Hafta SonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

Bir suç ortaklığı örgütlenmesi olarak deprem

0

Arada bir öğle yemeği yediğim küçük bir ev yemeği lokantası var. Her gün değiştirdiği 5-6 yemek çeşidini sürekli tekrarlayan 5-6 masalık bir yer. Orta yaşlı, sarışın, toplu bir kadın işletiyor. Duvarlarında Marilyn Monroe fotoğrafları asılı, –bazıları hesaplanmış bir oranda erotik. Genellikle çevre inşaatlarda çalışan Kürt işçiler ve öğrenciler yemeğe geliyor.

Küçük bir televizyon sürekli açık.

Fırsat buldukça katıldığım bir de Zoom toplantı grubu var. Her hafta bir konuk ağırlıyorlar, yaklaşık bir saatlik sunuştan sonra da soru faslına geçiliyor. Uygun sözcükler seçilerek “tabu” konulara bile girilebiliyor. Türk, Kürt ve Ermenilerin katıldığı toplantıların konuları bu ara sürekli deprem, –Müslümanlar çoğunlukta. Hayatımızı alt üst eden bir facia… Çorbamı kaşıklarken akşam katılacağım Zoom toplantısında öfkeme yenik düşmeden, ama düşündüklerimi sakınmadan aktaran cümleleri nasıl kuracağımı düşünüyorum.

‘Dehşet ve korkuyu yasaklamak’

Osmanlı İmparatorluğu’nda kayıtlara geçen, 7,2 büyüklüğündeki depremler şu tarihlerde gerçekleşmiş:1509, 1653, 1668, 1688, 1881, 1894. Türkiye Cumhuriyeti’nde ise 1939’da Erzincan’da başlayan 2023’te Maraş’la devam eden 6,0’dan büyük 52 deprem gerçekleşmiş. 2023 depremi için açıklanan resmi ölüm sayısı bu günlerde 50,000; ama enkazdan çıkarılacaklarla birlikte 100,000’i aşacağını belirtiliyor.

Ben de temel dürtüler olan beslenme, çiftleşme ve barınmadan söz ederek bazı insanların barınma sorununu aradan binlerce yıl geçmiş olmasına rağmen neden hala çözememiş olmasına mı değinsem ya da mimar, mühendis, müteahhit, belediye başkanı, vali, milletvekili, bakan, cumhurbaşkanı ve seçmenin imza atarak katıldığı “suç ortaklığı örgütlenmesi” ne mi dikkat çeksem yoksa “intihar severlik” ten mi söz etsem diye düşünüyor, –karar veremiyorum.

Diğer masalarda da deprem konuşuluyor. Herkesin uzak yakın bir tanıdığı deprem bölgesinde. Aşçı kadının yardımcısı da deprem bölgesine gitmiş. Üniversite mezunu, 30 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim yakışıklı oğlu annesine yardım ediyor.

Yemeğimizi yerken televizyondan “mucize” ve “tekbir” sesleri geliyor. Hepimiz yüzümüzü televizyona dönüyoruz. Enkazdan bir küçük kız çocuğu çıkarmışlar… Yüzünde sözcüklere dökemeyeceğim bir “dehşet” ifadesi, gözlerinde anlatılamaz bir yoğunlukta “korku”.

Lokantaya “dehşet ve korkunun ağırlığı” çöküyor.

Sessizliğin yoğunluğundan ürken Yakışıklı Genç, “Televizyonlarda deprem haberlerini yasaklamalı, psikolojimiz bozuluyor” diye bağırıyor.

Annesi başını sallıyor. Diğer yemek yiyenler (yine) sessiz kalıyor.

Donup kalıyorum.

Kumanda aletinin bir tuşuna basarak televizyonu kapatmaktansa deprem haberlerini yasaklamadan söz eden zihniyet dünyasının nasıl oluştuğunu, kendisinden bu denli vazgeçişin nasıl gerçekleşmiş olabileceğini, kendisine ihanetin ne zaman bu denli derinleştiğini, “evladını kurban eden baba” örgütlenmesinin bir parçası olmaktan neden hoşnut kaldığını, küçük bir kız çocuğunun acısını [1] bile görmek istememenin, içerisinde yaşadığımız toplumsallıkla ilişkisini anlamaya çalışıyorum.

Sonra aklıma şu cümle geliyor: “Kendini kandırma zehrini bir kez tadan insanlar, bir daha kendilerini [kendilerinden] asla kurtaramazlar.”[2]

*

[1] Byung-Chul Han, Theodor W. Adorno’nun Negatif Diyalektik” adlı kitabını anarak bütün hakikat iddialarının önkoşulunun “acı” olduğuna belirtir. Bu da bize acıdan uzak durmanın hakikatten de uzak durma anlamına geldiğini gösterir.

Esas tehlike şudur: Artık hakikat yoksunlarıyla aynı zaman diliminde, aynı şehirde, aynı mahallede, aynı sokakta ve aynı lokantada aynı çorbayı kaşıkladığımızı, depremin toplumdaki acımasızlığı da görünür kıldığı gerçeğini dikkate almamız gerekmektedir. Parlamento, televizyon, gazete, üniversite ve sokakta hakikat yoksunluğu kol gezmekte; seçerek ve seçilerek birbirini onaylamakta; siyasi olarak da örgütlenmektedir. Bu da bize kendi kendisini yok eden bir “iç yıkım” dan söz etmeye, bu durumun taşıdığı “hakikatsizlik potansiyelleri”ne de daha dikkatli olmaya çağırır: “Istıraba ses verme ihtiyacı, bütün hakikatlerin önkoşuludur. Çünkü ıstırap, öznenin omuzlarına binen nesnelliktir; öznenin en öznel unsuru olarak deneyimlediği [ıstırap] ifadesi nesnellik üzerinden dolayımlanmıştır. (…) Sadece hakikatler acı verir. Hakiki olan her şey acı vericidir. (…) Acısız dünya aynının cehennemidir. Umursamazlık hâkimdir burada. Eşsiz olanın ortadan kaybolmasına neden olur.  “Palyatif Toplum: Günümüzde Acı”, s. 23, 41, 42.

Şu da var: Mevcut bakış açılarının biriktirdiği sorunları “jeolojik düşünce” ile aşma önerisinde bulunan Marcia Bjornerud, böylece, salt yüzeyde görünenleri değil, yüzeyin altındakileri, yani olmuş olanla olacak olanı da görme yetisi edineceğimizi belirtir. Çünkü “olacak olanın” bilgisi bir tek “jeolojik düşünce” ile edinilebilinir. Bu bilgiden yoksun kalmak ise sık sık depreme davetiye çıkarmak anlamına gelir. Depremin geleceğini bilerek beklemenin ise tek açıklaması vardır: “Ölüm severlik”. Üstelik bu ölüm severlik kendi çocuklarını bile yok etmekten sakınmayan bir ölüm severliktir: Çünkü, “Bir depremin yine bir şehri harabeye çevirip binlerce can alması karşısında yaşadığımız şaşkınlık ve şok, ortaçağda kalmış olması gereken bir şeydir.Yeryüzünün Zamanı: Bir Jeolog Gibi Düşünerek Dünyayı Kurtarabilir miyiz?” s. 33, 93.
[2] Oe, K., Kişisel Bir Sorun, s.166.

 

 

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.