2010’ların en büyük yatırımlarını alan alışveriş merkezlerinde doluluk oranları azalıyor. Gerekli dönüşümleri geçirmeyen AVM’ler, yüksek rekabet ve salgının da etkisiyle ‘hayalet’ yapılara dönüştü.
Dünya Gazetesi‘nden Yener Karadeniz‘in özel haberine göre, 2006-2015 arasında 278 AVM açıldı, İstanbul’da Levent ve Bakırköy gibi ilçelerde AVM sayısı, Avrupa Birliği (AB) ortalamasını beş katına çıktı.
Bu dönemde açılan AVM’lerin bazıları ise borçları dolayısıyla bankalara devredildi, bazısı ihale yöntemi ile satışa çıkarıldı. AVM’lerin zarar etmemesi için en az 120 markayı bünyesine alması gerekse de salgın öncesinde başlayan yabancı markaların ülkeden çıkışı ve yerli markaların mağazalaşmada isteksizliği, doluluk oranlarını negatif etkiledi.
Yener Karadeniz’e konuşan Alışveriş Merkezleri ve Yatırımcıları Derneği Başkanı Hüseyin Altaş, AVM’lerde markalar açısından çok fazla sirkülasyon yaşandığını aktararak “Salgın öncesinde yüzde 100’e yakın olan doluluk oranları yüzde 7-8’e geriledi” dedi.
Açığı turistler kapatıyordu
KDM Alışveriş Merkezleri Kiralama ve Yönetim Danışmanlık Kurucusu Murat İzci ise ise doluluk oranlarının yüzde 85’lere düştüğünü belirterek ekonomik sıkıntıların “markaların şubeleşme, tüketicilerin alım, yatırımcıların da yatırım iştahını kestiğini” söyledi.
AVM’lerin girdiği sıkıntıların arasında, yatırımların geri dönüş süresinin uzaması da yer alıyor. İzci şöyle diyor: “AB’nin dörtte biri kadar kazanıp, dörtte üçü kadar AVM’ye ev sahipliği yapıyoruz. Bugüne kadar bu açığı turistler kapattı. Ama salgında o da düştü. Salgın öncesinde bir turist on yerli kadar alıveriş yaparken şu an bu rakam beşe geriledi.”
Rize‘de Çay Üreticileri Meclisi‘nin taleplerini iletmek için topladığı imzaları Çaykur Genel Müdürlüğü‘ne yürüyüşle teslim edeceğini duyurmasının ardından Rize Valiliği beş gün süreyle toplantı ve gösteri yürüyüşlerini yasakladığını duyurdu.
“Milli güvenlik sorunu” olarak nitelenen eylemlere ilişkin yasak kararında, “İlimizdeki huzur ve güven ortamını bozmak amacıyla kişi ve gruplarca suni gerekçeler oluşturmak için basın açıklaması, toplantı ve gösteri yürüyüşü yapacakları alınan istihbari bilgiler ve sosyal medya paylaşımlarından anlaşılmıştır” ifadeleri kullanıldı.
Açıklamada, yasağın gerekçesi olarak “terör örgütü üyelerinin gruplar içine girip bombalı silahlı saldırılar yapabileceği, olayarın tüm il geneline yayılabileceği” öngörüsü sunuldu:
“Basın açıklaması, gösteri yürüyüşü ve her türlü eylemin marjinal gruplarca provoke edilebileceği ve bu sayede yasadışı örgütlerin meydana gelebilecek olayları propoganda malzemesi olarak kullanabilecekleri, tedbir alan güvenlik görevlilerine yönelik eylemde bulunulabileceği eylemler sırasında gösteri gruplarının arasına sızabilecek illegal örgütlere müzahir kişilerin güvenlik kuvvetleri ve vatandaşa karşı taşlı sopalı maytaplı molotoflu el yapımı bombalı ve silahlı saldırılar gerçekleştirebileceği, olayların tüm il geneline yayılması halinde telafisi mümkün olmayan toplumsal olaylar meydana gelebileceği değerlendirilmiştir.”
İmzalardan dahi korkuyorlar
Üreticiler, kararı “Rize Valiliği üreticilerin talepleri için topladığı imzalardan dahi korkuyor ve yasaklarla üreticinin sesini kısmak istiyor” diyerek değerlendirdi.
“Yasak kararı yok hükmündedir” diyen çay emekçileri, talepleri örgütlemeye devam edeceklerini ve imzaları Çaykur Genel Müdürlüğü’ne teslim edeceklerini söyledi.
Çay emekçileri geçen ay Artvin, Rize, Trabzon, Giresun‘da stantlar kurarak, üreticiler ve vatandaşalar için imza kampanyası düzenlemişti.
Öte yandan yasak kararının alınmasında, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan‘ın 14 Mayıs’ta Rize-Artvin Havaalanı’nın açılışı nedeniyle kente gelecek olmasının etkisi olduğu öne sürülüyor.
Cesaretimiz ve cüretimiz var çünkü bizler emeği için direnen üreticileriz taleplerimiz karşılanana kadar mücadele edeceğiz.
Üreticiiler, daha önce Çaykur Genel Müdürlüğü önüne yaptıkları çağrıda da şöyle demişti:
“Ülkemiz derin bir ekonomik kriz içinde her gün, başta temek gıda maddeleri olmak üzere tüm tüketim malzemelerine zam geliyor. Geçen yılla kıyasladığımızda gelirlerimiz eridi, alım gücümüz 1/4 oranında düştü.
Temel gelir kaynağımız olan yaş çay hasadı için tarlalara gireceğiz. Ancak hasat başlamadan daha gübreleme döneminde gübre alımı için borçlandık. Hsasat dönemi maliyetleri yüzünden daha da borçlanacağız.
Kaos GL Dergisi’nin Mayıs-Haziran 2022 sayısı İklim dosya konusuyla yayınlandı. Derginin editör yazısı şu şekilde:
“İklim değişikliğiyle mücadele yöntemlerinden birisi ekonomik ve çevresel sürdürülebilirlik adına gerekli unsurların kalkınma modellerine dahil edilmesi olarak ele alınabilirken, diğeri sosyal adaletin sağlanmasıdır. İklim değişikliği kişileri farklı şekilde etkiler ve en çok ayrımcılığa uğrayanlar, güvenlik hakkı ve sosyal adalete erişim haklarından faydalanmaları engellenen kişilerdir. LGBTİ+’lar da bu etkiye açıktır ve bu durumdan etkilenmektedirler. İklim adaleti içerisinde, gelişmekte olan ve gelişmiş ülkeler arasındaki kaynak dağılımının irdelenmesini barındırırken; aynı zamanda cinsiyetler ve kimlikler arası, kuşaklar arası, ekonomik sınıflar arasındaki ilişkileri de ele almaktadır. Peki, tüm bunlar arasındaki ilişki ve güncel tartışmalar bize ne anlatmakta?
Kaos GL Dergisi’nin İklim sayısında bu alandaki güncel tartışmalara yer açmaya çalışırken, “Toplumsal cinsiyet, LGBTİ+’lar ve iklim değişikliği arasındaki ilişki nedir? LGBTİ+’lar iklim değişikliği ile mücadelede nasıl zorluklar ve tehlikelerle karşı karşıya kalmakta? Ekofeminizm ve queer ekoloji kavramlarına dair güncel tartışmalar ne ifade etmektedir? Söz konusu iklim krizi olduğunda sivil toplum örgütleri ve aktivistler nasıl adımlar atabilir? Queer sanat ve iklim nasıl bir noktada kesişiyor?” sorularına ve fazlasına yanıtlar aradık.”
İklim sayısında kimler yer aldı?
17 Mayıs Derneği’nin de katkılarıyla hazırlanan İklim dosyasına Karin Herrström, Yasemin Bahar, Özlem Altıparmak, Yunus Kara, Özge Gökpınar, Özge Özgüner, Funda Uğraş, İrem Yanpar Coşdan, Furkan Öztekin, Özgür Renkler Derneği, Genç LGBTİ+ Derneği ve Lavender LGBTİQ+ yazıları ve röportajlarıyla katkı sundu.
Güncel Sayfalar’da ise Gizem Karagöz, Defne Güzel, Onur Köybaşı, Ayça Şebnem, Ali Bulunmaz, Merve Engür, Deniz Satır Hartikainen ve Belgin Günay yazıları ve röportajlarıyla eşlik etti.
Kapak ve umumda Hasan Doğan Yılmaz’ın çalışmaları yer alırken; yazılara çizimleriyle Cansu Dinç eşlik etti.
Kırsal Çevre ve Ormancılık Sorunları Araştırma Derneği ormanların geleceği için bir tehdit unsuru olan biyokütle enerji santrallerine (BES) dikkat çekti. Türkiye’de son yıllarda sayısı hızla artan BES’lere ilişkin yapılan açıklamada söz konusu santrallere hem elektrik üretim fiyat desteği yoluyla hem de halk sağlığı ve çevre koruma yükümlülüklerinden muafiyetler sağlanarak çeşitli teşvikler verildiğine değinildi.
Yenilenebilir Enerji Kaynaklarını Destekleme Mekanizması (YEKDEM) kapsamında 2011’de teşvik listesindeki biyokütle enerji santrali sayısı sadece üç iken, 2022 listesinde bu sayısı 300`e yaklaştı.
YEKDEM teşvik listelerinde yer alan biyokütle santrallerinin yıllara göre sayısı. Kaynak: Kırsal Çevre ve Ormancılık Sorunları Araştırma Derneği
Biyokütle santralleri temelde atık yakarak enerji elde edilen tesisler olarak tanımlanıyor. Hammadde olarak kentsel çöp, arıtma çamurları, tarım artıkları, hayvansal atıklar, atık lastik ürünleri gibi çok çeşitli yakıtlar kullanan biyokütle santralleri ormancılık ürünlerini de enerji elde etmek için yakıt olarak kullanabiliyor. Dernek tarafından yapılan açıklamada şunlara değiniliyor:
“Oduna dayalı biyokütle santralleri hammadde olarak ‘orman atığı’ tabirini kullanmakta ve sanki ormanlardan uzaklaştırılması, bertaraf edilmesi gereken atıklar varmış gibi kendilerini ‘orman atığı bertaraf tesisi’ olarak lanse etmektedir. Gerçekte ise ormandaki kesimlerden arta kalan kabuk, ince dal, talaş ve yaprak gibi parçalar atık değil ormancılık artığı olarak adlandırılır ve orman ekosistemi için gübre niteliğinde organik maddedir. Orman ekosistemi içerisindeki besin ve yaşam döngüsü, bu parçaların çürüyerek toprağa dönüşmesine bağlıdır.”
YEKDEM listesinde 40’tan fazla biyokütle santrali orman atığı yakacağını belirtti. Bu santrallerinin “orman atığı” hammadde ihtiyacı ise toplamda 8-12 milyon m3 düzeyinde.
Kaynak: Kırsal Çevre ve Ormancılık Sorunları Araştırma Derneği
Sadece bir adet 10 MW kapasiteli biyokütle santrali için 100 bin ton/yıl civarı ormandan yakıt hammaddesi gerekiyor. Bu kapasite için bir ilçenin ya da tüm ilin kapasitesi yetmezken, birkaç ilin tüm orman ürünlerinin sadece bir tesise yönlendirmesi gerekiyor. Dernek tarafından yapılan açıklamada konuya ilişkin olarak şunlara dikkat çekildi:
“Orman ürünlerine dayalı biyokütle santralleri için alınan lisans ve izinlerde kağıt üzerinde bu tesislerde kök, kabuk, talaş, ince dallar gibi ‘orman atığı’ yakılacağı beyan edilse de, ‘orman atıkları’ bu tesislerin yakacak hammadde ihtiyacının dişinin kovuğuna yetmediğinden nihayetinde bu tesislerde bizzat ormanlardan kesilen odunlar yakılmakta ve bunun sonucunda da ormanlardan kesim baskısı artmaktadır.”
Kaynak: Kırsal Çevre ve Ormancılık Sorunları Araştırma Derneği
Açıklamada 5346 sayılı Yenilenebilir Enerji Kanunu’na göre yasak olmasına rağmen biyokütle santrallerinde doğrudan tomrukların depolanıp yakıldığının dahi görüldüğü vurgulanarak şu ifadelere yer veriliyor:
“Özet olarak ‘orman atığı’na dayalı biyokütle enerji santralleri yenilenebilir, çevre ya da iklim dostu enerji santralleri olmadığı gibi, ormanların geleceği için büyük tehdittir. Birçok şehirde kurulması için teşvik verilen oduna dayalı biyokütle santrallerine izin verilmemeli, halen plan ya da izin aşamasındaki bu santraller durdurulmalı ve 5346 sayılı kanunun 3’üncü maddesindeki ‘biyokütle’ tanımından ‘orman ürünleri’ ifadesi çıkarılmalıdır.”
Kaynak: Kırsal Çevre ve Ormancılık Sorunları Araştırma Derneği
Kırsal Çevre ve Ormancılık Sorunları Araştırma Derneği tarafından ortaya koyulan Nisan 2022’de yayımlanan “Ormanların geleceği için büyük tehdit: Elektrik üretimi için ormanları kullanan biyokütle enerji santralleri” başlıklı rapora göre; ormancılık artıkları ekosistem için oldukça önemli.
Raporda orman ekosistemi içerisindeki besin ve yaşam döngüsünün, ormancılık atıkları içerisinde bulunan parçaların çürüyerek toprağa dönüşmesine bağlı olduğu belirtilerek “Bu parçaların ormandan uzaklaştırılmasıyla ekosistem çöküntüye gider” ifadeleri kullanılıyor. Raporda ayrıca şunlara dikkat çekiliyor:
“Birçok orman ekoloğunun vurguladığı gibi sadece ormancılık artıkları değil, ormandaki ölü ağaçlar da (devrik, ayakta kuru vb.) yüzlerce farklı canlı türüne yaşam kaynağı ve alanı olabilen başlı başına bir ekosistemdir. Çürümenin her aşamasında farklı canlılar rol alır ya da bu ölü ağaçlardan faydalanır. Ormanlardan yanıcı madde temizliği gibi nedenlerle bu ölü ağaçların alınması aslında bu ormanları ekosistem olarak fakirleştirir. Yanıcı madde temizliği yangın hassasiyeti yüksek olan Akdeniz ve İç Anadolu’nun kuru ormanlarında geçerli bir konu olup, sadece bu ormanlarda belirli bir yangın önleme programı çerçevesinde, belirli alanlarda (örneğin yerleşim yerlerine, yollara yakın yerlerde belirli ölçülerde şeritler halinde) uygulanması önerilebilir.”
Afyon’un Çay ilçesindeki biyokütle santralinde 3.05.2021 tarihinde çıkan yangında santralde odun ve tomrukların depolandığı ortaya çıktı – Fotoğraf: AA
“Teşvik verilen santrallerin sayısı ve kapasitesi düşünüldüğünde, biyokütle santrallerinin ormanlara etkisinin korkunç boyutlara ulaşacağı şimdiden tahmin edilebilir” ifadelerine yer verilen raporda santrallerin orman köylüsünün yakacak odun ihtiyacına erişimini engellediği belirtiliyor.
Ayrıca, 12 Mayıs’ta Ankara Barosu Eğitim Merkezi (ABEM) konferans salonunda Ankara Barosu Kent ve Çevre Merkezi ile ve Kırsal Çevre Derneği işbirliğinde “Ormanların Geleceği İçin Büyük Tehdit: Biyokütle Enerji Santralleri” konulu panel gerçekleştirilecek.
Dünya Meteoroloji Örgütü’nün (WMO), hazırladığı son iklim raporunda, küresel ısınmanın geri dönülmez sınırın eşiğinde olduğu bildirildi.
Küresel Yıllık- Onyıllık İklim Güncellemesi‘ne göre, 2022 ile 2026 arasında en az bir yıl boyunca küresel sıcaklığın endüstri öncesi (1850-1900 ortalaması) seviyelerin 1,5 derece üzerinde olma ihtimali, olmama ihtimali kadar yüksek: Yüzde 48.
2017 ile 2021 yılları arasında ise bu ihtimal yüzde 10 olarak belirlenmişti.
Yani, önümüzdeki beş yılın en az birinde yıllık ortalama küresel sıcaklık geçici olarak sanayileşme öncesi seviyenin 1,5 °C üzerine çıkma olasılığı yarı yarıya ve bu olasılık zaman içinde artıyor.
En sıcak yıl geliyor
Yıllık güncelleme, karar vericiler için eyleme dönüştürülebilir bilgiler üretmek için uluslararası alanda tanınan iklim bilimcilerinin uzmanlığından ve dünyanın önde gelen iklim merkezlerinin tahmin sistemlerinden yararlanıyor.
WMO ayrıca 2022 ile 2026 arasındaki en az bir yılın, en sıcak yıl olan 2016’yı geçme olasılığını yüzde 93 olarak hesapladı. Önümüzdeki beş yılın sıcaklık ortalamasının önceki beş yıldan daha yüksek olma ihtimali de yüzde 93 oldu.
Neden önemli?
WMO raporuna öncülük eden Met Office‘ten Dr. Leon Hermanson, çalışma bulgularını şöyle değerlendirdi:
“Son tahminlerimiz, 2022 ile 2026 arasındaki yıllardan birinde 1,5 derece üzerinde ısınmaya işaret ederken, küresel sıcaklık artışının da devam edeceğini gösteriyor. 1,5 derecenin üzerinde tek bir yıllık aşım, Paris İklim Anlaşması‘nın ikonik eşiğini aştığımız anlamına gelmese de 1,5 dereceyi geçeceğimiz uzun periyoda giderek yaklaştığımızı gösteriyor.”
Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) de iklimle ilgili risklerin, 1,5 derecelik ısınmaya varıldığında şu anda olduğundan daha yüksek; ancak 2 derece ısınmanın etkilerine göre daha düşük olacağını söylüyor.
1,5 derece rastgele bir hedef değil
WMO Genel Sekreteri Prof. Petteri Taalas daçalışmanın 1,5 dereceyi geçici olarak aşmaya yaklaşmanın ne demek olduğunu şöyle anlatıyor:
“1,5 derece, rastgele bir istatistik değil. Bu, iklim değişikliği etkilerinin insanlar ve tüm gezegen için giderek daha zararlı hale geleceği noktayı temsil ediyor.”
Sera gazı salmaya devam ettiğimiz sürece sıcaklıklar yükselmeye devam edecek. Bunun yanı sıra, okyanuslarımız daha sıcak ve daha asidik olacak; deniz buzu ve buzullar erimeye ve deniz seviyesi yükselmeye devam edecek, hava koşulları daha aşırı hale gelecek. Arktik ısınma halihazırdaorantısız bir şekilde yüksek; Kuzey Kutbu’nda olanlar hepimizi etkiliyor.”
2021 için Küresel İklimin Nihai Durumu raporu 18 Mayıs’ta yayınlanacak.
Burdur Gölü’nde alg patlaması yaşandı. Evet, her sene ve neredeyse her ay olduğu gibi… Burdur Gölü yıllardır alg patlamaları, kirlilikle birlikte değişen rengi ve çevreye yayılan rahatsız edici kokularla gündeme geliyor. Önceden her sene havalar ısındığında yaşanan alg patlamalarıyla gündeme gelen Göl artık neredeyse her ay aynı konuyla birlikte anılır oldu.
Gölün gündeme gelmesine sebep olan bir diğer konu ise bölgede görülen canlı türlerinin kirlilik tehdidi altında olması ve bazılarının göç ederken artık bölgeyi tercih etmemesi. Peki doğal bir göl olan Burdur Gölü’nün bu hale gelmesine sebep olan nedir ve neden artık mevsim fark etmeksizin alg patlamaları yaşanıyor? Soruyu Türkiye Tabiatını Koruma Derneği (TTKD) Bilim Danışmanı Dr. Erol Kesici’ye yönelttik.
Fotoğraf: Bilal Altıok / Anadolu Ajansı
‘Öncelikli nedeni kirlilik’
Süleyman Demirel Üniversitesi, Eğirdir Su Ürünleri Fakültesi emekli öğretim üyesi ve Su Enstitüsü kurucusu, sulak alanlar ve sulak alanların korunması üzerine çok sayıda çalışması bulunan Limnolog Dr. Erol Kesici, Burdur Gölü’nün bu hale gelmesinin öncelikli nedenin kirlilik olduğunu söylüyor ve ekliyor:
“Alg patlamaları artık mevsimine bakmıyor. Temel nedeni kirlilik, kışın da görünüyor, her mevsim her ay neredeyse görünür hale geldi. Alg patlamaları, suyun 16 santigrat dereceye kadar çıkmasıyla birlikte, kirlilik nedeniyle meydana geliyor.”
Fotoğraf: AA
Gölü zehirleyen siyanobakterilerde artış
Burdur Gölü’ndeki istilanın başrolünde renklerinden dolayı mavi yeşil algler olarak adlandırılan siyanobakteriler bulunuyor.
Peki bu siyanabakteriler gölü nasıl zehirliyor? 2009’da yapılan bir çalışma buna ışık tutuyor. Araştırma kapsamında Türkiye’nin en önemli doğal tatlı su gölleri Eğirdir, Beyşehir, Kovada, Büyükçekmece, Uluabat ve Eber ile doğal tuzlu Burdur ve Bafa göllerinde yapılan su analizlerinde tespit edilen siyanobakteri türlerinin yaklaşık dört kat artış gösterdiği görülmüştü.
Kuruma, yok oluş ve ölüm tehlikesi
Siyanobakterilerin göl ve su kaynaklarındaki balıkların oksijensiz kalarak boğulmalarına sebebiyet verdiği belirtiliyor. Ayrıca mavi yeşil algler ve su yosunu da denilen siyanobakterilere ilişkin Dr. Kesici geçen sene de uyarıda bulunmuş, “Mavi-yeşil alg istilasına uğrayan göllerimiz, limnolojik ve ekolojik olarak yaşamlarının son evresi olan ‘bataklıklaşma’ evresine doğru gitmektedir. Sonuç, kuruma ve yok oluş” demişti.
Dr. Kesici Burdur Gölü’ndeki siyanobakteri türünün Nodularia olduğunu belirtiyor. Bu türün ölüme kadar varan hastalıklara sebebiyet verebileceği bildiriliyor.
Mersin Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi’nden Prof. Dr. Mehmet Tahir Alp, Ankara Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ayşe Nilsun Demirve Hacer Merve Koca’nın içsulara ilişkin çalışmasında ise insanlarda çeşitli hastalıklara, kuş ve sucul canlılarda ölümlere sebep olan toksin üreticisi 40 farklı siyanobakteri türü bulunduğu bildirilirken Nodularia türüne de ayrıca değiniliyor. Buna göre Nodularia türü aşırı çoğalan cinslerden ve bu cinslerden bazıları toksin üretiyorlar. Söz konusu toksinlerin insanlarda ve diğer canlılarda hastalıklara ve hatta ölüme yol açtığı bildiriliyor.
Çalışmaya göre Nodularin türü karaciğeri hedef alıyor. Nodularinin fosfataz enzimlerini engelleyerek tümör baskılayıcı proteinlerin etkilenmesine neden olduğu ve bu durumun hücrenin hızla bölünmesini ve tümör oluşumunu teşvik edebileceğinin bildirildiği belirtiliyor.
Geçen sene kuraklık nedeniyle geçmiş yıllarda sahil olarak kullanılan Şeker Plajı, halk plajı ve göl kıyılarında çatlamış toprak örtüsü oluştu.
Onlarca yıl süren tehlike: Artık analize bile gerek yok
35 yılı aşkın bir süredir bölgeyi gözlemlediğini belirten Dr. Erol Kesici, söz konusu sorun karşı herhangi bir önlem alınmadığının altını çizerek “Su analizi yapmaya bile artık gerek yok. Kirlilik dışarı vurmuş bir halde. Göl ‘Artık yeter anlayın, hastayım’ diyor” şeklinde konuşuyor.
Bölgede tarımsal, evsel ve sanayi kirliliği olduğunu belirten Dr. Kesici, bu kirlilikten kaynaklı azot ve fosfat gibi organik ve inorganik kirlilik yapıcı maddelerin gölde aşırı derece depolanmış olduğunu aktarıyor ve ekliyor:
“Burdur Gölü 30 yıldır çok yoğun bir kirlilik baskısı altında.”
Gölde su seviyesi düşüyor
Gölde aynı zamanda kuraklık da yaşanıyor. 2020’ye gelindiğinde göl, su kapasitesinin üçte birini kaybetmişti. Ekim 2021’e gelindiğinde ise su seviyesinin son 50 yılda 17,7 metre düştüğü bildirildi. Geçen sene kuraklık nedeniyle geçmiş yıllarda sahil olarak kullanılan Şeker Plajı, halk plajı ve göl kıyılarında çatlamış toprak örtüsü oluştu.
Burdur Gölü’nde su seviye ölçümü, Aralık 1959’da 851,32 metre olarak kaydedilirken, gölde ölçülen en yüksek su seviyesi ise 1970’de 857,54’ydi. 1 Haziran 2021 itibariyle ise gölün su seviyesi 839.83 metre olarak kaydedildi. Gölün yüzeyi ise 123,45 kilometrekareye, hacim ise 3731,67 hektometreküpe düştü.
‘Gölü besleyen kaynaklara müdahale edildi’
Yıllardır göldeki sorunları dile getiren isimlerden biri olan Dr. Erol Kesici’ye kuraklıkla alg patlamaları arasındaki ilişkiyi soruyoruz:
“Alg patlamasıyla su seviyesi arasında elbette ilişki var. Su seviyesi azaldıkça doğal gölde kirlilikle birlikte reaksiyon daha fazla olacaktır. Geçen yıla nazaran yağışlar çok faydalı oldu ama istenildiği gibi değil. Hala seviye kayıpları yüzde 30, 40’larda. Çünkü Burdur Gölü’nü besleyen kaynaklara yapılan müdahaleler var.”
Dr. Erol Kesici
‘Hala gölet istiyorlar’
Burdur Gölü’ne yapılan müdahalelerin arasında göletler, çevredeki taş ve mermer ocakları ve on binlerce sondaj bulunuyor. Dr. Kesici göletlerin göle zarar verdiğinin tescillenmesine rağmen hala yapıldığını ve göle zararını şöyle anlatıyor:
“Gölü besleyen derelerin, çayların önüne hala gölet yapıyorlar. Gölü besleyen kaynakların üzerine gölet yapmak Burdur Gölü’nü yok eder. İsterseniz 365 gün yağmur yağsın, işe yaramaz. “
Peki bu kadar gölete neden ihtiyaç duyuluyor? Soruyu Dr. Kesici’ye yöneltiyoruz:
“Popülist davranışlar… Sulu tarıma teşvik var. Bölgeye giden herkes gölet istiyor. Havaalanı modası gibi. Burdur Gölü’nü mahveden temel nedenlerden biri bu.”
Fotoğraf: DHA
‘Gölün yeraltı sularından beslenmesi engelleniyor’
Gölün çevresinde on binlerce sondaj açıldığını söyleyen Dr. Kesici, sondajlarının kiminin yasal kiminin de yasal olmadığını belirterek söz konusu sondajların gölün yeraltı suyundan beslenmesinin önünde bir engel oluşturduğunu ifade ediyor.
Maden ocakları…
Burdur Gölü’nün dertleri bunlarla sınırlı değil, sırada taş ve maden ocakları var. Söz konusu faaliyetlerin yeraltı sularının tutulup çekilmesi için oluşturulan geçirimli jeolojik birimler olan akiferlerin akışını engellediğini belirten Dr. Kesici, şunları söylüyor:
“Burdur Gölü çevresi, havzası, taş ve mermer ocakları açısından çok yoğun olan bir yer. Gölün ekosistemini bozuyorlar. Bundan herkes sorumlu,orada yaşayanlar, kirletici kaynaklar… Bu insan kaynaklı bir sorun, doğal kaynaklı değil. Belediyenin yapacağı şeyler var ama esas karar verici Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı. Orada aşağıdan giden raporlar değil, burada yaşananlar görülsün. Burada çok tehlikeli bir kirlilik sorunu var.Sorun bir an önce çözülmeli.”
Burdur Gölü, 2017’deki alg patlaması… Fotoğraf: AA
Benzer işler: Marmara’nın müsilajı ve göllerin müsilajı
Göldeki alg patlamasının arından köpürmeler meydana geldiğini ifade eden Kesici, olayı Marmara Denizi’ndeki müsilaja benzeterek “Ben buna göllerin müsilajı diyorum” şeklinde konuşuyor. Göldeki gözle görünür değişim bölgedeki canlıları da etkilemiş durumda. Kesici gölden göçüp giden dikkuyrukları şöyle anlatıyor:
“Bütün doğal göllerde en önemli ekosistemin bulunduğu yer kıyılardır. Sorun kıyı ekosistemini yok ediyor. Ender bulunan, sadece Burdur Gölü’nde yaşayan, burduricus adı verilen iki balık türü var. Onlar üreyemiyorlar. Nesilleri gittikçe tükeniyor. Zaten burada biyolojik çeşitlilik açısından tuzlu olmasından dolayı çok az canlı türü var. Ayrıca dünyaca meşhur olan dikkuyruk kuşlarını artık ne yazık ki göremiyoruz. Bunun sebebi de kirlilik ve suyun kalitesinin giderek değişmesi. Dikkuyruklar ekolojik açıdan çok önemli kuşlar. Göçen kuşlar bunlar. Ama artık Burdur Gölü’nü tercih etmiyorlar. Etmeyişlerinin nedeni; kirlilik, beslenememe, su seviyesinin azalması, tuzluluğun giderek artması.”
Dikkuyruk Fotoğraf: AA
‘Su böyle yönetilmez; yağmur yağsa bir dert, yağmasa başka bir dert’
Ayrıca bu bölgelerin korunması için insanlarda “çevre ahlakı” ve “çevre vicdanı” olması gerektiğini de vurgulayan Dr. Kesici Türkiye’deki su yönetimine ilişkin olarak şunları söylüyor:
“O kadar garip bir ülke olduk ki kamyonlarla kar taşıdılar barajlara arkasından da göletler taşmaya başladı. Su böyle yönetilmez. Yağmur yağsa bir dert, yağmasa başka bir dert. Bizde su yönetimi iflas etmiş halde.“
Son olarak Dr. Kesici Burdur Gölü’nde yaşanacak sorunların Van Gölü’nü, Salda Gölü’nü ve Eğirdir Gölü’nü de etkileyeceğini belirtiyor.
Burduricus
‘Burdur Gölü’nün kurtulması mümkün’
Öte yandan suyu çekilen, kuruma tehlikesiyle karşı karşıya kalan, dikkuyruğun artık uğramadığı, burduricusların üreyemediği ve tuzluluğun giderek arttığı Burdur Gölü için hala kurtuluş mümkün. Ağır metallerin depolandığı gölde öncelikle dip ve kıyı temizliği yapılması gerektiğini söyleyen Dr. Erol Kesici şunları söylüyor:
“Artık yeter! Gölün temizlenmesi, su kalitesinin ve çevredeki hayvancılığın düzenlenmesi, göl ekosisteminin korunması, gölün beslenmesi, tarım ilacı dedikleri ’tarım zehirleri’nin kullanılmaması, iyi düzenlenmesigerekiyor. Sulama sistemlerinin mutlak suretle gözden geçirilmesi gerekiyor. Kaçak kuyuların, sondajların, yeraltı sularını aşırı şekilde çekmesi önlenmeli. Etrafındaki taş ocaklarının, mermer ocaklarının artık kısıtlanması gerekiyor. Yöntem belli, çözümü de belli. Dinlendirilmelidir, sabredilmelidir ama bir an önce ‘yapacağız, edeceğiz’lerden vazgeçilmeli, karar verilmeli, yapılmalıdır.”
Mevsiminde yetişmemiş meyve-sebze, doğa şartlarıyla işbirliği yapılarak değil, doğayla mücadele ederek üretildiğinden, üretiminde hibrid tohum, böcek ilacı ve kimyasal gübre kullanım oranı yükseliyor.
Hormon takviyesi, pestisitler ve doğal olmayan üretim teknikleri ile sebze ve meyvelere neredeyse istediğimiz her zaman market raflarından ulaşabiliyoruz. Ancak besinleri mevsiminde tüketmek hem doğa hem de sağlığımız için oldukça önemli.
Yeşil Düşünce Derneğitarafından hazırlanan takvim, hangi mevsimde neleri yememiz gerektiğini bir kez daha hatırlatıyor. Dernek, “Baharı karşılarken, emek ve dayanışmaya selam göndererek başladığımız bu ayda mevsimsiz soğuklar yaşayacak, doğanın sunduklarına bırakacağız kendimizi” diyor.
Baharı karşılarken, emek ve dayanışmaya selam göndererek başladığımız bu ayda mevsimsiz soğuklar yaşayacak, doğanın sunduklarına bırakacağız kendimizi. Fırtınalar atlatıp meltemler karşılayacağımız Mayıs ayında hangi sebze ve meyveleri almalısınız sizler için derledik.💚 🌻 pic.twitter.com/K7YAt0sshk
— Yeşil Düşünce Derneği (@yesildusun_) May 9, 2022
Doğayı ve doğal olanı korumak, zehirsiz gıdaya ulaşmak, sağlıklı olmak, yerel küçük üreticileri desteklemek, evinizin ekonomisini korumak ve karbon ayak izini düşürmek için mevsiminde beslenmek en basit çözüm.
Birleşik Krallık’da iklim değişikliği alanında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşu Possible, havacılık sektöründe 2000 yılından itibaren belirlenen 50 iklim hedefinden sadece birinin tutturulduğunu açıkladı.
Verilere göre toplumun yüzde 15’i tüm uçuşların yüzde 70’ini gerçekleştiriyor. Raporda “Sık Uçan Yolcu Vergisi” uygulamasının havacılığın ürettiği karbon emisyonuna adil bir çözüm olacağı vurgulanıyor.
‘Kendi koydukları hedefler sessizce terk edildi’
Guardian’ın aktardığına göre, hazırlanan raporda 2000 yılından bu yana uluslararası havacılık endüstrisinin kendisine koyduğu iklim hedefleri gözden geçirildi. Raporda havacılığın söz konusu 50 iklim hedefini ya tutturamadığı ya terk ettiği ya da unuttuğu belirlendi. Rapora göre sadece bir havayolu, belirlediği hedefler arasından sadece birini hayata geçirebildi.
Raporu hazırlayan uzmanlar bunun nedenlerini; hedeflerin bazılarının belirsiz tanımlar içermesi, bazılarının değişmesi, bazılarının tutarsız raporlanmaları ve bazılarının sessizce terk edilmesi olarak açıklıyor.
Örneğin, Virgin Atlantik firması 2007’de, 2020 yılına kadar ton-kilometre gelir başına CO2’de (CO2 / RTK) yüzde 30’luk bir azalma hedefi belirlemiş ve bunu “büyük bir hedef” olarak tanımlayarak buna bağlı kaldıklarını açıklamıştı. 2014 Sürdürülebilirlik Raporu’na göre, havayolu CO2/RTK’de taban çizgiye göre yalnızca yüzde 8’lik bir azalma kaydettiklerini bildirdi.
Firmanın 2020 yıllık raporu yayınlandığında ise artık 2020 hedefininden bahsedilmiyordu. Ertesi yıl, şirketten yapılan bir basın açıklaması, 2026 yılına kadar CO2/RTK’de %15 brüt azalma hedefini açıkladı.
Possible, bulguların, Birleşik Krallık hükümetinin havayollarını kendi kendini düzenleme yoluyla emisyonlarını azaltmak için bırakma planını baltaladığını açıkladı.
Örgütün inovasyon direktörü Leo Murray şunları söyledi: “Bu çalışma, hükümetin bu sektördeki sıfır karbon stratejisinin ne kadar mantıksız ve saf olduğunu gösteriyor. Daha önceki iklim hedeflerinden hiçbirine ulaşmamışken, bu endüstrinin emisyon azaltımı konusunda gereğinden fazla çaba göstermesini nasıl inandırıcı bir şekilde bekleyebiliriz?
‘Sık uçan yolcu vergisi’
Uçaklardan kaynaklanan emisyonların büyük kısmını oluşturan küçük bir grup insanın sık sık uçmasını caydıracak bir sık uçuş vergisi yoluyla indirim talep etmemiz gerektiği açık.”
2019 yılında insan kaynaklı karbondioksit emisyonlarının yüzde 2.1’ini hava yolculuğu oluşturdu. Uçuşların yüzde 70’i ise toplumun sadece yüzde 15’lik bir kesimi tarafından yapıldı. Raporda, hava yolculuğunun sorumlu olduğu 2.1 yüzdelik karbon emisyonu üretiminin 915 tona eş değer olduğu vurgulandı.
Buna göre sık uçak kullanan yolculara uygulanacak verginin adil bir dağılımla kişileri daha az uçak kullanamaya iteceği umuluyor. Örgüt tarafından yapılan açıklamada “Sık uçan yolcu vergisi, havacılık talebini ve emisyonlarını azaltmak için en adil ve kolay uygulanabilir yöntemlerden biri olacaktır” denildi.
Elde edilen verilerin diğer ülkelerdeki havayolu sektöründe de benzer olduğu belirtiliyor.
Transition Zero‘nun yaptığı yeni analizin bulgularına göre, 2010 yılından dan bu yana yenilenebilir enerji ve depolama maliyetinde %99’luk bir düşüş var. Rapora göre,kömürden temiz enerjiye geçişte her 1 ton CO2 için 62 Amerikan Doları kazanç elde edilirken; kömürden doğal gaza geçiş için ise her 1 ton CO2 için 235 Amerikan doları maliyet oluşuyor.
2022 yılında kömürden doğal gaza geçişi teşvik etmek için 235$/tC02karbon fiyatı maliyeti oluşurken, doğrudan temiz enerjiye geçişte ise 62$/tC02 kazanç ediliyor. Bu veriler, kömürden temiz enerjiye geçişin küresel olarak çok daha tasarruflu bir şekilde yapılabileceğine işaret ediyor.
Kömürden doğal gaza ve kömürden temiz enerjiye geçiş için karbon fiyatının bölgesel dağılımı, 2022 ortalaması ($/tCO2)
‘Sıfır emisyon senaryosu’ ve Paris Anlaşması’yla da uyumlu
Tarihsel olarak yakıtların geçiş maliyetleri, doğal gazın kömürden daha düşük karbon yoğunluğuna sahip olması nedeniyle kömür ve gaz üretim fiyatları üzerinden analiz edildi. Bu nedenle gaz, kömürden daha düşük karbonlu alternatiflere geçiş için bir köprü görevi görecek bir araç olarak yaygın olarak kullanıldı. Ancak, bu yaklaşım, Uluslararası Enerji Ajansı‘nın (IEA) 2035 yılına kadar gelişmiş ekonomilerde ve 2040 yılına kadar tüm dünyada karbonu tutulmamış kömür veya gaz üretilmemesi gerektiğini belirten net sıfır emisyon senaryosu ve Paris Anlaşması hedefleri ile tutarlı olacak şekilde elektrik üretiminde acil dönüşümü dikkate almıyor.
TransitionZero’nun Kömürden Temiz Enerjiye Geçiş Karbon Fiyat Endeksi (C3PI) başlıklı yeni açık veri projesi, doğal gazı atlayarak ve ağırlıklı olarak yenilenebilir enerji kaynakları, özellikle de karasal rüzgar enerjisi, güneş enerjisi ve batarya depolaması ile sağlanan bir elektrik sistemini desteklemek için gereken karbon fiyatını tahmin ediyor. Endeks, tedarik zinciri kesintileri, jeopolitik ve tarihli piyasa düzenlemeleri gibi bir dizi faktörün, kömür ve gazla ilgili enerji güvensizliği sorunlarını vurguladığını belirtiyor. Ayrıca TransitionZero, bu istikrarsızlığın muhtemelen devam edeceğini, yani kömürden yenilenebilir kaynaklara geçişin artık kömürden gaza geçişten daha ekonomik olduğu anlamına geldiğini belirtiyor.
TransitionZero Eş-Kurucusu ve analist Matt Gray elde ettikleri bulgularla ilgili şu değerlendirmeyi yapıyor: “Bazı bölgesel farklılıklara rağmen, analizimiz kömürden temiz elektriğe geçiş maliyetinde açık bir deflasyonist eğilim gösteriyor ve dünya çapında önerilen ve yapım aşamasında olan 615 GW’lık gaz ve 442 GW’lık kömürün sorgulanmasına yol açıyor. Ukrayna’daki savaştan bağımsız olarak, bu eğilim hızlanacak ve hükümetlere elektrik tüketicilerini devam eden fosil yakıt dalgalanmalarından korumak için ekonomik bir fırsat sunacak. Bu fırsatı gerçekleştirmek için politika yapıcıların, izinlerin hızlandırılması gibi bir dizi reform yapması gerekecek.”
Karar almak için şeffaf veriler önemli
Analiz ayrıca, özellikle yenilenebilir enerji piyasasının henüz olgunluğa erişmediği Asya‘da, verilerdeki bölgeler arasındaki farklılıklara da dikkat çekiyor. TransitionZero Analisti Jacqueline Tao konuyla ilgili şu bilgileri veriyor:
“Kömürü güneş, rüzgar ve depolama ile değiştirmenin maliyeti, farklı bölgeler arasında büyük farklılıklar gösteriyor. Örneğin, Avrupa‘da, ETS’ye yönelik politika reformları nedeniyle yükselen karbon fiyatları, yenilenebilir enerji için onlarca yıllık politika desteği ve kömür fiyatında belirgin bir artışa neden olan Ukrayna savaşı nedeniyle geçiş fiyatı negatiftir. Öte yandan Japonya, ayrımcı düzenlemeler ve arazi kullanımı kısıtlamaları nedeniyle en yüksek geçiş fiyatlarına sahipken, Çin ve ABD yenilenebilir enerjide dünya liderleri olmalarına rağmen, yerli kömür fiyatları kısmen dengeliyor. Bu arada, Güneydoğu Asya‘da maliyetler, kömür ve gazın sübvansiyonunun yanı sıra yenilenebilir enerjinin diğer ülkelere kıyasla yeni bir endüstri olmasından etkileniyor.”
Analizde bir dizi politika tavsiyesi de veriliyor ancak şeffaf verilerin karar verme için kritik öneme sahip olduğuna da vurgu yapılıyor. TransitionZero veri analisti Alex Truby, “Analizimiz bir dizi tavsiye sunuyor, ancak politika yapıcıları bilgilendirmek için paydaşlar arasında şeffaf veri akışı kritik önem taşıyor. Bu nedenle, şeffaflığı artırmada ve elektrik üretimini Paris Anlaşması’nın hedefleriyle uyumlu hale getirmek için reformların yapılmasını sağlamada yararlı bir araç olacağını umduğumuz Kömürden Temiz Enerjiye Geçiş Karbon Fiyat Endeksini oluşturduk” değerlendirmesini yapıyor.
Çevre koruma kuruluşu Changing Markets Foundation tarafından yayımlanan rapora göre, moda markalarının sürdürülebilirliğini belgelediğini iddia eden sertifikasyon programları, giyim endüstrisinin “yeşil yıkama” yapmasını kolaylaştırıyor.
Hollanda merkezli kuruluşun modanın büyüyen çevresel ayak izini azaltmak için tasarlanan gönüllü çabaların bir analizini yaptığı bu raporda, buna yönelik geliştirilen programların tam aksine kirliliğin artmasına neden olduğunu ve endüstrinin fosil yakıtlara olan bağımlılığını güçlendirdiğini öne sürüyor.
Changing Markets’ın kampanya yöneticisi ve raporun baş yazarı George Harding-Rolls, şöyle diyor:
“Atık artıyor, alınan giysilerin kullanım süresi azalıyor ve fosil yakıtlara bağımlılık artıyorken bu “sertifika programları” sürdürülebilir modanın hemen yanı başımızda olduğunu söylüyor. Bu aslında daha fazla düzenleme ve mevzuat gibi ihtiyaç duyduğumuz daha sistemik önlemleri almamızı engelliyor.”
Rapora göre moda perakendecileri, plastik askıların, çantaların ve diğer ambalajların azaltılmasına yönelik çalışmalar yapıp övgüyle karşılanırken, giysiler için büyük ve artan plastik kullanımları göz ardı ediliyor.
Her yıl 100 milyardan fazla giysi üreten ve küresel sera gazı emisyonlarının yüzde 2 ila 8’ini oluşturanmoda endüstrisi için en önemli 10 sürdürülebilirlik sertifikasyon programını değerlendiren rapor, hızla değişen moda trendlerine ayak uydurmak için tasarlanmış ucuz giysilerden oluşan “hızlı moda”nın yükselişi de dahil olmak üzere aşırı üretim sorunlarını ele aldığını iddia eden sürdürülebilirlik programlarına odaklanıyor.
Ayrıca, kullanım ömrü yönetimi, üretim ve imalatta fosil yakıtların ve zehirli kimyasalların kullanımı da ele alınıyor.
Bu “yeşil girişimler”kapsamları, şeffaflıkları, bağımsızlıkları, hesap verebilirlikleri ve performansları çerçevesinde değerlendiriliyor. Önemli bir nokta ise, bu çabaların aşırı üretim, sentetik elyaflara bağımlılık, kullanım ömrü sonu işlemi ve mikro elyaf kirliliği gibi hızlı modayla ilgili konulara nasıl yaklaştıklarının da incelenmiş olması.
Çalışmanın sonunda, sertifikaların bir “yeşil yıkama perdesi” çekerek endüstrideki temel düzenleme eksikliklerini gizlediği” sonucuna varılıyor:
Çalışmamız, bu “programların” çoğunun tekstiller için yanlış bir sertifika vaadini temsil ettiğini vurgulamaktadır.
Bu tip programlar hızlı modanın sürdürülemez gidişatının hızla devam etmesi için endüstri üzerine bir sis perdesi çekmekle kalmıyor, aynı zamanda, aynı anda endüstrideki ilerleme eksikliğini ve yapılması gereken düzenlemelerin gerekliliğini de gizliyor.
Rapor, sertifika programlarının en iyi ihtimalle,tedarik zincirinin küçük bir bölümüne odaklanan “düzensiz bir sürdürülebilirlik vaadi” sağlayabildiğini ; öte yandan genellikle değerlendirdikleri markalar tarafından finanse edilen sertifikasyon programlarının “gayretsiz, anlaşılmaz, yaptırımsız ve ödünsüz” olduğunu tespit ediyor.
Raporda incelenen örneklerden biri, İngiltere merkezli Ellen MacArthur Vakfı‘nın Yeni Plastik Ekonomisi girişimi: Bu girişim, Walmart dahil üye şirketleri, giysilerde kullanılan plastik veya sentetik elyafları değil, plastik ambalajı azaltma taahhüdü vermeye çağırıyor.
Raporda, polyester gibi sentetik malzemelere giderek daha fazla dayanan tekstillerin, ambalajdan sonra plastikler için ikinci en büyük pazar olduğu belirtildi. Rapor, bu sentetik elyafların kullanımının göz ardı edilmesinin büyük bir ihmal olduğu sonucuna varıyor.
Analize dahil edilen en büyük programlardan biri, kendisini giyim, ayakkabı ve tekstil endüstrisi için “sürdürülebilir üretim için lider ittifak” olarak nitelendiren Sürdürülebilir Giyim Koalisyonu (SAC) tarafından yürütülüyor. Koalisyon üyeleri arasında 250’den fazla marka, perakendeci, üretici, akademik kurum, hükümet ve STK yer alıyor.
Rapor, Koalisyonun programı olan “Higg Endeksi“ni, değerlendirdiği 10 sürdürülebilirlik programından en düşük puanı veriyor ve fosil yakıt kullanımı, hızlı modanın neden olduğu aşırı üretim, mikrofiberlerin veya mikroplastiklerin çevre kirliliği ile ilgili sorunları yeterince ele almadığını tespit ediyor.
Önde gelen moda markaları tarafından satılan hammaddeleri, elyafları ve giysileri üreten fabrikalar, ve diğer endüstriyel tesisler, endüstrinin sera gazı emisyonlarının büyük çoğunluğundan sorumlu.
Bu malları üreten üçüncü taraf şirketlerin çoğu, dünyanın en büyük tekstil ihracatçısı olan Çin’de faaliyet gösteriyor.
Yeni düzenlemeler
30 Mart’ta Avrupa Komisyonu, Avrupa Birliği’n’de satılan giysilerin uzun ömürlü, geri dönüştürülebilir ve mümkün olduğu ölçüde geri dönüştürülmüş liflerden yapılmış olmasını amaçlayan Sürdürülebilir ve Dairesel Tekstiller için önerilen Stratejisini yayınladı.
Aynı zamanda, bu yılın başlarında ABD’nin New York eyaletinde, büyük moda markalarının tedarik zincirlerinden bazı sera gazı emisyonlarının yanı sıra su ve kimyasal kullanımlarını açıklamalarını gerektiren bir yasa tasarısı sunuldu.
Changing Markets, bekleyen düzenlemelerin moda endüstrisi için bir dönüm noktası olduğunu söyledi:
“Moda sektöründe ‘gönüllü sürdürülebilirlik çabalarının ölüm sancılarını gerçekten görüyoruz. Son 20 ila 30 yıldır sektörün kendi kendini düzenlemesini deniyoruz ve gördüğümüz şey, sektörün çevresel etkisinin çok daha kötü olduğu. Artık sürdürülebilir moda için bir havuç değil, bir sopa var. Önümüzdeki iki veya üç yıl, bunun nasıl oynanacağını görmek için gerçekten kritik olacak.”