”

İnsan ve Farklılaşan Dil, Denemeler, Montaigne

 

Ustaların ustası mütevazı insan… Ne iyi ki yaşamışsın… Ne iyi ki bu sefer olsun yanılmışsın…

 

 

 

Denemeler’e Değinmeler – Açılış

Denemeler’e Değinmeler – Bölüm I: Düzen

Denemeler’e Değinmeler – Bölüm II: Düzeltme

 

Manzum S.

(Yeşil Gazete)

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.