Köşe Yazıları

Türkiye’nin iklim çelişkisi

0

resizeBirleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-Moon’un çağrısıyla geçtiğimiz Pazartesi günü New York’ta toplanan İklim Zirvesi’nin, Türkiye’nin yeni Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın katıldığı ilk uluslararası toplantı olması tarihsel açıdan ironik bir öneme sahip. İronik çünkü 12 yıllık Başbakanlık’tan sonra, Cumhurbaşkanlığı’na seçilen Erdoğan’ın başında olduğu Türkiye karbon salımlarını arttırmak konusunda rakipsiz bir performansa sahip. 12 yıllık hükümetin tek belirleyicisi olan Erdoğan’ın bu performans geçmişiyle katıldığı toplantıda söyleyecekleri de haliyle merak konusuydu.

Aslında toplantı beklenildiği gibi başladı ve devam etti. Sırayla söz alan Devlet Başkanları durdukları noktadan hareketle genelgeçer cümlelerle “görevlerini” yaptılar. Arada iklim değişikliğini derinden hisseden ülkelere sıra geldiğinde olayın ciddiyeti üzerinde kısaca duruldu. Diplomatik kelimelerle, kimsenin kimseyi dinlemedi boş bir salona doğru pazarlık yaptılar. Kömür ve petrole dayalı güçlü ülkelerle binlerce yıldır yaşadıkları ülkeleri su altında kalmakta olan Ada Devletleri’nin çıkara karşı yaşam pazarlığı… Ya da başka bir deyişle İklim Zirvesi öncesinde Dünya’nın sokaklarını dolduran halklarla, karbona dayalı enerjinin iktidar seçkinlerinin yaşam ve para pazarlığı…

Zirveye geri dönersek, sıranın Türkiye’ye gelmesini dört gözle bekliyorduk. Genel olarak İklim Zirveleri’ne oldukça düşük profilli bir katılım sergilemeyi adet edinen Türkiye’nin en yetkili ağızdan çizeceği tablo ve vereceği sözleri duymak Türkiyeli iklim aktivistleri açısından önemliydi. Sıra geldiğinde seçim mitinglerinde yaptığı gibi rakamlar vererek konuşmasını süsleyen Erdoğan’ın ortaya koyduğu “Türkiye ve iklim değişikliği ile mücadele” tablosu gerçekten göz kamaştırıcıydı. Bu tablonun güzelliğine pek uymasa da; Erdoğan bağlayıcı sözleşme gerekliliğinden bahsettikten sonra henüz ortada olmayan bu sözleşmeye çeşitli şerhler de koydu. Bu şerhlerin sebeplerinin ekonomik önceliklerle şekillendiğiyse konuşmanın genel ruhundan anlaşılıyor. Ekonomik öncelikler ile doğa (ve insan hayatı) karşı karşıya geldiğindeyse seçimin hangisinden yana olduğunu ise artık sadece Türkiye değil, Dünya da çok iyi biliniyor.

Biz tekrar göz kamaştırıcı tabloya dönersek %30 yenilenebilir enerjiye geçmeyi planlayan, 1990-2012 arasında karbon salımlarını %21 azaltmış bir Türkiye ortaya koydu Cumhurbaşkanı. Hem de bu rakamlara ormanlarla ilgili yapılan kapsamlı çalışmanın dahil olmadığını da ekledi. Demek ki azaltım rakamı %21’den de fazla çıkabilir. Peki gerçekten öyle mi? Biz bu kadar kusursuz bir tablo ile mi karşı karşıyayız yoksa gerçek bunun tam tersi mi?

Öncelikle %30 yenilenebilir enerji kısmına açıklık getirmek gerekli. Türkiye’nin resmi enerji istatistiklerine baktığımızda yenilenebilir enerji ve atıklar hanesinde 2012 yılında ortaya konan rakam %3.1. Peki bu %30 nereden çıkıyor? Anlaşılan o ki Türkiye Hidrolik Santralleri (HES) de yenilenebilir enerjinin içerisinde sayıyor. Bu şekilde de %27’lerde bir rakama ulaşabiliyor. HESlerin yenilenebilir enerji içerisinde sayılmaması gerektiğini ve iklim değişikliğinden kaynaklı kuraklık ve onunla birleşen HESlerin yarattığı bölgesel kuraklıklarla HESlerin şu anda bırakın yenilenebilir olmayı, durma noktasına geldiğini düşündüğümüzde Erdoğan’ın çizdiği tablo ile gerçek arasında çelişkiler ortaya çıkmaya başlıyor. Türkiye’nin neredeyse tüm kentleri susuzlukla mücadele ediyor. Bu durumda doğaya olabilecek en zararlı şekilde inşa edilen suya dayalı bir enerjiyi yenilenebilir diye sunmak mümkün değil.

Diğer bir rakam Türkiye’nin 1990-2012 yılları arasında ormanlarla ilgili çalışma katılmadan dahi %21 salım azaltımına gitmiş olmasıyla ilgili. Herhalde bu konuşma boş bir salona değil de konuyla ilgili insanlarla dolu bir salona yapılmış olsaydı bu cümleden sonra salonda büyük uğultular duyulurdu. Çünkü salım artış hızında Türkiye aralara saklanabilecek, gözden kaçabilecek bir istatistiğe sahip değil. Açık ara Dünya’da birinci. Yine Türkiye’nin resmi istatistiklerinden gidersek, Türkiye Haziran ayı başında, 1990 yılına göre karbon salımlarını %133.4 arttırdığını açıkladı. Bundan dört buçuk ay sonra ise Türkiye’nin en yetkili ağzı bu rakamın %21 azaltma olduğunu yapılan en büyük İklim Zirvesi’nde duyurdu. Peki her şey bu kadar açık ve ortadayken bu rakama nasıl ulaşıldı? Gerçekten enteresan bir hesaplama yöntemiyle. Şöyle ki; Türkiye 1990’da enerjisini sağladığı kaynaklardan aynı yüzdelerle 2012’de de enerjisini sağlasa mevcut durumdan ne kadar farklı olunurdu diye bakılmış ve o durumla, bugünü karşılaştırıp bu rakama ulaşılmış. Yani 1990’ın değil, hayali bir öngürünün altına düşülmüş durumda. Peki bunu bir gerçeklikmiş gibi açıklamayı nereye koyabiliriz?

Sonuç olarak Türkiye’den bakıldığında ortaya çıkan tablo ne %30 yenilenebilir enerjidir; ne de %21 karbon salımlarının azaltılmasıdır. İklim değişikliği ile yoğun şekilde mücadele eden, ekonomik ve sosyal sermayesini buraya yönlendiren bir ülkede elde edilebilecek bu rakamlar karşısında Türkiye’nin 2014 İklim Zirvesi’ne sunduğu gerçek rakamlar %3.1 yenilenebilir enerji ve karbon salımlarında 1990’a göre %133.4 oranında bir artıştır. Ortaya konan duruş da iklim değişikliğiyle gerçek bir mücadele yolunun değil; istatistiksel sihirbazlıklarla yapılacak bir mücadele yolunun seçilmesidir. Bu gibi bir yöntemle gerekli sayısal çıkarımlar yapıldığında zaten küresel soğumaya da ulaşılabilir. İklim Zirveleri’ne de gerek kalmaz.

Yeşil Gazete yazıları ve diğer yazılar için: http://www.urbarli.net

https://twitter.com/Urbarli

You may also like

Comments

Comments are closed.