Dış Köşe

Rahat uyu babacığım – Füsun Çiçekoğlu

0

1976 kışı… Siyasal ikinci sınıftayım. Mitinglere, boykotlara katılmam, uzun dernek toplantıları sonrası eve geç dönmem evde huzuru bozuyor. Evden ayrılmaya karar veriyorum.

Evin girişinde, bir iki parça giysi ve en sevdiğim beş altı kitabımdan ibaret eşyamı doldurduğum naylon torba elimde, annemle babama kararımı bildiriyorum. Kapı ağzında konuşuyoruz biraz. Her soruya cevabım var, henüz akla gelmeyenlere bile…

Kararımdan caymayacağımı anlayınca babam, kapının önüne geçiyor, “Gitme,  içerde ışık yanmazsa nasıl geçerim senin odanın önünden?” diye ağlamaya başlıyor.

Annem, babama engel olmaya çalışıp, “Bırak gitsin, alır boyunun ölçüsünü nasılsa iki aya varmaz döner geri!” diyor.

Babam, torbayı elimden almaya çalışırken sendeliyor, torbanın sapı elinde kalıyor. Eşyalar yerde. Babamla birbirimize bakıyoruz. Güleceğim geliyor. Güleyim istiyor babam. Gülmüyorum.

Hoyrat bir kararlılıkla dökülen eşyaları tıkıştırıyorum torbaya. Babam, ağlamaya devam ediyor. Elimi tutup öpüyor ben merdivenden inmeye başlamışken. Çekip elimi, gidiyorum arkadaşlarla beraber kiraladığımız eve.

Geçici işler bulunuyor arkadaş evini geçindirmek için. Bir yandan da mitinglerin boykotların dışında işler de var artık, okulda olmuyorum pek. Ege Mahallesi, Boğaziçi Mahallesi, Saime Kadın, Altmışevler…

Önceden varlığından bile haberdar olmadığım mahallelerde geçiyor zamanım. Yapılacak iş çok, kadınlara okuma yazma dersleri, eğitim çalışmaları, yoksul halkın hak araması mücadelesine destek olmaya çalışmak…

Babam uğruyor arada bir Siyasal’a. Onun uğrayacağını öğrenince geliyorum ben de zaten okula sadece. Bana belli etmemeye çalışarak harçlık koyuyor çantama. Hiçbir şey söylemiyoruz birbirimize görmezden gelmeler konusunda. Ne o günlerde ne de sonrasında.

İki yıl kadar sonra bende soruların cevaplardan fazla olmaya başladığı sıralarda, babamın sağlığı bozuluyor, eve geri dönüyorum. Eve döndüğüm gün başucumda bir demet nergis buluyorum.

Babam elinde iki fincan sütlü kahve ve bisküviyle geliyor odama. Karşılıklı oturuyoruz. Hep yaptığımız gibi, ben yatağın üstüne bağdaş kuruyorum, babam çalışma masamın sandalyesine ilişiyor. Bisküvileri kahveye batırıp yiyoruz sessizce. Hadi ben gideyim, odan seni özlemiştir, diyor sonra. Eve dönmenin ağırlığını hiç hissettirmiyor babam bana. Ne o gün ne daha sonra.

Ülkenin kan revan yılları yine… 24 Ocak 1980 kararları açıklanıyor. Babam haberleri izlerken, “Hepimizi fakr-u zarurete düşürecek bunlar!” diyor. Sonrasında zaman hızlanıyor sanki.

1980 Kasımında, ablamı İstanbul’da gözaltına aldıklarını öğrendiğimizde, gece sabaha kadar okul kitaplarım da dâhil matbuat namına ne varsa banyo küvetinde ıslatıp hamur haline getirip çöpe taşıyoruz annemle Ankara’da.

Babam İstanbul’a gidiyor, ablamla görüşeceğinden emin. Bana, “Ağlama geçer bugünler,” diyor telefonda sabah. O akşam polisler evi kuşatmaya alıp bastıklarında, İstanbul’daki yazlık evde tek başına babam. “Kapı çaldı, ‘Polis, açın!’ diye bağırdı biri.

Apartmanın merdivenlerinde neredeyse siper almış, silahlarını kapıya doğrultmuşlar. Açtım kapıyı, içeri buyur ettim, şaşırdılar. Ben Yargıtay Başsavcı Yardımcısıyım, buyurun görevinizi yapın, dedim. Mahalleyi sardıklarını sonradan kendileri söylediler. Ne gerek varsa, biz hiç mi görev yapmadık sanki!” diye anlatıyor o geceyi. Polislere kahve yapmış evi ararlarken.

Babam, değil görmek, izini bile bulamıyor İstanbul Emniyetinde ablamın. İstanbul’dan Ankara’ya gönderiyorlar; 19 Aralık 1980’de, gözaltına aldıktan 55 gün sonra tutukluyorlar ablamı. 20 Aralık’ta gazetelerde çıkıyor tutuklanma haberi.

Üç gazete alınırdı eve: Cumhuriyet, Hürriyet, Milliyet. Gazete okumak törendi babam için. Sabah kahvesini kendi yapar, oturma odasında köşede duran kocaman kırmızı koltuğuna kurulurdu keyifle.

Gördesli annesinin şivesini taklit ederek, “Ceridelerde ne varmış bakalım bugün?” deyip kendi yaptığı taklide en çok kendi gülerdi. “Annem delebik saçlı Hasan’ım, diye severdi beni,” diye başlar, şivenin tadını çıkara çıkara devam ederdi Gördes’teki çocukluk anılarına bazen, eğer keyfi yerindeyse. Üç gazeteyi de ölüm ilanlarına varana kadar okurdu dikkatle. Bazı köşe yazılarını keser, saklardı.

20 Aralık günü gazeteleri kaldırıp kenara koydu, okumadı.

Ablam dört yıl hapis yattı. İlk iki yılı Mamak’ta, sonrası Ulucanlar’da. Babam, ablamın avukatlığını üstlendi. Ulucanlar’a, ablamın avukatı olarak gitti iki yıl boyunca. Her ziyaret sonrası eve nefes nefese gelir, koltuğuna yığılır gibi otururdu. Kahve de, gazete de keyfini yerine getirmeye yetmezdi öyle zamanlarda. Neden sonra söylediydi, vaktiyle savcılık yaptığı Ulucanlar cezaevinde çantasını, üstünü başını didik didik aramalarının, şapkasının içine kadar bakmalarının nasıl gururunu kırdığını.

“Ben bu devlete kırk yıl hizmet ettim, reva mıydı bu yaptıkları!” dedi, kalp yetmezliği prostat hastalığını tetiklediği için apar topar ameliyata alınırken, narkoz verilmezden az önce. Narkozu kontrollü vermişler, kalbi durmasın diye. Eti kesilirken acıyı hissettiğini söyledi ameliyattan çıkınca. İşkence ediyorlar zannetmiş. Kabullenmiyor zannediyorlardı evdekiler devletin ettiklerini, şaşırmışlardı sözlerini duyunca. Oysa ben farkındaydım, babam görmezden geliyordu sadece.

Ameliyatından altı ay sonra bir gün, evden çıkıyordum ki, bana bir sır verecek gibi sesini kısarak, “Bunu sadece sana söylüyorum, sakın kimseye bahsetme. 10 liranın yüzüne basılı resmi değiştirmişler, Atatürk’ün yerine o rezilin, Kenan Evren’in resmini koymuşlar” dedi, elindeki parayı göstererek bana. “Resim değişmemiş ki baba, aynı işte.” dedim. “Üstümü arayacaklar yine, eve gelecekler, kahve yapmak lazım…” diye devam etti, sayıklar gibi. Ben ağlamaya başlayınca, “Ağlama geçer bugünler de” dedi. Sonra hiçbir şey olmamış gibi mutfağa gitti, hiçbir şey olmamış gibi yaptık sonra… Altı ay daha yaşadı babam.

Bu yıl 15 Nisan’da, yirmi beş yıl olacak babam öleli. Dün mezarına gittim yine. Mezarının etrafını temizledim. Bir demet nergis götürdüm. Ayakucundaki suluğu temizleyip içine yerleştirdim çiçekleri. Sitem ederdi bazen bana, arkadaşlarınla konuştuğun kadar konuşmuyorsun benimle diye, uzun uzun konuştum babamla dün. ‘İnsanın arkadaşları da azalıyor zamanla, arkadaşlarıyla konuşacakları da.

Bak yanındayım şimdi. Mezar taşını yeniletip, “Anacığının delebik saçlı Hasan’ı… Sen dünyanın en iyi babasıydın… Rahat uyu…” yazdırsam diyorum başucundaki taşa babacığım,’ dedim. Her gün hasretle yâd ettiği babaannemin dokuduğu halıları, hamaratlığını anlatırdı anacığını özledikçe babam, onun ayakucuna gömülmeyi vasiyet ederdi ardından da.

Delebik’in sözlük anlamını öğrendiğimde bozulmuştum biraz. “Ege yöresinde cılız, iyi büyümemiş bitki anlamında kullanılan sözcük” yazıyordu sözlükte ‘delebik’ için. Oğlu onu o kadar sevsin de, babaannem, babacığımın güzelim gür saçlarını cılız bitkilere benzetsin! Geçenlerde bir yazıda okuyunca ferahladım; Milas’ta yaprak ve çiçek motifli bir halı desenine verilen isimmiş de meğer delebik. Anacığının, saçlarını dokuduğu halılardaki güzel çiçeklere benzettiği kıymetli oğlu, kırgın öldü dünyaya…

Babam, yatağımın başucunda her akşam kitap okurdu bana çocukken. Dün de, ben ona okudum yanımda götürdüğüm kitabı. Okumaya başlamazdan önce, ‘Sakın yanlış anlama, sen sert de olmadın pervasız da hiç bir zaman, kalp kırmadın hiç.’ dedim babama. Sonra John Berger’in, “Buluştuğumuz Yer Burası” kitabının 183. Sayfasını okudum:

“Yaptığım her şey babamın geleceğim için endişelenmesine yol açardı. Ben de onun inandığı her şeyi yıkmak isterdim. Babam beni kurtarmaya çalışıyordu, ıssızlığın ortasında bir siperden yüzüstü sürünerek çıkıp beni görece güvenli bir yere doğru çekmeye; ben ise, gençliğin kibri ve korkusuyla, babama özgürlük dediğim şeye ulaşmanın mümkün olduğunu ispatlamaya çalışıyordum.

Kavgalar bazen sert ve acımasız olurdu, ikimiz de pervasızdık.

O benden daha sık ağlardı, çünkü benim açtığım yaralar eski yaraları deşerdi; oysa onun bende açtığı yaralar gençlik isyanına çoklukla eşlik eden koruyucu öfkeyi kışkırtırdı. … (Bunları eskimiş bir kurşun kalemle yazıyorum, kalemin izi öyle silik ki yazdıklarımı gece ışığında yeniden okumam mümkün olmuyor; çünkü babamın ölümünden yirmi beş yıl sonra bile bu söylediklerim ancak fısıldanarak söylenebilir.)”

Ölümünden yirmi beş yıl sonra, anacığının ayakucundaki mezarının başında, onun vaktiyle benim için ağladığı gibi ağladım dün. Sonra da fısıltıyla şöyle veda ettim babama: “Çarşamba günü o rezili, Kenan Evren’i yargılamaya başlıyorlar. İnanmasam da bu eksik yargının adaletine, başlangıçtır… 4 Nisan’da senin için de Ankara Adliyesi’ndeyim. Rahat uyu babacığım.”

Füsun Çiçekoğlu – www.bianet.org

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.