Ana Sayfa Blog Sayfa 5425

Referandum Yazıları – I / Serkan Köybaşı

Oyumu açıklıyorum: HAVET!

12 Eylül’de yapılacak referandum öncesinde inanılmaz bir akıl tutulması yaşandığını  düşünüyorum. Yahu oyun gizliliği ilkesinin hukuka yerleşebilmesi için yüzyıllar boyunca binlerce insan mücadele etti, gerektiğinde kanını döktü ama biz bugün oyumuzu insanlara açıklayacağız diye akla karayı seçiyoruz, internet sayfalarına yazılar yazıyoruz! Herkes oyunun rengini açıklama derdinde. “Ben ‘evet’ diyeceğim”, “ben ‘hayır’ diyorum”, “ben boykot ediyorum”, vb. söylemler her yerde, herkesin dilinde.

Özgürlüğünüzü Satmak İster Misiniz? / Tülin Yıldırım

Bir taraftan toplum için cilalanmış bir özgürlük propagandası, diğer tarafta ise karşılığında sağlama alınacak  milyarlarca dolar kaynak aktarımı ile anayasa değişikliği!

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) bir orta sınıf partisi olduğu düşünüldüğünde, bize çelişkili gibi görünen söylem ve politikaların farklılığının aslında büyük bir tutarlılık içerdiği görülüyor.

Bir taraftan “açılımdan” bahsederek toplumun önemli bir kesiminin barışa özlemine dem vuruyor, diğer yandan, iş pratiğe gelince, “Amanosları temizleyin” diyerek derin devlet korkumuzu tetikliyorlar.

Bir taraftan derin devlet ile hesaplaşma konusunda söylevler verirken, Ergenekon davalarını uzatarak, hafızamızla alay edercesine, davanın içeriğini derin devletin ortaya çıkarılmasından uzaklaştırıp sadece darbecileri yargılamaya dönüştürüyor.

Orta sınıf tutarlılığı bununla da sınırlı değil. Anayasaya “pozitif ayrımcılık” ile ilgili ifade koyarken, başbakan danışmanlığına üç eşli birini getirmekte sıkıntı duymuyorlar. Başbakan, kadın örgütlerini toplayıp büyük bir rahatlıkla eşitliğe inanmadığını söyleyebiliyor.

İşte bunlar AKP’nin tutarlı bir orta sınıf parti politikasına sahip olduğunun basit göstergeleri. Bu orta sınıf tutarlılığı Anayasa değişikliğinde de kendini gösteriyor.

AKP bu tavrıyla, söylemlerini toplumun ihtiyaç duyduğu “doğrular” üstüne kuran bir politikaya sahipken, pratiklerini ise sadece kendi çıkar gruplarının ihtiyaçlarına göre şekillendiriyor.

Mutlak piyasacı tavrıyla, piyasanın karşısındaki her türlü sosyal hak savunusuna, sadece göğüs germeyip doğrudan saldırıya geçiyor. TEKEL işçilerine saldırırken, hak gasplarına karşı açılan davalarda çileden çıkıyor. Özgürlük söylemi ise aslında halkın özgürlüğü gibi sunulmasına rağmen pratikte çıkar gruplarının özgürlüğünü ifade ediyor.

Son Anayasa değişikliği ile de kendisine problem çıkaran, kaynak aktarımına engel olan, bir takım ayak bağlarını ortadan kaldırmak istiyor.

Anayasa değişikliği ve özgürlük

Anayasa değişikliğinde, AKP, özgürleşme söylemini dilden düşürmüyor. Bu özgürlük söylemine “yargının demokratikleşmesi ve sivilleşmesi” de dahil.

Anayasa Mahkemesinde üye sayısının artması ve meclisin de üye seçmesi bunun örneği olarak gösteriliyor. Ancak 146. maddedeki bu değişiklikten yargının sivilleşeceği ve demokratikleşeceği anlamını çıkarmak mümkün değil. Çünkü ortada, niteliksel bir değişiklikten çok niceliksel bir değişiklik var.

Mesela hâlâ belli kurumlarca “seçilen” adaylar arasında Cumhurbaşkanı ve meclis bir “atama” yapıyorsa, bunun demokratik bir yöntem olduğunu söyleyebilir miyiz?

12 Eylül eseri YÖK için uygulanan bu yöntemi Anayasa Mahkemesine uygulayarak demokrasiden bahsetmek tam bir komedi. Daha da komik olanı, sivilleşen yargı perdesi ardında, Anayasa Mahkemesi’ndeki asker hâkimlerin yerini koruması.

Pratikte gayet askeri bir yargıyı “sivilleşme” adı altında bizlere sunarken, karşılaştırmalar da oldukça başarılı seçiliyor.

12 Eylül Anayasası mantığını modernize ederken, hep ilk haliyle karşılaştırmayı ciddi bir halkla ilişkiler projesi olarak kullanıma sunuyorlar.

2001 yılında Ecevit hükümeti zamanında yapılan 6. değişiklik buna örnek olarak gösterilebilir. Çok sayıda iyileştirmelerin yanında idam cezası kaldırıldı ve gösteri yürüyüşü ile ilgili olumlu düzenlemeler yapıldı. AKP kendi iktidarı sürecinde bu somut değişikliklerin rahatlığı içinde ekonomi politikalarını sürdürdü. Fakat süreç ekonomik olarak tekrar tıkanma noktasında, piyasalarda yeni düzenleme için insanların “Özgürlük ve Demokrasi” hayallerinin AKP için tekrar satışa çıkarılması gerekiyor.

“Özgürlüğün” de bir bedeli var mı?

AKP’nin çok sevdiği “özgürleşme ve demokratikleşme” iddiasının bir bedeli var tabii ki. Nitekim Ecevit hükümetinin yukarıda bahsettiğimiz adımların karşılığının 300’e yakın ekonomik reform olarak karşımıza çıkması gibi, AKP 125. madde içinde sıkıştırdığı ek bir “yerindelik” vurgusu ile yeni bir piyasanın önünü açıyor.

Kamuoyuna da yansıyan özelleştirme kararlarına karşı açılan davalar, otobüs biletleri zamlarının geri alınması ya da TEKEL işçilerinin kazandığı Danıştay’da verilen kararlar, ekonomik rantı sorunsuz yaratma konusunda bir engel.

Nitekim Bakan Çelik’in sözleri oldukça fikir verici. “Kamu yararı diye bir şey var. Peki kamu yararını 5-6 hâkim arkadaşımız bir araya gelip düşünüyor da ülkeyi idare edenler düşünmüyor mu? … Kamu yararı olup olmayacağına karar vermek yargının işi değil ” diyerek, mahkemelerin “yerindelik denetimi” yaptığına sözü vardırıyor.

Aslında şimdiye kadar kazanılan davalar yerindelik denetiminden çok hukukilik denetimi üstünden kazanıldı. Peki, zaten anayasada olan “yerindelik denetimi yapılamaz” ifadesine bir kez daha neden yer verildi?

Cevabı aslında basit, çünkü, AKP, ilerde çıkacak bu tür hukuksal denetimlere karşı “hayır siz yerindelik denetimi yapıyorsunuz” diyerek kararların önünü kesmeye yönelik politikaların altyapısını hazırlıyor.

Bu noktayı anlamanın yolu, somut durumu matematikleştirmekten geçiyor. Özelleştirme İdaresi Başkanlığı verilerine göre, 1985-2002 arasında, yani AKP iktidarından önce, yaklaşık 8 milyar dolar özelleştirme 17 yıl içinde gerçekleştirilmiş.

Bu süreç AKP’nin ilk iktidar yılları olan 2002-2004 arasında dibe vurmuşken, hem 2005’de, hem de 2006’da bu 17 yılın iki katı kadar özelleştirme gerçekleştirilmiş.

Böylece yedi yıllık iktidarında AKP, toplam 31.5 milyar dolar özelleştirme gerçekleştirerek büyük bir piyasa başarısına imza attı.

Sorun da burada başlıyor. Pek çok büyük alanı özelleştirirken, bu haliyle özelleştirme pastası hem daralıyor hem de açılan davalar, süreci riske atarak, pastayı küçültüyor.

AKP’nin bu tehlikeyi bertaraf etmesi gerekiyor. Tehlikeyi aşsa bile, yeni kaynak aktarımları yaratmadan varlık sebebini devam ettirmesi mümkün olmayacak. Yani, göl kurudu ve denizlere açılmak gerekiyor.

Bu durumda AKP, yeni anayasa hükümleri ile her türlü özelleştirme, otobüs biletine zam, borca batırılan Ankara doğalgaz dağıtımını satma, Akkuyu’ya nükleer santral yapma, Kazdağlarına kömür santrali kurma, bir dereye 15 baraj dikme, özelleşen işyerlerinde işçilerine haklarını vermememe konularında, karşı dava risklerini azaltıp, yeni piyasanın önünü açabilecek.

Bütün bu yeni rantlar ve kaynak aktarımları, 10 yıllık yol haritasını dikkate alan basit bir hesapla, 300 milyar doları aşan bir pazarın garantilenmesi ve bu pastanın ensesinde hukuku daha az hissetme avantajını yaratacak.

Sivilleşme ve demokratikleşme cilası söylemden öteye geçmezken AKP, anayasa değişikliği ile orta sınıf partisi özelliklerini, yaratacağı yüzlerce milyar dolarlık rant ile gerçeğe dönüştürmenin aracını öneriyor. Üstelik, geçmesi için blok halinde referanduma soktuğu bu değişikliği gerçekleştirmeyi çok arzuluyor.

Bu arzu, 7 Ağustos’da AKP Grup Başkan Vekili Suat Kılıç’ın “Son günlerde yaşanan terör olaylarının arkasında hayır cephesinin parmağı vardır” diyerek, gerektiğinde 2001’de Bush’un yaptığı gibi insanları nasıl “terörist” ilan edebileceğini gösterdi.

İşte bu noktada, 12 Eylül anayasa referandumunda, insanların, özgürlük ve demokrasi cilasına rağmen derelerini, iklimini, işini, toplumsal çıkarlarını mı koruyacağını, yoksa 300 milyar dolardan fazla kaynak aktarmaya mı izin vereceğini göreceğiz.

* Tülin Yıldırım, TÜKODER Ankara Şube Yöneticisi

12 Eylül anayasa referandumunda, insanların, özgürlük ve demokrasi cilasına rağmen derelerini, iklimini, işini, toplumsal çıkarlarını mı koruyacağını, yoksa 300 milyar dolardan fazla kaynak aktarmaya mı izin vereceğini göreceğiz.

James Bond yanılıyor muydu?

1999 yılında beyaz perdeye bir kez daha çıkan James Bond, “The World is not enough” diyordu, yani “Dünya yetmez bize”. Bugünlerde küçük ölçekli / organik tarım ve eko-köylerde yaşam konularında da en hayati sorulardan biri bu :  “Ekolojik üretim ve yaşam ilkeleri dünyanın tamamında uygulanabilir mi, yoksa (7 milyarlık nüfus içinde) kaymağın da kaymağı olan bir avuç birey için mi uygundur yalnızca?” Başka bir açıdan sorarsak : “Herkes böyle yaşasa Dünya bize yeter mi?”

Bond’un yanıldığına ve aslında bu dünyanın bize gani gani yettiğine dair çok güçlü ispatlar olsa da, bu tür soruları kestirip atarak, genelleme yaparak evet ya da hayır diye cevaplamak çok doğru değil… Konunun tarımdan enerjiye, sosyal yaşamdan iklim değişikliğine, biyo-çeşitlilikten doğal kaynakların korunması ve yönetimine, politik gücün dağılımın şeklinden küreselleşmeye kadar birçok bileşeni ve değişkeni var zira… Ayrıca bırakın her kıtayı, her ülkenin ve hatta her bölgenin bile birbiriyle hiç uyuşmayan, çok farklı dinamikleri var. Her hane, her köy, her kasaba, her il, her bölge…. bütün bunlar birer sistem. Ve bu sistemlerin hepsi aslında nev-i şahsına münhasır. Bir bölgede çok başarılı olan organik tarım, başka bir bölgede aynı oranda başarı sağlamayabilir, veya farklı yöntem ve araçlarla uygulamaya konması gerekebilir. 20. yy boyunca uygulanan modernist politikaların tamamen başarısız olmasının, hatta istenenin tersi yönde sonuçlar doğurmasının nedeni bu politikaların mimarlarının dünyanın tamamında işe yarayacağını düşündükleri bir takım reçeteler hazırlayıp (Chicago okulu buna güzel örnektir) bu reçeteleri tüm bu sistemlere, sistemlerin nev-i şahsına münhasırlıklarını göze almadan uygulamaya çalışmaları oldu. Ve bütün bunlar “kalkınma yardımı”, “ekonomik destek”, “açlık ve yoksullukla savaş” gibi isimlerle yapıldı. Bu sürecin sonucu : Afrika’da açlık ve yoksulluk bundan 30 sene öncesine göre kat be kat daha ağır durumda. İlk insanın çıktığı, tarımın nispeten erken yapıldığı yerlerden biri, insanların 10.000lerce yıldır yaşadığı topraklardan bahsediyoruz; yani kendi kendine bırakılsa çok daha çabuk toparlayacak “geri besleme” bilgi ve mekanizmalarına sahip bir kıtadan… İşte böyle bir kıtayı “reçeteci” ve “ezberci” politikalarla tamamen mahvetti toptancı, modernist yaklaşımlar.

Bu yazıda amaç konuya tarım penceresinden bakmaya çalışmak ve bunun enerjiyle olan ilişkilerini de incelemek… Ama önce kısa bir not düşelim enerji dediğimiz şey hakkında :

20. yy’da hem üretimde, hem de nüfus artışında yaşanan devasa artışın tek bir nedeni-tetikleyicisi vardı, o da “antik günışığı” olarak da nitelenen devasa fosil yakıt yataklarının bulunarak kullanılmaya başlanması. O güne kadar senelik olarak güneşten aldığı enerji dışında başka enerji kaynağı olmayan insan, fosil yakıtların kullanımının başlamasıyla, günlük aldığı güneş enerjisi dışında, eski güneş ışınlarının toprak altında birikmiş halini” de (petrol, kömür, doğalgaz, uranyum…) da kullanabilmeye başladı. Şöyle diyelim : Fosil yakıtlardan önce dünya üzerinde var olan her enerji, aklınıza gelebilecek her türlü enerji (keçi, buğday, suyun akması, rüzgarın esmesi, ağacın büyümesi, ateş, insanın koşması) “insan hayatının biyolojik uzunluğuyla göreceli olarak karşılaştırılabilir” bir zaman diliminde Dünya üzerine düşen güneş enerjisinden geliyordu. Örneğin bir ağaç dalı kesip yaktınız, bu ağaç dalı son 30 yıldır aldığı güneş enerjisiyle o hale gelmişti. Ya da su değirmeni inşa ettiniz akarsu üzerine, o suyun akmasının nedeni biyosferde yaşanan hidro(su)-döngüsü’dür, ve güneş enerjisiyle ısınma, buharlaşma, soğuma olaylarından kaynaklanır (bir de tabi, yerçekimi). Dünya ve üzerindeki insanlığın enerji (her türlü enerji!) kaynakları tamamen yenilenebilir ve ekolojik döngülerle ortaya çıkan enerjiydi. Sonra fosil yakıtlar bulundu ve fosil yakıtlar da aslında ekolojik döngüdedirler (herşey öyledir!) ama döngü aralıkları biyolojik yaşam süresiyle karşılaştırılmayacak kadar uzundur. Yani oluşmaları birkaç yüz milyon yıl sürer, tüketilmeleri ise 200 yıl. Bu anlamda aslında fosil yakıtlar da “yeniler” kendilerini, sadece bu yenileme süresi “yok abi, bunların yenileneceği falan yok” dedirtecek kadar uzundur.

Bunları şu nedenle yazdım : Tüm bu teknolojik ilerlemelerin, artan nüfus ve üretimin “neden” 20. yy’da yaşandığı sorusunun tek bir cevabı var : fosil yakıtlar. İnsanlığın kullanabildiği eneri miktarı, fosil yakıtlar öncesine göre, 70 kat arttı bu dönemde. 70 kat, yazması kolay, ama hayal etmesi çok zor bir oran… Buna bir kanıt olarak etrafınızda gördüğünüz her şeyin üretiminde, işlenmesinde, taşınmasında veya herhangi bir sürecinde artık fosil yakıtların kullanılıyor olmasıdır. Ve bu mucizevi “enerji deposu”ndan üretilen enerji, değişen tahminlere göre 2008 ilek 2020 arasında bir yerde zirve yapacak (yani yapmış olabilir!). Zirve yaptığı andan itibaren, geri döndürülemez bir düşüşe geçecek. Çünkü petrol bitiyor, doğalgaz da öyle. Bu konuda tartışma pek kalmadı, “peak oil” denen şeyin olup olmayacağı değil, ne zaman olacağı tartışılıyor artık ve petrol tekellerinin ultra-spekülatif-iyimser tahminleri bile 2030’dan ötesini gösteremiyor bu zirvenin (!) gerçekleşme tarihi için (ki 2030 gibi ütopik spekülasyonlar her geçen gün bilimsel araştırmalarla çökertiliyor). Bu düşüş, insanlığın elindeki enerji miktarının dramatik oranda düşmesini getirecek beraberinde. Ve, şu anda olduğu gibi, toprağa 100 birim enerji (fosfat- doğalgaz) verip karşılığında 10 ünite enerjilik besin maddesi almak “ekonomik ve mantıksal” olarak mümkün olmayacak. Bu işin sadece tarımda üretim kısmı; bunun içine tarımdaki fosil yakıt tabanlı makine kullanımı, ulaşım vb.. gibi konuları da koyunca daha da net olarak çıkıyor sonuç ortaya.

“Dünyada organik tarım yapılsa insanlık aç kalır” iddiasını cevaplamaya çalışalım şimdi. Yaygın görüş (daha doğrusu, özellikle ABD kökenli dev gıda-tohum firmalarının ve ekonomik büyüme meraklısı kurumların saçtığı dezenformasyon) dünyanın mevcut tarım üretiminin yetersiz olduğu ve bu nedenle her yıl açlıktan ölen 1 milyar insan olduğu; falan. Diyorlar ki : “Bakın, 1 milyar aç insan var, nüfusumuz 30-40 yıl içinde 14 milyara çıkacak, ve ayrıca etanol ve biyodizel e de ihtiyacımız var. Bu yüzden tüm dünyada tarım verimliliğinin ABD seviyelerine gelmesi ve hatta bunu da aşması için yoğun kimyasal ve GDO (Genetiği değiştirilmiş organizma) kullanmak zorundayız.” Yanlışlarla, hatta yalanlarla dolu bir söylem tabi bu. Her şeyden önce, sorun tarımsal üretim miktarında değil, “neyi nasıl” ürettiğiniz, ve ardından da “nasıl dağıttınız” dır.

Açalım…

Neyi üretmek : Et üretimi diğer tarımsal üretimlerden 10 kat daha fazla enerji, su ve yem ister. Yani sığır yetiştiriciliği yaparak 10 kişiyi doyuran bir çiftlik, tahıl, sebze-meyve vb. tarımına geçtiğinde birden bire 100 kişiyi doyurmaya başlar. Dahası, çiftliğinizin bir köşesindeki merada “eski usül” hayvancılık yapmanın ya da kümeste 30-40 tavuk bulundurmanın“gerçek maliyeti” oldukça düşüktür ama “amerikan usülü” fabrika hayvancılığı yapmak hem parasal olarak (bu yüzden sübvansiyon ve destek ister bu faaliyetler) hem de doğal kaynak ihtiyacı olarak çok maliyetli ve zararlıdır.

Nasıl üretmek : İşin hayvancılık kısmını yukarıda kısmen yazdık. Genel olarak ilke, göz alabildiğine uzanan tarlalarda aynı ürünü ekmek (monokültür) yerine mümkün olduğunca farklı ürünlerin bir arada bulunduğu, her sene tarla üzerinde devr-i daim ettiği bir tarım şeklidir öncelikle. Bu sayede toprak kendini farklı bitkilerin farklı etkileriyle besler ve dengeler. Böylece bir tarlada aşırı nitrat birikmesi varken bir yandakinin nitrat gereksinimi duyması gibi akıl almaz garabetler yaşanmaz. Gübre konusuna gelince, şunu akılda tutmak lazım : Tarlaya atılan her çuval suni gübre o tarlanın verimini o yıllığına arttırırken bir sonraki yıl için düşürür. Bu yüzden her sene daha fazla gübreye ihtiyaç duyulur, hem de artık suni gübresiz tarım yapılamaz olunur. Yani gübrenin tarlaya etkisi, antibiyotiğin vücuda etkisi gibidir. Aldıkça vücudun kendi bağışıklık sistemi zayıflar, daha fazla antibiyotiğe ihtiyaç duyar. Diğer yandan da alınan antibiyotiğin (gübrenin) etkisi giderek azalır, daha yüksek dozlarda almak gerekir. Tam bir dipsiz kuyu, kısır döngü yani. İlaçlama deseniz keza, aynısı : İlaçlama yaptıkça doğanın kendi mikro-dengesi bozulduğu için “zararlı” haşeratla mücadele eden hayvanlar yok olur, dolayısıyla daha fazla ilaç uygulamanız gerekir. Zamanla haşerat o ilaca bağışıklık da kazanır tabi, o yüzden yine düşülür yeni “model” ilaçlara vereceğiniz parayı borç almak için bankanın yollarına…. Diğer yandan, ilaçsız ve gübresiz tarımla ne kadar yüksek verimlere ulaşılabileceğinin canlı bir kanıtı olarak “Ekin Sapı Devrimi” (Fukuoka) adlı muhteşem eser tavsiye olunur. Bu saydığım sorunlar Türkiye gibi tarımsal sistemin nispeten gelişmiş olduğu bir yerde “şimdilik” ölümcül sonuçlar doğurmuyor gibi gözükse de (ki doğuruyor, güncel konulardan et fiyatlarını, domates güvesini ve kuraklıktan kaynaklanan buğdaydaki rekolte düşüklüğünü hatırlayın) yarın şu 3 şey birden giderek daha etkili biçimde gerçekleştikçe mahvolduğumuzun resmidir : 1) İklim değişikliği (kuraklık), 2) Toprak kalitesinin düşmesi (gübre ve ilaçlama yüzünden) ve 3) Petrol ve doğalgaz fiyatlarının inanılmaz yükselişi (tarımsal maliyetin inanılmaz artması). Bu “Mahşer 3’lüsünün” yola çoktan koyulduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?

Nasıl dağıtmak / paylaşmak : Zurnanın (an itibariyle) en kulak tırmalayıcı şekilde zırt dediği yer tam da burası. Yukarıda saydığımız tüm olumsuzluklara rağmen (verimliliği düşen, hatta çöl haline gelen tarım alanları, maliyet yüksekliği nedeniyle işlenmeyen topraklar, kuraklık, seller… bunları da katalım) mevcut tarımsal üretimi dünyanın mevcut tüketimi rahatlıkla karşılayabilecek boyutta. Sorun pazarın nasıl kurgulandığı ve işlediğinde… Konu oldukça teknik ve detaylı, DTÖ düzenlemelerinin mevcut yapısından ABD ve AB arasındaki tarım sübvansiyonları farklılıkları  ve benzerliklerine, oradan da Afrika ve G. Amerika’da sosyal yapılanma ve mülkiyet konusunda adar gidiyor…. Ancak şu örnekle özetlemeye çalışayım : Sahra-altı Afrika’da yaşayan köylü Mehruwna ailesi aç ve yoğun bir yoksulluk içinde. Bunun sebebi ise tarım yapacak toprakları olmaması değil! Toprakları var, ama bölgenin esas tarım malzemesi olan mısırı ekemiyorlar. Neden mi? ABD’de yukarıda saydığımız şekilde, yani konvansiyonel ve GDO’lu olarak üretilen mısır, üzerine karları konup Afrika’ya gönderildiğinde bile hala Afrika’da mısır üretmekten daha ucuza geldiği için Mehruwna ailesi mısırı pazardan alıyor, anneyi karın tokluğuna temizliğe, babayı da günde 1 dolara sazlıkta saz kesmeye gönderiyor. Çocuklar da kah evde, kah sokakta, yaşam savaşı veriyor. ABD mısır üretimine öyle bir sübvansiyon (destek) yatırıyor ki, mısır hem çok üretiliyor hem de maliyeti devlet tarafından karşılanıyor, yani fiyatı olağanüstü düşük tutuluyor (bunun nedeni de ABD’deki devasa sığırcılık ve dolayısıyla fast-food endüstrisine ucuza yem sağlamaktır, büyük tohum üreticilerinin lobileri ABD hükümetinde çok etkili konumlardadırlar. Bu konuda bkz : Food Inc. adlı belgesel film…) . Böyle olunca da Mehruwna ailesi, yanıbaşlarında bomboş duran tarlalarına rağmen açlıkla savaşıyor. Sonra da takım elbise giymiş ciddi suratlı adamlar bize dönüp “Mahruwna ailesini açlıktan kurtarmak için gıda fiyatları daha da ucuzlamalı, daha fazla mısır ekilmeli” diyor. Bunun o aileye son darbeyi vurup öldürecek hamle olduğunun farkındalar mı, cehaletten mi böyle konuşuyorlar, bilemiyorum.

Sonuca yaklaşırsak :  Her sistemin işleme ve büyüme fonksiyonları, o sistemin erişebildiği enerji miktarıyla orantılıdır. Bu enerji elektrik de olabilir, ısı da, koyun yünü de, kereste de, at da… 20. yy’ın merkezileşmiş ve büyük-ölçekli ekonomik sistemi yalnızca devasa fosil yakıtların “hiç bitmeyecekmiş” gibi tüketilmesi şartıyla ortaya çıkabilirdi, ve öyle de oldu. Diğer bir deyişle mevcut insanlık sistemi ve işleyişi, fosil yakıtların dramatik olarak azalması durumunda (yani önümüzdeki 5-10 sene içinde başlayacak süreçte) tamamen işlevsiz hale gelecek, bir nevi çökecek. Bu konu batıda son derece saygın ve ünlü bilim insanları tarafından incelenen bir konudur, ve sorulan soru şudur : “İnsanlığı mahvedecek bir çöküş mü yaşayacağız, yoksa önümüzdeki yeni çağa kendimizi hazırlayacak ve hatta şu andakinden daha güzel, daha mutlu, daha eşitlikçi ve doygun bir yaşam mı inşa edeceğiz?” Yazının konusuna dönersek, Eko-köy oluşumları, ikinci yolu seçmiş olanların yaptıklarına bir örnektir, benim gözümde. Bu arada, “teknolojiye iman” tabanlı “Başka enerjiler buluruz!” düşüncesinin de ne yazık ki temeli yok. Biliyorum, bu acı gerçekle yüzleşmek insanda bir bezginlik, bir bıkkınlık ve “yapacak birşey yoksa varsın gitsin herşey aynı tas aynı hamam” hissi uyandırıyor; zaten yeşil düşünce ve yaşam taraftarlarının önlerindeki en büyük engellerden biri bu “umutsuzluk ve korku” psikolojisi. Bu konuya ayrı br yazıda değinmeyi planlayarak enerjideki “teknolojiye iman” ın yanlışlığına geri dönelim. Şöyle ki :

Nükleer : her türlü ekolojik ve çevresel riski geçtim; sırf enerji olarak bile fosil yakıtlara muhtaç (uranyumun çıkarılması, işlenmesi, santralin yapılması ve işletilmesi süreçlerinde) + uranyum rezervlerinin mevcut koşullarda 60 yıllık ömrü kaldı (ki bu 10 yıla düşüverir, nükleer santral açarsanız her yerde) + bir santralin yapımı 20 yıl sürer en az.

Hidrojen : Hidrojen enerji kaynağı değildir, enerji deposudur. Yani o depoyu doldurmanız gerekir öncelikle. Bir ünite doldurmak için de 1 üniteden daha fazla enerji harcarsınız. + Örneğin arabalarda hidrojene geçmek demek yüz milyonlarca yeni araba yapmak, tüm benzin istasyonlarını hidrojen istasyonlarına çevirmek…. Falan demek. Nereden gelecek bu sürecin enerjisi? Yani neresinden bakılsa mantıksız; kamyonun önüne at bağlayıp dehdeh lemeye benziyor.

Yenilenebilir enerjiler (rüzgar, dalga, güneş…) : Evet, mutlaka tüm yatırımlar buraya kaydırılmalı. Ancak dünya üzerindeki tüm potansiyeli kullansak bile, Ted Trainer’ın kitabının başlığının da belirttiği gibi : “Yenilenebilir enerji tüketim toplumuna yetmez”.

Yani yaşam biçimlerimizde radikal bir değişiklik yapmak zorundayız, ne olursa olsun. Soru şu : Hızla gelen bir yıkımla sefalete mi savrulacağız, yoksa bu değişikliği bugünkünden daha güzel ve doygun bir yaşam inşa etmek için bir fırsat olarak mı kullanacağız? Konu çok geniş, ve ister istemez dağılıyor. Ama tarım ve yoksulluk-açlık konusuna dönerek bitirmek isterim bu uzun yazıyı. Bu konularda yüksek lisans yapan birisi olarak her geçen gün biraz daha net olarak farkına varıyorum ki, dünyada yaşanan mevcut açlık ve yoksulluğun nedeni “toplam üretimin” az olması değil. Ya da bazılarının söylediği gibi “tarım ürünleri fiyatlarının yüksek olması” da değil. Birçok farklı nedeni var, ama bu ikisi kesinlikle değil. Hatta (bu yazıda kanıtlamam-savunmam zor olacak yer ve zaman sıkışıklığından ama…) TAM TERSİ, tarım ürünleri fiyatları şu anda aşırı derecede düşük, ve açlık ve yoksulluğun temel nedenlerinden biri de bu. Bu yüzden son 50 yıldır yaşanan Yeşil devrim (ki bildiğimiz “yeşil”le hiç alakası yok bunun, tarımda makine ve kimyasal kullanımının başlamasını sembolize eden bir kavram) devamında açlık ve yoksulluğun Afrika’da artması; G. Amerika’da yüz binlerce insanın “topraksız” kalıp ünlü topraksızlar hareketini başlatması, G. Asya’da şehirleşme hareketinin başlamasıyla her geçen gün “sefalet” manzaralarının önümüze gelmeye başlaması… Bütün bunlar birbiriyle son derece alakalı.

Bitiriyorum : Dünyada bugün itibariyle herkes bir eko-köyde yaşamaya başlasa, ekonomik döngülerin çapı, uzunluğu ve geri bildirim süreleri kısaltılsa, insanlığın 20.yyda kaybettiği yeteneklerin (aşırı uzmanlaşmanın en büyük etkisi yetenek kaybıdır : Kaç kişi toprağa fide ekmeyi, taş üstüne taş koymayı, tahta yontmayı biliyor artık?) yeniden kazandırılması için bir seferberlik başlatılsa bu dünya, Gandhi’nin sözleriyle, “insanlığın ihtiyaçlarına yeter de artar” .

…ve fakat, cümlesinin devamında da belirttiği gibi, “açgözlülüğüne ise hiçbir zaman kafi gelmez”.

Başbakan'a Açık Mektup: Ben O Çevreci Tiplerden Biriyim

Sayın Başbakan,

Geçen hafta, Rize İkizdere’de Cevizlik Hidroelektrik Santralı’nı açarken yaptığınız konuşmada yine çevrecilere çattınız. Enerji yatırımlarıyla ilgili bütün kararlarınızın doğru olduğuna inanmanızı anlayabiliyorum. Ancak bunu ifade etmek isterken bu ülkenin iyiliğini en az sizin kadar isteyen insanları küçümsüyor ve üste çıkmaya çalışıyorsunuz. Bu da politikalarınıza olan güveninizle ilgili soru işaretleri doğuruyor. Konuşmanızda”Bazı çevreci adı altında tipler, gruplar çıkıyor ve bu sıfatla da bu HES’lere karşı çıkıyor, her türlü enerji yatırımına karşı çıkıyor, yalan yanlış bilgilerle de kamuoyunu, vatandaşımı yanıltıyorlar.” demişsiniz.

Ben o tiplerden biriyim. Uzun yıllar çevre sağlığı alanında çalışmalar yapan bir halk sağlığı uzmanı olarak, bugün de Yeşiller Partisi’nin eş sözcülüğünü yaparak, yaklaşık yirmi yıldır çevre ve ekoloji hareketinin içinde yer alıyorum. Türkiye’de yıllarını doğayı korumaya ve çevre mücadelesine vermiş binlerce, on binlerce çevreci, ekolojist, doğa korumacı ve yeşil var. Bu arkadaşlarımın neden bize sormadan yazdın demeyeceklerini bilerek, hepsinin adına size cevap veriyorum: Hayır, ne yazık ki kamuoyunu yalan yanlış bilgilerle yanıltan biz değiliz, sizsiniz.

Çevreci tipler diye küçümsediğiniz insanlar bilimsel çalışmalara ve araştırmalara dayanarak, kimisi bu işin uzmanlığını, akademisyenliğini yaparak ve doğa sevgilerini bilgiyle besleyerek doğayı tahrip eden yanlış politikaları durdurmaya, geleceğimiz için daha doğru, daha sürdürülebilir yollar göstermeye çalışıyorlar. Konuşmanızda “Tabiatı herkesten önce de biz koruruz. Biz doğa aşığıyız, delisiyiz.” demişsiniz. İki yıl önce de “ben çevrecinin daniskasıyım”demiştiniz. Ama yanılıyorsunuz. Siz doğa aşığı ve çevreci değil, doğayı yok etme pahasına daha fazla yatırım peşinde koşan bir hükümetin başısınız. Lütfen hayatını doğayı korumaya adamış insanların unvanına göz dikmeyin.

HES’ler konusunda verdiğiniz bilgiler yanıltıcı. “Derelerin kuruduğu iddia ediliyor. Bu da gerçek dışı. HES’ler suyu yutmuyor, suyu buharlaştırmıyor, suyu buradan alıp başka yere taşımıyor.” diyorsunuz. Geçtiğimiz hafta Karadeniz’de yaşanan doğa yıkımını gözlerimizle görmek için Doğu Karadeniz’deydik. Karadeniz’in bütün vadileri, bütün dereleri HES projeleriyle dolu. Siz bununla iftihar ediyorsunuz, ama ben sizin memleketiniz olan Rize’de, baba evinizin hemen karşında üretime başlayan HES’in Güneysu deresini kuruttuğunu gözlerimle gördüm. Açılışını yaptığınız Cevizlik HES de biz oradayken deneme üretimindeydi. İkizdere deresinde akan su azalmıştı, oralı arkadaşlarımız akan suyun da o hafta sonu yapılacak Ovit yayla şenliğine gelen insanlar durumu görmesin diye dereye verildiğini söylediler. Sonraki günlerde de bakanlarınızın ziyareti nedeniyle kapaklar açıldı. Hatta suyun geceleri tamamen tünellere verildiğini, gündüzleri dereye daha fazla su bırakıldığını söylüyorlar.

Bu durum HES’lerin normal işleyişinin bir sonucu. Çünkü sizin suyu yutmuyor, başka bir yere de taşımıyor dediğiniz tünel tipi HES’ler tam da bu esasa, yani deredeki suyu yatağından alıp kapalı tünellerde kilometrelerce taşıma ve dere yatağını da, vadiyi de kurutma esasına dayanıyor. Örneğin Şavşat’taki Papart (Meydancık) deresinde üst üste 8 HES projesi var. Bu projeler yapılırsa vadideki su bir tünelden çıkıp, elektrik üretimini yapıp, hiç yatağında akamadan bir sonraki HES’e su taşıyacak tünele verilecek. Benzer bir durum bütün dereler için söz konusu. Artvin’in Barhal deresinde ve yan kollarında üst üste 28 HES projesi var. Projelerin en hızlı ilerlediği yerlerden biri olan İkizdere vadisinde toplam 26, Çayeli Senoz vadisinde 14, Fındıklı’da 21 HES projesinden söz ediliyor. Üst üste HES’lerin yapıldığı bütün bu dereler yan kollarıyla birlikte kimisi 50 kilometreyi aşan yatakları boyunca neredeyse tamamen kuruyacaklar. Akışları o HES’lerin tünellerine su veren kapakların ne zaman ne kadar açılıp kapanacağına karar verecek şirketlerin elinde olacak. Bir de suları satmıyoruz, kullanım hakkını veriyoruz diyorsunuz. Suların kontrolünü sadece edecekleri kârları düşünen şirketlerin insafına bıraktıktan sonra, ne fark eder Allah aşkına?

Küçümsediğiniz çevreciler sorulması gereken soruları soruyor: Elektrik üretmek uğruna kuruttuğunuz bu derelerden su içen hayvanlar ne olacak? Bu derelerin üzerinde tüten nemle, buharla büyüyen çay bitkisi ne olacak? Açılan tüneller nedeniyle yeraltı sularının yatağı değiştiği için içme sularını kaybeden köyler ne olacak? Bostanını suladığı derenin suyu tünele aktarılan köylü ne olacak? Doğayla iç içe yaşadıkları yemyeşil vadileri şantiyeye çevrilen Karadenizlinin kültürü, yaşam biçimi, gelenekleri ne olacak?

Ağaç kesilmiyor, kesilenlerin yerine yenilerini dikiyoruz diyorsunuz. Size bir tek örnek vereyim: Artvin’de, Türkiye’nin tek biyosfer rezerv alanı olan Macahel’in kadim ormanlarında yapılmak istenen 8 HES yüzünden en az 400 bin ağaç kesilecek. Siz yüzlerce yıllık ormanları yok edip, sonra otoyol refüjlerine ağaç dikmenin çevrecilik olduğunu mu sanıyorsunuz?

Sayın Başbakan, son zamanlarda yasa maddelerini değiştirerek, yeni yasalar ve yönetmelikler çıkararak doğa yıkımının önündeki bütün engelleri temizlemekle uğraşıyorsunuz. Doğanın korunması gereken alanlarını ölçüsüz bir şekilde kullanıma açıyorsunuz. Çevreciler gerçekleri ortaya çıkarınca da onları küçümsüyor, hedef alıyorsunuz. Üstelik bizim her şeye karşı olduğumuzu iddia ederek kamuoyunu daha da fazla yanıltıyorsunuz.

Hayır biz akla, mantığa, hukuka uygun, doğayı tahrip etmeyen yatırımlara karşı değiliz. Üçüncü köprü İstanbul ormanlarını yok ediyor, ulaşım sorununu çözmüyor, karşıyız. Siz bizim Marmaray’a veya metro yapımına karşı olduğumuzu duydunuz mu? Vadileri yok eden barajlara ve HES’lere karşıyız. Ama siz aynı konuşmanızda sanki rüzgar yatırımlarına da karşıymışız gibi konuşuyorsunuz. Siz bizim rüzgara, güneşe, jeotermale karşı olduğumuzu duydunuz mu? Tam tersine bu kaynaklara yeterli teşvik vermemenizi eleştiriyoruz. Geçen sene nihayet Kyoto’yu imzaladınız. Ama Türkiye’nin iklim değişikliğindeki payını azaltmak için hiçbir adım atmadığınız gibi, konuşmanızda hala yeni kömürlü termik santrallar açmaktan bahsediyorsunuz. Siz bizim enerjiyi daha verimli kullanacak teknolojilere karşı olduğumuzu duydunuz mu?

Sayın Başbakan, bugünün dünyasında gezegenin ve ülkenin geleceğini gözeten, yeni, verimli ve ekolojik politikalar uygulama şansınız var. Hala 1960 model ekonomi politikalarıyla büyümeye çalışmak zorunda değilsiniz. Lütfen bu yanlıştan bir an önce dönün.

* Dr. Ümit Şahin, Yeşiller Partisi Eş Sözcüsü

Daha Ne Olsun? / Fırat Bilir

Önce demokrasi savunucusu halk kitlelerinin beklentileri, ardından geçtiğimiz hafta gerçekleştirilen Demokratik Toplum Kongresi’nde alınan kararlar, BDP’nin bu kararlara destek vermesi ve Türkiye’nin dört bir yanında biraraya gelen demokratik kitle örgütlerinin çağrıları ile gerek PKK’nin gerekse devlet güçlerinin çatışmasızlık ortamını yaratarak barış sürecini başlatacak fırsatın oluşturulması istendi.

'Kibar Çevrecilik'le İlerlemek İmkânsız / Bill McKibben

Aşağıdaki olguları bir araya getirip bir yere oturtmayı deneyin:

* ABD’deki Ulusal Okyanus ve Atmosfer Dairesi’ne göre gezegen kaydedilmiş en sıcak 10 yılını,

en sıcak 12 ayını, en sıcak altı ayını ve en sıcak nisan, mayıs ve haziran aylarını yaşıyor.

* Kanadalı araştırmacıların ‘şok edici’ bir yeni çalışması, daha sıcak deniz suyunun filoplanktonu, yani denizdeki gıda zincirinin temelini, 1950’den bu yana yüzde 40 azalttığını ortaya koydu.

Nükleer Santral İçin Şimdi Ne Yapmalı?

Koray’ın uyarısı  ile uzunca bir zamandır yazmadığımı Ben de keşfedince, geçen haftaki yazım da Çocuklar İçin Adalet Takipçileri grubumuzdan kısaca bahsetmiştim. Olmadığım yazamadığım, yazmadığım dönemlerde ÇİAT’ı kurmaya başlamıştık. ÇİA yeni doğan, ilgiye muhtaçi nasıl biçimlersek öyle gidecek bir süreçti, doğal olarak önceliği ona verdik. Ama Yeşil Gazeteyi unutmadık, sadece bazen heryere yetişemiyorsunuz, an be an öncelikleriniz değişiyor hepsi bu, affola.

Tarımda Kapitalist Paradigmanın İflası–5 / Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı

“GDO’LU  ÜRÜNLER  KİMİN?

Tarımda kapitalist paradigmanın ileri sürdüğü konulardan birisi de, Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar  ya da kısaca GDO’lar.  GDO’lar son 15 yıldır dünya kamu oyunun gündemine oturmuş.

Bir Köpek Ağlar Tenhalarda…

Vakit gecedir hava karanlık iç sıkıcı,

Gece gelecek kötülüklere gebedir.

Evlerin perdeleri kapıları sımsıkı kapalı,

Yemek kokuları, neşeli gevezelikler sızar aralıklardan,

Babalar saçlarını okşar sevgili çocuklarının

Anneler küçüklerine ninni okur güzel rüyalardan

İşte tam da o zamanda,

İnce, iç yakan acılı bir ağıt gibi,

İsyankar şaşkın bir sesle

Bir köpek ağlar tenhalarda.

Önce yüreği ardından içi parçalanır

Tecavüz ederler ona.

İnsan kılığındaki iki bacaklılar

Bir daha, bir daha, bir daha.

Utanır sıkılır yüzü yer olur.

Sonra düşünür acıları arasında,

Utanması gereken ben mi onlar mı bilemez ,

Köpek aklını erdiremez bu soruya bir türlü.

Önce yüreği ardından içi parçalanır.

Kara gözleri daha da bir kararır.

Pınarlarında iki damla yaş sıcacık.

Zaten pişmandır çoktan dünyaya geldiğine.

Açlık susuzluk sevgisizliğin ardından bir de bu

Şimdi nasıl bakacaktır dost bildiği o insanlara.

Hepsinden çok daha acı gelir bu seferki,

Onu çağırdıklarında bir lokma ekmekle,

Nasıl da kuyruğunu sallayarak umutla gitmişti artları sıra

Düşünür tekrardan,

İşlerini bitirip acılar içinde onu yalnız bıraktıklarında,

Cinsim olmayan sahip, dost, arkadaş bildiğim bu canlar

Bana bunu neden yaptılar diye,

Ağlar için için kimselere duyurmak istemez sesini.

Artık tek istediği çabucak ölmektir onun.

Bir köpek ağladığında tenhalarda iç organları parçalanmış,

Ona değil insanlığa tecavüz edilmiştir aslında.

O kadar çok arttı ki son dönemlerde canlara yapılan tecavüz olayları. Bazıları tesadüfen görülüp bakımevlerine kliniklere getirilmekte ve çoğunun da sonu soğuk metal veteriner masasında acılı ölüm olmakta ne yazık ki.

Birçokları için çok da düşündürücü bir durum değildir belki de bu yazdıklarım. En fazla tepki “Allah Allah bu nasıl iş ya” deyip bir saniyelik dudak büküştür sadece. Çünkü tecavüze uğrayan bir köpektir sadece. Hemcinsi değildir canı yanan insanoğlunun. Aklınca kendi cinsini güvenceye almıştır nasılsa. Ne çıkar ki, sapık insanlar sapıklıklarının gereğini yapsınlar üç beş köpeğe!

Artık canlar için ünlü düşünür Sofokles’in şu sözünü söyleme zamanımız geldi de geçmekte:”Belki de hiç doğmamış olmak en büyük lütuftur”. Mevsim doğum mevsimi; kediler, köpekler, kuşlar üreme telaşında. Onlara doğanın verdiği, nesillerini koruma, devam ettirme görevini canları dişlerinde yerine getirme çabasında. Dünyaya gelmeleriyle ilgili hiçbir talepleri olmayan masumları daha doğdukları anda bin bir türlü acı, işkence beklemekte. Ne görecekler ki? Onun için artık inanılmaz güzellikteki yavru kedileri, köpekleri sevinçle karşılamıyorum, “hoş geldin bebek” diyemiyorum.

Bir köpek ağlar ıssızda, başı yerde, içi kanar, yüreği kanar utanır insanlar adına. O ağlar ben ağlarım bu dünyanın acımasızlığına.

İnsanlarla ilgili umut kırıntılarımın sonuna geldim, ama yine de söylemeden geçemeyeceğim. Hayvanlara yapılanları, acımasızlıkları görmezden gelmeyin ne olur, unutmayın ki hayvan canını yakmanın bir adım ötesinde insan canına zulüm gelecektir. Bugün o masuma tecavüz eden sapık zihniyet yarın sizin en kıymetlilerinize, çocuklarınıza, eşinize, yakınınıza kıyabilir. Katillerin, tecavüzcülerin geçmişleri irdelendiğinde çoğunda hayvana işkence çıkmaktadır. Bu bilimsel bir araştırmanın sonucudur. Kapılarınız zorlanıyor hiç mi farkında değilsiniz. Hayvan canını korumaya yönelik çabalarınız kendi cinsiniz için size güzellik, iyilik olarak dönecektir.

Kıyameti Bırak, Isınmaya Bak

Ama bir kıyamet alameti olarak değil… Önlenebilir bir kıyamet olarak bakmak gerekir ısınmaya. Yazın başında Türkiye’de seller oluyordu, şimdi kimse kafasını dışarı çıkartamıyor sıcaktan gündüzleri… Rusya yanıyor her iki anlamda da… Hem sıcaklar rekor kırıyor, hem de alevler tahıl tarlalarını yakıyor, radyoaktif bölgelere ilerliyor. Pakistan, Afganistan, Hindistan ve Çin ise seller ile boğşuyor. Tabii iş bu ülkelere geldiğinde biraz daha büyük düşünmek gerekiyor. Seller milyonlarca insanı etkileyebiliyor, açlık ve salgın hastalıklar da bu milyonlara milyon katıyor.