3 Nisan ile 6 Nisan arasında yani toplam dört günde, bu ülkede 4 maden işçisi, 5 barajda çalışan elektrik işçisi, 3 tersane işçisi ve 1 de elektrik işçisi hayatını kaybetti. Yani toplamda 13 işçiyi Türkiye’nin %8’lerle, %9’larla büyüyen ekonomisi toprağın altına koydu. Bu ölümler öyle bir zamanda geldi ki, bir yandan yeni teşvik paketleri açıklandı, bir yandan büyüme rakamları açıklandı. Zaten üzerinde durulmayan, geçiştirilen işçi ölümleri, ekonominin “ışıltısı” altında iyice görünmez hale getirildi. Barajda çalışan ve gözler önünde ölen 5 işçi, artık düzenli hale gelmiş kazaların bir tanesinde hayatını kaybeden tersane işçileri…
Dediğim gibi, benzer ölümler ve ölümle sonuçlanmayan kazalar Türkiye’nin gündemine bile gelemeden geçiyor, gidiyor ve unutuluyor. Yaralanmalar haber dahi olmuyor. Kot taşlama işçilerinin yaşadığı ölümler ve kalıcı hastalıklar, başka iş kollarının işçilere yaşattığı hastalıklar ve kayıplar… Toprağın altından çıkartılamayan, patlayan baraj duvarlarının sularının içinde bulunamayan işçiler ülkesi Türkiye. Ve her iş kolunun, Türkiye gibi “büyüme saplantısı” içerisinde debelenen bir ülkede doğaya verdiği zararlar, doğaya verilen zararla birlikte insan hayatına da verdiği zararlar… Bir yandan işçilerin canları alınırken, bir yandan da o işçinin ailesinin yavaş yavaş hasta edilmesi, doğasının bozulması… Kullanılan maddelerden ilk önce işçilerin, daha sonra toplumun kalanının etkilenmesi…
O zaman bu noktada bir şeyi netleştirmeliyiz. Türkiye’de yaşanan neo-liberal düzen, hükümet ve şirketler eliyle hem bir işçi kırımı; hem de ekolojik bir kırımı gerçekleştiriyor. Termik santral yapımında, denetimsiz düzen daha karlı olduğu için canını kaybeden işçinin çocukları o santral tarafından zehirleniyorsa, sorunun iki ayağı var demektir. Yanıtın da iki ayağı olmalı. Yoksa eksik kalmaya muhtaç olur. Hem sürecin kendisine yönelik bir yanıtımız olmalı, hem de sürecin içerisindeki tek tek anlara yönelik bir yanıtımız olmalı.
Dünya’da ve Türkiye’de insanlığın karşısında işte bu şekilde iki büyük sorun var. İklim ve doğa olayları karşısında yaşamaya devam edilip, edilmeyeceği ve yaşamaya devam edilirse bunun nasıl olacağı? Bu noktada, nerede bir endüstriyel yapı varsa da, bu iki sorun karşımıza çıkıyor. Türkiye’de ise işçi sınıfı için yaşamaya devam edilip edilemeyeceği konusu hem çok kısa vadede, hem de yaklaşan bir gelecekte iki kere karşımıza çıkıyor. O zaman sol bir ekoloji de işçi sınıfı için çok daha fazla hayati konumda. Can güvenliğinin tehlikede olduğu ve kasalar dolsun diye her türlü sağlık koşulundan feragat edilebilen bir ülke burası. Kolay kolay gelmiyor o büyüme rakamları!
Karşı karşıya olduğumuz, bize kasteden yapının yerine hem çalışanlarını, hem de Dünya’yı düşünen bir düzen gerekli. Türkiye için bu acil gerekli. Çünkü iki taraflı bir kırım yaşanıyor. HES inşaatlarında işçilerin ve doğanın birlikte öldürüldüğü bir sistemde, taş ocaklarında, madenlerde, fabrikalarda hem insanın, hem de doğanın sömürüldüğü bir sistemde alternatifimizin sol bir ekoloji, ekolojik bir sol olması gerekli.
İşçi kırımına da, ekolojik bir kırıma da bu kadar muhtaç ve bunun üzerinde yükselen bir sistem, alternatifini de kendi içerisinden doğuruyor. Adaletli, tüm çalışanların her türlü haklarının geliştiği ve doğayla mücadele etmeyen, onun içerisinde kendisine yer bulan sürdürülebilir bir sistem.
Not: “Sol bir ekoloji” diğer yazılara buradan ulaşabilirsiniz: SOL BİR EKOLOJİ
Yeşil Gazete yazıları ve diğer yazılar için: http://www.urbarli.net