3. Köprü’nün gerekliliği konusunda öne sürülen gerekçe transit trafik yoğunluğunu kent içine sokmadan kuzeyden geçirmektir. Yapımından bir süre sonra bu gerekçenin soruna çözüm olmadığı gerçeği ile yüzleşmek daha öncede yaşadıklarımızın tekrarında öte bir anlam ifade etmeyecektir. Yaratacağı çevre sorunları ise bu konuda kaygı duyan herkesin malumudur.
Anlatmak Mı Savaşmak Mı?
Günlerdir tartışılıyor her yerde, sorun nasıl çözülebilir diye. Zaten çözümü konuşmadan önce yapılması gereken ilk şey sağlıklı şekilde yapılmıyor: “Sorun ne? Sebepleri neler?”. Bugün yaşananların bir sonuç olduğunu, ölümlerin, devletin yok saymaya çalıştığı bir halkın tepkisi olduğunu, savaşın bitmesi için dağdakiler kadar devletin de adım atması gerektiğini bilmemek ayıp, bilip de söylememek daha büyük bir ayıp.
Başkentte Hata(y) (Yalan) Günleri
25–30 Haziran 2010 tarihleri arasında Ankara’da “Başkentte Hatay günleri” düzenleniyor. Doğal ve tarihi güzellikleri ile turizm, tarım, sanayi vb potansiyellerinin tanıtılması ilimizin yararınadır. “Başkente Hatay günlerinin” ilimizin içerde ve dışarıda konu mankeni haline getirildiği birçok başka etkinliklerden birisi olmaması için bazı hatırlatmalar yapmakta fayda görüyoruz. Antakya’yı hem içerik hem isim olarak örten, yok sayan bakış açısına ve etkinliklere itirazlarımız var.
“Hoşgörü Kenti Hatay”, “Marka Kent Hatay”, “Hatay 1.Medeniyetler Buluşması” vb resmi Hata(y) bakış açısı ile yapılan çalışmalarda Antakya’nın adı yok. “Antakya medeniyetler korosu” vb etkinliklerde Antakya’nın adı var, kendi yok.
Anadili, kültürü ve isimleri yaşatmakta ısrar edenler olarak yapılan asimilasyon ve tahribatlara birkaç sözümüz var. “Çok daha yaygın tanınmışlık ve bilinirlilik açısından Marka kent tanımlaması olarak Antakya isminin bunu hak ettiğini düşünüyor ve Marka Kent Antakya isminin kullanılmasını öneriyoruz.”( TOSYÖV Hatay Destekleme Derneği başkanı Tahsin Rende).
“Antakya ilçemizin adının nüfus kayıtlarımıza, kimliğimize ve nüfus kaydına dayanan diğer yazışmalara iade edilmesini arz ederiz.”( Antakya Defne Rotary Kulübü Başkanı Öner Cabbaraoğlu). Antakya’yı kimse alıp bir yerlere götürmüyor. Orjinal isimlere karşı duyulan bu korku niye? Köy, belde, ilçe, il yaşadığımız yerlerin orijinal isimlerine dönüş yapılmalıdır. Doğal olan ile Toplum mühendisliğinin mücadelesi ülkemizin bütün bölgelerinde, il, ilçe, köy, vb değişik şekillerde ortaya çıkıyor. Biz hala Antakyalıyız ve Hata(y)lılaşmak istemiyoruz. “Başkentte Hatay günleri” olarak yapılan çalışmanın orijinal adı olan “Başkentte Antakya Günleri” kullanılmalı ve içeriği Antakya’da var olanlara körlük yapmadan doldurulmalıdır. İlimizin tanıtımında ön plana çıkarılan “Çan, Ezan, Hazan” üçlemesi Alevileri kapsam dışı bıraktığı için eksiktir. Hoşgörü sofrasında boş bırakılan dördüncü sandalyeyi ekleyerek “Çan, Ezan, Hazan, Hıdır” şeklinde yapılarak tanıtımda ki eksiklik giderilmelidir.
“Hoşgörü Kenti” tanımı inançlar ve etnik yapılar arasında önemli sorunların bulunmadığını ifade etmesi açısından doğru olmakla birlikte devlet açısından daha çok ulaşılması gereken standardı ifade ediyor.
“Antakya Medeniyetler korosu” ülkemizde ve dünyada şehir şehir dolaşarak konserler veriyor ve ülkemiz de sistem tarafından yok asimilasyona tabi tutulan inanç ve etnik yapı zenginliğini tanıtmaya! Ve vitrin mankeni yapılmaya devam ediyor. “Hoşgörü Kenti” seviyesine, hedefine ulaşılabilmesi için devletin yerine getirmesi gereken ödevleri vardır.
“Hatay 1. medeniyetler buluşması” 2005 yılında başbakanımızın ve birçok ülkenin temsilcilerinin katılımı ile Hata(y) da yapıldı. Fakat ülkemizin inanç mozaiğinin ve ilimizdeki hoşgörü kültürünün önemli bir parçası olan Alevi temsilcileri davet edilmedi. Dünyada medeniyetleri buluşturduğunu iddia edenlere aynaya bakmalarını öneriyoruz. Kendi evinde ötekileştirdiği inançlarla ve etnik yapılarla buluşmaya davet ediyoruz. %99 Müslüman ülke olmak için hoşgörünün göz ardı edildiği acımasız süreç durdurulmalıdır. İslam ülkeleri içinde en az Hıristiyan nüfusa sahip ülkenin Türkiye olması tesadüf olmasa gerek. Antakya patrikhanesi hala kapalıdır ve patrik Yurtdışında, Şam’da (sürgün de) faaliyetlerini sürdürmek zorunda bırakılmıştır. Antakya Patrikhanesi açılmalı ve Patrik faaliyetlerini Antakya’da yürütebilmelidir. Kendi inancı gereği Alevi kültürünü, din ve ahlak bilgisini Alevi çocuklarına aktaran Alevi din liderlerimiz/ önderlerimiz olan şeyhlerimiz hakkında soruşturmalar ve davalar açılıyor. İnanç Özgürlüğü üzerindeki bütün kısıtlamalar kaldırılmalı ve inanç özgürlüğünün güvence altında olması sağlanmalıdır. Hoşgörü kenti Hatay’ın hoşgörülü ilçesi Samandağ’ın da “Kutsallaştırılmış” Rüzgâr enerji santralleri güzellemesi ile bir arada barış içinde yaşamın ve Hoşgörü Kültürünün yaşam alanlarının (Kültürel Habitat) tahrip edilmesi durdurulmalıdır. Arap Alevilerin, Arap Hıristiyanların, Ermenilerin, Türklerin, Arap Sünnilerin bir arada yaşamları rahat bırakılsın. Bu sentezin, kaynaşmanın, mozaiğin yaşam ve gelişme alanı canlılardan arındırılmış enerji sahası haline getiriliyor, tahrip ediliyor, darlaştırılıyor. Artık yeter Samandağ’ını rahat bırakın. “Hoşgörü kentimiz Antakya” ve Hoşgörü ülkemiz Türkiye’yi” asimilasyona son vererek ulaşacağız. Çocuklarımız anadillerini öğrenemiyor. Ana dilimiz Arapçayı Çocuklarımıza aktarabilmemiz vatanı bölmez. Ana diler üzerindeki baskılar kaldırılsın.
MEVLÜD ORUÇ
Akdeniz Kültür Ve Dayanışma Derneği Yön. Kur. Üye
Atatürk mah. Filiz sk.
Samandağ Hatay
05422072039
Bir İlhan Selçuk Yazmalı Ama Nasıl?
Abdülcanbaz’ı yitirdiğimizde içimize düşen gülüşlerin ilk ateşini fitilleyen ustaya ağlayamamıştık, ona gülmeler yaraşırdı, içimize çoşkuları aşılayan adama nasıl başka türlü veda edilirdi.
Günlerdir klavye başındayım bir ilhan Selçuk yazmalı ama nasıl, nasıl yazılır.
İlk çocukluğu geliyor aklıma, ağabeyimin eve Cumhuriyet Gazetesi ile geldiği günler, ilk gençliğimizde kaldığımız yurda kaçak soktuğumuz, ama biz yokken aranan tarana odalarımızda bulunan Cumhuriyet Gazetesi. Sonrasında yediğimiz kominist “Sakıncalı Piyade” duruşları. O zamanlardan birileri bizi İlhan Selçuk, Umur Talu, Ali Sirmen, Oktay Akbal okuduğumuz için sakıncalı ilan etmiş.
Dönüş yapıyorum yılar öncesine, hayır çok fazla okumamışım İlhan Selçuk’u, bir Uğur Mumcuyu yitirdiğimizde okuduğum yazısı var hafızamda o kadar. Hiç kemalist olmamışım zira. Ama 80 sonrası üniversite yıllarında Yeni Gündem gibi Yankı gibi okuduğumuz basılı yayınlardan biri.
Kemalist olun olmayın, sevin sevmeyin, saçma sapan bir nedenle o yaşta o biçimde gözaltına alınmasını hiç anlamamıştım. Kimseye yapılmaması gerekiyordu. Ama benim onu sıkı takibim tam da orada başlıyordu. Nasıl dimdik bir duruş, nasıl bir vakur, nasıl bir direngenlikti , açıkcası şaşakalmıştım. Unuttuğumuz kimi değerleri anımsatıyordu bize. Çok saygı duymuştum. Sevebilirdim sevmeye açıktım yüreğim artık onu. Acılar bazen dağıtır, bazense birleştirir, bizde birleştirici olmuştu.
Ülkede kemalizm üzerine, laiklik üzerine yapılanlara karşı duruşunu bozmaması bir öğretiydi, bize ilkelerinden vazgeçmemeyi, satmamayı, satılmamayı öğretiyordu. Bir dostunun deyimiyle kendi heykelini yontuyordu belki ama bizi de hayata yeniden bakmaya zorluyordu 85 yaşındaki delikanlı.
Kimliksiz, başarıya giden yolda her türlü ilkesizliği kabul edenlere karşı benim için yontusuz bir taştı, en alasından.
Bugün İstanbul’dan yola çıktı, bizim buralara geliyor . Turhan Selçuk’un cenazesi pazara geldiği için gelebilmiştik ama sen perşembe giriyorsun toprağa gelemiyoruz, 9-6 yollarında izin alma haddimiz yok. Bu sen gibi ustalar bile olsa. Hoş yalnız da değilsin. Abdülcanbaz orada seni bekliyor. Artık bana da yakınsın 1 saat mesafede. Kafam karışırsa yanıt verebilirsin. Canım sıkılırsa gelebilirim.
Toprağımıza hoş geliyorsun Usta. Hoş ama buruk, kekremsi, bilemem sen derdin ama benden başka sözcük çıkmıyor nedense.
Kongre’ye Dair; Yeni Dönem
2008 yılında kurulan, ikinci senesini bitirmeye hazırlanan Yeşiller, her açıdan yeni bir parti. Hem yaş olarak yeni bir parti, hem de fikren yeni bir parti. Ortaya çıktığı fikirlerin, ortaya koyduğu parti mekanizmasının nasıl olduğunu anlatmak için de sürekli “yeni” kelimesine başvuran bir parti. Kendisini anlatmaya istekli ve anlatmaya mecbur bir parti.
Yeşiller, Rock Müzik Festivallerinde…
Yeşiller Partisi kuruluşunun ikinci yılında sesini duyurmak, üye kazanmak ve ekoloji mücadelesine yönelik aktivist grup oluşturmak amacıyla, gençlik müzik festivalleri açılımı yapıyor. Bu yaz gerçekleşecek müzik festivallerinde, Yeşiller, hem katılımcı ve hemde kimi zaman standlarıyla yer alacak. Festivallerle ilgili haber ve duyuruları Yeşil Gazete’de görebilecek ve takip edebileceksiniz. Şimdi iki festival haberi.
Bu Savaşın Sonu Yok mu?
Yine başladı… Ya da aslında hiç bitmemişti.
İç savaştan bahsediyorum. Şu adını bir türlü koyamadığımız -ya da koymaktan utangaçça sakındığımız- iç savaştan.
Çok önceleri dağa çıkmış bir avuç “şakirt”, aklını yitirmiş “eşkıyya” idiler. Sonra anlaşıldıki üç harften oluşan bir adları varmış: PKK. Daha sonra şakirtlikten, eşkiyalıktan çıkıp, “terörist” sıfatına layık görüldüler.
Aslında neredeyse 30 yıldır süregelen bir iç savaşın baş aktörleriydiler. Ve anlaşılan bu savaştan vazgeçmeye niyetleri yok.
Temel sorumuza gelirsek: ne oldu da son dönemde PKK’nın askeri aktivitesi bu derece yükseldi?
Yoğun saldırılar, çarpışmalar ve ölüm haberleri arka arkaya geliyor. Televizyonlarda bol sloganlı cenaze törenleri; sokaklarda milliyetçi sloganlarla turlayan taksiciler; araçlarının kornalarına basarak eşlik eden vatandaşlar… (Şu an dışarıdalar ve seslerini duyabiliyorum.)
Elbette hepimizin acısı büyük. Elbette hepimiz bu savaşa verdiğimiz kurbanların ardından onulmaz bir üzüntü duyuyoruz. Nitekim, cenaze törenlerinde şehit yakınlarının da sıkça dillendirdiği gibi, hepimiz bir an önce silahlar sussun, kan dursun, acılar bitsin istiyoruz. Ama öte yandan bütün bu gelişmeler ve her iki tarafta atılan milliyetçi sloganlar, savaşın bitmesi yönündeki umutlarımızı da -neredeyse- tüketiyor.
Hükümete sorarsanız, PKK’nın son saldırıları, hep Mavi Marmara olayı ve ardından Türkiye’nin uluslararası çıkışlarını kıskanan dış mihrakların kışkırtması. Bazı Bakanların açıklamalarına bakarsanız, olanların iç siyasetle, demokratik açılım girişiminin girdiği çıkmazla filan hiç ilişkisi yok. Bu “üst düzey” açıklamalara göre, aslında memlekette PKK-BDP çizgisinin temsil ettiği bir kesim ve talep yok. Demokratikleşme süreci gayet güzel ilerliyor ve Türkiye vatandaşı Kürtlerin demokratik açılım başlığı altında Hükümetten beklediği tüm girişimler adım adım başarıyla gerçekleştiriliyor. Ve bütün bu kan ve gözyaşı, bu gelişmeleri kıskanan dış güçlerin işi (!).
Velhasıl Hükümet, on yıllar öncesinden beri hükümetlerin başedemedikleri Kürt sorunu karşısında sığınageldikleri genel geçer milliyetçi, “dış mihraklar” söylemine ricat etmiş durumda.
Oysa daha ciddi analizciler, PKK’nın artan askeri saldırganlığını, örgütün demokratik açılım sürecinin çıkmaza girmesine ve KCK operasyonları sonrasında kendine yönelik siyaset dışına itme ve tasfiye girişimlerine karşı verdiği tepki olarak yorumluyor; ve özellikle Şemdinli’deki son kanlı çatışmanın, güncel nedenininin, Kandilden gelen son kafilenin paldır küldür tutuklanıp, adli takibata uğraması olduğuna dikkat çekiyorlar.
Şimdi itiraf etmeliyim ki PKK’nın 2003’ten bu yana Irak’taki güçlerle ve Amerika’yla ilişkilerini ve İran’daki faaliyetlerini göz önüne getirince, örgütün uluslararası ilişkileriyle ilgili benim de aklımda kuşkular beliriyor. Yurt içindeyse Ergenekon gibi derin devlet unsurlarıyla ilişkileri konusundaki şaibeleri hesaba katınca, bu örgütü ulusal siyaset içerisinde nerede, nasıl konumlamak gerektiği konusu da benim için giderek zor bir sorun haline geliyor.
Ancak, PKK’nın ulusal ve uluslararası güçlerle arasındaki karmaşık ticari-siyasi hesaplar ve ilişkiler ne olursa olsun, her halükarda açık olan bir şey var ki o da bu hareketin doğuşu ve gelişiminde Türkiye’deki Kürtlerin yaşadığı sorunlu koşulların oynadığı rolü ne yok saymak, ne de küçümsemek mümkün. Ve bu durum halen geçerli.
Yani PKK sorunu (ve parçası olduğu şiddet ve iç savaş ortamı) bir yana; Kürt sorunu bir yana.
Açıktır ki Türkiyeli Kürtler, bu ülkede hala bazı temel kültürel ve siyasal hak ve özgürlükleri konusunda arzu ve talep ettikleri, genel geçer standartlara kavuşmuş değil. AKP hükümetinin aylardır mırıldanıp durduğu “demokratik açılım” teranesi ise bu konuda ciddiye alınabilecek hiç bir gelişme sağlamadı. Zira, hak ve özgürlükler meselesi bir TV kanalı kurmaya indirgenemez.
Bu “açılım fiyaskosunun” temel nedeni neydi derseniz; esefle kabul etmek gerekiyor ki bu neden aslında Hükümet cenahında açılım adına ciddiye alınabilecek hiç bir şeyin olmamasıydı. Hiç olmadı ve hala yok. Anlaşılan o ki AKP Hükümeti, hiçbir ön plan, program, stratejik çalışma filan yapmadan; tam anlamıyla “kervan yolda düzülür” mantığı ile paldır küldür girişmiş bu açılım işine.
Başlangıçta Hükümetin konuyla ilgili yol haritasını çeşitli taraflarla diyalog içerisinde olgunlaştırmak istediği için kendi açılım paketini peşinen deklare etmediğini düşünerek umutlanmıştık. Ancak bugün çok net bir şekilde anlaşılıyor ki bütün o diyalog harala gürelesi, aslında Hükümetin bu konudaki vizyonsuzluğunu, plansızlığını, programsızlığını gizlemek için bir tiyatro imiş. Bütün ilgili taraflar boş yere heyecanlanmış. Sanki bir şeyler yapmaya çalışır gibi görünmekten başka, “açılım” gibi iddialı bir başlığın altını dolduracak, başta Kürtler olmak üzere, tarafların demokratik görüş ve taleplerini dinlemeye ve bir uzlaşı düzlemi çerçevesinde karşılamaya yönelik hiçbir ciddi hazırlığı yokmuş meğer.
Nitekim, o nedenledir ki AKP Hükümeti Kandil’den gelen ilk grubun ülkeye girişi sürecini ciddi bir şekilde yönetemedi. Sonuçta ortaya çıkan tepkilere karşı bir siyasi irade gösteremeyip geri adım attı ve ondan bu yana bu konuda hiçbir ciddi ilerleme sağlanamadı. Hatta siyasi atmosfer bu konuda iyice geriledi. Nihayet, DTP’nin kapatılması ve bölgede seçimle işbaşına gelmiş DTP’li yerel yöneticilerin adli takibata uğramasıyla dibe vurdu.
Halihazırda durum giderek kötüleşiyor. Şimdi meydan yine silahlara ve her iki tarafta savaş ruhunu körükleyen milliyetçi sloganlara kaldı. AKP Hükümeti ise sorunun çözümünde kendilerine düşen sorumlulukları görmezden gelerek, on yıllar öncesinin “dış mihraklar” teranesine gerilemiş durumda.
Halbuki Hükümetin asıl yapması gereken, bir an önce, ana dilde eğitim, bölgedeki yerleşimlerin otantik adlarını alması ve yerel yönetimler reformu gibi konular ile bu konularda özgürce, cezalandırılma korkusu olmadan tartışma yapılabilecek bir kamuoyu alanının oluşturulabilmesi yönünde yasal düzenlemeler yapılması için gereken girişimlerde bulunmak olmalıdır. Hükümet bu konuda cesur bir adım atabilirse, Türk ve Kürt taraflarının, sorunun aynı çatı altında, adil ve barışçı bir çözümü için uzlaşmak doğrultusunda, yeniden cesaretleneceği umulabilir.
Kendi payıma, bu savaşın önünde sonunda adil bir uzlaşı ile sonlanacağına inancımı korumak istiyorum. Ve bu kucaklaşma gününü bir an önce görebilmeyi can-ı gönülden arzuluyorum.
Gökçen Özdemir
Yeşiller'in Dili
Uygar dünyanın aç gözlü, utanmaz, emperyal yaratıkları! Hadi kirletin, kırın, yıkın, yakın doğayı, şatafatlı yaşamlarınız için. Giderek daha alıcı ve bencil oluyorsunuz; verdiğiniz her şey, su bile kendi çıkarlarınız için.
Canlıların yaşamak için tek bir amacı vardır: Üremek ve gelecek nesillerini güvenli bir yarına hazırlamak..
Bazı kuş türleri, ortamlarındaki besine göre ürerler. Besin çoksa; bütün üyeler, azsa; bazı güçlü üyeler üremeye katılırlar. Böylece yeni nesillerini açlığa terketmezler.
Kurak bölge toprağını, yağmur; birkaç saat yağarak, su ile öyle doyurmalı ki; bazı tohumlar çimlenebilsinler. Zira bazı kurak bölge tohumlarının kabuklarında çimlenmeyi önleyen hormonlar yapışıktır ve onlar ancak bir kaç saat yağan sağanakla kabuktan sökülüp ,suyla akıp giderler. Yoksa ; azıcık ıslanan toprağa güvenip de çimlenmek nesillerinin kuru sonu olur.
Daha pek çok canlı evrimlerinde başarılı olup, size kadar gelebilmişler. Siz ise; bu atasal davranışlara karışık beyninizde doğru dürüst bir yer ayıramamışsınız. Öyle bir yere geldiniz ki; pek çok korkunç hastalığı iyileştirebiliyor ,hastalarınızı, yaşlılarınızı yaşatıp, sağlıklı ve genç olanlarınızı savaşlarda öldürüyorsunuz.
Bakteri genlerini alıp, sebze, meyve, tohum olarak tükettiğiniz besinlerinize ekliyorsunuz. Onları böcekler yiyemiyor ,eklenen gen, onları yaptığı toksık etkiyle öldürüyor.Böylece sizler, sırım gibi düzgün mısırları farkında olmadan afiyetle yiyorsunuz. Bunların sizlerin genlerinde yaptığı hasarları hiç sorgulayamıyorsunuz. Bu GDO’lu besinler bebek mamalarınıza kadar giriyor. Hiç bilmiyorsunuz. Ayrıca bu ürünler diğer tarlalardaki doğal ürünlerini de tozlaşmayla bozuyor. Böylece siz doğal yaşamıda olumsuz yönde etkiliyorsunuz. İlkel ve vahşi yöntemlerle maden çıkarırken doğaya saldığın zehirlerle, Böcek öldürücü ve gübre olarak bitkilere verdiğiniz kimyasallarla, toprağı, suyu, yaşamı kirletiyorsunuz.
Ne sanıyorsunuz kendinizi zavallı mutant tür? Sizi böyle bencil ve saldırgan yapan, o içinizdeki akıl almaz ölüm korkusu.“Bir gün nasılsa bitecek, günümü gün edeyim, daha çok, daha çok para!…“ diyorsun. Sen, atalarınla çocukların arasındaki köprüsün. Bitmiyorsun ki, aksine sürüyorsun. DNA’n genç bedenlere geçiyor. Atalarından aldıklarınızı nesillerinize devrediyorsunuz. Aktardığınız genlerinizin geleceğini düşünün. Onlara , çok para, ama havasız, susuz, besinsiz kirli bir dünya bırakacaksanız; üremenizi hemen durdurun. Kendiniz için yaşayın ve yokolun. Defolun gidin dünyadan.
Ağacın dibinde yatan adam irkilerek uyandı. Rüyasında bir dal , yüzüne eğilip neler neler demişti.Yattığı yerden başının üzerinde sarkan dalı çekti, tuttu avuçlarında okşar gibi: Ne kadar düzenlisin, hiç bir yaprağın bir alttakine gölge vermiyor. Sanki birbirinizi düşünüp, saygılı bir kuralla sıralanmışsınız. Tok ve özgür yaşam akıyor damarlarınızda. Suyu ve bizim attığımız kirli havayı alıp, ışıkta besin ve temiz hava üretiyorsun. Böylece hem kendini hem de diğer canlıları besliyorsun. Havasını temizliyorsun. Çiçek çiçek amaçlanmış yaşamınız. Böcekleri çekiyor türlü renk ve kokularınız. Onlara balözünüzü sunarken ,polenlerinizi onlarla gönderiyorsunuz türdeşlerinize. Bu ne soylu davranış, ne ince mantık. Yaşadığın her ortama uymuşsun. Denizlerden çöllere kadar. Tohumların birer evrim harikası. Kimi kanatlı, kimi paraşütlü uçar gider denizlerin üzerinden adalara, kimi namludan çıkan kurşun gibi fırlar yüzlerce metre öteye, kimi sert kabuklu, zarar görmeden geçip gider hayvanların sındirim sistemlerinden. Toprağı, suyu, havayı bulduğu yerde çimleniverir incir gibi. Sonra yaprak yaprak olup güneşi, saçak saçak olup suyu arar. Gereksinimleriniz ne kadar az ve ürünleriniz ne kadar çeşitli. Asalaklardan başka hiç bir sorununuz yok.
Elinde dal yeniden uykuya dalıverdi adam. Eğilmiş dal sıyrılıverdi avuçlarından bütününe doğru. Yeniden konuşmaya başladı: Eğer kendinizi diğer canlılarla aynı düzeyde düşünebilirseniz, sizi onlardan ayıran farkın; dört harfli DNA molekülündeki bir kaç harf sırasının değişikliği olduğu alçak gönüllülüğüne varabilirseniz, doğayı gözleyin yeter. Onların ince ve güzel davrannışları, kavgaları bile gelecek nesillerinin yaşam haklarına saygıdır.
Siz bu duyguyu duyamadığınız sürece kendinizi yokettiğiniz gibi doğal yaşamı da yok edeceksiniz. Devam etmek istiyorsanız eğer: Bilim ve teknolojiyi çıkar guruplarının ellerinden alın..Onları akıl ve mantık sınırlarında yönetin. Bütün silah fabrikalarını kapatın. Doğayı kirletmeyin ve en önemlisi üremenizi denetleyin. Ve Nazım’ın dediğine benzer : yaşayın tek hücreniz gibi özgür, dokularınız, organlarınız gibi kardeşcesine,sonsuza dek.
İstemeye istemeye uyandı adam. Doğruldu. Çiçek tozları uçup gitti yanından aceleleri varmış gibi. Bir iki yağmur damlası düştü yüzüne. Ağaca bakıp:”korkma” dedi .
“Sağnak başlamadan gidecekleri yere ulaşırlar.”
Rüyada iletişim kurduğu o suskun, soylu yeşile hayran hayran baktı ve utandı, çok utandı türdeşleri adına.
Merih Yücel
Dünya'yı Yağmalamak
Nüfus artışı
Bir insanı oluşturan milyarlarca hücreden bir tanesinin içine merak edip baktınız mı hiç?
Orası, büyük işler yapan bir kimya ve yaşam fabrikası gibidir. Girdileri, ürünleri, çıktıları ve çöpleri vardır. Oluşan ürünler kullanılır, depo edilir, sindirim enzimiyse kullanılana kadar paketlenir (kendini sindirmesin diye). Oluşan zehirler daha az zehirli hale getirilip bol su ile uzaklaştırılır. Örneğin amonyak, proteinlerin yıkımıyla oluşan ve hücreyi öldürebilecek bir zehirdir. Bu bir dizi tepkime ile daha az zehirli üre ve ürik asite dönüştürülüp, kan ile böbreklere taşınıp, oradan bol su ile dışarı atılır. Hidrojen peroksit (H2O2) hücrelerimizde her an oluşan öldürücü bir zehirdir. Hemen devreye giren katalaz enzimiyle tepkimeye girip, su (H2O) ve oksijene ( O2 ) yani iki masum moleküle ayrışarak zehirsiz hale geliverir. Karbondioksit solunumla verilen bir çöptür, kan tarafından hücrelerden alınıp, akciğerlerden dışarı atılır. Yerine oksijen yine ayni yerden alınıp, yine kanla hücrelere taşınır. Daha pek çok işlem gerçekleştirilerek hücrenin, yaşamak ve üremek için gerekli temiz ortamı her zaman hazırlanır. Sağlıklı hücreler sağlıklı canlılar demektir. Denge bozulursa canlının yaşamı tehlikededir.
Canlılar iç dengelerini kendi yaşam ortamlarında da kurarlar. Çöpler alınıp, hammadde olarak işlenir. Ortamlarını her zaman dengeli ve temiz tutarlar. Olumsuz doğa şartları, asalaklar, hastalıklar ve güçlüye av olmak onların var oluşlarını her zaman zorlar. Bu engelleri aşabilenler yaşamda kalır (Darwin’in Doğal Seçilim Kuramı ).
Her canlının önceliği üremektir. Ama ortam verilerine göre de nüfusunu dengelemek zorundadır. Eğer kendi bunu yapamaz ise, doğa onu acımasız bir şekilde dengeler.
İnsan da doğanın bir canlısı olduğuna göre üreme dürtüsü atasaldır. Avcısı yoktur. Ve hastalıklarını tedavi yöntemlerinin gelişmesiyle iyileştirip, yaşam süresini uzatmaktadır. Doğal kaynaklar da (hava, su, toprak ve canlılar) yeterliydi şimdiye kadar.
Artan nüfusa daha fazla besin, daha fazla su, daha fazla barınak, daha fazla tahta, daha fazla giysi, daha fazla çelik, daha fazla makine vs. gerekmiştir. Bu durum ekonominin iştahını kabartmış, küresel emperyalizm başını almış gitmiş, insanlar çılgın ve vahşi tüketime bağımlı hale gelmişlerdir. Her üretilen kısa vadeli kullanılıp, atılarak çöp yığınlarını oluşturmuştur.Yaşamı kolaylaştıran geri dönüşümsüz her ürün doğal kaynak talanının bedelidir.
Thomas R.Malthus’un 1789 yılında ortaya attığı teori o zaman hayli tartışılmıştır. Malthus , besinin aritmetik dizide artacağını ( 2,4,6,8,10,12,…) , nüfusun ise geometrik dizide artacağını ( 2,4,8,16,32,64…) ve artan nüfusa besinin yetmeyeceğini söylemiştir. Her iki dizinin yıllara göre grafiğini çizecek olursak ikinci grafiğin dik eğri çizerek tırmandığını görürüz.
“2004- Atlas Dergisi’inde aşağıdaki sonuçlar verilmiştir: Nüfus patlaması
200 000 yılda :1 milyar
130 yıl sonra :2 milyar
1960’da :3 milyar
1974’de :4 milyar
1987’de :5 milyar
1999’da :6 milyar
2030’da ise 10 milyar olması bekleniyor“.
Dünya bu kadar insanı taşıyamaz. İşte geometrik dizide artış.Yukarıdaki veriler 130 yıl aralıklarla olsaydı, düzgün artan bir grafik çizilebilirdi. Ama 12- 13 yıl aralıklarlarla nüfüsun 1’er milyar katlanması, 1960 yılından sonraki grafiği korkutucu bir biçimde tırmandırmaktadır.
Ve Malthus; artan nufus, ortamın kaynak kapasitesini aşarsa sonucun felaket olacağını , pek çok bireyin olumsuz dış faktörler nedeniyle yaşamının biteceğini (açlık, susuzluk, salgın hastalıklar, savaş vs.) savunmaktadır. Doğanın, acımasızca nufusu dengeleyeceğini söylemektedir.
Doğal kaynaklarımız, arz çokluğu ve buna bağlı gelişen sanayi ile kirletilmekte, yok olmaktadır. Bu durum nufusu hızla artan ülkeleri öncelikli olarak etkilemektedir. Varsılla yoksul arasındaki uçurum giderek derinleşmekte ve hepsini içeri çekmek için beklemektedir.
Böyle giderse Kızılderili’nin kehaneti çok yakın bir gelecekte gerçekleşecektir: “Beyaz adam, paranın yenmeyen bir şey olduğunu, son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde anlayacak.“ Kızılderili Şef Seattle.
Sürdürülebilir bir yaşam ve gelecek nesillere yaşanılası bir dünya bırakmak için insan oğlu geç kalmadan nüfusunu ve sanayisini dengelemek zorundadır. Ekonomi, ekolojiyi dinlemek zorundadır. Bilim insanları, ekolojistler bu gün bunu söylüyor. Henüz çok geç olmadan dünyayı kurtarabilmeyi başarmalıyız. Bu da, siyasi erkin, ekolojistlerin yanında durması, doğayı koruyan yasaları bir an önce çıkartıp, işlerlik kazandırmasıyla ve toplumu bilinçlendirmesiyle olasıdır.
Merih Yücel
Yeni Bir Boğaz Köprüsü Trafiği Rahatlatır Mı?
Bu tüm zamanların ötesinde olan soruya hemen yanıt vermek mümkün. Evet, rahatlatır! Nasıl ki, ilk köprü trafiği rahatlatmışsa, ikinci köprü trafiği rahatlatmışsa bu yapılması planlanan köprü de trafiği rahatlatır. Trafik için en güzeli herhalde boğazın asfaltlanması olur ki o zaman gerçekten trafik çok rahat olur. Hem araya da bir kaç TOKİ projesi sıkıştırdık mı, birkaç xport, 7 yıldızlı otel falan, her şey mükemmel olur. Rantından yenmez valla! Altından boğaz, üstünden 6 köprü geçen Dünya’nın kıtalararası tek karayolu.