Hafta SonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

Sargasso Denizi’nden insan plasentasına mikroplastiğin öyküsü

0

1972 yılında Science Dergisi’nde yayımlanan ve bugün yapılan mikroplastik kirliliği araştırmalarının da temeli olarak kabul edilen bir çalışma, plastik kirliliğinin özellikle mikroplastik formunda nasıl da yaygınlaştığını ortaya koyan ilk çalışmaydı. Jules Verne’nin Denizler Altında Yirmi Bin Fersah isimli kitabında, Sargasso Denizi’yle ilgili bölümde oldukça detaylı bir şekilde anlattığı çöp birikim alanında, Carpenter ve Smith, Jules Verne’den tam 100 yıl sonra mikroplastik kirliliğini rapor etmişti. Her ne kadar Jules Verne kitabında ilgili alanda sadece organik maddelerden oluşan bir çöp birikintisinden bahsetmiş olsa da, sonuçta bir bakıma çöp birikim alanlarından birini tarif ediyordu.

Aynı bölgede Carpenter ve Smith bir kilometre karelik bir alan için 3500 adet mikroplastik kirliliği rapor ettiler. Miktar, çalışmanın yapıldığı tarih göz önüne alındığında gerçekten de şok ediciydi. Çünkü henüz plastik hayatımızı bu kadar esir almamıştı. Körfez akıntısının etkisi altındaki bu alan, daha sonraları dünya okyanuslarındaki beş büyük denizel çöp birikim girdabından biri olarak nitelendirilecekti.

Mikroplastik her yerde

Daha sonra yapılan çalışmalar mikroplastiklerin olmadığı neredeyse tek bir alanın bile bulunmuyor olduğunu ortaya koyuyordu. Tekrar etmenin lüzumu yok ancak yediğimiz, içtiğimiz hemen her şeyin plastikle bir şekilde temas etmesi onların mikroplastikle kirlenmiş olduğu anlamına geliyor artık.

Nitekim plastiğin bu kadar yaygın olarak hayatımızın içine girmesi sonucunda plasenta da dâhil mikroplastiğe rastlanıyor olması hayatı nasıl da yanlış yaşıyor olduğumuzu gösteriyor. Bir grup İtalyan araştırıcının gerçekleştirdiği araştırma, benim için sürpriz olmayan ama “bu kadar da olmasın” dedirten bazı sonuçlar içeriyor. Annenin beslenmesi ve yaşadığı çevredeki atmosferde bulunan mikroplastiklerin solunum yoluyla plasentaya ulaştığının tahmin edildiği çalışmada dört adet plasentada toplamda 12 adet mikroplastik bulunduğu rapor ediliyor. Ayrıca çalışma sadece mikroplastik bulunduğundan da bahsetmiyor. Aynı zamanda birçok eşyada kullanılan boyama maddelerinin de mikroplastiklerde tespit edildiğini belirtiyor. Bulunan 12 mikroplastik parçanın hepsinin de boyalı olduğu belirlenmiş. Örneğin, sarı renk veren bir pigment olan demir hidroksit oksit (şekildeki partikül #1) polimerlerin (plastikler ve kauçuk) renklendirilmesi için ve BB kremler ve fondötenler gibi çok çeşitli kozmetikte boyar madde olarak kullanılıyor.

Diğer bir boyar madde olan bakır ftalosiyanin (partiküller #2, #5, #10) ve ftalosiyanin (partikül #3), polivinilklorür, düşük ve yüksek yoğunluklu polietilen, polipropilen ve polietilen tereftalat türü plastikler ile ojelerde boyar madde olarak bulunuyor. Başka bir pigment olan violantron (partikül # 4) ise özellikle tekstil (pamuk veya polyester fark etmez) boyama, kaplama ürünleri, yapıştırıcılar, kokular ve oda spreylerinin içine boyar madde olarak katılıyor.

Peki, nasıl oluyor da bu plastikler plasentaya kadar ulaşabiliyor? Aslında bunun olası mekanizmaları da ilgili çalışmada açıklayıcı bir şekilde anlatılmış. Temelde dört farklı yol mevcut ve tüm yollar, artık plastiğin karşısında hiçbir bariyerin etkili olamadığını ortaya koyuyor.

Pestisitleri de taşıyorlar

Plastiklere maruz kalmak tek başına yeteri kadar riskliyken, gıdaya temas eden plastiklerde kullanılan binlerce kimyasalın da bu riski daha arttırdığını unutmamak gerekiyor.  1993 yılında, Ulusal Araştırma Konseyi‘nin Bebeklerin ve Çocukların Diyetlerinde Pestisitler başlıklı bir raporu ilk olarak çocukların, özellikle gelişmekte olan fetüsün, kimyasalların toksik etkilerine yetişkinlerden çok daha duyarlı olduğunu öne sürmüştü.

Unutmamak gerekir ki mikroplastikler ortamdaki diğer kirleticileri de bünyelerine alabiliyorlar.  Pestisitler de bu kirleticilerden biri. Eğer ki bir mikroplastik plasentaya ulaşabiliyorsa, bu kimyasallar da kolayca ulaşabiliyordur. Zaten daha sonra yapılan çok sayıda çalışma bunu desteklekliyor. 2013 yılında yapılan bir çalışmada, İngiltere’deki Kraliyet Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanları Koleji‘nden bir grup araştırıcı hamile kadınları, kasıtsız kimyasal maruziyete karşı uyarıyordu. Çünkü kasıtsız maruziyet denilen şey, tam olarak plastikler ya da benzeri malzemelerle kaplanmış ürünlere temas etmek ya da yemek demekti. İşte bu maruziyet doğmamış bebeklerinin sağlığını etkileyebiliyor.

Birçok çalışma gıda ile temas eden malzemeler olarak bilinen ve çoğunluğu plastik olan malzemelere eklenen sentetik kimyasalların, yediğimiz yiyeceklere sızabileceğini ve uzun vadeli sağlığımıza zarar verebileceğini ortaya koymakta. Örneğin, fitalatlara maruz kalan hamile kadınların erken doğum riskinin arttığını ortaya koyan bir çalışma durumun ciddiyetini yeterince koyuyor. İşte İtalyan araştırıcıların yaptığı çalışmada ortaya konulan “Plasticenta” fenomeni, bu plastiklerle beraber çok sayıda kimyasala da maruz kalındığının açık bir göstergesi. Artık “plastiğin insan sağlığına olumsuz etkisi net değil” derken daha dikkatli olmakta fayda var.

Sargasso Denizi’nde ilk defa rapor edilmelerinin üzerinden neredeyse 50 yıl geçen plastiklerin yıllık üretimi 400 milyon tona ulaşmış vaziyette. Bu plastiklere yıllık olarak yaklaşık 25 milyon ton da kimyasal zehir ekleniyor. Tüm bu toksik bomba,  artık küresel bir sağlık probleminin de nedeni konumunda. Bu miktardaki plastik bağımlılığı, son tahlilde artık doğmamış çocuklara kadar bile ulaşmış halde. Hikâyesi bir kimya mucizesi olarak başlayan plastikler ve onun küçük hali olan mikroplastikler, artık zehirli bir trajedi hikâyesine dönüştü ve gelecek nesilleri daha doğmadan esir alabiliyor.

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.