Ana Sayfa Blog Sayfa 5424

Mustafa Balbay’ın Kedileri..

Çocukluk dönemimde, henüz okula gitmezken evimize Hürriyet Gazetesi alınırdı, o yıllarda da daha sonraki yıllarda da her sabah  bir ve çoğu kez iki üç gazete alma alışkanlığımız hiç bırakılmadı. Hürriyetin arka sayfasındaki Güngörmüşler’i, Fatoşla Basri’yi, Dedektif Nik’i çok severdim, ama bir gün bir aile dostumuzun oğlu ziyaretimize geldi, bize ısrarla “Cumhuriyet” gazetesi almamızı önerdi. Gerekçelerini uzun uzun anlattı. “Üzüm salkımlı ev” başlıklı yazımdaki Ayşe teyzenin oğlu Erol Özmert’ti o genç. Çok güzel şeyler anlatıyordu. Konuşması ateşliydi.

Referandum Yazıları – II / Serkan Köybaşı

Bu Devirde Böyle Anayasa Değiştirilmez

Referanduma yaklaştığımız  şu günlerde gündemi kaçırmış bir yazı yazıyorum. Bu yazının henüz anayasa değişikliği taslağı yazılmadan yayınlanmış olması  gerekirdi. Ha o zamanlar yazılıp yayınlanmış olsaydı çok mu kaale alınırdı ve çok mu bir şeyi değiştirirdi? Sanmıyorum. Hatta gündemde referandum olmadığı için kimse dönüp yüzüne bile bakmazdı yazının. Ama şimdi farklı. Herkes referandumla ilgileniyor. Ben de “fırsat bu fırsat” deyip gecikmiş de olsa en azından daha fazla okunacağına inanarak şimdi yazıyorum.

Bir noktayı da belirtmeden başlamayayım: Yazacağım şey, çok sayıda uluslararası makalede çok önce yazılmış, tartışması bitmiş, üzerinde konsensüse (oydaşmaya) varılmış ve hatta “olmazsa olmaz” haline gelmiş bir olgu.

Demokratik anayasa yazımından bahsediyorum. 1980’lerin başından itibaren tüm dünyayı saran anayasalaşma dalgasıyla birlikte ortaya çıkan ve yüzyıllardan beri gelen klasik anayasa yazımı süreçlerini sorgulayıp çöpe gönderen bir demokratikleşme hareketi. Nedir peki demokratik anayasa yazımı?

1975’te İspanya’da Franco öldüğünde ülke dağılma noktasına geldi. Bask Ülkesi ve Katalonya ayrılmak istediğini açıkladı. Ancak İspanya’nın geri kalanı, bu zengin bölgelerin ayrılmasından yana değildi. 1977’deki ilk özgür seçimlerde iktidar olan Adolfo Suarez, dağılmayı önlemek için yeni anayasa yazımı çalışmalarına başladı. Tüm partiler, muhalefetteki Sosyalist Parti’nin önerisi ve kamuoyunun da baskısı sonucu küçük çıkar hesaplarını bir kenara koyup çalışmalara dahil oldu. Hatta bu konuda Moncloa Paktı adıyla somut bir belge de imzalandı. Başbakan Suarez’in çalışmalara yegane müdahalesi partiler arasında arabuluculuk rolü üstlenmek oldu. Anayasa yazım masasında 1936-1939 yılları arasında birbirleriyle savaşmış faşistler ve anarşistler, sağ ve sol partiler, ayrılıkçılar ve birlik yanlıları, kısacası herkes vardı. Ve çalışmaların sonucunda 1978’de, toplumsal mutabakatla yeni İspanyol Anayasası hazırlanmış oldu. Bugün dahi İspanyol halkı bu Anayasa’ya çok bağlıdır (neredeyse fetişistik düzeyde) ve üzerinde değişiklik yapılmasına karşı çıkar. Çünkü yapılacak bir değişikliğin 1977-78’de yakalanan mutabakatı bozacağı inancını taşır.

İspanya, 1978 Anayasasıyla demokratikleşti ve sonrasında Avrupa Birliği’ne girdi (Liberal ve bağımsız (!) hukukçu Osman Can’ın geçen haftaki Newsweek’te yayınlanan ve İspanya’nın demokratikleşmesinden bahsettiği yazısında ise nedense bu Anayasa’dan hiç bahsedilmedi ve sanki 1977 ile yargı reformunun yapıldığı 1985 yılları arasında hiç önemli bir şey yaşanmamış gibi yansıtıldı.). İspanya’nın bu anayasa yazım süreci dünyanın o anki durumuyla çakışınca bir “demokratik anayasa yazımı” dalgası başlattı. Dünyanın o anki durumu ne miydi? Şuydu: 1980’ler ve sonrası, SSCB’nin yıkıldığı ve içinden çok sayıda yeni devletin çıktığı, Yugoslavya’nın parçalandığı, sömürgelerin özgürlüklerini kazandığı ve otoriter ve totaliter rejimlerin uluslararası baskı sonucu demokratikleşmek zorunda kaldığı bir dönemdi. Bütün bu gelişmelerin bir arada olması sonucu bir anda neredeyse tüm dünya yeni anayasa yazmaya başladı. Gerçekten de 1980-2010 yılları arasında dünya üzerindeki devletlerin yarısından çoğu ya yeni bir anayasa yazdı ya da anayasasını yeniden yazdı. Anayasasını yeniden yazan ülkelerden biri de Güney Afrika Cumhuriyeti (GAC) oldu. İspanya’nın açtığı yoldan ilerleyen GAC, anayasa yazım sürecine halkın da katılımını sağlayarak ve anayasanın içeriği kadar yazım aşamasının da demokratik olması gerektiğini kural haline getirerek demokratik anayasa yazımı konusunda küresel örnek olmayı başardı.

GAC, 1991-1996 yılları  arasında yürüttüğü anayasa yazım süreciyle apartheid’a (ırk ayrımcılığı temeline oturan bir yönetim biçimi) dayanan eski rejimini BM ambargosu ve siyah muhalefetin güçlenmesi nedeniyle yenilemeye mecbur kaldı. Bu süreçte, öncelikle ırk ayrımcılığını temel alan eski anayasanın çöpe atılması gerekiyordu. Nitekim atıldı. Yerine, toplumun tüm kesimlerinin üzerinde uzlaştığı 34 maddelik bir geçici anayasa kabul edildi. Anayasa yazım sürecinin takvimi dahi muhalefetle anlaşılarak şekillendirildi. Daha sonra bu takvime uygun şekilde seçimler yapıldı ve kurucu meclis oluşturuldu. Ancak bu aşamada bile kimse “bakın ben size enfes bir anayasa hazırladım, gelin bunu tartışalım şimdi” demedi. Taslağın hazırlanması için halka gidildi ve soruldu: “Sen anayasade ne görmek istersin?” Ancak bir sorun vardı: Halkın çoğu okuma-yazma bile bilmeyen eğitimsiz ve yoksul bir güruhtan ibaretti. Anayasanın ne olduğunu bile bilmiyorlardı. Bunun üzerine önce anayasanın ne olduğunun anlatıldığı tiyatro oyunları ve çizgi filmler hazırlandı. Köy toplantıları düzenlendi. Uzun ve yorucu bir kampanyanın ardından halkın %73’üyle birebir temas kuruldu. Ve bunun ardından halktan anayasada görmek istediği maddeleri/kuralları/ilkeleri meclise iletmesi istendi. İki sene içerisinde iki milyondan fazla dilekçe meclise teslim edildi. Mecliste oluşturulmuş komisyonlar her bir dilekçeyi değerlendirdi ve anayasanın ilgili bölümünü şekillendirdi. 1996’ya gelindiğinde artık yeni anayasa taslağı hazırdı. Taslak Anayasa Mahkemesi’ne gitti ve geçici anayasanın 34 maddesiyle çelişip çelişmediği incelendi. Anayasa Mahkemesi bazı aykırılıklar buldu. Bunun üzerine meclis Mahkeme’nin belirttiği aykırılıkları düzeltip yeniden denetime gönderdi. Bu sefer olmuştu. Mahkeme yeni anayasayı onayladı. Anayasa metni Devlet Başkanı Nelson Mandela tarafından imzalanarak yürürlüğe sokuldu. Bütün bir ulus, birlikte, tüm zorlukları aşarak anayasa yazmıştı. Büyük bir iş başarılmıştı. Bu nedenle GAC’da senenin bir haftası Anayasa Haftası’dır ve halka yerel dillerde anayasa dağıtılır. Halk anayasayı inanılmaz şekilde benimsemiştir, çünkü onu kendisinin yazdığı düşüncesine sahiptir. E çok da yanlış değil…

İşte bu yazım süreci şimdi bütün dünyada “demokratik anayasa yazım” sürecinin örneği olarak anılıyor. Bundan böyle, taslağının hazırlanmasına halkın katılmadığı anayasalar, içerikleri ne kadar demokratik olursa olsun “demokratik” olarak nitelendirilmiyor. Bu durum, anayasa değişiklikleri için de geçerli.

Gelelim 2000’lerin Türkiye’sine. Dünyada bu gelişmeler yaşanırken sanki biz uzaydaymışız gibi kapalı kapılar ardında yeni anayasa taslakları hazırlanıyor ve halka “ben sizin için şahane bir anayasa taslağı hazırladım; alın bunu tartışın” deniyor. Sonra da “ama bu demokratik değil” diyenlere “görüşünüzü sordum ya, ne kadar demokratım anlayın” diye çemkiriliyor. “Bu böyle olmaz, tek başına hazırlayamazsın taslağı” dediğinizdeyse “darbeci, statükocu, kemalist” damgasını yiyiveriyorsunuz. “İçeriğine bak içeriğine” denip tartışma girdabına çekilmek isteniyorsunuz. “Yahu seninle içeriğini tartışmak istemiyorum, daha temel bir sorun var burada. Tartıştığımız taslağı bu şekilde tek başına hazırlayamazsın, demokratik değil” dediğinizde cevap “Höyt! Demokratın daniskasıyım ben, sense hep istemezük!” oluyor.

12 Eylül’de oylayacağımız 26 maddelik paket de aynı şekilde hazırlandı: Tek bir parti tarafından, kapalı kapılar ardında ve son rötüşlar için başbakan (yani tek adam) beklenerek. Kimseye sorulma gereği duyulmadı. Paket açıklandıktan sonra da tartışma ortamı oluşturulmadı, görüşlerin “3 gün içerisinde” hükümete iletilmesi istendi. Neden 3 gün de 5 gün veya 5 ay değil? Neden sen karar veriyorsun buna da ben veremiyorum. Bu benim de anayasam değil mi? “Höyt! İşi sulandırma, hep istemezük!” E böyle yaparsan tabi “hep istemezük”. Çünkü biz gerçek demokrasi isterük, gerçekten görüşümüzün sorulmasını, gerçekten kaale alınmasını isterük! Yıllarca insan muamelesi bile görmeyen Güney Afrikalı siyahlar gibi kendi toplum sözleşmemizde söz sahibi olmak isterük!

Dediğim gibi benim yazı çok gecikti. Ben referandum paketinin içeriğini tartışmayı reddediyorum; demokratik olmama sorununun yola çıkış anında olduğunu söylüyorum. Bu şekilde hazırlanmış bir anayasa paketinin içeriğinde ne olursa olsun demokratikkabul edilemeyeceğini, bu şekilde anayasa değişikliği paketi hazırlayanların asla ve asla demokratik bir ilerleme sağlayamayacağını söylüyorum. Bu mantıkla hazırlanmış bir anayasa paketini oylamanın, ülkede gerçek demokrasinin yerleşmesini geciktireceğini söylüyorum.

Yani, eğer en başında bana sorulmuş olsaydı, söylerdim…

Son bir not: Bana “Türkiye’de hep böyle olmuştur, toplumsal uzlaşma hiçbir zaman aranmamıştır”  diye itiraz eden çok saygı duyduğum ağabey’ime sözüm: Çünkü  biz toplumsal uzlaşmayı hiç arzulamadık, hiç talep etmedik ki! Hep önümüze dayatma yoluyla getirilen metni “evet” veya “hayır” diyerek oyladık. Hiç “oylayacağım metin ‘benim metnim’ olmadığı sürece biz bu oyunda yokuz kardeşim” demedik ki! E tabi o zaman oyunu sürdürür tepemizdekiler. Çünkü ipleri ellerinden kaçırmak istemezler. Tartışacağımız metne onlar karar verir, görüşümüzü aktarmamız için süreyi belirler, görüşümüzü belirttiğimiz zaman da “dikkate alınacak bir metin değil” deyip bizi hor görürler. Bizi taşmak isteyen bir dereyken ıslah edip dizginlerler. Eğer oyunu oynamaya devam edersek.

İşte o yüzden bu sefer eğlenceli bir oy atacağım kendilerine. Bu oyunu, bu kurallarla oynamaya devam etmediğimi göstermek için…

Biz Neymişiz de Haberimiz Yokmuş

Radikal Gazetesi’nin bugünkü sayısında Hasan Celal Güzel (HCG), kendi üslubuyla ve dahil olduğu fikir cephesinin genel tarzıyla referendum ile ilgili bir yazı yazmış. Okumakta olduğunuz yazıyı, şimdilerde moda olan “okuyucu-yorum” şeklinde yazısının altına da gönderebilirdim fakat, Radikal’in internet sitesinde yorum yapılamayan tek “şey” HCG’nin yazıları ne yazık ki. Hava durumuna bile yorum yazılabiliyorken, bu kişinin yazılarının altına yorum yazılamıyor. Bir sansür söz konusu.

Newsweek'e Okur Mektubu

Newsweek Türkiye’nin geçen hafta yayınlanan 95. sayısının kapağında yer alan “Alametler belirdi” başlıklı iklim değişikliği dosyası nedeniyle dergi editörüne yazdığım mektubun bir kısmı derginin bu haftaki 96. sayısının okur mektupları sayfasında yayınlandı. Dergide yarısı yayınlanan mektubun tamamını aşağıda sunuyorum.

Sayın editör,

Newsweek gibi önemli bir haber dergisinin yılın en sıcak günlerinde ve iklim felaketleri en yoğun bir şekilde yaşanırken küresel ısınmayı kapağına taşıması ancak takdir edilebilir. Ne var ki geçen haftaki “Alametler belirdi” dosyanız küresel ısınmayı tartışmalı bir konuymuş gibi sunma hatasına düşerek çok temel bir yanlış yapıyor. Dosyanızda iklim değişikliğiyle ilgili görüşlerine yer verdiğiniz (daha önceki sayılarınızda da görüşleri alıntılanan) Dokuz Eylül Üniversitesi’nden Doğan Yaşar hâlâ iklim değişikliğinin doğal döngülerin bir sonucu olduğunu anlatıyor. Ancak biliyoruz ki Sayın Yaşar iklim biliminin en önemli başvuru kaynaklarını, Atatürk’e atfettiği “ilim tercüme ile değil, tetkikle yapılır” sözünü dayanak göstererek reddeder. Böyle yaparsanız elbette konunun en önemli isimleri olan James Hansen, Stephen Schneider, Michael Mann gibi bilim insanlarının, ya da IPCC, Hadley Center, NASA Goddard Enstitüsü, NOAA gibi kurumların yıllardır üzerinde birleştiği iklim değişikliği gerçeklerinin tam tersini söyleyebilirsiniz. Üstelik kabul edilmiş bilimsel yayınlar yerine spekülatif kimi kaynakları referans göstererek.

Haberde Doğan Yaşar’ın 2020’den sonra dünyanın soğuyacağı iddiasını dayandırdığı 2004 Pentagon raporu hiçbir bilimsel değer taşımıyor. Bu iddia Wallace Broecker’ın sadece bir olasılık olarak ortaya attığı bir olayı (Grönland buzullarının erimesi nedeniyle tuzluluk oranı düşecek olan Atlantik okyanusunda Kuzey Atlantik akıntısının durabileceği ihtimali) veri alan Pentagon’un yaptırdığı bir senaryo çalışmasıydı. Bu çalışma Kuzey yarıkürenin kuzeyinde olası bir soğumanın yaratacağı güvenlik riskleri üzerineydi. Sonradan Hollywood’da çekilen bir felaket filmine esin kaynağı olması o raporun bilimsel olduğunu göstermez. Zaten bugün IPCC dahil hiçbir iklim kuruluşu bu olasılığı hesaplarına dahil etmiyor. Oysa bu bayat hikâye haberde sanki bilimsel bir gerçekmiş gibi, üstelik yanlış bir yorumla sunuluyor. Bugün kesin kabul gören gerçek şudur: Ufukta bir soğuma görünmüyor. Giderek artacak ve 21. yüzyılın ortalarına doğru 2 derecelik kritik sınırı geçecek “küresel” düzeyde bir aşırı ısınmayla karşı karşıyayız. Dünyanın bazı bölgelerinde bu ısınmanın daha az olması, ya da geçen kış olduğu gibi bazı yerlerde aşırı soğuk günlerin yaşanması bu genel gidişatı etkilemeyecek.

Öte yandan iklim değişikliklerinin tarihsel sürecin doğal bir parçası olduğuna dair iddia iklim tarihini yanlış okumanın bir sonucu. Sanayi devriminden bu yana atmosfere atılan milyarlarca ton karbondioksit dünyanın yeniden doğal bir soğuma evresine girmesini olanaksız hale getiriyor. NASA Goddard Enstitüsü’nün müdürü ve dünyanın en önemli iklim bilimcisi James Hansen “İnsanlar ortada olduğu sürece dünya asla yeni bir buzul çağına girmeyecek” diyerek artık bu doğal iklim döngülerinin bittiğini ilan ediyor. Hansen yeni kitabı Storms of my Grandchildren’da geçmiş çağlarda oldukça yavaş seyreden iklim değişikliklerine neden olan doğal etkenlerin (güneşin parlaklığındaki değişme, yörünge değişiklikleri vb.), bugün iklimi son derece hızlı bir şekilde değiştiren sera gazlarının yanında önemsiz hale geldiğini kanıtlarıyla anlatıyor.

Bugün dünyanın çeşitli yerlerinde aşırı iklim olaylarına neden olan küresel ısınma milyonlarca insanı etkiliyor.  Ne yazık ki haberinizde örneğin Pakistan’da  20 milyon insanı evsiz bırakan sellerden, Nijer’de kuraklığın neden olduğu açlıktan ve bunların iklim değişikliğiyle bağlantısından söz edilmiyor ve mesele hâlâ 21. yüzyılın sonuna kadar beklenen bir takım öngörüler üzerinden sunuluyor. Bu bakış açısının kendisi hükümetlerin iklim değişikliği konusunda önlem almamasına ve halkın konuyu yanlış anlamasına neden oluyor. Oysa James  Hansen’ın 13 Ağustos’ta yayınladığı en son bilimsel makale 2010 yılının aletsel ölçümlerin yapıldığı son 131 yılın sıcaklık rekorunu kıracağını gösteriyor. Makalede incelenen küresel verilere göre orman yangınlardan göz gözü görmeyen Moskova’nın da içinde bulunduğu Doğu Avrupa’da Temmuz sıcaklıkları klimatolojik normal olarak kabul edilen 1951-1980 ortalamasının 5,5 derece üzerinde seyrediyor. Çalışmada Rusya’daki orman yangınlarının, Pakistan’daki sellerin ve diğer iklim felaketlerinin küresel ısınmanın bir sonucu olduğu açıkça belirtiliyor. Zaten bu tür aşırı iklim olaylarının artacağı, yerleri bile verilerek yıllardır başta IPCC raporları olmak üzere bütün ciddi bilimsel yayınlarda belirtiliyordu. Yaşar’ın da aralarına girmeye can attığı inkârcılar korosu* bugünlerde sadece bilim dışı komplo teorilerini sevenlerin gözdesi. Hiçbir kaynak belirtilmeden yer verilen spekülatif bilgilerle dolu web sitelerinde bu görüşlerin benzerlerini bulabilirsiniz, ama bilimsel yayınlarda değil.

İnkârcıların yapmaya çalıştığı şey basit. İşe yarar iklim politikaları kömür, petrol ve otomotiv şirketlerinin işine gelmiyor. İnkârcılar da bu şirketlere zaman kazandırmaya çalışıyorlar. İnkârcıların bilim dışı safsatalarını yaymaları için verilecek her imkân insanların konuyu tartışmalı bir şey sanmalarına yol açacak ve çözümü daha da geciktirecektir. Önümüzdeki yıllarda artacak iklim felaketlerinde payınız olmasını kabullenebiliyor musunuz? Sorumlu habercilik bilimle safsatayı aynı sepete koymamayı gerektirir. Ciddi iklimbilimcilerin uyarıları takip edilse, bu konuyla ilgili başka bir sansasyon aramaya da gerek kalmaz zaten.

Dr. Ümit Şahin
Yeşiller Partisi Eş Sözcüsü

*İklim değişikliğinin varlığını ya da insan (ya da fosil yakıt) kaynaklı olduğunu reddeden kişilere eskiden “kuşkucu” denirdi. Ama kuşkuculuk bilimsel bakış açısının bir gereğidir. Bu nedenle küresel ısınmayla ilgili bilimsel gerçekleri inkâr eden veya çarpıtmaya çalışan bu insanlara artık “inkârcı” diyoruz. Son zamanlarda Bjorn Lomborg, Fred Singer, James Inhofe gibi inkârcıların çarpıtmalarını ve motivasyon kaynaklarını sergileyen çok sayıda kitap yayınlandı. Özellikle Howard Friel’in “Lomborg Deception”, Naomi Oreskes’in “Merchants of Doubt” ve James Hoggan’ın “Climate Cover-Up” başlıklı kitaplarına bakabilirsiniz.

Boyu Geçen Irkçılık

Irkçılık, dünya kamuoyunun çoğunluğunun ve popüler politik aktörlerin asla birlikte anılmak istemeyecekleri en büyük toplumsal günahmış gibi görülebilir. Daha çok medyatik biçimleriyle aklımıza geliveren “etnik kökenli ırkçılık”,  çoğumuza en üst düzey insanlık suçu gibi gelse ve bu tarz ırkçılığın nicel sonuçları çok yıkıcı olsa da, öteki sayısız ayrımcılık biçimine nitelikçe son derece benzer ve onlardan sadece biridir.

Hep Birlikte Kazanmak: Dhramsala’da Kooperatif Hayat / Aysen Ataseven

Dhramsala, Hindistan’ın Himachal Pradesh eyaletine bağlı (2001 sayımına göre) 19.124 nufuslu bir şehir. Şehrin kimliğindeki en önemli unsurlardan bir tanesi, Dalai Lama’nın  şehir merkezinin 4 km yukarısında bulunan McLeod Ganj’da yaşıyor olması.  (Tibet sürgün hükümeti de 1959’dan bu yana burada bulunuyor).

Şerzan Kurt’a Sıkılan Kurşun Kardeşliğe Sıkılmıştır / Zeynep Tozduman

Şerzan Kurt; yirmibirinde bir fidan toprağa düşerken bir kurşunla; kanıyla, kızıla boyuyordu yitik bir ülkeyi. Kan, gözyaşı, Acı yayılıyordu Batman’dan, Ege’ye. Ege deniz kokmuyordu artık, zulüm; kartal pençesiyle gökyüzünü kara bir bulut gibi sarıyordu. Geride gözü yaşlı bir ana, acısını demleye bile fırsat bulamayan yüreği kırık bir babanın kardeşliğe sıkılan kurşuna inat, çığlığındaki barış söylemleri hafızalarımıza kazınıyordu. Gözyaşı ile nasıl barışır insan dedirten bu fotoğrafı her izlediğimde gözümdeki yaş yüreğime akıyordu her seferinde.

Devlet Kendine Yakışanı Yapmıştır / Arat Dink

Devlet ve katiller arasındaki benzerlik, savunmalarındaki benzerlikten ibaret değildir. Savunmaların benzerliği, aralarındaki benzerliğin sebebi değil tam tersine sonucudur. Dahası aralarındaki ilişki benzerlikten çok aynılıkla açıklanabilir.

Bu açıdan bakıldığında, devletin AİHM savunmasında şaşırtıcı bir şey yok. Peki ilginç olan ne? AKP hükümeti demokrasiyi bolca vurgulayan bir hükümet ya herhalde ondan ilginç geldi. Başka alanlarda demokrat olup olmadığı bu yazının konusu değil ama Hrant Dink cinayeti konusundaki notunu hâlâ veremeyenlere bu savunmanın şaşırtıcı gelmesi de gayet normal.

Vicdani Ret-1

Biraz bilgi vermek amaçlı olarak bu hafta , Vicdani Ret  kavramını aşağıda aktaracağım ve bir sonraki yazımda neden Vicdani ret  ve şu an bu konuda yapılan çalışmalardan bahsedeceğim.

Herkese iyi haftalar..

VİCDANİ RET HAKKININ YASAL DAYANAKLARI

Baraj

Cok verimli bir nehir düşünün.

Suları bereket ve mutluluk getiren. Dinamizm taşıyan.

Sonra nehrin üzerinde kocaman bir baraj düşünün.  Çok büyük bir baraj.

Bir mühendislik mucizesi olarak görünenlerinden…

Atatürk barajı gibi…