Köşe Yazıları

Sonrası

0

Artık yeni bir durumla karşı karşıyayız. Bugüne dek sorunlarla dolu eksikli bir demokratik sistem içinde ekoloji, demokrasi, barış ve özgürlükler için mücadele ediyorduk. Ama demokrasinin şeklen bile olmadığı, herhangi bir kurallar sistemine sahip olmayan bir şahıs rejiminde nasıl mücadele edilir bilmiyoruz. Artık öğrenmek zorundayız.

Yeni duruma dair en kısa tespit şu olabilir: Türkiye’nin siyasi sistemi 16 Nisan plebisitiyle çok az bir farkla ve şaibeli bir şekilde değiştirildi. Seçime Olağanüstü Hal altında, eşitsiz şartlarda gidildi, seçilmiş muhalif milletvekilleri ve belediye başkanları hapisteydi, bağımsız olması gereken YSK önceden planlandığı izlenimi veren siyasi kararlar aldı.

Oylama Cumhurbaşkanı tarafından kendisine yönelik bir güvenoyuna, hatta seçime dönüştürüldü. Bu taktik evet oylarını artırsa da aynı zamanda bizzat kendisine hayır diyen 24 milyon seçmenin varlığını kristalleştirmiş oldu. Bütün bunlar yapılan değişikliğin toplumsal meşruiyetinin hayal ettiklerinin çok ama çok altında olduğu anlamına geliyor.

Netice olarak bugün itibariyle bildiğimiz ve alıştığımız, iyi kötü “liberal demokratik sistemin” sonuna geldik. Üstelik bir istisna olması beklenen Olağanüstü Hal kalıcı hale getiriliyor.

Ancak Anayasa değişikliğinin (Cumhurbaşkanı’nın partili olması dışında) hayata geçmesi için 2019’a kadar bir geçiş süreci var. Hiçbir şey bitmiş değil. Bu süreç bundan sonra yapılması gerekenler için önem taşıyor.

Önümüzdeki sınav idam cezasının geri getirilmesi tartışması olacak. Yani demokratik kazanımların en önemlisinde geri adım atılarak sembolik bir hamle yapılırken ilk kez temel insan hakları halk oyuna götürülecek! Ve bu değişiklik sadece popülist amaçlarla değil, daha çok Türkiye’yi Avrupa politik alanından kalıcı olarak koparmak amacıyla gündeme getiriliyor.

Bu nedenle ilk olarak bu yeni Anayasa değişikliğine karşı çıkmak, temel hakların ve yaşam hakkının referandum konusu olamayacağını yüksek sesle söylemeye başlamak gerekiyor. İdam cezasına karşı mücadele demokratları, muhalifleri ve vicdan sahibi insanları birleştirebilir. Böyle bir oylamanın kendisi reddedilmelidir. Meclis’te durdurulamaz da yapılmaya kalkılırsa çok yüksek oranda bir boykotla karşılanmalıdır.

İkinci olarak Türkiye’nin Avrupa’nın bir parçası olarak kalması için daha yüksek ses çıkarılması gerekiyor. Bu aynı zamanda düşünce ve basın özgürlüğü, akademik özgürlükler ve adil yargılanma hakkı için de mücadele etmek demek. Türkiye halkının yanında olan Avrupalı demokratik güçlerle daha yakın temas içinde olmak ve Türkiye’nin izolasyonunu önlemeye çalışmak demek. Artık kendimizi on-on beş yıl önceki durumda sanıp AB eleştirisi yapma lüksümüz yok!

Ve son olarak elbette polis devletine karşı, savaşa karşı, Kürt sorununda çözümsüzlüğe, kadına yönelik şiddete, toplum içinde yaratılan çatışma ortamına ve sürekli gerginliğe karşı, şiddetsizliğe daha fazla vurgu yapan, daha doğrusu katıksız şiddet karşıtı bir barış mücadelesine ağırlık vermek gerekiyor.

Peki bütün bunları nasıl yapacağız?

Küçük siyasi hareketlerin, bağımsız aktivistlerin ve sivil toplum örgütlerinin durduğu yerden baktığımda* bana yapılması gereken (ve yapılabilecek olan) şey, hayata geçirmesi zor da olsa, yayılmaya başlayan ruh halinin tam tersi yönde çalışacak gerçekçi bir zeminde, şunlar olabilir gibi geliyor:

Elde kalan özgürlükleri kullanarak yeni gazeteler, dergiler çıkarmak, yeni dernekler ve platformlar, yeni akademik yapılar oluşturmak; kampanyalar yapmak, konferanslar düzenlemek, hiç durmadan toplum içinde çalışmak; yaratıcı bir şekilde sivil toplum alanını genişletmek, sanatı bir mücadele aracına çevirmek ve her alanda siyaset üretmek; hiçbir toplumsal mücadele alanını birbirinden ayırmadan ve öncelikli ilan etmeden, toplumsal cinsiyet, çevre-ekoloji, iklim, gıda, kent, emek, iş, barış, ne olursa, demokrasi ve özgürlük mücadelesinin bir parçası haline getirmek; sanatı, edebiyatı, müziği, sinemayı, tiyatroyu vb. savunacağımız yaşamın ağırlık noktası kılmak.

Türkiye artık bildiğimiz ve alıştığımız anlamda bir demokrasi olmaktan çıkıyor. Ne siyasi partilerin bu süreçte gerçek bir işlevi olabileceğine, ne yeni “demokrasi cepheleri”nin işe yarayacağına, ne de sokağa çıkmanın çözüm olduğuna inanıyorum.

Yeni duruma uyum sağlamak kolay değil. Sokakta da, içimizde de bizi soluksuz bırakan ağır bir hava, kötü bir his var. Pek çok muhalif gitti, gitmek isteyen, gidebilen gidiyor. Maalesef yeni bir diaspora oluşuyor.

Ama işte, kalanlar buradayız! Batı düşmanlığına, milliyetçiliğe, anti-entelektüelizme teslim olmadan, yeni durumda nasıl demokrasi mücadelesi verilir, bunu keşfetmek zorundayız.

 

* Bu yazıda, sağ kanat muhaliflerin, CHP’nin, HDP’nin, iş çevrelerinin ve kitle hareketlerinin yapabilecekleriyle ilgili bir şey söylemiyorum. 16 Nisan’a dair hukuk mücadelesi de elbette sürmeli. Bir kabullenme olarak okunmamasını dilerim. 

Ümit Şahin – Yeşil Gazete

You may also like

Comments

Comments are closed.