Köşe Yazıları

“Bahar gelmeden yaz olmaz”

0

Başlıkta bir laf dokundurma yok. Barış “yüzünden” pekala yutkunabilir insan. Kalbi fesat olmasına, savaştan çıkar sağlamasına, kana susamışlığa da hiç gerek yok bunun için.

Barışın bizzat kendisi “Neden geldin?” dedirtebilir insana.

“Neden şimdi geldin?”

Ece Temelkuran bir konuda haklı: Türkiye, yutkunmanın kitabını yazmış insanların ülkesi. Büyük karşısında yutkun, polis karşısında yutkun, memur karşısında yutkun, patron karşısında yutkun.

Bazen korktuğun için, bazen senden başkalarını düşündüğün için (ya da bu düşünceyle avutarak kendini) yutkun.

Tamam, farazi konuşmayalım. Zaten o kadar açık, o kadar “insan” ki mesele, laf oyunlarına gerek yok.

Fotoğraftaki, Mehmet. Kendisini tanımadım ama bu fotoğraftaki gözlerinden edindiğim hissiyat, hayatı seven, arkadaşlarıyla geyik muhabbeti yapan, yeni demlenmiş çayı gözlerini belerte belerte içen, dost canlısı birisi olduğu.

Mehmet’in annesi ve babasını da tanımıyorum, haliyle barışa “Neden geldin?” diyorlar mıdır, bilmiyorum.

Ama ben onların yerinde olsaydım, barış yüzünden yutkunanlardan biri olabilirdim.

Savaş bundan sadece 3 buçuk ay önce Mehmet’i aldı ve yerine bir adet “Oğlunuz/kardeşiniz/sevdiceğiniz/dostunuz Mehmet, vatanı için canını feda etti. Şehit oldu. Mekanı cennet oldu” verdi.

(Aynı savaş, aynı gün 12 veya 14 kişinin daha canını aldı ya, onların ne isimlerini biliyoruz, ne de yüzlerini görebileceğimiz birer fotoğraf var. Yoksa hepsi bir; ha Mehmet, ha Jiyan)

Savaş çok sever böyle takasları, çünkü ona can lazım. Ve aldığı canlar karşılığında verdiği şehitlik, kahramanlık, fedakarlık payelerinin maliyeti yok. İstediği kadar üretir, bol keseden dağıtır.

Mehmet’ingiller bu takası sevdi mi, bilmiyorum. Ama sevmedilerse de ne olacak, savaş soru sorar mı?

“Gereğini yerine getirir” sadece.

Yapılacak tek şey, Mehmet’in bir amaç için, “düşmanla savaşırken” öldüğü düşüncesine sarılmaktı.

Çünkü ölümün verdiği acıyla başa çıkmanın tek yolu, ölümün boşa olmadığı avuntusunu kucaklamaktı.

Sonra bir gün, o 40 yıllık savaşı yürütenler birdenbire çıkıp “Tamam, bitti” dediler. “Bundan sonra savaşmak yok.”

Mehmet’in canı karşılığında “Çok ulvi, kutsal öldü” pışpışlamasını, anaların-babaların tek avuntusunu veren militarizm, 3 ay sonra onu da geri aldı yani.

Mehmet’in ve o gün ölen 12 veya 14 kişinin anası-babası yutkunacak ve şu soruyu soracaklar şimdi: “Neden şimdi de, 3 ay 3 hafta önce değil?”

“Madem barışı getirmek 1 mektup, 2 açıklama ve 3 ziyaretle hallolacaktı; madem silme kürt düşmanı ana akım basına barış naraları attırmak Erdoğan’ın 4 satırlık emrine bakıyordu, madem dün ağzınızdan sıçrayan salyalar eşliğinde “bebek katili” diye lanetlediğiniz Abdullah Öcalan’ı “siyasi muhattap” yapmak 5 dak’kalık işti…

Neden beklediniz?”

Barış yüzünden yutkunmak, Mehmet’in ve ismini bilmediğimiz 12 veya 14 Şilan, Jiyan, Azad’ın tüm dostlarının işte bu yüzden en doğal hakkıdır.

Onların bu hakkının en az iki katı büyüklüğündeki ödev ise, biz yutkunma hakkı olmayanlarda, artık: Barıştan yana olan herkesin en birinci vazifesi, nerede barış yüzünden yutkunan görse gidip yanına oturmak, omuzlarına ellerini atıp, “Anlat abla, anlat abi” demek, artık.

Depremde evi sağlam kalanın, depremde evi yıkılana açması gibi kapısını şartsız-sualsiz, bizim de insani sorumluluğumuz budur: Tüm egolardan sıyrılmak, kendimizi yutkunanlara adamak.

Depremde evi sağlam kalanın, depremde evi yıkılanın ve hatta ailesinden can eksilenin yanında “Banyodaki aynam düşmüş de kırılmış!” diye feryat figan dolaşması yakışık almaz, zira.

Zaman, gözümüzü de kulağımızı da kalbimizi de barış yüzünden yutkunmak zorunda olanlara vakfetme; dertlerini usulca, büyük laflar etmeden, akıl vermeye kalkmadan dinleme zamanıdır.

Onlara “Mehmet ve 12 veya 14  Şilan, Jiyan, Azad boşa ölmedi. Her bir ölümden iki damla su düşer çünkü; biri savaş tohumunun dibine, biri barış tohumun dibine. Savaşın tohumu büyür de büyür, serpilir de serpilir ama, barışınki bekler, önce bi’ güzel kök yapar. Zamanı geldimiydi, toprağın tavı tuttumuydu bir çıkar ki barış, sorma! Ölüm tükettikçe tükenen savaşın kökü kuruyup kalır, barışın kökü capcanlı… Newroz olur, Nevruz döner, bahar gelir” demek lazım, uzun uzun dinledikten, içlerindeki acıyı tükettiklerini gördükten sonra.

Gülümseyerek.

Yutkuna yutkuna somurtmanın evla olduğuna hükmedilmiş bu topraklarda, gülümsemek ilk cemre, çünkü.

Newroz olur, Nevruz döner, bahar öyle gelir.

Daha bahar çökmeden yazı düşünenlere,  bazen bana mesela, “Hele bi’ dur yeğenim” diyorlar bizim Çerkes köyünde.

“Bahar gelmeden yaz olmaz.”

“E ya ot bitmezse n’olacak?” diye sorduydum bi’ gün, çorak bahçeyi gösterip de, “Ohoo, hele bi’ bahar gelsin de bak sen nasıl ot basacak orayı. Çiğnesen yetişemezsin” dedi İrfan abi.

Hele bir getirelim baharı da, bak nasıl yeşil basacak toprağı. Bin türlüsü, bin yerden, aynı anda fışkıracak. Başımız dönecek hızlarından, aklımız almayacak.

Esas teri de o zaman dökeceğiz, tava gelmiş toprağı çiğneyip işlerken.

Her yeri yeşil bastıkça yazdan hemen önce, coşkumuzu koyacak yer bulamayacağız.

Yaz, öyle gelecek.

 

 

You may also like

Comments

Comments are closed.