Milli maraton yüzücüsü Alper Sunaçoğlu, sokakta yaşayan hayvanların yaşam haklarına dikkat çekmek ve milyonlarca hayvanın öldürülmesinin önünü açan kanun teklifinin geri çekilmesi için 160 km solo yüzerek rekor denemesi yapacağını ve ardından denizin içinde açlık grevi başlatacağını duyurdu.
Sunaçoğlu daha önce Türkiye’den KKTC’ye, 26 saat 15 dakika sürede solo yüzen ilk ve tek milli maraton yüzücüsü olmuştu.
‘Öldürmek çözüm olamaz’
Sunaçoğlu’nun sosyal medya hesabından yapılan açıklamada şu ifadelere yer verildi:
“Alper Sunaçoğlu, sokak hayvanları ile ilgili TBMM’de görüşülen yasa tasarısını protesto etmek için kulaç atacak ve açlık grevi başlatacak.
Çıkarılmak istenen yasanın bilimden, Türk örf ve adetlerinden, dini inançlarımızdan uzak ve yine çözümden de uzak yanlış bir tasarı olduğunu, sokak hayvanlarının popülasyonunun artmasını, hayvanları öldürerek önüne geçilemeyeceğini belirtmekte ve çözümün ise yakala, aşıla, kısırlaştır, rehabilite et, aldığın yere bırak şeklinde uygulama ile mümkün olduğunu ifade etmektedir.
Görülen o ki hayvanseverlerin protestoları maalesef Ankara tarafından gözardı edilmekte ve kale alınmamaktadır. Bu yüzden amacım, dünya kamuoyunun dikkatini çekmek ve Ankara’ya net bir mesaj vermek için açlık grevi başladığımı açık ve net belirtmek isterim.
Açlık grevi çözüm olmaz ise TBMM önünde ölüm orucu başlatacağımı da ifade etmek isterim.”
Haziran ayında Türkiye‘de geçen yılın aynı ayına göre güneş enerjisi santrallerinin elektrik üretimi, yaklaşık yüzde 60 artışla 3 milyar 214 milyon 450 bin kilovatsaat oldu.
Türkiye Elektrik İletim AŞ (TEİAŞ) verilerine göre, ardı ardına sıcak dalgalarının yaşandığı haziran ayında klima kullanımının artması, elektrik tüketiminde de artışa neden oldu.
Bu dönemde güneş enerjisi santrallerinden elektrik üretiminde de artış gözlemlendi. Haziranda güneş enerjisinin elektrik üretimindeki payı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 60,3, rüzgarın payı ise yüzde 32,6 arttı. Böylece güneşten 3 milyar 214 milyon 450 bin kilovatsaat, rüzgardan 3 milyar 8 milyon 652 bin kilovatsaat elektrik üretildi.
Güneşten haziran ayında üretilen elektrik Diyarbakır‘ın yıllık tüketimini geride bıraktı. Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu‘nun 2023 Yılı Elektrik Piyasası Gelişim Raporu‘na göre, kentte geçen yıl 3 milyar 137 milyon 268 kilovatsaat elektrik tüketilmişti. Şehir bu tüketimiyle Türkiye’de il bazlı tüketim sıralamasında 26. sırada yer almıştı.
Doğal gazdan üretim de arttı
Öte yandan, haziranda elektrik üretimi geçen yılın aynı ayına göre yüzde 14,6 artışla 28 milyar 295 milyon 677 kilovatsaat olurken, elektrik tüketimi ise yüzde 14,7 artışla 28 milyar 531 milyon 57 bin kilovatsaat oldu.
Elektrik ihracatı ise bir önceki yılın aynı ayına göre yaklaşık yüzde 36,4 artışla 203 milyon 453 bin kilovatsaat, elektrik ithalatı da yüzde 28,35 artışla 426 milyon 621 bin kilovatsaat oldu.
Ayrıca bu dönemde doğal gazdan elektrik üretimi de 98,7 artışla 4 milyar 602 milyon 6 bin kilovatsaat oldu. Hidroelektrik, linyit ve ithal kömür santrallerinin elektrik üretiminde kayda değer artış ya da düşüş yaşanmadı.
Türkiye’nin petrol, kömür ve doğal gaz gibi fosil yakıtlardan çıkış için herhangi bir planı bulunmuyor. Aksine ilgili bakanlıklar, bu enerji kaynaklarını önümüzdeki yıllarda da kullanmayı sürdürmeyi planlıyor.
1936 yılında dünyaya gelen öykü, roman ve şiir gibi birçok türde eser kaleme alan Ferit Edgü, bugün (22 Temmuz) hayatını kaybetti.
88 yaşında vefat eden Edgü, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin resim bölümü öğrencisi olarak Bedri Rahmi’den dersler aldı. Ardından eğitimine Paris‘te Academie du Feu‘da devam eden Edgü, altı yıl seramik eğitimi aldı ve Sorbonne‘da felsefe, Louvre‘da sanat tarihi kurslarına katıldı. Edgü, çeşitli resim eleştirileri de kaleme aldı.
Edebiyata ilk adımını Kaynak Dergisi‘nde atan Ferit Edgü, 1952-53 yıllarında şiirler yazarken 1954 yılında Yeni Ufuklar Dergisi‘nde ilk öyküsünü yayımladı.
Atilla İlhan öncülüğünde toplanan Mavi Akımı‘nın Mavi dergisindeki şiirleriyle bilinirliği artan sanatçı, ilerleyen yıllarda Türk edebiyatında minimal öykü türünün de önemli temsilcilerinden biri haline geldi.
Edgü’nün yazıları Vatan Sanat Eki, Pazar Postası, Papirüs, Ant, Soyut, Milliyet Sanat ve Hürriyet Gösteri gibi birçok farklı mecrada yayımlandı.
1950 kuşağı yazarlarından olan Edgü’nün Bir Gemide adlı öyküsü Sait Faik Hikaye Armağanı‘na, Tüm Ders Notları denemesi Türk Dil Kurumu Deneme Ödülü‘ne, Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı romanı ise Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü‘ne layık görüldü.
Ferit Edgü, aynı zamanda DATA Reklam Şirketi‘nin ve Ada Yayınları‘nın da kurucusu.
Yazar Metin Celal, X hesabından “Çağdaş Türk Edebiyatının büyük üstadlarından Ferit Edgü vefat etmiş. Ailesine, okurlarına, dostlarına başsağlığı diliyorum” dedi.
Everest Yayınları ise “Değerli yazarımız Ferit Edgü’yü kaybetmenin derin üzüntüsünü yaşıyoruz… Ailesine, okurlarına, tüm sevenlerine başsağlığı diliyoruz” dedi.
Ferit Edgü’nün eserleri
Öykü
Kaçkınlar (1959), Bozgun (1961), Av (1967), Bir Gemide (1978), Çığlık (1982), Ressamın Öyküsü (1991), Binbir Hece (seçmeler, 1991), Doğu Öyküleri (1995), İşte Deniz, Maria (1999), Do Sesi (2002), İlk Öyküler-Kaçkınlar-Bozgun-Devam (2003).
ROMAN
Kimse (1976), O (1977, O / Hakkari’de Bir Mevsim adıyla, 1986), Eylül’ün Gölgesinde Bir Yazdı (1988).
ŞİİR
Ah Minel Aşk (1978), Dağ Şiirleri (1999).
DENEME
Kültür Emperyalizmi, Ders Notları (1978), Yazmak Eylemi (1980), Şimdi Saat Kaç (1986), Van Gogh Yüzyıl Sonra (1990), Yeni Ders Notları (1991), Tüm Ders Notları (2000), Sözlü-Yazılı (2004), Avara Kasnak (2005).
DİĞER ESERLERİ
Yaşayan Bedri Rahmi (1976), Bedri Rahmi Binbir Bedros (albüm, Mehmet Eyuboğlu ile, 1977), Aliye Berger (1980), Eren Eyüboğlu (1981), Türk Hat Sanatı (karalamalar, meşkler, 1984), Osman Hamdi (Mustafa Cezar ile, 1986), Ergin İnan (resim, 1988), Mustafa Pilevneli (resim, 1988), Abidin Dino / Antibes Resimleri (1989), Karapınar Türü Halılar (1989), Ressamın Öyküsü (Ergin İnan ile, 1991), Avni Arbaş (1992), Füreya / Ateş ve Sır (1992), Türkiye Bir Portre: 18 Fotoğrafçının Yapıtları (1993), Fikret Mualla (1995), Seyir Sözcükleri (öykü-şiir arası serbest metin, 1996), Komet (1999), Adnan Varınca (2000), İnsanlık Halleri (2003), Görsel Yolculuklar (2003), Abidin (2004).
Muğla‘nın Fethiye ilçesinin Ölüdeniz Mahallesi‘nde halk, özel şirketlerin kıyıları işgal etmesini protesto etmek için 21 Temmuz Pazar günü bir araya geldi.
Kumburnu‘nda gerçekleştirilen protestoda Kıyılar Halkındır İnisiyatifi, “Kıyılar halkındır halkın kalacak” diyerek bir basın açıklaması yaptı.
Fotoğraf: Gündem Fethiye
Gündem Fethiye’nin aktardığına göre halkın kıyılara ve denizlere ücretsiz olarak erişmesi için engel teşkil eden şirketlere tepki gösteren aktivistler, 16.30’da Ölüdeniz Mahallesi Jandarma Karakol Komutanlığı binasının önünde bir araya geldi. Ardından “Denizler, nehirler sermaye değiller”, “Burası Muğla yok öyle yağma”, “Kıyılar halkındır halkın kalacak”, “Direne direne kazanacağız” ve “Komşuda beleş bizde neden keş” sloganlarıyla Kumburnu’na yürüdü.
Kumburnu girişindeki işletmenin şezlongları kıyıya çok yakın yerleştirmesi nedeniyle protestocular denize yürümekte zorluk yaşadı. Kıyı Kanunu’na aykırı yerleştirilen şezlonglar nedeniyle bazı bölgelerde aktivistler denizden yürüdü.
Eyleme sahildeki vatandaşlar da alkışlar ve sloganlarla eşik etti. Ardından Kumbur’nunda Solmaz Tokay ve Duran Yurteser, Kıyılar Halkındır İnisiyatifi adına basın açıklamasını okudu.
Fotoğraf: Gündem Fethiye
‘Kıyılar rant politikalarıyla yok ediliyor’
“Ölüdeniz-Kumburnu’nun işgal ve talanına dur demek” ve yaşanan ekokırımı duyurmak için bir araya geldiklerini belirten yurttaşlar, Ölüdeniz-Kumburnu’nun Tabiat Parkı statüsünde olması gerekirken kıyılar üzerindeki rant politikalarıyla yok edilmesine tepki gösterdi.
İnisiyatif temsilcileri, rant politikalarının kıyıların işetmeye açılmasıyla özel mülkleştirildiğini, halkın serbest ve ücretsiz erişimine kapatıldığını ve kıyılarda doğal yaşamı bozan yapılaşma ve faaliyetlerin kıyı ekosistemine geri dönüşü olmayan zararlar verdiğini belirtti.
“Kıyıların kar uğruna yok edilerek bir avuç sermayedara terk edilmesine karşı çıkıyoruz” diyen yurttaşlar, deniz ve kara ekosistemlerinin bir araya geldiği kıyıların kar elde edilecek varlıklar olarak görülemeyeceğini vurguladı. Aksine, kıyıların canlı ve cansız varlıkların varoluş alanı olduğunu belirten aktivistler, ticari girişimlerin bu alanları yok ettiğini söyledi.
Fotoğraf: Gündem Fethiye
‘Endüstriyel turizmin acı gerçeklerine tanık olduk’
“Endüstriyel turizmin deniz, göl ve akarsu kıyılarını yok ettiğine ve yıllar sonra geriye terk edilmiş, yağmalanmış kıyılar kaldığına, Dünyanın birçok turizm destinasyonunda acı bir gerçek olarak tanık olduk” diyen inisiyatif, kar uğruna kıyıların talan edilmesine izin vermeyeceklerini vurguladı.
Kıyı savunucularının halkın kamusal haklarını, ekolojiyi ve doğayı savunduğunu söyleyen aktivistler, “Kıyıların kamu yararına kullanılmasının zorunlu olduğunu biliyor, halkın hakkı olanı geri almak için mücadele ediyoruz” dedi. Açıklamada kıyıların yalnızca insanlar için değil tüm canlı ve cansız varlıklar için bir bütün olarak korunması gerektiğine dikkat çekildi.
Kıyı Kanunu ile belirlenen hak için pazarlık edilmeyeceği belirtilerek halktan çalınan kıyıların halka geri verilmesi talep edildi. Son olarak yerel yönetimler, demokratik kitle örgütleri ve halk, kıyıların korunması için verilen mücadeleye davet edildi.
Bartın’ın şehir merkezinde, yıllardır Tarım ve Orman Müdürlüğü tarafından yetiştirilen meyve ağacı fidanlarının bedelsiz dağıtıldığı ve yetişmiş ağaçların ürünlerinin halka uygun fiyatla satıldığı “Fidanlık”, millet bahçesine çevriliyor.
İçine çok sayıda yapının inşa edildiği alanda, tüm ağaçlar söküldü, geriye yalnızca bir meyve ağacı kaldı.
Bartın Valiliği’nin girişimiyle, yıllardır kamu yararına hizmet eden “fidanlığın” yok edilerek millet bahçesine dönüştürülmesi, Bartınlıların büyük tepkisine neden oldu. Alan sadece halkın uygun fiyatlı meyve ve sebzeye ulaşmasını sağlamakla kalmıyordu, ayrıca şehir merkezinin önemli yeşil alanlarından biriydi.
92 bin metrekarelik alanda, bisiklet yolları ve sosyal donatıların yer alacağını anlatan Valilik projenin 9 Ocak 2024 tarihinde bitirileceğini duyurmuştu. Ancak bu tarihe kadar projenin sadece yüzde 30’u tamamlanabildi. Bu nedenle projenin süresi altı ay daha uzatıldı.
AKP tarafından yapımı yüzde 75’in altında kalan millet bahçelerinin inşaatının durdurulduğu belirtilse de, Bartın’daki fidanlığa inşa edilen millet bahçesi tasarruf tedbirlerine takılmadı. Ancak uzatma süresi de çoktan geçmiş durumda.
Mutlak koruma alanı içinde
Fidanlık’ın da içinde bulunduğu bölge, Bartın Irmağı kenarında yer aldığı için “mutlak koruma alanı” içinde kalıyor. Bu da, bölgenin doğal yapısının korunması ve yapılaşmaya kapalı tutulması gerektiği anlamına geliyor. Bu statüye rağmen, sökülen çok sayıda meyve ağacının yerine cami, büfeler, çeşitli idari alanlar inşa ediliyor.
Ziraat Mühendisi Ayşe Sevtap Uzun, söz konusu fidanlığın birinci sınıf tarım toprağı olduğunu, aynı zamanda Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Devlet Üretme Çiftlikleri’nden biri olması nedeniyle “tarihi ve kültürel bir alan” olduğunu söylüyor. Bu önemli alanın ranta kurban gittiğini belirten Uzun, alanın imara açılabilmesi için “tarım toprağı” statüsünden çıkarıldığını; Toprak Koruma Kurulu’nda buna sadece kendisinin ve bir kurul üyesinin itiraz ettiğini anlatıyor:
“Bölgenin, Millet Bahçesi bahanesiyle imara açılabilmesi için “tarım toprağı” statüsünden çıkarılması ve farklı bir şeye dönüştürülmesi gerekiyordu. Valiliğin de müdahale ettiği ve bürokratik kadrolaşma yaptığı Toprak Korumu Kurulu’nda buna sadece Ziraat Mühendisleri Odası’nı temsilen ve koruma kur, ulu üyesi olarak ben ve TEMA Vakfı temsilcisi itiraz ettik ve karara şerh koyduk.
Ancak Valiliğin talebine, Ticaret ve Sanayi Odası, Bartın Belediyesi ve üniversite temsilcilerinin hepsi ‘olur’ verdi ve azınlıkta kaldık.”
İnsanların tarım toprağının öneminin farkında olduğunu ancak çıkar ilişkilerinin aşılamadığını belirten Uzun, kentteki sivil toplum örgütü ve devlet kurumu temsilcilerinin yerel iktidarla ve devletle karşı karşıya gelmemek; TSO’nun ifade ediyor.
Uzun, kentte daha önceleri sivil örgütlerinin sayısının ve etkinliğinin çok daha fazla olduğunu ancak AKP döneminde tüm bunların değiştiğini; tüm kurumlara iktidar yanlılarının hakim olduğunu, sadece ZMO, TEMA gibi birkaç bağımsız sivil örgütün kaldığını belirtiyor.
Kıraathane, Kızılay binası, mescit, büfeler, spor salonu, oyun alanı, kuru havuz inşa edilecek
TOKİ tarafından yapılan ‘Millet Bahçesi ve Millet Bahçesine Ait Sosyal Donatılar İnşaatları İle Altyapı ve Çevre Düzenlemesi İşi’ ihalesini 97 milyon 507 bin TL’ye Balans Yapı Şirketi kazanmıştı.
İnşaat faaliyetleri, 6 Aralık 2022’de başladı. Proje kapsamında yürüyüş yolu, bisiklet yolu, oyun alanları, kuru havuz, piknik alanı, spor salonu, millet kıraathanesi, Kızılay binası, mescit ve büfeler gibi çok sayıda yapı inşa edilecek.
2017 yılında kurulan Balans Yapı Şirketi’nin mevcut 12 projesinden ikisi millet bahçeleri. Firma bir başka tartışmalı proje olan Ankara Cebeci Millet Bahçesi’nin “üst yapı ve çevre inşaatı” projesini de üstlendi.
Bu proje için seçilen alan olan Cebeci Stadyumu önce imara açılarak konut ve ticaret alanına çevrilmek istenmiş; ancak yargı kararıyla engellenince yerine bu kez millet bahçesi projesi ortaya atılmıştı. TMMOB Ankara Şubesi’nin aldığı yürütmeyi durdurma kararlarına rağmen ihaleye çıkıldı ve ihaleyi tek başvurucu olan ABAD Proje Yapı adlı şirket,139 milyon lirayla kazandı. Şu sıralarda stadyumdaki inşaat çalışmaları devam ediyor.
TMMOB yargı sürecinde yaptığı açıklamada Stadyumun önemini şöyle anlatmıştı:
“Cebeci (İnönü) Stadyumu, Cumhuriyetin ilk yıllarında Cebeci semtinin açık yeşil alan ve spor alanı olarak kullanılan Hamitin tarlası/Cebeci Çayırı’na 1963 yılında inşa edilmiştir.1967de faaliyetine başlayan Cebeci Stadyumu, yıkımına kadar olan 50 yılı aşkın geçmişiyle Ankaralıların hafızasında önemli bir kamusal ve kültürel alan olarak yer etmiştir. Ancak Saraçoğlu’nda ve AKM Millet Bahçesi gibi örneklerde gördüğümüz gibi, kentin merkezindeki böylesi önemli bir kamusal değerin işlevine uygun olarak korunması, sermaye için kârlı bir seçenek olmamış ve Cebeci Stadyumu’nun yıkımına Temmuz 2021`de başlanmıştır.”
Tarımı geliştirmek, halka ücretsiz fidan dağıtmaktan inşaata
Bartın’daki fidanlığın tarihi ve sosyal işlevi ise, çok daha kritik.
Ayşe Sevtap Uzun’un verdiği bilgilere göre, fidanlığın 1940’lı yılların başından bu yana geçirdiği aşamalar şöyle:
Tüm alanı 71 bin metrekare olan söz konusu fidanlık Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı sonrası savaştan çıkan yoksul ülkeyi ayağa kaldırmak ve gıda güvencesi sağlamak için tek çıkış gördüğü tarımı, toprağı en verimli hale getirmek, üretimi artırmak amacıyla kurulmaya başlanan Devlet Üretme Çiftlikleri’nden biri.
Fidanlık’ın meyve ağaçları yok edilmeden önceki hali.
1946 yılında Gürgenpınarı‘nda halka fidan dağıtmak, fidancılığı ve tarımı geliştirmek için bir fidanlık kuruldu. Bölgenin ekolojik yapısına uygun binlerce ürün yetiştirildi. Yeterince fidan için yer kalmayınca 1954 yılında şu anda millet bahçesine dönüştürülen fidanlık devlet tarafından tahsis edildi.
Gerekçe ise daha geniş bir alanda ve ırmak kenarında bulunduğu için verimli bir tarım alanı olması, kente daha yakın, ulaşılabilir bir üretim yapılması idi. Burada fidan ve tohumların yanı sıra damızlık hayvan da üretiliyordu. ‘Fidanlık’ta aynı zamanda bölge halkına eğitimler veriliyor, ücretsiz dağıtılan fidanlara nasıl bakacakları anlatılıyordu.
1983 yılında, ANAP iktidarı döneminde söz konusu fidanlıklar birer birer özelleştirmeye açıldı ve fidan üretimi, eğitimler işlevsizleştirilmeye başlandı. O zaman da halk ve sivil toplum karşı çıktı ve davalar açıldı ancak bir sonuç alınamadı.
2010 yılına gelindiğinde, AKP iktidarı kalan fidanlıkların neredeyse hepsini özelleştirdi. 1954’te “kamu yararı için” şerhi konularak kamulaştırılan Bartın’daki alan da inşaat ve rant projelerine kaynak aktarmak üzere diğer kamusal alanların kaderini paylaştı.
Bu arada fidanlığın bir kısmına da öğrenci yurdu inşa edildi.
2017 yılında alan Belediye İmar Planlarında rekreasyon alanı olarak gösterildi ve Belediye Meclisi de bu imar planına onay verdi. O dönem Belediye Meclisi’nde bulunan beş CHP’li üye de itiraz etmedi ve bakanlığı işaret etti.
‘Kent paydaşları sürece dahil edilmedi’
Bartın Üniversitesi Peyzaj Mimarlığı Bölümü’nden Mustafa Artar ise proje sürecine yerel peyzaj mimarlarının, akademisyenlerin ve kent paydaşlarının dahil edilmediğinden şikayet ediyor.
Fidanlık alanının Bartın’ın hafızasında ve kültürel dokusunda önemli yer tuttuğunu ve hem doğal güzellikleriyle hem de toplumsal etkinliklerle kentin önemli bir parçası haline geldiğini ifade eden Artar, millet bahçelerinin birer kent parkı olarak önemli kazanımlar olduğu kanısında.
Ancak projelerin uygulanma şeklinin eleştirilmesi gerektiğini, özellikle, projelerin uygulanırken geçmişin izlerin tamamen silinmesinin kent hafızasının ve tarihsel dokusunun zarar görmesine neden olabileceğini söylüyor:
“Fidanlık alanı kentin en önemli hafıza mekanlarından bir tanesi. Dolayısıyla buraya çizilecek bir proje, bu kentin tüm aktörlerini ilgilendiriyor. Meslektaşlarımız peyzaj mimarları tarafından Türkiye’nin çeşitli yerlerinde millet bahçesi projeleri çizilmekte. Keşke 30 yıldır burada eğitim veren Bartın Üniversitesi peyzaj mimarlığı bölümü ya da kentimizde faaliyet gösteren özel peyzaj mimarlığı bürolarının da süreçten haberi olsaydı.”
Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Joe Biden, 2024 başkanlık seçimlerinden çekildiğini açıkladı.
20 Ocak 2021’de başkanlık görevine başlayan 81 yaşındaki Biden, 5 Kasım’da gerçekleştirilecek olan seçime dört aydan az bir süre kala başkanlık kampanyasını sonlandırma kararı aldı.
Fotoğraf: Joshua Roberts
Biden’ın adayı tercihi Kamala Harris oldu
Sırada ise Demokratlar‘ın Cumhuriyetçi aday Donald Trump‘a karşı kimi aday göstereceği sorusu var. Biden, pazar günü başkan yardımcısı Kamala Harris‘in başkan adayı olması için başvuruda bulundu ve kampanyacıları Harris’e destek olmaya teşvik etti.
Harris, “Başkanın desteğini almaktan onur duyuyorum. Bu adaylığı hak etmeyi ve kazanmayı hedefliyorum” diyerek Trump’a ve Trump’ın sağcı politikaları kapsayan Proje 2025 gündemine karşı birlik çağrısı yaptı.
Trump ise Harris’in Biden’dan daha iyi bir seçenek olmadığını ve Harris’in politikalarının Biden’dan farklı olmayacağını söyledi .
Harris’in farklı Demokrat rakiplerle karşılaşması mümkün. Ancak Biden’ın çekilme duyurusunun ardından Harris’e rakip gösterilebilecek adaylardan Senatör Elizabeth Warren, Kaliforniya‘dan Gavin Newsom ve Pensilvanya‘dan Josh Shapiro, Harris’i destekleyeceklerini bildirdi. Bu durum ulusal Harris’in Biden’ın kampanyasını devralma ihtimalinin yüksek olduğuna işaret ediyor.
Yeni aday, gelecek ay 4 binden fazla parti yetkilisi ve aktivist delegenin oylarıyla Chicago‘da yapılacak Demokratik Ulusal Kongre‘de seçilecek. 300 delegenin imzasını toplamak aday olmak için yeterli.
Daha önce partilerin adaylarını ön seçimlerden sonra kararlaştırdıkları durumlar da oldu. Bunun ön seçim sisteminin olmadığı 1972 yılından önce seçmenlere daha fazla söz hakkı vermesi hedefleniyordu. Ancak bugün yaşanan durum daha farklı.
Biden, ABD tarihinde partinin ön seçimleri bittikten sonra yarıştan çekilen ilk aday oldu. Bu nedenle Demokratların yeni adaylarını nasıl seçecekleri konusunda tarihsel bir örnek bulunmuyor.
Bu nedenle ön seçimlerde 4 bin delegeden 3 bin 900’ünün desteğini alarak aday gösterilen Biden’ın beklenmedik kararının ABD siyasetini nasıl etkileyeceği tartışmalara yol açtı.
Aday değişikliği, Trump’a karşı bir mücadele kazanmak isteyen Demokrat seçmeni harekete geçirebilir. Hofstra Üniversitesi‘nden siyaset bilimci Meena Bose, seçimler bu kadar yaklaşmışken aday değiştirmenin riskli olduğunu ancak Demokratlar’ın popüler isimlerinden birinin aday olmasının partinin şansını yükseltebileceğini söyledi.
Bose, son anda yapılan değişikliklerin ideal olmadığını ama hiç değişiklik yapmamaktan daha iyi olabileceğine dikkat çekti. Delegelerin çoğunluğu Biden’ı destekliyor. Bu çoğunluk Biden’ın gözdesi Harris’i desteklerse Demokratlar lehine bir sonuç elde edilebilir.
Anketler ise Harris’in seçimlerde Biden ile benzer bir başarı elde edebileceğini ancak yine de Trump’a karşı kaybedeceğini gösteriyor.
Seçim kampanyasına ne olacak?
ABD seçimlerinde başkanlık kampanyaları ciddi bir finansal kaynak ve insan gücü gerektiriyor. Bazı adaylar kampanya hazırlıklarına iki yıl önceden başlıyor. Bu nedenle Biden’ın çekilmesiyle özellikle de kararsız seçmenlere hitap edebilecek yeni bir kampanya başlatmak kolay olmayacak.
Ancak Harris’in halihazırda başkan yardımcısı olarak Biden’ın kampanya listelerinde ve bağış toplama çabalarında yer alması bir avantaj sağlayabilir.
Biden’ın biriktirdiği kampanya fonlarına ne olacağı da diğer soru işaretiydi. Biden’ın haziran ayında 95 milyon dolar olduğu belirtilen kampanyasının Harris’e aktarılacağı bildirildi.
Seçmen Biden’dan memnun değildi
Seçmenler bir süredir ABD gibi bir ülkede seçimlerin her ikisi de istenmeyen adaylar arasında gerçekleşmesinden rahatsızlıklarını dile getiriyordu. Trump ile tartışma platformlarında karşı karşıya gelen Biden’ın zayıf performansı eleştirileri daha da arttırdı.
AP ve NORC Halkla İlişkiler Araştırma Merkezi‘nin Biden adaylıktan çekilmeden önce gerçekleştirdiği bir anket, Demokratların yüzde 65’inin Biden’ın yarıştan çekilmesini istediğini gösterdi.
Ankete katılan 10 vatandaştan üçü Biden’ın etkili bir şekilde ülkeyi yönetebilecek zihinsel yetiye sahip olduğuna inandığını belirtti. Diğer yandan daha yeni ve genç bir aday, partiye enerji getirerek seçmenler arasında destek görebilir.
Blue Rose Research tarafından yapılan farklı bir anket ise kararsız seçmenlerin yarısından fazlasının Biden’ın zihinsel sağlığı konusunda yalan söylendiğine inandığını belirtti. 2020 seçimlerinde Biden’ı destekleyen seçmenlerin yüzde 30’u da bu ifadeyi destekliyor.
Fotoğraf: Joshua Roberts
Kamala Harris kimdir?
Kamala Harris, Stanford Üniversitesi’nde profesörlük yapan Donald Harris ve Lawrance Berkeley Ulusal Laboratuvarı‘nda biyomedikal bilim insanı olan Shyamala Gopalan‘ın kızı olarka 1964 yılında ABD’nin Kaliforniya eyaletinde dünyaya geldi.
Aktivist bir ailenin çocuğu olarak büyüyen Harris siyasi hayatında da sivil hakların destekçisi olmaya devam etti. Howard Üniversitesi‘nden mezun olduktan sonra Kaliforniya Hasting Üniversitesi‘nde hukuk okudu ve savcı oldu.
İki kere Kaliforniya baş savcısı olarak görev yapan Harris, 2016 yılında ABD Senatosu‘nda koltuk kazandı. Senato adaylığında iptotek krizi esnasında öğrencilerin ve çevre mücadelesini savunanların finansal olarak nasıl sömürüldüğüne odaklandı.
Siyahi ve Güney Asya kökenli olan Harris, ABD’nin başkan yardımcılığı görevini üstlenen ilk siyahi kadın oldu.
2014 yılında Douglas Emhoff ile evlenen Harris’in Ella ve Cole isimli iki üvey çocuğu var.
Son 10 yıldır küresel operasyonlara sahip olan çok sayıda şirket belirli tarihlere kadar plastik ambalaj kullanımında farklı değişiklikler içeren taahhütler verme geleneği oluşturdu.
Bu taahhütleri organize edenler de yine bu şirketler tarafından yönlendirilen dernek veya vakıflar. Bunlar içerisinde en bilineni Ellen MacArthur Foundation. Bunların Türkiye ayağını da Sürdürülebilir Kalkınma Derneği (SKD) isimli bir kuruluş yapıyor. Bu şirketler arasında aklınıza gelebilecek her türden kuruluş var. Dünyayı en çok kirleten ambalajlı ürün üreticilerinden tutun da dayanıklı tüketim malları üretenlere kadar. Tabii şirketler taahhütlerini sadece bu kuruluşlar aracılığıyla yapmıyor, bazıları da kendi kurumsal raporları üzerinden taahhüt veriyor.
Aslında kurumsallaşmış ve küresel operasyonları olan tüm şirketlerin “sürdürülebilirlik” adı altında raporlar yayınlaması adettendir denilebilir. Bu raporların ekserisinin içeriği, içerisinde hiçbir şey olmayan ve tamamen hayal satmaya odaklanmış içerikler olması ve bu içeriklerin de etkide sıfır olan taahhütler olduğunu söyleyebiliriz. Tüm bu şirketlerin ortak yanı ise hepsinin bu raporlardaki iddiaları büyük kampanyalarla ilan edip bu taahhütler fiyasko ile sonuçlanınca sessiz sakin bunlara dair verdikleri beyanları değiştiriyor olmaları. Bunun en güncel örneğini Nestle’den öğrendik. Nestle’nin bağır çağır duyurduğu “2025’e kadar yalnızca geri dönüştürülebilir veya yeniden kullanılabilir ambalaj kullanma” hedefi yerini sessizce “çoğunlukla geri dönüşüm için tasarlanmış plastik kullanma” hedefine bırakılmış. Benzer şekilde bir sürü başka şirket de var.
Halkla ilişkiler çalışması olarak ‘sürdürülebilirlik’
Ben ilk olarak bu raporlardan ve taahhüt verme geleneğinden 2020 yılında haberdar oldum. Bu işin Türkiye’de de yapılmaya başlandığını da 2021 yılında SKD aracılığıyla öğrendim. Geçtiğimiz aylarda SKD’nin yeniden yayınladığı plastik taahhütler raporunu okuyunca meselenin hala en başta durduğu yerde olduğunu da anladım.
Öncelikle SKD’nin plastik taahhütlere dair benimle bir zamanlar irtibata geçip benden rapor için gönüllü danışmanlık üzerinden yorum talep ettiğini söylemem gerekiyor. Çünkü o zaman yaklaşık 2 sayfa öneri yazmış ve kendilerine göndermiştim. Ancak o iletişimden sonra bir daha ne arayan ne de soran olmadı. Zaten bu da benim beklediğim bir şeydi. Çünkü raporun ana mantığına dair bir eleştiri yapmış ve mesela BASF gibi kimyasal ve plastik üreten şirketlerin böyle raporlarda yer almasının raporun ciddiyeti ve güvenirliği açısından ciddi bir risk teşkil ettiğini söylemiştim. Ancak buna rağmen ilgili rapor yayımlandı ve zaten pek de bir etkisi olmadı. Haber değeri bile taşımadığını söylemek mümkün. Benzer bir durumun SKD’nin Mayıs 2024’te yayımladığı raporda da olduğunu söylemek mümkün. Şirket profili de sayısı da değişmiş. Ancak abartılı tespitler ve gerçekleşmiş hedefler kısmı hala aynı şekilde. Bu rapor İş Dünyası Plastik Girişimi isimli bir girişim çerçevesinde yapılıyor. Hiçbir kök sorunun çözümüne dair öneri getirmeyen bu girişim, halkla ilişkiler çalışması olarak da bu raporu yayımlıyor.
Raporda özellikle ambalajlı ürün sektöründen dâhil olan şirketler ve holding bazında dâhil olan şirketlerin taahhütleri ve ilerlemeleri evlere şenlik. Raporun pek bir ciddiyeti maalesef yok. O sebeple değerlendirmek için çok zaman kaybetmeyeceğim.
Ancak burada belirtmem gereken bir şey var ki, yeryüzünün plastikle kirletilmesinden sorumlu şirketlerin işi bu kadar gayrı ciddi bir şekilde değerlendirip bir de tüketiciyi yanıltmaya dair bu kadar aleni girişimlerde bulunmasının bir şekilde yasal bir yolla engellenmesi gerekiyor. Avrupa ve Amerika’da buna dair girişimlerin sayısı artıyor ve şirketlere karşı bu uyduruk içerikleri yayınlamalarını engellemek üzere bazı ceza davaları açılıyor. Ancak Türkiye’de o aşamaya gelmek şimdilik biraz imkânsıza yakın. Çünkü yasal mevzuat tüketiciden değil şirketlerden yana. Aksi takdirde tıpkı Coca Cola’ya verilen ve ayan beyan bir yeşil yıkama faaliyeti olan Cannes Lion Festivali kapsamındaki ödül gibi ödüllerin daha absürtlerini farklı alanlarda görebileceğiz.
Maden şirketi ile ‘ekolojik’ işbirliği
Şirketlerin yarattıkları etkileri gizlemek üzere gerçekleştirdikleri faaliyetlerin ekserisinin yeşil yıkama yani greenwashing olduğunu beni buradan takip edenler bilecektir. Detayları daha önce yazdığım şu yazıdan ve editörlüğünü yaptığım mekânda adalet ve atık temalı dergideki şu yazıdan okuyabilirsiniz. Ancak bu işin anlamına dair her şey açık ve net olmasına rağmen birçok dernek ve şirket işbirliği yaparak yeşil yıkama olarak adlandırılabilecek işlerini sürdürmeye devam ediyorlar.
Bunlardan en bilineni Lets do it derneği ile Socar isimli petrol şirketi arasında yapılan işbirliği. Burada Socar çöp toplama etkinliğine sponsor olarak kendini çevreye duyarlı bir şirket olarak gösterirken Lets do it de toplumsal ve çevresel fayda adı altında gündem yaratıyor ve kendine kaynak sağlıyor. Bir diğeri de İstanbul BŞB ile Unilever isimli plastik ambalajlı gıda ve kimyasal üreten şirketin çöpkapar işbirliği. Çöpkaparların hiçbir işe yaramadığı bilimsel yayınlarla ortaya konulmuş olmasına rağmen sanki denizleri temizliyormuş algısı ile pazarlanması da ciddi bir yeşil yıkama pratiği olarak nitelendirilebilir. Bunlar en bilinenler. Ancak bunların sayısı arttırılabilir. Mesela işlenmiş patates cipsi üreten Lays ile Anadolu Meraları isimli kuruluşun işbirliği, TÜDAV isimli dernek ile Henkel arasındaki çöp toplama alanındaki işbirliği ve plastik üreticilerinin lobi vakfı ile olan işbirliği (Hedef plastiksiz dünya değil çöpsüz dünya başlıklı toplantı organize etmek gibi), WWF Türkiye ile Coca Cola arasındaki işbirliği, Tüpraş rafinerisinin sahibi olan Koç Holding’in Turmepa isimli bir STK’sının olması ve daha niceleri buna örnek olabilir. Bununla da sınırlı değil. Yeri geldiğinde örnekleri daha da arttırabiliriz.
Bunlar içerisinde en yakın zamanda gerçekleşeni de Ekolojik Araştırmalar Derneği ismine sahip olan ve Ankara’nın en lüks plazalarından biri olan Tepe Prime isimli plazada merkezi olan derneğinMavi Jeans ve TÜPRAG isimli maden şirketi ile yaptığı işbirlikleri örnek gösterilebilir. EKAD, TÜPRAG ile yaptığı işbirliğinde denize bıraktığı iki kaplumbağaya gümüş ve altın ismini vermiş.
Mavi Jeans gibi bir hızlı moda sektörü temsilcisi ile de kaplumbağa koruma çalışmaları gerçekleştiriyorlar. Biliyorsunuz küresel hızlı moda sektörü kaplumbağalar da dâhil deniz canlılarını etkileyen plastik kirliliğinde önemli bir paya sahip. Her iki şirket de kendi sürdürülebilirlik raporlarına bu desteklerini çevreyi ne kadar önemsediklerini belirtmek üzere koyacak.
Sivil toplumun rolü
Şirketlerin bu tür destekleri vermek üzere girişim yapmaları gayet anlaşılır. Ancak STK’ların bu işlere bu kadar istekli olması ciddi bir problem. Gerçi onlara sorarsak fon kaynaklarının sınırlı olduğunu ve bir şekilde bu paraların birileri tarafından kullanılması gerektiğini, kendilerinin bunu faydalı işlerde kullandıklarını söyleyecekler. Kendilerince haklı bir gerekçe ama maalesef Türkiye’de çıkar ilişkisi ve tarafsızlık gibi konular ne akademinin ne de STK çevrelerinin gündemine girmiş değil. Bu durum bile başlı başına bir araştırma konusu aslında.
Şirketler, üniversiteler ve STK’lar arasında işbirliği protokolleri gayet tabii yapılabilir ancak bunun çerçevesini belirleyecek olan şey neyin ne için yapıldığı ve şeffaflık. Çünkü şirketler yapılan işbirliklerini asıl yarattıkları etkiyi ölçmek ve ona dair önlemler almak üzere kullanmak (ki biz buna ar-ge faaliyeti diyoruz) yerine sadece reklam amaçlı kullanıyorsa o zaman geçmiş olsun. Çünkü bu durumda yapılan iş bir reklam ve halkla ilişkiler kampanyasından öte bir anlama sahip olmayacaktır.
Bir de yapılan çalışmanın şirketlerin ana faaliyet gösterme alanları olması gerekiyor. Bu da yetmiyor faaliyet alanı aynı olsa bile etkisi kanıtlanmış işlerin yapıldığının da gösterilmesi; bunu yaparken de tespit edilen meselede kendi paylarının da açıkça ortaya konulması gerekiyor. Aksi takdirde yapılan faaliyet bir yeşil yıkama faaliyeti olarak değerlendirilebilecektir. Bu yazılanlar STK’cı arkadaşların pek hoşuna gitmeyecektir ama durum bundan ibaret.
Tüm bu şirketlerin gerek bireysel gerekse de kolektif olarak sürdürülebilirlik adı altında raporlar yayınlaması, taahhütler vermesi ve çevre koruma adı altında alakasız işlere girişmesi ancak ve ancak o taahhütler gerçekleşebilir ve o raporlar şirketlerin etkilerinde anlamlı değişimler yaratabiliyorsa anlamlı olabilir. Aksi takdirde hepsinin birer halkla ilişkiler çalışması olduğunu unutmamak lazım.
Siz de sokakta çöp kutusu göremeyince çöpünü ilk fırsatta çöpe veya evde atmak üzere çantasına koyanlar, çekirdek çöpüyle mücadele için eşek heykeli dikenler, bir pazar sabahı parklarda sahilde önceki geceden atılmış çöp yığınlarına bakıp cık cık diyenler, bu milletin cahilliğinden, eğitilmezliğinden dem vuranlardan mısınız?
Öte yandan mesele çöpün buraya değil oraya atılması konusuna geldiğinde, nezih semtlerin temiz sokakları değil de kenar mahallelerdeki çöp kutusu sayısı hesap edildiğinde, şehir merkezlerinde belediye işçileri olur da greve gidip çöpleri toplamadığında, elindeki pet şişeyle yürümek istemediğinde, evin temizliğinde ıslak mendil kullanmak daha kolayına geldiğinde, her gün başka kombin yapmak istediğinde öncelikleri değişenlerden misiniz?
Yerlerdeki çöp görüntüsü kadar atık alanlarında biriken çöplerin insanları rahatsız etmediği bir dünyada, asıl meselenin çöpün kendisi değil de görünür yerde olması olduğu aşikar. Çöpü buraya atmak yasak, nehirlere değil, 3. dünya ülkelerine, yeraltı sularına, yoksul mahallelere, gözden uzak köşelere değil. Çöpler akıtmayan, mavi yeşil renkli, şık, ağzı bağlı poşetlerde olduğu sürece, temiz evlerden, temiz şehir sokaklarından uzakta olduğu sürece sıkıntı değil.
‘Atma’ demek yeter mi?
Modern dünyanın çöpleri ilkokul müfredatındaki gibi yerlere atmamayı öğrenmeyle bitecek gibi değil. İlkokullarda okutulmayan, çevre aktivizminin görünür kılmaya çalıştığı, dünyanın her yerinde binlerce insanın ve canlının yaşam koşullarını tehlikeye atan, büyük bir kısmı temiz sokaklar ve nezih semtlerde, hijyenik evlerde, şık ofislerde kullanılan ürünlerden kaynaklanan birçok kirlilik söz konusu.
Daha kolay olduğu için plastik tek kullanımlık mendiller, daha hafif olduğu için tek kullanımlık plastik pet şişeler, daha ucuz olduğu için birkaç kereden fazla giyilmeyecek hızlı moda ürünlerinin tüketimi devam ettiği sürece yoğun bir çöp üretimi de devam ediyor. Yeraltı sularının kirliliği, hava kalitesi, toprağa karışan atıklar ve kimyasallar, tüm bunların içindeki plastik ve zararlı maddelerin döngüler yoluyla yayılması ve kirliliği yeniden üretmesiyle birlikte bu herkesin meselesi.
Ev temizliği artık çok kolay!
Nezih sokakların arkasında bol bol deterjan ve plastik ambalajlar, aşırı tüketimle gelen hızlı moda ürünleri, yeni modayı takip eden eşyalar, yeni modeli gelince değişen telefonlar varsa, sadece göz önündeki çöplere takılmak ne kadar gerçekçi?
Modern hayatın ve kapitalizmin sunduğu sınırsız olanaklar, konfor ve kolaylıkların arkasında çoğu zaman açgözlü aşırı üretimler, kirli endüstriler ve bol bol plastik bulunuyor. Kapitalizmin her sosyoekonomik ve kültürel segmente farklı ürünleri farklı kampanyalarla pazarladığını düşünürsek, herkes kirliliğin bir ucundan tutuyor denebilir.
Plastikle, kirlilikle mücadele için aktivizmin büyük uğraşlarla elde ettiği kazanımların karşısında koca bir endüstri ve bu endüstrinin sattıklarını coşkuyla karşılayan bir tüketim kültürü var.
Çöp dediğin biraz temiz, biraz nezih olmalı
Yerlere çöplerin atılması, kirli sokaklar, parklar cehaletle eşleştirilirken dünyaya zarar verdiği bilindiği halde kullanılmaya devam edilen plastikler, hızlı moda ürünleri, pet şişeler her zaman halkın yoksul ve cahil kesimleri tarafından tüketilmiyor. Tam tersi bu tüketim döngüsünü devam ettirmenin yolu devamlı satın almaktan geçiyor.
Modern yaşamın çöplerinin tamamı parktaki karpuz kabukları kadar görünür değiller, ama varlar.
Hayatı daha kolaylaştırdığı, güzelleştirdiği iddia edilen ürünlerin çoğunun üretim ve tüketim döngüsünde atıkların planlanmadığını, üretim süreçlerinin oldukça kirli olduğunu ve dünyanın her yerine çöpler saçarak alışveriş çantalarına geldiğini unutmamak gerekli. Çöpler yalnızca belli bir sınıfla ilgili olmadığı gibi plastik ambalajlı her ürün de hijyenik değil; her tüketici segmentinin payını görmek, sorumluluğu paylaşmak, günlük yaşamın bağlantılarına bakmak gerçekten kirlilikle mücadele için iyi bir yöntem olabilir.
Daha yüksek kâr için doğayı sömüren, canlı yaşamını hiçe sayan politikaların bedelini; çalışanlar, toplum ve tüm canlılar olarak, sağlığımız ve canlarımızla ödemeye devam ediyoruz.
Bilindiği gibi Anagold Madencilik Sanayi ve Ticaret A.Ş. tarafından işletilen Erzincan‘ın İliç ilçesi Çöpler köyü mevkiindeki altın madeninde 13/02/2024 tarihinde yığın liçi alanındaki kaymada 9 işçi göçük altında kaldı, tonlarca siyanür, sülfürik asit ve ağır metaller Fırat havzasına karıştı. İliç’teki çökme, Türkiye’de madencilik alanında tanık olduğumuz büyük çevre felaketlerinden biri oldu.
Devletin çevreyi ve insanı koruması gerekirken şirketleri koruyacak bir süreç izlemesi emek ve demokrasi örgütlerini sürecin dışında tutması ve örgütlerin bilimsel önerilerini dikkate almaması yaşanan maden kazalarının en önemli nedeni…
Bu son olayda da bilim insanları ve meslek odaları İliç’te 21.06.2022 ve 13.02.2024’de yaşanan maden kazalarından önce altın madenlerinin siyanür liçi yöntemi ile çalıştırılması yüzünden ekosistem ve halk sağlığının zarar göreceğini birçok kez yetkililere iletti, kamuoyu ile paylaştı. Ancak, 21.06.2022 günü İliç’te meydana gelen siyanür sızıntısının görmezden gelinmesi, bilimsel uyarıların göz ardı edilerek altın madeninde kapasite artışına gidilmesi 9 işçinin ölümüne ve çevre felaketine neden oldu.
İlgili bakanlıklarca meslek örgütleri (TTB, TMMOB, TBB gibi) ve çevre-yaşam hakkı savunucularının görüşlerine başvurulmadığı gibi bu örgütler bu sürecin dışında tutuldu. Devlet ise denetim ve yaptırım aşamasında etkisiz kaldı. Ülkemizde tüm siyasi iktidarlar 1990’lı yılların sonundan 2002’ye kadar maden şirketlerini sınırlayacak yasanın uygulanmaması, 2002’den sonraki dönemde ise yasal mevzuatın maden şirketlerini destekler yönde değiştirilmesiyle maden şirketlerinin yanında oldu; olmaya da devam ediyor (İliç Altın Madeni Kazası: Altın-Ekosistem-Halk Sağlığı. TTB Haziran 2024, Ankara)
Maden şirketlerinin ‘kendilerini denetlemesi’ en büyük sorun
Bir sorun da altın madenlerinin yeterli biçimde denetlenememesi ve doğaya verdikleri zararı engellememesi… Denetleme için bağımsız karar verme ve maddi olanaklar gibi konularda önemli eksiklikler mevcut… Devletin kendi yaptığı veya devlet tarafından desteklenen madencilikte de denetleyici kurumlar zorluk yaşanıydr. Sonuçta, madenler, daha çok maden şirketinin seçtiği danışmanlarca “denetleniyor”.
Maden işletmesinin faaliyet göstereceği alanda nitelikli ve bağımsız çevre değerlendirmesi yapılamadığı için faaliyet sonrası madenin çevreye verdiği zararın doğru tespiti yapılamıyor. Ayrıca madenin neden olduğu hangi kimyasal bileşiklerin canlılara zarar verdiği bilgisi de yeterli değil. Zengin olmayan birçok ülkede, laboratuvarlar da zararlı maddelerin tespitinde yeterli olamıyor. Örneğin, birçok laboratuvar; siyanürün serbest, zayıf asitte çözünen ve toplam formunu ölçebilirken, siyanat, tiyosiyanat gibi siyanür ürünlerini tespit edemiyor. Yetkili kurumlar da tüm bu maddelerin izlem ve kontrolünü zorunlu hale getirmiyor.
Bunun yanında izlem yapılan yer ve zaman da çok önemli. Bazı maddelerin konsantrasyonları birçok faktöre bağlı olarak gün içerisinde dahi değişim gösterir. Tüm bunları hesaba kattığımızda, altın madeninin çevreye zarar vermediğini iddia eden raporların da tartışmalı olduğunu söyleyebiliriz.
Altın madenlerinin izlem raporlarının yetkili kurullara yıllık sunulması sonucu oluşan güncellik sorunu, raporlarda verilerin yetersiz ve irdelenmeden sunulması, bu raporlara kamuoyunun yeterince ulaşamaması gibi nedenler de önümüzde ciddi bir sorun olarak duruyor. Maden çevresinde zararlardan etkilenen insan sayısının azlığı gibi nedenlerden dolayı da madenlerin çevreye zararları konusunda bilimsel olarak da kaynak ayrılma sorunu bulunuyor. Devletin çevreyi ve insanı koruması gerekirken şirketleri koruyacak bir süreç izlemesi, emek ve demokrasi örgütlerini sürecinin dışında tutması ve örgütlerin bilimsel önerilerini dikkate almaması yaşanan maden kazalarının en önemli nedeni.
Bilim insanları ve meslek odaları İliç’te 21.06.2022 ve 13.02.2024’de yaşanan maden kazalarından önce siyanür liçi yöntemi ile altın madenlerinin çalıştırılması yüzünden ekosistemin ve halk sağlığının zarar göreceğini birçok kez yetkililere iletti. İlgili bakanlıklarca meslek örgütleri ve çevre-yaşam hakkı savunucularının görüşlerine başvurulmadığı gibi bu örgütler bu sürecin dışında tutuldu, devlet ise denetim ve yaptırım aşamasında etkisizleşti.
Siyanürle altın çıkarmaya derhal son verilmeli
Çöpler altın madenindekine benzer bir kazanın yeniden yaşanmaması için öncelikle denetleme mekanizmaları etkili hale getirilmeli… TTB, TMMOB, TBB gibi meslek örgütleri ve çevre-yaşam hakkı savunucusu yapılanmalar sürecin dışında kesinlikle tutulmamalı ve kaza risklerinin azaltılması için ilgili meslek örgütlerinin önerilerinin hayata geçirileceği bir yapılanmaya gidilmeli. Hava, su, toprak analizleri ve gerekli sağlık kontrolleri kısa periyodlarda tekrarlanmalı ve sonuçlar izlenmelidir.
Çevre Etki Değerlendirilmesi (ÇED) yanında Sağlık Etki Değerlendirilmesi (SED) de yapılmalıdır. Maden sahasını ve siyanür havuzunu genişletmek isteyen ve bu konuda dava edilen maden şirketinin talebi yaşanan kaza ve olabilecek çevre felaketleri göz önünde bulundurularak değerlendirilmelidir.
Sonuçta siyanürle yapılan altın madenciliği, tehlikelerinden dolayı birçok Avrupa Birliği ülkesinde yasaklamasına, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin siyanürle altın madenciliğinin çevreye zararlı olduğuna dair karara, 1992’de kabul edilen Biyolojik Çeşitlik Konvansiyonu’nun tedbir prensibine, ülke olarak tarafı olduğumuz Çevre ve Kalkınma Rio Bildirgesi gibi birçok belgenin varlığına ve emek-demokrasi örgütlerinin, toplumun tepkilerine rağmen Türkiye’de on yıllardır sürdürülüyor. Avrupa Birliği ülkelerinde siyanür liçi yöntemi ile altın madenciliği yapamayan çokuluslu şirketler, Türkiye’deki mevzuat esnekliğinden yararlanarak ülkemizde siyanür liçi yöntemi ile altın madenciliği yapıyor.
Ülkemizde ivedilikle sağlıklı bir çevrede yaşama hakkına sahip çıkılmalı ve toplumun sağlığını korumak amacıyla Türkiye topraklarında siyanür liçi yöntemiyle altın çıkarılmasına izin verilmemeli… Bilindiği gibi altın madenciliği yapılan alanlarda ormanlar, yeşil alanlar yok olur; hava, akarsular ve göller kirlenir; canlılar için yaşam zorlaşır bölge adeta ay yüzeyi kraterlerine dönüşür. Bunun en son örneği Kazdağları’dır.
Şimdi tüm insanların kendisine sorması gereken çevreye ve halk sağlığına son derece zararlı olan, ekosistemler üzerinde geri dönüşümsüz bir yıkıma neden olan altın madenciliğine gerek olup olmadığıdır.
Yaşam İçin Yasa İnisiyatifi ve Hayvan Yaşam Özgürlük İnisiyatifi, Hayvanları Koruma Kanunu‘nda yapılmak istenen değişiklik teklifine karşı Kadıköy‘de ortak bir basın açıklaması yaptı.
Hayvanları Koruma Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun tasarısı için 17 Temmuz Çarşamba günü TBMM‘nin Tarım, Orman ve Köyişleri Komisyonu’nda gerçekleştirilen görüşmelere hayvan hakları savunucularının alınmamasına ve protestocuların meclis önünde darp edilmesine tepki gösteren aktivistler, 18 Temmuz Çarşamba günü Kadıköy İskele Meydanı‘nda bir araya geldi.
Basın açıklamasında 1910 yılında gerçekleştirilen Hayırsız Ada katliamını hatırlatan aktivistler, “Hayırsız Ada bir daha asla” sloganları atarak aynı utancın bir daha yaşanmaması için mücadele edeceklerini belirtti.
Hayvanları vahşet planlarına teslim etmeyeceklerini belirten hak savunucuları “Bizler yaşamdan yana olanlar; kana susamış iktidara, sahte haberlerle toplumu manipüle eden trol ordusuna, kendisine gazeteci deyip meslek etiğini yok sayarak hayvanların yaşam hakkını anketler açarak bir avuç takipçisiyle tartışmaya açanlara, her gün bilimden uzak, yeni nefret söylemleri ile toplumu kutuplaştıranlara, halkın parkını halka kapatanlara, halkın meclisine halkı almayanlara, protesto hakkını engelleyenlere, gözaltına alanlara karşı; hayvanları, sokakta yaşayan köpekleri, kedileri, tüm dostlarımızı savunuyoruz!” dedi.
20 Temmuz Cumartesi Kadıköy İskele Meydanı’nda
Hayvan hakları savuncuları, 20 Temmuz Cumartesi günü tekrar Kadıköy İskele Meydanı’nda bir araya gelecek.
Basın açıklamasında yaşamdan yana olan tüm sendikalara, siyasi partilere, meslek örgütlerine, demokratik kitle örgütlerine ve sivil toplum kuruluşlarına tepki ve direniş çağrısı yapıldı:
“Yasayı sokakta biz yazacağız! Katliam ve tecrit yasasını oylamaya devam etmek için yapılacak Komisyon toplantısı öncesinde, 20 Temmuz Cumartesi günü, Kadıköy’de toplanıyor ve hep birlikte bir kez daha haykırıyoruz: Susmuyoruz, Korkmuyoruz, Dostlarımızı Vermiyoruz!”