Bu yazı 29 Ocak 2011’de Taxim Hill Oteli’nde yapılan “Herkesin Anyasasını Hepimiz Yapıyoruz” başlıklı Yeni Anayasa Forumu’nda Yüksel Selek tarafından yapılan konuşmanın tam metnidir.
Bir ilki yaşıyor olmak heyecan verici. Türkiyeli insanlar olarak birlikte nasıl yaşamak istediğimizi konuşup tartışmaya ve hepimizin Anayasasının yapma sürecine katılmaya başladık. Böyle fırsatlar toplumların önüne gelirse, yüz yılda bir gelir. Bu fırsatı iyi kullanmalıyız. Pekiyi, nasıl oldu da, bu şansı yakaladık? Nasıl oldu da yeni bir Anayasanın gerekliliği üzerine genel bir mutabakat var? Nasıl oldu da, sonunda, 12 Eylül’ün deli gömleğini üstümüzden atabileceğiz?
Evet, bilindiği gibi, dünyada büyük bir değişim yaşanıyor ve Türkiye mevcut statüko ile bu değişime ayak uydurmakta zorlanıyor. Yeni bir şey söylemiyorum. (Onu birazdan söyleyeceğim) Ekonomik krizle ekolojik kriz eş zamanlı yaşanıyor. İletişimde, bilgiye ulaşımda inanılmaz hızlı, devrimsel bir gelişme var. Bütün bunların Küreselleşmeyle ilgisi de malum. Başta ulus-devlet olmak üzere, 19. yüzyıl kurumları sarsılıyor; gelecek öngörüleri belirsiz; zenginler de, yoksullar da zorlanıyor.
Diğer yandan, bütün bu zorlu gelişmelerin olumlu türevleri de oldu; bizde ve tüm ülkelerde ezilen halkların mücadelesi için şans böyle doğdu.
Birey ve topluluk hakları, özgürlükler öne çıktı, önem kazandı. Artık soyut ve homojen toplumlardan, uluslardan değil, çok kültürlülükten, dilsel, dinsel, etnik, cinsel kimliklerden ve onların hak ve özgürlüklerinden söz ediliyor. Şimdiye kadar devletin ve ulusun bütünlüğü adına yok sayılan, kırıma, asimilasyona uğratılan, ayrımcılığa uğrayan tüm farklılıklar artık kendilerini özgürce ifade etmek istiyor, bunun için mücadele veriyorlar.
Küreselleşme merkezleri zayıflattı, yerele önem kazandırdı. Artık bireyler , topluluklar, nasıl yaşamak istediklerine kendileri karar vermek, kendi kendilerini yönetmek istiyorlar. Çok etnili, çok dilli, çok dinli, çok kültürlü ülkemizde biz de farklılıklarımızla bir arada yaşamak, yönetime katılmak istiyoruz. Yeni Anayasa tüm bu hak ve özgürlüklerimizi, farklılıklarımızı güvenceye alsın istiyoruz.
Peki, diyelim ki, bunu başardık, tüm insan haklarını ve özgürlüklerini güvenceye alan bir anayasa yaptık. Mükemmel bir toplumsal sözleşme… Adı üstünde bu, toplum için, yani insanın insan ile ilişkisini konu alan, insan merkezli bir tasarım olacaktır. İnsanı doğal yaşam ortamından soyutlayarak düşünen, ele alan bir yaklaşım… Refahı, gelişmeyi insanın doğa üzerindeki egemenliğine endeksleyen, insanı doğanın sahibi olarak gören bir yaklaşım… 19.yüzyıl anayasa anlayışının devamı bir anayasa olacaktır. Kalkınmacı, endüstriyalist bir zihniyetin ürünü; gezegenimizi ekolojik, iklimsel felaketlere sürükleyen bir sistemin felsefesinin ürünü olacaktır.
Bir hak öznesi olarak ‘doğa’
Biz insanlar, kendimizi efendi onu malımız, kölemiz sayan bir uygarlık kurduk doğanın da canlı bir varlık olduğunu, kendi dengeleri, döngüleri olduğunu hesaba katmadık. O artık kendini dayatıyor, üstümüze felaketler yağdırıyor. Demek ki, artık doğayı da bir hak öznesi olarak tanımaktan, haklarını anayasaya yazarak güvenceye almaktan başka çaremiz yok.
Bir an, yeni anayasamıza, doğanın haklarıyla ilgili şöyle bir madde yazdırdığımızı düşünün:
“Hayatın gerçekleştiği doğa ya da “Toprak Ana”; varlığının, devamlılığının, hayati döngülerinin, kültürünün, işlevselliğinin ve evrimsel süreçlerinin bütünsel anlamda korunması ve saygı gösterilmesi hakkına sahiptir. Doğa yaşayan bir canlıdır. Canlı olmak demek, bir hayat döngüsüne sahip olmak demektir ve bunun sosyal hayattaki, insanla doğa arasındaki ilişkideki önemi çok büyüktür. Bu ikisi arasında saygıya dayalı bir ilişki kurulmalıdır. Bu, tek taraflı bir biçimde, insanın doğayı kullandığı/sömürdüğü bir ilişki değil, canlı, her iki taraf arasında saygıya dayalı karşılıklı bir ilişkidir.”
Yeni Anayasa bu ilkeye dayanarak, hiç de alışık olmadığımız türden yeni hak ve sorumluluklar getirmektedir. Anayasada buna ilişkin şöyle bir madde yer alıyor olsun:
“Her kişi, topluluk ya da halk, kamusal otoriteden, doğa hakkının gerçekleştirilmesini talep edebilir. Bu hakları yorumlamak ve uygulamak için Anayasada belirlenmiş prensipler gözetilecektir. Buna göre devlet, insanların ve kurumların doğaya saygı göstermesi ve ekosistemi oluşturan bütün elementlerin korunması için inisiyatif verecek ve onları sorumlu tutacaktır.”
Maddenin gerekçesinde şöyle açıklamalar yer alıyor olsun:
Burada tabii ki, ilk ve en önemli amaç, doğal kaynakların doğaya zarar vererek sömürülmesine yönelik proje ve planları engellemektir. Çünkü, özellikle başlıca büyük projeler yerel halkların, köylülerin bulunduğu, bütün doğal zenginliklerin birikmiş olduğu, petrol, maden gibi birçok doğal kaynağın bulunduğu yerlerde uygulanmaktadır. Bu projelerin başını çok uluslu şirketler çektiği için, bu projeleri başlatırken, hiçbir ulusal yükümlülük altına girmezler. Yeni Anayasamız, ülkenin kaynakları üzerinde halkımızın egemenliğini ve haklarını koruyacak ve zararları telafi edecektir.
Yeni Anayasanın ilgili bir diğer maddesi de şöyle diyor olsun:
“Doğanın onarılma/düzeltilme (restorasyon) hakkı vardır. Bu onarım, devletin, halkın ya da tüzel kişilerin, etkilenmiş olan doğal sisteme bağlı olarak yaşayan kişi ya da halkların zararını telafi etmesi yükümlülüğünü içerir.”
“Geri dönüşümü olmayan doğal kaynakların kötüye kullanılmasından dolayı meydana gelen durumlar da dahil olmak üzere, çevrenin önemli ve kalıcı bir şekilde etkilenmesi durumlarında devlet, doğa zararının onarımı için en verimli sonucun alınabileceği mekanizmaları kuracaktır ve çevre için oluşan zararlı sonuçları ortadan kaldırmak ve hafifletmek için uygun önlemleri alacaktır”.
Bir sonraki madde ise şöyle:
“Devlet, türlerin neslinin tükenmesine, ekosistemlerin yok edilmesine ve doğal döngülerin değiştirilmesine yol açabilecek aktivitelerin kısıtlanması ve önlenmesi için önlemler uygulayacaktır. Ulusal genetik mirası kesin bir şekilde değiştirebilecek organizmaların, organik ya da inorganik materyallerin ortaya çıkarılması/kullanılması yasaktır. Doğanın haklarını koruyacak kurumlar, kişiler, devlet ve yöre halkının örgütleridir.”
Ne güzel değil mi? Anayasamızda yer almasını tahayyül ettiğim bu ifadeler bir hayal ürünü değil, yakın zamanda böyle bir anayasa yapmayı başaran Okyanus ötesi küçük bir ülke olan Ekvator Anayasasından…
Çiftçi-Sen Başkanı Sayın Abdullah Aysu, Ekvator Anayasası’nda çiftçi hakları, doğanın korunması, toprağa, suya sahip çıkma konularını, “Ekvator Çiftçi ve Yerli Halk Örgütleri Ulusal Konfederasyonu” Başkanı Luis Alberto ile bir görüşme yapmış. Görüşmeyi Zeynep Gambetti Türkçeye çevirmiş, sağ olsun. Ben de küçük dokunuşlarla sanki bizimmiş gibi sizlere sundum. Hayal etmesi bile güzel…
Biz Yeşiller Partisi olarak; ülkemizin duyarlı kamuoyu ile birlikte, topraklarını, denizini, suyunu, ormanını korumak için örgütlü mücadele veren halkla, onlarla dayanışma ve güç birliği halinde mücadele veren sivil toplum kuruluşları ile birlikte, yeni Anayasanın insanı ve doğayı bir bütün olarak ele alan, doğayı bir hak öznesi olarak tanıyan ve onun haklarını da güvenceye alan bir anayasa yapılmasının mümkün olacağı umudunu taşıyor, bunun için çalışıyoruz.
Ve diğer siyasi partilerden de, doğanın haklarını, en az insan hakları kadar önemli saymalarını, doğa savunuculuğunu araçsal olarak değil, samimiyetle, en önemli siyasi sorun olarak ele almalarını bekliyoruz.
Doğa bize mi, Allaha mı emanet?
Türkiye böyle bir ekolojik, doğa korumacı anayasa yapabilir mi? Bu sorunun yanıtını hep birlikte vermeliyiz. Ülkemiz bir enerji koridoru ve enerji yatırım-üretim şantiyesi haline dönüştürülüyor. Elbette enerji üretmek, özellikle yenilenebilir enerji üretmek, bu alanda dışa bağımlılığı azaltmak önemli bir hedeftir. Ne var ki, dünyanın artık terk ettiği, en pahalı, en riskli nükleer enerji yatırımlarına Akdeniz, Karadeniz sahillerimizi açmak, hem de yüz yıllığına topraklarımızı bağışlamak olmaz!
Binlerce Hidro Elektrik Santrali (HES) yaparak dereleri ırmakları kurutmak, etrafındaki canlı hayatı öldürmek, biyolojik çeşitliliği yok etmek, yöre halkını perişan etmek olmaz! 33 bin maden arama ruhsatı verip ülke topraklarının yarısını maden aramaya açarak zeytinlikleri, tarımı, hayvancılığı yok etmek olmaz!
Biliyorsunuz, son zamanlarda Türkiye, AB mevzuatına uyum çerçevesinde “Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Yasası”nı tartışıyor. Doğa koruma kuruluşları, çevreciler, ekolojistler, Yeşiller, ilgili meslek kuruluşları Bakanlığın taslağı üzerinde çalışıyorlar. Genel kanı, bu yasanın amacının, HES’lerin, barajların, maden aramaların önündeki tüm engelleri aşmak, olduğu yolunda. Tasarı bu haliyle yasalaşırsa tüm koruma alanları korumasız kalacak. Koruma- kullanma dengesi ve sürdürülebilirlik kavramları altında sit alanları, milli parklar, doğal koruma alanları, ne varsa yatırıma açılabilecek. Bu konuda tek yetkili de siyasi iradeyi temsil eden Bakanlık ya da bakanlar kurulu olacak. Karar verecek kurulda uzmanların, sivil toplum kuruluşlarının varlığı neredeyse sembolik ve onların seçiminde de Bakanlık son sözü söyleyecek.
Ne var ki, bu doğa yıkım politikalarına karşı ülkenin her yanında duyarlı bir kamuoyu, direngen yerel halk örgütlenmeleri oluştu. Doğa koruma kuruluşları, yeşil hareket, çevre hareketleri halkla birlikte mücadele ediyor; kazanımlar azımsanmayacak sayıda.
Sonuç olarak Türkiye, bu yüz yıllık fırsatta, doğayı bir hak öznesi olarak kabul eden bir anayasa hazırlamak zorunda. Aksi halde topraklarımızın altı üstü, dereler, ırmaklar, denizler; ormanlar, zeytinlikler, dağlar taşlar Allaha emanet!