Yalancı baharların yorgunluğu – Leyla İpekçi

Bir kar tanesinde saklı bahar… Geliyor usul usul. Kar gitmese de, o geliyor.

 

Mevsimlerin geçişine hiçbirimiz hükmedemiyoruz, sıfırdan bir mevsim imal edemiyoruz. Ne ki bazen polenler de tozuyor kar ile birlikte. Ne güzel diyoruz. Bahar karları, ne güzel…

Ama bu coşku baharda çiçeğe kesmiş tohumların alev alev yanışını izlemekten ibaret değil. Bizler burada daima iki ateş arasındayız. Biliyoruz.

Biliyoruz, çünkü baharın vaat ettiği her müjde, mesela Nevruz kutlamalarından kin devşirmek isteyenlerin ateşini harlıyor bir kez daha. Hangi ateş bu?

Kardeşliğin, sevginin, aşkın yükselen alevlerinde hep birlikte yanacakken bu bahar bahçesinde… Yine öfkenin, kinin, savaşın, yıkımın ateşine odun taşıyoruz. Sevinemiyoruz. Sevemiyoruz. Aşk ateşiyle kin ateşi arasında kalakaldık, sevilemiyoruz da.

Baktığımız her şeyde bizi ayıran, çatıştıran dilin sesini duyuyor, onu çoğaltıyoruz. Hayır! Böyle gelmez bahar! İçinde ‘sevgili’nin olmadığı ateş bahçeleri sadece cehennem azabı veriyor bize.

Öyleyse duralım biraz. Ben durdum çoktan. Âh çekiyorum! Hiç ayırt etmeden herkesin gasp edilmiş hakları için çabalayanlar da âh çekiyor bugün, adaleti herkes için isteyenler… Çünkü galip gelen yalancı baharlar oldu hep.

Gözlerimiz kaydettikçe, kulaklarımız duydukça, bizler yazdık durmadan. Şahitlik ettik tarih için. Vicdanlar için. Yıllar geçti. Bizden önceki nesiller geçti, bizimle başka nesiller de geçti. Hep aynı kelime terkiplerini aşındırdık, tükettik. Ne olur yeter artık. Başka bir dil konuşalım. Usul usul öğrenelim onu birlikte. Bizi yeniden buluşturan, kavuşturan o dilde hakikati çoğaltalım biraz da.

Bu bizi harap eden, laçkalaştıran, çukurlarda boğan çatışmacı dili konuşmak bir yana, duyamıyorum da ne zamandır. Kulaklarım aşk ilahileri duymak istiyor artık. Sevenlerin zikriyle, sevilenlerin zikriyle mecazî aşkların gerisindeki ilahi güzelliği ‘işitmek’ istiyor. Bizi kan çanağına itmeye çalışan fitnecilerin psikolojik harp harekâtlarını kaydetmekten yoruldu zihnim. Gözlerim, baktığı her şeyde tecelli eden nurlu akisleri ‘keşfetmek’ istiyor artık.

Size de öyle gelmiyor mu bu bahar? Cehennemlerden bahsetmek… Çamur doldurduğumuz çukurları on yılların çözümsüzlüğünde paneller içre tartışmakla yetinmek. Kendi kusurlarımızı örterek hep başkalarının kusurunu mesele etmek. Kendimize sadece günahlarımızı hatırlatıp kandan, kinden, katliam acılarından kirli yarışmalar düzenlemek… İnsanlığımızı eksiltti, ruhumuzu köreltti.

Neye iman etmişsek onu imha etti, kaldırdı bizden güzelliğimizi. Kalbimizi taştan daha katı yaptı. Çirkinleştirdi dünyamızı… Bütün ömrümüzce Rabbimiz bizimleydi evet ama biz kiminleydik? Sözümüzü, emanetimizi, vücudumuzu, vaktimizi, kâinatımızı nasıl taşıdık? Hangi adlarla? Ne adına?

Ümitsizliğe teslim olduk, bu en kolayıydı sanki ama kötülük çoğaldı sadece. Yeise kapıldıkça günahkârlığımızı ‘evrensel’ addettik. Günahın kabuklarını pıtır pıtır döküp dağıtacağımıza, yüreğimiz yana yakıla pişman olup, bir daha yapmamacasına tövbe edeceğimize yeni suçlar işledik hevesle.

Bilemedik affedilmeyi, ümit etmedik rahmeti. Oysa rahmet, gazabı geçecektir. Bu en büyük umut idi. Unuttuk. Hiçbir günah Rahman’ın affediciliğinden üstün değildi. Gündemi suçların teşhiriyle oluşturduk. Haberciliği kötülüklerin afişe edilmesiyle örtüştürdük. Entelektüel olmayı günahlarımızı kürsülerde ciddiyetle tartışmaya indirgedik. Ateş bahçeyi yaktı hep.

Artık ateşin yakmadığı o bahçede, ateşe kesmiş çiçeklerle yanmak zamanı gelmedi mi, yüzümüzü güneşe verip? O aşk ile harlanmış ateş bahçesi ezeli ilmimizde, aslî tabiatımızda vardı, değil mi?

Toprağın kokusuyla, çimlerin yeşiliyle doldurmak istiyorum gözlerimi. Kulağım seher vakti öten bülbülün aşk nâralarını özledi. Kalbim ısınmak istiyor, kurtulmak istiyor dikenlerinden. Yufka açsın biraz da ellerim, tohum atsın toprağa, kuzuları sevsin, merhamet etsin muhtaçlara. Açılsın artık bir erik ağacının çiçekleri gibi şu gündelik hayatımız. Sıradan ve güzel, olağan ve esinleyici olsun. Ve Niyazi Mısri tamamlasın gerisini:

“Sevdim seni hep varım, yağmadır alan alsın. Gördüm seni efkârım, yağmadır alan alsın. Aldın çü beni benden, geçtim bu can ü tenden. Aklım dahi her varım, yağmadır alan alsın.”

Yeniden diriliş gününde, hepimiz bu dünyada neyin mağlubu isek ve en fazla ne ile meşgul oluyorsak, onun icap ettiği biçimde geleceğiz hesap vermeye. Önceden kendimizi hesaba çekme vakti gelmedi mi daha, bu baharla birlikte?…

 

Leyla İpekçi – Zaman

 

İLGİLİ HABERLER

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Balık ekmek yemekle olmaz, Marmara’nın suyunu için!-Mehveş Evin

Ne yazık ki müsilaj felaketini balık yemek, denize girmek, denizin yüzeyini temiz görmeye indirgemek, bu büyük ekolojik krizi durdurmanın önündeki en büyük engel.

Marmara Denizi’ndeki kirlilik sorununa bir çözüm: Agroekoloji – Bülent Şık

Agroekolojik yöntemler sulardaki nitrat kirliliğini azaltıcı bir sonuç doğurur ve bu da içme suyu kaynaklarının korunması anlamına gelir.

Örgütlü sessizlik – Arat Dink

Zeki Tekiner, dört ay önce başka bir silahlı saldırıdan şans eseri ölümcül bir yara almadan kurtulmuştu. Vali’yi olayın siyasi boyutu olduğuna ikna edememişlerdi. Dostları Nevşehir’den bir süre uzaklaşmasını istediler. O, “Bana Nevşehirliden zarar gelmez” dedi, kaldı. Su, tanıdık akıyor, değil mi?

Marmara Denizi’ndeki müsilaj kirliliğinde kömürlü termik santrallerin etkisi incelenmeli- Pelin Cengiz

İstediğiniz kadar yüzey temizliği yapın, bir yeri temizlerken diğer taraftan atık devam ediyorsa buna temizlik denir mi?

Marmara’nın ölümü: İstanbul kolera salgınına hazır mı – Bülent Şık

Denizdeki müsilajin kolera salgını getirmesi mümkün. Ama her şeye rağmen devam etmekten ziyade durmayı, onarmayı öne çıkarmalıyız. İnsan, bitki, hayvan ve çevre sağlığını bir bütünün birbiriyle ilişkili parçaları olarak görmeye çalışarak çözümler arayacağız.

EN ÇOK OKUNANLAR