Köşe Yazıları

James Bond yanılıyor muydu?

0

1999 yılında beyaz perdeye bir kez daha çıkan James Bond, “The World is not enough” diyordu, yani “Dünya yetmez bize”. Bugünlerde küçük ölçekli / organik tarım ve eko-köylerde yaşam konularında da en hayati sorulardan biri bu :  “Ekolojik üretim ve yaşam ilkeleri dünyanın tamamında uygulanabilir mi, yoksa (7 milyarlık nüfus içinde) kaymağın da kaymağı olan bir avuç birey için mi uygundur yalnızca?” Başka bir açıdan sorarsak : “Herkes böyle yaşasa Dünya bize yeter mi?”

Bond’un yanıldığına ve aslında bu dünyanın bize gani gani yettiğine dair çok güçlü ispatlar olsa da, bu tür soruları kestirip atarak, genelleme yaparak evet ya da hayır diye cevaplamak çok doğru değil… Konunun tarımdan enerjiye, sosyal yaşamdan iklim değişikliğine, biyo-çeşitlilikten doğal kaynakların korunması ve yönetimine, politik gücün dağılımın şeklinden küreselleşmeye kadar birçok bileşeni ve değişkeni var zira… Ayrıca bırakın her kıtayı, her ülkenin ve hatta her bölgenin bile birbiriyle hiç uyuşmayan, çok farklı dinamikleri var. Her hane, her köy, her kasaba, her il, her bölge…. bütün bunlar birer sistem. Ve bu sistemlerin hepsi aslında nev-i şahsına münhasır. Bir bölgede çok başarılı olan organik tarım, başka bir bölgede aynı oranda başarı sağlamayabilir, veya farklı yöntem ve araçlarla uygulamaya konması gerekebilir. 20. yy boyunca uygulanan modernist politikaların tamamen başarısız olmasının, hatta istenenin tersi yönde sonuçlar doğurmasının nedeni bu politikaların mimarlarının dünyanın tamamında işe yarayacağını düşündükleri bir takım reçeteler hazırlayıp (Chicago okulu buna güzel örnektir) bu reçeteleri tüm bu sistemlere, sistemlerin nev-i şahsına münhasırlıklarını göze almadan uygulamaya çalışmaları oldu. Ve bütün bunlar “kalkınma yardımı”, “ekonomik destek”, “açlık ve yoksullukla savaş” gibi isimlerle yapıldı. Bu sürecin sonucu : Afrika’da açlık ve yoksulluk bundan 30 sene öncesine göre kat be kat daha ağır durumda. İlk insanın çıktığı, tarımın nispeten erken yapıldığı yerlerden biri, insanların 10.000lerce yıldır yaşadığı topraklardan bahsediyoruz; yani kendi kendine bırakılsa çok daha çabuk toparlayacak “geri besleme” bilgi ve mekanizmalarına sahip bir kıtadan… İşte böyle bir kıtayı “reçeteci” ve “ezberci” politikalarla tamamen mahvetti toptancı, modernist yaklaşımlar.

Bu yazıda amaç konuya tarım penceresinden bakmaya çalışmak ve bunun enerjiyle olan ilişkilerini de incelemek… Ama önce kısa bir not düşelim enerji dediğimiz şey hakkında :

20. yy’da hem üretimde, hem de nüfus artışında yaşanan devasa artışın tek bir nedeni-tetikleyicisi vardı, o da “antik günışığı” olarak da nitelenen devasa fosil yakıt yataklarının bulunarak kullanılmaya başlanması. O güne kadar senelik olarak güneşten aldığı enerji dışında başka enerji kaynağı olmayan insan, fosil yakıtların kullanımının başlamasıyla, günlük aldığı güneş enerjisi dışında, eski güneş ışınlarının toprak altında birikmiş halini” de (petrol, kömür, doğalgaz, uranyum…) da kullanabilmeye başladı. Şöyle diyelim : Fosil yakıtlardan önce dünya üzerinde var olan her enerji, aklınıza gelebilecek her türlü enerji (keçi, buğday, suyun akması, rüzgarın esmesi, ağacın büyümesi, ateş, insanın koşması) “insan hayatının biyolojik uzunluğuyla göreceli olarak karşılaştırılabilir” bir zaman diliminde Dünya üzerine düşen güneş enerjisinden geliyordu. Örneğin bir ağaç dalı kesip yaktınız, bu ağaç dalı son 30 yıldır aldığı güneş enerjisiyle o hale gelmişti. Ya da su değirmeni inşa ettiniz akarsu üzerine, o suyun akmasının nedeni biyosferde yaşanan hidro(su)-döngüsü’dür, ve güneş enerjisiyle ısınma, buharlaşma, soğuma olaylarından kaynaklanır (bir de tabi, yerçekimi). Dünya ve üzerindeki insanlığın enerji (her türlü enerji!) kaynakları tamamen yenilenebilir ve ekolojik döngülerle ortaya çıkan enerjiydi. Sonra fosil yakıtlar bulundu ve fosil yakıtlar da aslında ekolojik döngüdedirler (herşey öyledir!) ama döngü aralıkları biyolojik yaşam süresiyle karşılaştırılmayacak kadar uzundur. Yani oluşmaları birkaç yüz milyon yıl sürer, tüketilmeleri ise 200 yıl. Bu anlamda aslında fosil yakıtlar da “yeniler” kendilerini, sadece bu yenileme süresi “yok abi, bunların yenileneceği falan yok” dedirtecek kadar uzundur.

Bunları şu nedenle yazdım : Tüm bu teknolojik ilerlemelerin, artan nüfus ve üretimin “neden” 20. yy’da yaşandığı sorusunun tek bir cevabı var : fosil yakıtlar. İnsanlığın kullanabildiği eneri miktarı, fosil yakıtlar öncesine göre, 70 kat arttı bu dönemde. 70 kat, yazması kolay, ama hayal etmesi çok zor bir oran… Buna bir kanıt olarak etrafınızda gördüğünüz her şeyin üretiminde, işlenmesinde, taşınmasında veya herhangi bir sürecinde artık fosil yakıtların kullanılıyor olmasıdır. Ve bu mucizevi “enerji deposu”ndan üretilen enerji, değişen tahminlere göre 2008 ilek 2020 arasında bir yerde zirve yapacak (yani yapmış olabilir!). Zirve yaptığı andan itibaren, geri döndürülemez bir düşüşe geçecek. Çünkü petrol bitiyor, doğalgaz da öyle. Bu konuda tartışma pek kalmadı, “peak oil” denen şeyin olup olmayacağı değil, ne zaman olacağı tartışılıyor artık ve petrol tekellerinin ultra-spekülatif-iyimser tahminleri bile 2030’dan ötesini gösteremiyor bu zirvenin (!) gerçekleşme tarihi için (ki 2030 gibi ütopik spekülasyonlar her geçen gün bilimsel araştırmalarla çökertiliyor). Bu düşüş, insanlığın elindeki enerji miktarının dramatik oranda düşmesini getirecek beraberinde. Ve, şu anda olduğu gibi, toprağa 100 birim enerji (fosfat- doğalgaz) verip karşılığında 10 ünite enerjilik besin maddesi almak “ekonomik ve mantıksal” olarak mümkün olmayacak. Bu işin sadece tarımda üretim kısmı; bunun içine tarımdaki fosil yakıt tabanlı makine kullanımı, ulaşım vb.. gibi konuları da koyunca daha da net olarak çıkıyor sonuç ortaya.

“Dünyada organik tarım yapılsa insanlık aç kalır” iddiasını cevaplamaya çalışalım şimdi. Yaygın görüş (daha doğrusu, özellikle ABD kökenli dev gıda-tohum firmalarının ve ekonomik büyüme meraklısı kurumların saçtığı dezenformasyon) dünyanın mevcut tarım üretiminin yetersiz olduğu ve bu nedenle her yıl açlıktan ölen 1 milyar insan olduğu; falan. Diyorlar ki : “Bakın, 1 milyar aç insan var, nüfusumuz 30-40 yıl içinde 14 milyara çıkacak, ve ayrıca etanol ve biyodizel e de ihtiyacımız var. Bu yüzden tüm dünyada tarım verimliliğinin ABD seviyelerine gelmesi ve hatta bunu da aşması için yoğun kimyasal ve GDO (Genetiği değiştirilmiş organizma) kullanmak zorundayız.” Yanlışlarla, hatta yalanlarla dolu bir söylem tabi bu. Her şeyden önce, sorun tarımsal üretim miktarında değil, “neyi nasıl” ürettiğiniz, ve ardından da “nasıl dağıttınız” dır.

Açalım…

Neyi üretmek : Et üretimi diğer tarımsal üretimlerden 10 kat daha fazla enerji, su ve yem ister. Yani sığır yetiştiriciliği yaparak 10 kişiyi doyuran bir çiftlik, tahıl, sebze-meyve vb. tarımına geçtiğinde birden bire 100 kişiyi doyurmaya başlar. Dahası, çiftliğinizin bir köşesindeki merada “eski usül” hayvancılık yapmanın ya da kümeste 30-40 tavuk bulundurmanın“gerçek maliyeti” oldukça düşüktür ama “amerikan usülü” fabrika hayvancılığı yapmak hem parasal olarak (bu yüzden sübvansiyon ve destek ister bu faaliyetler) hem de doğal kaynak ihtiyacı olarak çok maliyetli ve zararlıdır.

Nasıl üretmek : İşin hayvancılık kısmını yukarıda kısmen yazdık. Genel olarak ilke, göz alabildiğine uzanan tarlalarda aynı ürünü ekmek (monokültür) yerine mümkün olduğunca farklı ürünlerin bir arada bulunduğu, her sene tarla üzerinde devr-i daim ettiği bir tarım şeklidir öncelikle. Bu sayede toprak kendini farklı bitkilerin farklı etkileriyle besler ve dengeler. Böylece bir tarlada aşırı nitrat birikmesi varken bir yandakinin nitrat gereksinimi duyması gibi akıl almaz garabetler yaşanmaz. Gübre konusuna gelince, şunu akılda tutmak lazım : Tarlaya atılan her çuval suni gübre o tarlanın verimini o yıllığına arttırırken bir sonraki yıl için düşürür. Bu yüzden her sene daha fazla gübreye ihtiyaç duyulur, hem de artık suni gübresiz tarım yapılamaz olunur. Yani gübrenin tarlaya etkisi, antibiyotiğin vücuda etkisi gibidir. Aldıkça vücudun kendi bağışıklık sistemi zayıflar, daha fazla antibiyotiğe ihtiyaç duyar. Diğer yandan da alınan antibiyotiğin (gübrenin) etkisi giderek azalır, daha yüksek dozlarda almak gerekir. Tam bir dipsiz kuyu, kısır döngü yani. İlaçlama deseniz keza, aynısı : İlaçlama yaptıkça doğanın kendi mikro-dengesi bozulduğu için “zararlı” haşeratla mücadele eden hayvanlar yok olur, dolayısıyla daha fazla ilaç uygulamanız gerekir. Zamanla haşerat o ilaca bağışıklık da kazanır tabi, o yüzden yine düşülür yeni “model” ilaçlara vereceğiniz parayı borç almak için bankanın yollarına…. Diğer yandan, ilaçsız ve gübresiz tarımla ne kadar yüksek verimlere ulaşılabileceğinin canlı bir kanıtı olarak “Ekin Sapı Devrimi” (Fukuoka) adlı muhteşem eser tavsiye olunur. Bu saydığım sorunlar Türkiye gibi tarımsal sistemin nispeten gelişmiş olduğu bir yerde “şimdilik” ölümcül sonuçlar doğurmuyor gibi gözükse de (ki doğuruyor, güncel konulardan et fiyatlarını, domates güvesini ve kuraklıktan kaynaklanan buğdaydaki rekolte düşüklüğünü hatırlayın) yarın şu 3 şey birden giderek daha etkili biçimde gerçekleştikçe mahvolduğumuzun resmidir : 1) İklim değişikliği (kuraklık), 2) Toprak kalitesinin düşmesi (gübre ve ilaçlama yüzünden) ve 3) Petrol ve doğalgaz fiyatlarının inanılmaz yükselişi (tarımsal maliyetin inanılmaz artması). Bu “Mahşer 3’lüsünün” yola çoktan koyulduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?

Nasıl dağıtmak / paylaşmak : Zurnanın (an itibariyle) en kulak tırmalayıcı şekilde zırt dediği yer tam da burası. Yukarıda saydığımız tüm olumsuzluklara rağmen (verimliliği düşen, hatta çöl haline gelen tarım alanları, maliyet yüksekliği nedeniyle işlenmeyen topraklar, kuraklık, seller… bunları da katalım) mevcut tarımsal üretimi dünyanın mevcut tüketimi rahatlıkla karşılayabilecek boyutta. Sorun pazarın nasıl kurgulandığı ve işlediğinde… Konu oldukça teknik ve detaylı, DTÖ düzenlemelerinin mevcut yapısından ABD ve AB arasındaki tarım sübvansiyonları farklılıkları  ve benzerliklerine, oradan da Afrika ve G. Amerika’da sosyal yapılanma ve mülkiyet konusunda adar gidiyor…. Ancak şu örnekle özetlemeye çalışayım : Sahra-altı Afrika’da yaşayan köylü Mehruwna ailesi aç ve yoğun bir yoksulluk içinde. Bunun sebebi ise tarım yapacak toprakları olmaması değil! Toprakları var, ama bölgenin esas tarım malzemesi olan mısırı ekemiyorlar. Neden mi? ABD’de yukarıda saydığımız şekilde, yani konvansiyonel ve GDO’lu olarak üretilen mısır, üzerine karları konup Afrika’ya gönderildiğinde bile hala Afrika’da mısır üretmekten daha ucuza geldiği için Mehruwna ailesi mısırı pazardan alıyor, anneyi karın tokluğuna temizliğe, babayı da günde 1 dolara sazlıkta saz kesmeye gönderiyor. Çocuklar da kah evde, kah sokakta, yaşam savaşı veriyor. ABD mısır üretimine öyle bir sübvansiyon (destek) yatırıyor ki, mısır hem çok üretiliyor hem de maliyeti devlet tarafından karşılanıyor, yani fiyatı olağanüstü düşük tutuluyor (bunun nedeni de ABD’deki devasa sığırcılık ve dolayısıyla fast-food endüstrisine ucuza yem sağlamaktır, büyük tohum üreticilerinin lobileri ABD hükümetinde çok etkili konumlardadırlar. Bu konuda bkz : Food Inc. adlı belgesel film…) . Böyle olunca da Mehruwna ailesi, yanıbaşlarında bomboş duran tarlalarına rağmen açlıkla savaşıyor. Sonra da takım elbise giymiş ciddi suratlı adamlar bize dönüp “Mahruwna ailesini açlıktan kurtarmak için gıda fiyatları daha da ucuzlamalı, daha fazla mısır ekilmeli” diyor. Bunun o aileye son darbeyi vurup öldürecek hamle olduğunun farkındalar mı, cehaletten mi böyle konuşuyorlar, bilemiyorum.

Sonuca yaklaşırsak :  Her sistemin işleme ve büyüme fonksiyonları, o sistemin erişebildiği enerji miktarıyla orantılıdır. Bu enerji elektrik de olabilir, ısı da, koyun yünü de, kereste de, at da… 20. yy’ın merkezileşmiş ve büyük-ölçekli ekonomik sistemi yalnızca devasa fosil yakıtların “hiç bitmeyecekmiş” gibi tüketilmesi şartıyla ortaya çıkabilirdi, ve öyle de oldu. Diğer bir deyişle mevcut insanlık sistemi ve işleyişi, fosil yakıtların dramatik olarak azalması durumunda (yani önümüzdeki 5-10 sene içinde başlayacak süreçte) tamamen işlevsiz hale gelecek, bir nevi çökecek. Bu konu batıda son derece saygın ve ünlü bilim insanları tarafından incelenen bir konudur, ve sorulan soru şudur : “İnsanlığı mahvedecek bir çöküş mü yaşayacağız, yoksa önümüzdeki yeni çağa kendimizi hazırlayacak ve hatta şu andakinden daha güzel, daha mutlu, daha eşitlikçi ve doygun bir yaşam mı inşa edeceğiz?” Yazının konusuna dönersek, Eko-köy oluşumları, ikinci yolu seçmiş olanların yaptıklarına bir örnektir, benim gözümde. Bu arada, “teknolojiye iman” tabanlı “Başka enerjiler buluruz!” düşüncesinin de ne yazık ki temeli yok. Biliyorum, bu acı gerçekle yüzleşmek insanda bir bezginlik, bir bıkkınlık ve “yapacak birşey yoksa varsın gitsin herşey aynı tas aynı hamam” hissi uyandırıyor; zaten yeşil düşünce ve yaşam taraftarlarının önlerindeki en büyük engellerden biri bu “umutsuzluk ve korku” psikolojisi. Bu konuya ayrı br yazıda değinmeyi planlayarak enerjideki “teknolojiye iman” ın yanlışlığına geri dönelim. Şöyle ki :

Nükleer : her türlü ekolojik ve çevresel riski geçtim; sırf enerji olarak bile fosil yakıtlara muhtaç (uranyumun çıkarılması, işlenmesi, santralin yapılması ve işletilmesi süreçlerinde) + uranyum rezervlerinin mevcut koşullarda 60 yıllık ömrü kaldı (ki bu 10 yıla düşüverir, nükleer santral açarsanız her yerde) + bir santralin yapımı 20 yıl sürer en az.

Hidrojen : Hidrojen enerji kaynağı değildir, enerji deposudur. Yani o depoyu doldurmanız gerekir öncelikle. Bir ünite doldurmak için de 1 üniteden daha fazla enerji harcarsınız. + Örneğin arabalarda hidrojene geçmek demek yüz milyonlarca yeni araba yapmak, tüm benzin istasyonlarını hidrojen istasyonlarına çevirmek…. Falan demek. Nereden gelecek bu sürecin enerjisi? Yani neresinden bakılsa mantıksız; kamyonun önüne at bağlayıp dehdeh lemeye benziyor.

Yenilenebilir enerjiler (rüzgar, dalga, güneş…) : Evet, mutlaka tüm yatırımlar buraya kaydırılmalı. Ancak dünya üzerindeki tüm potansiyeli kullansak bile, Ted Trainer’ın kitabının başlığının da belirttiği gibi : “Yenilenebilir enerji tüketim toplumuna yetmez”.

Yani yaşam biçimlerimizde radikal bir değişiklik yapmak zorundayız, ne olursa olsun. Soru şu : Hızla gelen bir yıkımla sefalete mi savrulacağız, yoksa bu değişikliği bugünkünden daha güzel ve doygun bir yaşam inşa etmek için bir fırsat olarak mı kullanacağız? Konu çok geniş, ve ister istemez dağılıyor. Ama tarım ve yoksulluk-açlık konusuna dönerek bitirmek isterim bu uzun yazıyı. Bu konularda yüksek lisans yapan birisi olarak her geçen gün biraz daha net olarak farkına varıyorum ki, dünyada yaşanan mevcut açlık ve yoksulluğun nedeni “toplam üretimin” az olması değil. Ya da bazılarının söylediği gibi “tarım ürünleri fiyatlarının yüksek olması” da değil. Birçok farklı nedeni var, ama bu ikisi kesinlikle değil. Hatta (bu yazıda kanıtlamam-savunmam zor olacak yer ve zaman sıkışıklığından ama…) TAM TERSİ, tarım ürünleri fiyatları şu anda aşırı derecede düşük, ve açlık ve yoksulluğun temel nedenlerinden biri de bu. Bu yüzden son 50 yıldır yaşanan Yeşil devrim (ki bildiğimiz “yeşil”le hiç alakası yok bunun, tarımda makine ve kimyasal kullanımının başlamasını sembolize eden bir kavram) devamında açlık ve yoksulluğun Afrika’da artması; G. Amerika’da yüz binlerce insanın “topraksız” kalıp ünlü topraksızlar hareketini başlatması, G. Asya’da şehirleşme hareketinin başlamasıyla her geçen gün “sefalet” manzaralarının önümüze gelmeye başlaması… Bütün bunlar birbiriyle son derece alakalı.

Bitiriyorum : Dünyada bugün itibariyle herkes bir eko-köyde yaşamaya başlasa, ekonomik döngülerin çapı, uzunluğu ve geri bildirim süreleri kısaltılsa, insanlığın 20.yyda kaybettiği yeteneklerin (aşırı uzmanlaşmanın en büyük etkisi yetenek kaybıdır : Kaç kişi toprağa fide ekmeyi, taş üstüne taş koymayı, tahta yontmayı biliyor artık?) yeniden kazandırılması için bir seferberlik başlatılsa bu dünya, Gandhi’nin sözleriyle, “insanlığın ihtiyaçlarına yeter de artar” .

…ve fakat, cümlesinin devamında da belirttiği gibi, “açgözlülüğüne ise hiçbir zaman kafi gelmez”.

You may also like

Comments

Comments are closed.