Dış Köşe

Türkiye nereye gidiyor? – Rıza Türmen

0

Bu yazı t24.com.tr sitesinden alındı

II. Dünya Savaşı’nda yaşanan büyük insanlık dramı, savaştan sonra insan hakları alanında önemli gelişmelere yol açtı.  Nazi Almanya’sının yaptığı soykırım, bireylerin doğuştan sahip olduğu evrensel hakların hiçbir devletin keyfiliğine bırakılmayacak kadar önemli olduğu gerçeğini ortaya çıkardı. İnsan hakları devletlerin iç işi olmaktan çıktı, bütün uluslararası toplumun sorunu oldu. Bireyleri devletlerine karşı korumak amacıyla, bir dizi uluslararası insan hakları anlaşması yürürlüğe girdi. Bireyin temel hak ve özgürlükleri  uluslararası anlaşmalar ağı ile güvence altına alındı.

Öte yandan insan haklarıyla ilgili bir uluslararası sivil toplum doğdu. Küreselleşme, iletişim teknolojisindeki gelişmeler sonuçu, bir devletteki insan hakları ihlalleri bütün dünyaya hızla yayılmaya, uluslararası alanda eleştiri konusu olmaya başladı. İlgili devletten bu ihlallere son vermesi istendi.

Aynı zamanda devletlerin bu anlaşmalardan doğan yükümlülüklerini yerine getirip getirmediklerini denetleyen  uluslararası sivil toplum kuruluşları ortaya çıktı. Uluslararası Af Örgütü, Özgürlük Evi, İnsan Hakları Gözetim Örgütü bunlardan birkaçı. Bu kuruluşlar, devletlerin insan hakları alanındaki uygulamalarını inceleyip yıllık raporlar yazarlar, devletlere not verirler.

İnsan hakları ülkenin rejimi ile de yakından ilişkili. Demokrasiyle yönetilen devletlerde insan hakları ihlalleri çok daha düşük düzeyde.  Devletler demokrasiden uzaklaştıkça insan hakları ihlalleri ağırlaşıyor. Sistematik bir nitelik kazanıyor. Bir baskı aracına dönüşüyor.

Türkiye, pek çok başka devlet gibi, insan haklarına ilişkin çok sayıda uluslararası anlaşmaya taraf. Bu anlaşmalardan doğan yükümlülükleri var. Bu yükümlülükleri yerine getirmesi gerekiyor. Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası anlaşmaların bazısı yargısal nitelikte. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Mahkemesi gibi. Buradan çıkan kararlar  ulusal yargı organlarının kararları gibi bağlayıcı, uyulması zorunlu kararlar. BM İnsan Hakları Komisyonu gibi bazıları yarı yargısal nitelikte. İşkenceyi Önleme Komitesi gibi bazıları ise, durumu saptayan ve tavsiyeler içeren raporlar yayınlıyorlar.

Türkiye’nin üye olduğu uluslararası kuruluşlardan en önemlilerinden biri Avrupa Konseyi. AİHM  de Avrupa Konseyi’nin bir organı. Türkiye, 1949 Yılında Avrupa Konseyi statüsünü imzalayarak kurucu üye oldu. Bu Türkiye bakımından önemli bir karardı. Avrupa Konseyi insan hakları, hukukun üstünlüğü, çoğulculuk gibi demokrasiyi oluşturan değerleri gerçekleştirmek için kurulmuş bir örgüt. Bu örgüte üye olmakla Türkiye uluslararası alandaki konumu ve aidiyeti açısından kesin bir tercih yaptı.  Demokrasiyi benimsemiş ülkelerle ortak değerlere sahip olduğunu kabul etti. Avrupa Konseyi Statüsü’nün 2 maddesi, her üye devletin hukukun üstünlüğü ilkesini kabul etmek ve yetki alanı içersindeki herkesin insan hakları ve temel özgürlüklerden yararlanmalarını sağlamak zorunda olduğunu belirtir.

Türkiye’nin  aidiyeti  bakımından böylesine temel bir tercih yapmasının  sonucu, Avrupa’yı “öteki” olarak değil, Türkiye’nin de içinde bulunduğu bir bütün olarak görmek olmalı. Böyle olunca Türkiye’yi insan hakları, demokrasi, hukuk devleti alanlarında eleştiren devletleri ya da basın organlarını “düşman” ya da uluslararası komplonun parçası olarak görüp tehditler savurmak yerine, biraz geri çekilip kendimize bakmak, eleştirilerde gerçek payı olup olmadığını düşünmek daha doğru olur. Unutmamak gerekir ki, bu eleştirileri yapanlar, 10 yıl önce AKP iktidarına övgüler yağdırıyordu.

Bu açıdan bakınca “Türkiye’yi dışarıya şikayet etmek” gibi bir kavramın da geçersiz olduğu anlaşılır. “Dışarısı” gerçekte “içerisi”dir. “Dışarıya” yapılan şikayetler, içerideki eleştirilerin “sınır ötesi   içeride” ileri sürülmesidir.

Türkiye’nin demokrasiden uzaklaştığı her dönemde hükümetler, hem ülke içinde, hem ülke dışında eleştirildi. 12 Eylül döneminde yurt dışında askeri yönetime karşı etkili bir kampanya yürütüldü. Bu kampanya ve yurt dışında giderek yoğunlaşan eleştiriler, ardından 5 Batı’lı devletin Türkiye’ye AİHM’de açtığı dava, seçimlerin ilan edilen tarihten önce yapılmasında önemli bir etken oldu.

28 Şubat döneminde Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesi’ne katılan Refah Partisi milletvekilleri, Avrupa Konseyi’nde Hükümetin demokrasiyle bağdaşmayan uygulamalarını dile getiren basın toplantıları düzenlediler. Bundan dolayı kimse onları “vatan hainliği” ile suçlamadı. Kaldı ki, Türkiye’yi “dışarıya şikayet etmek” bir suç ise, AİHM’de devlete karşı dava açan, AKP’e oy veren vatandaşlar dahil, binlerce Türk vatandaşı ne olacak?

Türkiye’nin yönetildiği rejimin adı demokrasi mi? Türkiye taraf olduğu insan hakları anlaşmalarından doğan yükümlülüklerini yerine getiriyor mu? Economist’in 2016 demokrasi raporuna göre, Türkiye “demokrasi” ya da “kusurlu demokrasi” kategorilerine girmiyor. “Hybrid” yani demokrasi sayılmayan ülkeler kategorisinde. Demokrasi notu 2006’da 5.7 iken, 2016’da 5.04’e düşmüş.

Merkezi Londra’da olan “Özgürlük Evi (Freedom House)” 2017 raporuna göre, Türkiye özgür ülkeler kategorisinde değil. Kısmen özgür ülkelerden. Ama raporun en ilginç yanı şu: Türkiye son on yıl içerisinde, özgürlük alanında en çok gerileyen ikinci ülke. 10 yılda 28 puan gerilemiş. Birinci, 30 puanla Merkezi Afrika Cumhuriyeti.

Gene aynı STK’nın raporuna göre, Türkiye’de basın özgürlüğü yok. Oysa 2007 raporunda Türkiye basın özgürlüğü bakımından “kısmen özgür” ülkeler arasındaydı.

2017 raporunda Özgürlük Evi, Türkiye analizinde şu ifadeye yer veriyor: “Başarısız darbe girişiminden sonra Erdoğan açık bir otoriterliğe kucak açtı.”

Yasaların adil bir biçimde uygulanıp uygulanmadığını inceleyen Dünya Adalet Projesi’nin 2016 hukuk ve adalet endeksine göre, Türkiye adalet bakımından 8 sıra düşerek 113 ülke arasından 99. sıraya oturdu. İran, Tanzanya, Myanmar, Moldova adalet endeksinde Türkiye’nin önündeki ülkelerden bazıları.

Bütün bu raporlar, Türkiye’nin demokrasi, özgürlük, hukuk devleti alanlarında bir gerileme süreci içinde olduğunu gösteriyor.

Gerçek o ki, Türkiye otoriterleştikçe, demokrasiden uzaklaştıkça, içinde bulunduğu demokratik devletler topluluğu ile  arasındaki bağlar kopuyor. Demokratik devletler  topluluğu üyesi olmaktan çıkıp, otokratik Müslüman devletler topluluğunun mensubu olmak yolunda ilerliyor. İçine dönüyor, kendi karanlığının içine gömülüyor . Türkiye’nin içine düştüğü bu karanlıktan, geç olmadan çıkması ülkemizin geleceği için önem taşıyor. Bu amaçla, tüm demokrasi güçlerinin el ele tutuşarak mevcut tahakküm düzenini reddetmeleri ve yeni, aydınlık bir Türkiye’ye doğru yürümeleri gerekli.

Rıza Türmen – t24.com.tr

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.