“ Zamanın ta başlangıcında
İnsanlarla hayvanlar paylaşırken yeryüzünü,
İnsan isterse hayvan olabilirmiş, hayvan isterse insan.
Ama ayrım yokmuş,
Aynı dili konuşurlarmış.
……..
Söz büyüymüş o zamanlar;
İnsan ruhunun güçleri varmış,
Rastgele söylenen bir söz
Garip sonuçlar doğurur
Canlanırmış o anda. “(1)
İklim değişikliğine karşı geniş kitleleri kapsayan bir hareket oluşturmak her gün daha büyük önem kazanıyor. Bunu sağlayacak temel aracın dil olduğunu düşünürsek, onun üstünde durmanın önemi daha iyi anlaşılabilir. Zamanın azalması, yani dünyanın iklim değişikliği açısından geri dönülmez noktaya çok yaklaşması ise bugün yapılacakları daha da kritik hale getirdi. Geçmiş deneyimler ışığında, artık kitlesel bir hareketlenme yaratmak için çok daha inandırıcı, daha etkileyici ve harekete geçiren bir dile ihtiyacımız var. Çok geç olmadan sözün büyülü etkisini gösterecek bu dile sahip olmalıyız. Geleceği kazanmak için en acil olan şey bu belki de. Elbette bu, kendiliğinden ve kolay olmayacak. Bunun için uğraşmak gerek..
Yazmak, konuşmak, düşünmek, hepsi, dil sayesinde yapabildiğimiz şeyler. Sözün büyülü gücü ise artık farkında olmasak da çok eskiden beri biliniyor. Gelgelelim eskiden çok doğal sayılan bu güce, zamanla sadece mitlerde, efsane ve masallarda rastlanır oldu. Oysa dilin gücü hiç eksilmedi, aksine belki daha da arttı. Sadece bunu göstermesi için koşullar daha zorlu ve dil de buna uygun olarak gelişti, daha girift, kompleks bir yapıya dönüştü. Dün tanrıların sahip olduğu bu güce, şimdi günümüz egemenleri sahip çıkıyorlar.
Halen kullandığımız dil, bilindiği gibi mevcut sistem içinde oluşan bir dil. Her sistem, her dönem, kavramların içeriğini kendi koşullarına göre anlamlandırdığı bir dile sahiptir. Sadece bu da değil, aynı zamanda o dilin kullanılışı da aynı verili koşullara göre şekillenir. Bu bağlamda, biz henüz kapitalist sistemin içeriğini belirlediği kavramlar ile konuşuyor, yazıyor, daha da önemlisi düşünüyoruz. Peki, iklim değişikliğine karşı büyük bir hareket oluşturmak için gerekli olan yeni bir dil yerine, bizzat bunun sorumlusu olan sistemin ürettiği ve kendisi de sistemin yeniden üretimine hizmet eden mevcut dili kullanmak, bu işe ne kadar uygun olabilir? Açık ki, sistemin anlam taşıyıcılığını yapan bir dil, bu işi değil desteklemek, tam tersi, ancak engeller. O halde onu aşmak, yerine, geleceğin sistemini de kuracak yeni dile doğru bir değişimin gerçekleşmesi zorunlu. Tam olarak bir ideolojik mücadele süreci olan bu değişimin başarılması bir geleceğin de tarifi anlamına gelecektir. O zaman insanlar yeni içerikle, yeni anlamların peşinde buluşabilirler. Gelecek bugünden farklı olacaksa, kendisini ifade eden anlam çerçevesini oluşturan bu yeni dili şimdiden kullanmayı öğrenmek gerekli. Ancak bu nasıl yapılacak? Bu soruya geçmeden, dil ve gücüne dair perspektifi biraz daha genişletmeye çalışalım.
Tanrıdan gelen
Dilin, ya da sözün gizemli gücünün çok eskilerden beri bilindiğini söyledik. Daha ilk topluluklar ona büyülü bir güç atfetmiş hep. Dili ustaca, insanlar üzerinde belli bir etki yaratacak şekilde kullananlar ise her daim güç sahibi olmuşlar. Ya da tersi, güç sahibi olanlar onu bu şekilde kullanmayı bilmişler aynı zamanda. Bu şekilde dil, eski çağların Homeros gibi ozanlarından, tanrıların mesajını ileten metinlere kadar hep bir güce, zamanla kutsallığa ve onun gücüne de ait olmuş.
“Başlangıçta söz vardı ve söz Tanrıdaydı ve söz Tanrıydı” diye başlayan Yuhanna İncil’inde bu mistik, yaratıcı olarak bir anlam kazanır.
Tevrat da ise Babil kulesini yapan insanlara kızan Tanrı, onların bu yaptıklarını kibirli ve bir öykünme olarak değerlendirir, çok kızar. Ama onları öldürmez, hastalıklar, kıtlık ya da savaşlar ile cezalandırmaz. Başka bir şey yapar, onların dillerini bozar.
“ Gelin inelim ve birbirlerini anlamasınlar diye onların dilini orada karıştıralım. Ve Rab onları bütün yeryüzü üzerine oradan dağıttı ve bina yapmayı bıraktılar. Ve bundan dolayı onun adına BABİL denildi. Çünkü Rab bütün dünyanın dilini oradan karıştırdı.”
Babil sözcüğü bu yüzden “Tanrı kapısı“ anlamına geldiği gibi dillerin karıştığı yer anlamında karışıklık, karmaşa ya da kaos da demektir.
Dünyanın hali o günden bu yana ne kadar değişti tartışılır ama dile atfedilen bu tanrısal gücü, sonraları insanların pek çok öykünmesinde görürüz. Her kültürde “abra kadabra”, ya da “ hokus pokus “ vb. ile başlayan büyülü sözlerin, devasa kayaları yerinden oynatışını, mucizevi şeyler gerçekleştirişini hatırlayın. “Açıl susam açıl” gibi örneklerin bütün kültürlerde benzerlerinin olması, büyük ve olağanüstü olaylar içeren mitlerin, efsanelerin, mutlaka benzer söz dizimleri içermesi bir rastlantı değildir. Söz hep bir büyü aracı olmuştur. Çünkü büyü ile en zorlu işleri bir anda yapmak, inanılmaz, olağanüstü bir şeyi gerçekleştirmek isteyen, mutlaka önce “büyülü” sözleri bulup söylemek zorundadır. Uzun sözün kısası, dilin insanlık tarihi boyunca bir güç, tanrısallık olarak görülmüş olması onun ne denli önemli olduğunun bir göstergesidir.
İnsanlığın en büyük buluşu
Dilin ortaya çıkışı bile sonuçları açısından bir mucize sayılmayı hak eder. O olmadan insanlıktan bahsetmek mümkün olabilir miydi? Dialogo adlı yapıtında Galileo, dili “ İnsanların altı üstü yirmi dört tanecik harfin kağıt üzerinde farklı şekillerde yan yana dizilmesiyle en gizli düşüncelerini ifade etmelerini sağlayan bu iletişim aracının keşfi“ olarak tanımlar ve hayranlıkla “insanlığın en büyük buluşu “ olarak niteler. (2) Haklı da. Birbiri ile iletişim kurabilmek, anlaşabilmek, bir arada yaşamanın en önemli şartı. Dil olmasaydı toplumsal hayat da olmazdı uygarlık da. Bir başka deyişle, dil olmasaydı “biz” olmazdık!
Bu yanı ile dil, her zaman toplumsal olayların içinde de yer alan bir unsur. Sosyal hayatta bazen tek bir sözün insan ya da kitleler üzerinde birden büyük değişimlere neden olacak kadar derin etki yarattığı örnekler çoktur. Söz, belki de bu etkiye neden olacak koşulların üzerinde bir kaldıraç etkisi yaratarak, aniden, o anki durumla kıyaslanmayacak değişimlerin tetikleyicisi oluyor, tıpkı masallardaki gibi. Tarihte büyük değişimlere neden olan bütün hareketlerde, kitlelerin enerjisini açığa çıkaran kıvılcımı hep o yakmış.
Ancak dilin bunu sağlayabilmesi, eskimo deyişinde de olduğu gibi iki şeyin olmasına bağlı. Bunlar, topluluktaki her bireyin aynı dili konuşması yani ortak bir simge ya da temsil sistemine sahip olmaları ve aynı zamanda bu simgelerin istenen anlamı taşıyabilmesi.
Dilde anlam
Dilin ortak olması, kullanılan işitsel ya da görsel simgelerin, göstergelerin aynı şekilde bilinir olması demek. Ancak bunlar tarafların aynı anlamı yükleyeceği ve anlayabileceği şekilde kodlanmış değilse, beklenen sonucu vermez. Bu anlam kodlaması ise başarılı bir iletişimin ana amacıdır. Bu ise, dilin biçimlendiği kültüre, siyasal, sosyal duruma, ekonomik ilişkilere, bölgeye, hatta yaş, cinsiyet vb pek çok şeye göre gerçekleşebilir. Bu da bizi yine dilin ideolojik boyutuna getirir.
Kolayca çıkarsanacağı gibi bu “anlam” konusu, iklim mücadelesinde de özel bir öneme sahip. İklim değişikliğini anlatmanın ideolojik mücadelede karşılığı, yeni anlamlar oluşturma, yani, bir anlam değişimi sürecidir. Dilde anlam değişimi ekseninde, eski ile yeninin, bu düzen ile başka bir dünyanın mücadelesi netleşip ayrıştıkça, geleceğin temelleri de ortaya çıkmaya başlar. Bugün mücadele içinde kendiliğinden böyle bir değişim süreci doğmuş durumda zaten. Fosil yakıtlara, adaletsizliğe, doğanın talanına karşı çıkarken aslında iktidarların icraatlarına gerekçe olan her şeyde başka bir tercihi ve dolayısı ile hayata verilen başka bir anlamı savunmuş oluyoruz. Sorun bu süreci daha bilinçli hale getirmek ve dili savunulan yeni anlamlara daha uygun ve etkili kullanmayı becermek. Bu noktaya geleceğiz daha sonra.
Fark edileceği gibi anlam meselesi konumuz açısından hayli önemli. Çünkü, kavramların içeriğindeki ideolojik açılımlar, anlam olarak ortaya çıkar. Öte yandan dilde anlamın da pek çok boyutu var ve bunlar bize anlamın iletişimde nasıl farklı bir içeriğe karşılık gelebileceğinin çeşitli örneklerini verir. Bunların kimisi gündelik dilde hemen telafi edilebilirse de çoğu bu kadar kolay asıl mesaja ulaşmamızı sağlayamaz.
Yaptığı balık resmine sergide bir süre bakan biri, Picasso’ya:
“Bunun neresi balık?” der.
Picasso, cevap verir: “ O balık değil, resim.”
Soruyu soran ve Picasso, aynı dilde konuşuyor ama anlamda buluşamadıkları için anlaşamıyorlar. Hoş, Picasso bunu biraz da hınzırlığına yapar. Anlam konusu, böylece bizi sorunun en önemli kavşağına getirmiş oldu. Buradan devam edeceğiz.
- Şiir tapınağı-Sait Maden, Adam yayınları 1985
- Doğa ve Dil Üzerine- Noam Chomsky, Sözcükler yayınları-2015
Berkay Erkan