Ana Sayfa Blog Sayfa 5399

Alman şirketlerine yüzde 30 kadın kotası

0

Alman şirketlerine yüzde 30 kadın kotası öneren yasa tasarısı Yeşiller tarafından meclise sunuldu.

Avrupa Birliği (AB) genelinde kadın kotası uygulaması tartışmaları yoğunlaşırken, Yeşiller Partisi, borsada işlem gören Alman işlemlerin yönetiminde kadınlara daha fazla yer verilmesi için harekete geçti. Yeşiller Federal Meclis Grubu, “Denetleme Kurullarında cinsiyet eşiliğinin adil bir biçimde uygulanması” adı altında bir yasa tasarısı hazırladı.

Yeşiller Federal Meclis Grubu Eşbaşkanı Renate Künast, dün Berlin’de Almana Yargıçlar Birliği Başkan Yardımcısı Romana Pisal ve Kadınlar Denetleme Kurulu Girişimi Başkanı Jutta von Falkenhausen’le ortaklaşa düzenlenen basın toplantısında partisinin yasa tasarının tanıttı. Renate Künast, Alman Anayasası’nda kadın erkek eşitliğinin ve kadınların desteklenmesinin çok açık bir biçimde yer aldığına dikkat çekerken, 60 yıl aradan sonra hala bu hedeften çok uzak olunduğunun altını çizdi. Künast, Almanya’nın önde gelen 200’ün üzerindeki işletmede 800 yönetici arasında sadece 20 kadının bulunduğunu hatırlatırken, yasal olarak kota saptanmadan bu hedefe ulaşılmasının mümkün olmayacağını da dile getirdi.

Yeşiller’in yasa tasarısında, borsada işlem gören işletmelerde 2015 yılı itibariyle yöneticilerin en az yüzde 30’unun, 2017 yılı itibariyle de en az yüzde 40’ının kadın olması yer aldı.

Renate Künast, sunulan yasa tasarısının kasım ayında Federal Meclis’te görüşüleceğinden hareket ettiğini ve başta Sosyal Demokrat Parti (SPD) olmak üzere Sol Parti’nin de kendilerine destek vermesini beklediklerini de söyledi. (Hürriyet Avrupa)

“Seehofer özür dilemeli”

0

Alman Yeşiller Eşbaşkanı Claudia Roth, Türkler’i ve Müslümanlar’ı kast ederek farklı kültürden yeni göçmen gelmesine izin verilmemesini isteyen Bavyera Eyalet Başbakanı Horst Seehofer’in özür dilemesini istedi.

Almanya’da Bavyera Eyalet Başbakanı ve Hıristiyan Sosyal Birlik Partisi (CSU) Genel Başkanı Horst Seehofer’in Türkleri, Arapları ve diğer Müslümanları kast ederek Almanya’ya farklı kültür çevrelerinden yeni göçmen getirilmesine izin verilmemesi yönünde yaptığı açıklamasına tepkiler arttı. Yeşiller Eşbaşkanı Claudia Roth, Horst Seehofer’in Türklerden ve Araplardan özür dilemesini istedi. Almanya Türk Toplumu (TGD) Başkanı Kenan Kolat da, CSU liderinin söylemenin aşağılayıcı ve dışlayıcı olduğuna dikkat çekerken, Seehofer’in özür dilemesi gerektiğini söyledi.

ŞOK OLDUM
Federal Hükümetin Göç ve Uyumdan Sorumlu Devlet Bakanı Maria Böhmer, Horst Seehofer’in talebini duyunca şok olduğunu söyledi. Başka kültürden insanlara toptancı bir biçimde şüpheli gözle bakılmasının tehlikeli olduğuna dikkat çeken Hıristiyan demokrat Birlik Partili (CDU) Böhmer, aile birleşimi yoluyla insanların Almanya’ya gelmesinin engellenmesinin Alman Anayasası ile bağdaşmayacağının altın çizdi. Hür Demokrat Parti (FDP) Bavyera Teşkilatı Başkanı ve Federal Adalet Bakanı Sabine Leutheussser-Schnarrenberger, Seehofer’i “popülist bir tutum sergilemekle” suçladı.

Anamuhalefet Sosyal Demokrat Parti (SPD) de Seehofer’in önerisine tepki gösterdi. SPD’li Berlin Eyalet Başbakanı Klaus Wowereit, “Uyum politikası tartışmalarında böyle söylemlere kesinlikle ihtiyacımız yok” dedi. SPD Federal meclis milletvekili ve Türk-Alman Parlamenterler Dostluk Grubu Başkan Yardımcısı Johannes Kahr da Seehofer’i aşırı sağcı çevrelerin söylemlerine sahip çıkmakla suçladı. SPD’li Berlin İçişleri Senatörü Ehrhart Körting de, “bir ulusa dönük göçü sınırlandırma politikası hem buradaki insanların damgalanmasına yol açar hem de iç barışın korunmasına zarar verir” dedi.

SORUMLULUK BEKLİYORUZ
Heidelberg Politik ve Bilim Forumu Başkanı Hasan Şeker de Horst Seehofear’e bir mektup yazarak, popülist söylemlerden kaçınmasını istedi. Şeker mektubunda, “Hıristiyan sosyal bir partinin liderinden ve Bavyera’nın Eyalet Başbakanı’ndan dana sorumlu bir politik davranış bekliyoruz. Onyıllardır bu ülkede yaşayan, bu ülkenin gelişmesine katkıda bulunan insanları dışladığınız gibi Almanya’nın yurt dışındaki imajına da zarar veriyorsunuz” diye yazdı.

Hükümet Sözcü Yardımcısı Sabine Heimbach, hükümetin Göç Yasası’nda bir değişiklik düşünmediğini, bu nedenle aile birleşimi yoluyla Türkiye’den ve Arap ülkelerinden yeni geçmen gelmesinin engellenmesinin kesinlikle sözkonusu olmadığının altını çizdi. Başbakan Angela Merkel’in Bavyera Eyalet Başbakanı Horst Sehofer ile dün uzun bir telefon görüşmesi yaptığını belirten Heimbach, kalifiye göç konusunda iki lider arasında bir görüş ayrılığı olmadığını söyledi. Sabine Heimbach, Angela Merkel başbakanlığındaki hükümetin ülkede yaşayan göçmenlerin uyumuna ayrı bir özen gösterdiğini belirtirken, “Türkler de Araplar da ülkeye hoşgelmiştir ” dedi.

Bavyera Eyaleti Çevre Bakanı Markus Söder, “Almanya’nın tabii göçe ihtiyacı var, ama Almanya’ya yarayanlar buraya gelmeli” dedi. CSU Federal Meclis Grup Başkanı Hans-Peter Friedrichs de Almanya’ya ancak nitelikli göçmen getirilmesine izin verilmesini savundu. CSU’lu politikacı, Almanya’nın önce ülkedeki insanlara nitelik kazandırarak bazı alanlarda yaşanan eksikliğin giderilebileceğini de ileri sürdü. Federal çalışma Ajansı Başkanı Frank J. Weise ise Almanya’da yaşayan kalifiye eleman sıkıntısının giderilebilmesi için kontrollü bir göçten yana olduğunu söyledi. Weise, ülkedeki işsizlere nitelik kazandırma yoluyla bu alanda yaşanan sıkıntının giderilmesinin mümkün olmadığını da söyledi.

Engel düşünülmüyor

Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle, göçmenlerin Alman toplumuna uyum konusunda talepleri olması gerektiğini söyledi. Westerwelle, “Frankfurter Allgemeine Zeitung” gazetesine yaptığı açıklamada, talepkar bir uyum politikasından yana olduğunu belirterek, “Göçmenler değerler sistemimizi kabul etmeli” dedi. Eşcinsel kimliğiyle kendisi de bir azınlığa mensup olduğu için bu konuda yoğun şekilde çaba harcadığını ifade eden Westerwelle, uyumun romantik bir şey olmadığını, aksine talep edici olduğunu savundu. Almanya ’daki düºünce özgürlüğünün ters görüºlü kitapları da kaldırabilecek güçte olması gerektiğini, liberal bir politikacı olarak, ülkede yaºayan Müslüman göçmenleri eleºtiren Thilo Sarrazin ’in “Almanya Kendini Yok Ediyor” adlı kitabını da lanetleyenlerden biri olmadığını kaydeden Westerwelle, yıllar önce göçmenlerin Almanca öğrenmeleri gerektiğini söylediğinde kendisini sağcı olmakla eleştirenlerin bulunduğunu söyledi. Westerwelle, Almanya Cumhurbaşkanı Christian Wulff’un, İslamiyet ’in Almanya’ya ait olduğunu söylemesini nasıl karşıladığı şeklindeki bir soruya karşılık da, “İslamiyet Almanya ’nın toplumsal gerçeğinin bir parçası. Bizim kültürel kökenimiz Hristiyanlık ve Musevilik geleneğine dayanıyor” şeklinde yanıt verdi. Öte yandan, Almanya Aile Bakanı Kristina Schröder ve Yeşiller Partisi, ülkede yayılmakta olan “Alman düşmanlığına” karşı uyarıda bulundu. Bakan Schröder, ülkede yabancı ve İslam düşmanlığına karşı en sert şekilde mücadele edilmesi gerektiğini, ancak Alman düşmanlığının da yabancı düşmanlığı ve ırkçılık olduğunu, bu nedenle buna karşı da mücadele edilmesi gerektiğini söyledi. Yeşiller Partisi Eşbaşkanı Cem Özdemir de, benzer görüşleri savunarak, Alman düşmanlığının da önüne geçilmesi ve buna izin verilmemesi gerektiğini ifade etti. (Hürriyet)

Mor Gabriel’e Dokunma, Kardeşime Dokunma

Sözde “dinlerin ve dillerin şehri” Mardin’deki Mor Gabriel Manastırı’nın iki yıldır yılan hikâyesine dönen toprak davaları ve hak gasbına karşı yazıma bir Alevi öğretisiyle  başlamak istiyorum : “Ayıptır, Günahtır, Yazıktır” beyler.

Mor Gabriel davasını yeniden hatırlayalım : İki yıl önce Mardin-Midyad’da AKP’li Süleyman Çelebi aşiretine bağlı köylere (Yayvantepe, Eğlence ve Güngören Köyü) komşu olan manastıra karşı arazi davası açılmıştı. İslam öğretisindeki “Komşun açsa, sen tok olamazsın. Komşun acı çekiyorsa sen mutlu olamazsın.” deyişi bölgedeki mevcut anlayış yüzünden anlamsızlaşıyor. Komşuya bak hele!

2008’de Midyad ve civar köylerine kadastro gelmesiyle birlikte köylülerin iktidarda bulunan AKP’li Çelebi’den aldığı güçle açtığı davalar günümüze dek sürmüştür. Bu güne dek tapusuz olan bu köylerde yaşayanlar, kendi toprakları yetmezmiş gibi gözlerini bir de Mor Gabriel Manastırı’nın topraklarına dikmişlerdir. Bir anda kendilerini mahkeme koridorlarında bulan manastır yetkilileri, bu ülkede Süryanilere (gayri müslimlere) ne yazık ki hala tahammül edilemediğini peş peşe açılan davalar sırasında gördüler. Köylülerin birbirlerine şahitlik etmesiyle sınırlarını genişletmek isteyen bir kısım köylüler manastır toprağını elde etti ve bu topraklar davalı köylerin sınırlarına dahil edildi. Mor Gabriel’de yaşayanlar sınır tespiti için yeni bir dava açtılar bunun üzerine. Mardin Yerel Mahkemesi’nde sınır tespit davasını kazandılar kazanmasına da, köylüler bu durumu sindiremeyip olayı temyize götürdüler arkalarındaki siyasi güce güvenerek. Yargıtay da referandum öncesinde (temmuz ayında) yerel mahkemenin Mor Gabriel lehine olan kararını aleyhte bozdu. Bunun sonucu olarak, bu toprakların ilk sahibi olan 6000 yıllık Süryaniler, 1611 yıllık bu manastırlarının bulunduğu toprakları hazineye terk etmek zorunda olduklar için derinden sarsıldılar. 2008 Aralık ayında kadim Süryani halkına sahip çıkmak için İzmir Barış Meclisi ile ortaklaşa başlattığımız “www.morgabrieledokunma.com” kampanyası sürerken tekrar, sil baştan mahkeme süreçleri göründü Mor Gabriel’e.

Şimdi Mardin İdari Mahkemesi’ne yeniden dava açacak, oradan da olumlu sonuç çıkmazsa AHİM’e gidecek olan Süryaniler’in yaşadıkları bu derin üzüntü Mor Gabriel Manastırı’nın Metropoliti Timotheos Samuel Aktaş’ı bile çileden çıkarmıştır. Düne kadar ısrarla ve inatla adalete güvenmek isteyen Samuel Aktaş, halk olarak yaşadıkları bunca acıdan sonra bu ülkede adalete ne kadar güvenebilir, bilmiyorum. Bu kadar hoşgörülü ve sabırlı bir halkın aslanı olan Samuel Aktaş hala bir umut ışığı arıyordu kendisiyle röportaj yaparken. Bu toprakları ne olursa olsun terk etmeyeceklerini, sonuna kadar hukuk mücadelesine devam edeceklerini anlatan yüreği ile bir Süryani aslanı gibiydi sayın metropolit.  Seyid Rıza’nın “Ben sizin yalanlarınıza baş edemedim ya, bu bana ders olsun; ben sizin önünüzde eğilmedim ya, bu da size ders olsun.”  sözleri sanki Süryani halkı için söylenmişti. Belki de bu yüzden devlete güvenmeye devam ederek “Ayıptır yaptıkları” demekten başkaca bir şey demiyordu sayın metropolit.

Boyalı basında, hükümet yanlısı medyada sürekli “Süryaniler köylerine dönüyor, bölge ekonomisi canlanacak ve çağdaşlık gelecek” diyen hükümet yetkililerin sözleri geliyordu aklıma. Kundaktaki bebek bile gülüyor artık bu sözlere. Manastır toprakları ellerinden alınmak istenen bir bölgede Süryani halkı devletle nasıl buluşacak, “diaspora”da yaşayanlar nasıl köylerine geri dönecek, bilmiyorum. Cevabını veremediğim binlerce soru uçuşuyor beynimde. Bu ülkede anayasal bir güvenceyle Süryanilere can, mal, ekonomik ve sosyal güvence verilmediği sürece devletin bu çağrısının hiçbir anlamı olmayacaktır.

Gelelim Mor Gabriel Manastırı’nın vakıf başkanı dostum Kuryakos Ergün’le sohbetimize : Kendilerine yapılan haksızlıkları anlatırken gözleri doluyordu. Gözlerinin kaçak-göçek bakışlarında ve buğusunda hem bu topraklarda 1915’ten bu yana yaşadıkları acıları, hem de başka bir ülkede yaşamak istemiyor olduklarını görmemek için kör olmak lazımdı. Bu yazıyı kaleme alırken birden düşündüm de, Süryani halkının sadece hayatları değil, bakışları da dokunuşları da konuşmaları da  kaçaktı .47 yıllık çileli ve ötekileştirilen ömrünün hemen hemen tamamı bu manastırda geçen dostum Kuryakos’u sevgili büyüğüm Orhan Miroğlu ağabeyim   “KARDEŞİM KURYAKOS”  adlı yazısında zaten anlattı anlatacağı kadar.BDP Mardin  milletvekili sayın Ahmet Türk de hepimizin bildiği gibi Süryani halkından özür diledi geçtiğimiz yıl içersinde. Ama bu resmi bir özür olmadığı sürece sanırım bu sancılar daha çok devam edecektir.3 Kasım 2010’daki Mor Gabriel davası ve Kuryakos  Ergün’ün cezalandırılmasını da isteyen zihniyet de yine o bildik anlayışlardı.

Konuşmayan/konuşturulmayan dillerin altında hep aynı acı, hep gözyaşı, hep kan vardı. Onları bu acılara boğanlara; insanın, insana yanmasına engelleyenlere sözümüz var. “Edi bese”, “sofeg Hoğil”, “Yeter artık”. Hepimiz Süryaniyiz, hepimiz insanız. İnsan hakları savunucuları ve barışseverler olarak bu davanın takipçisi olacağımızı Süryani halkı ve herkes bilmeli. “Yanacaksak birlikte yanacağız” demiştik kadim Süryani halkıyla yola çıkarken. Ve buradan diyorum ki, bir Ağa Petros, bir Hakkari’li Sürma hanım ne kadar Süryani ise ben de o kadar Süryaniyim.

Yaklaşık iki yıldır Süryani halkının bir mirası olan bu manastırda yaşayanların yürekleri ise sürekli güvercin tedirginliğinde. Bu halkın payına bunca yıldır hep acı, hep gurbet, hep zulüm düştü. Oysaki bu ülkeden tek istedikleri, kendi anavatanlarında insanca ve onurlu biçimde yaşamak…

Türkiye, son iki yıldır Süryani halkının yaşadıkları bu acıları görmelidir artık. Diyarbakır Kadim Meryem Ana Kilisesi’ndeki çan hadisesi, Mardin-Nusaybin’de Mor Yakup Kilisesi’nin duvarlarına çirkin yazılarla saldırılması, geçtiğimiz ağustos ayında Mardin-Midyad-Anhel’de devlet erkânının katılarak açılış yapıldığı iki kilisenin (Mor Kuryaqos ve Mor Eşayo) içinde  bulunduğu ve diasporadan dönenlerin yoğun olarak yaşadığı bu köyde Eylül ayında 2 hafta içinde 5 hırsızlık olayının gerçekleşmiş olması ise kesinlikle bir tesadüf değildir.

10.10.2010 da Midyad’a bağlı DERGUBE köyünde sadece Süryani ve hristiyan olduğu için dövülen gençlere “Hristiyanların katli vaciptir” diyenler bu gücü nereden alıyor sizce?

Gündelik basit olaylar gibi görünen bu olayların tek bir amacı var : Kalan son Süryanileri sindirip bu ülkeden kaçırtmak, mallarına el koymak.

Görünen o ki, uluslararası hukukta o kadar çok cezai müeddiye alan ülkemiz bu dava AHİM’e taşınırsa yüklü bir tazminat ödemek zorunda kalacak yine. Mor Gabriel davası siyasi bir dava değil gibi görünse de gizli ve karanlık güçlerin arkasında olduğu bu dava tamamen politik bir davaya dönüşmüştür artık. Oysa ki Süryani halkının tarihsel bir mirası olan ve insanlık tarihine mal olan bu doku korunamazsa / sahiplenilmezse bu durum bölgede emsal teşkil edecek ve gayri Müslimlere ait ne kadar tarihi eser, yapı, heykel, kilise, manastır varsa hepsi aynı kaderi paylaşacaktır. Bugün, bölge manastırlarının var olmaya devam etmelerinin ve işlevsel hale gelmelerinin yolu Mor Gabriel’e sahip çıkmaktan geçiyor. Bu dava sadece Süryani halkının bir davası değil, aynı zamanda büyük insanlığın da davasıdır. Vicdan sahibi olan, “insanım” diyen ve bu dokunun bozulmasını istemeyen başta ekolojistlerin, barışseverlerin, insan hakları savunucularının, yurtseverlerin, ezilen halkların kardeşliğine inananların, devrimcilerin… Yani hepimizin davasıdır.

‘Hrant Dink suçsuzdur’ dedi, suçlandı…

“Hrant Dink’in arkadaşları” tarafından sorulara verdikleri yanıtlar çerçevesinde tavırları gündeme getirilerek eleştirilen Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık’la birlikte Adalet Bakanlığı’nın Teftiş Kurulu raporunda da “Hrant Dink suçsuzdur” açıklamasının suç sayıldığı ortaya çıktı. Adalet Bakanlığı müfettişleri, Yargıtay Cumhuriyet Savcısı Ömer Faruk Eminağaoğlu’nu, Dink’in sözlerini, “düşünce özgürlüğü” olarak gören ve yargılanmasına karşı çıkan açıklamalarını, “Toplumda yargıya güveni sarsacak nitelikte beyan” olarak değerlendirdi.

Emiağaoğlu, Hrant Dink hakkında “Türklüğü aşağılama” suçlamasıyla dava açıldığında Yargıtay Cumhuriyet Savcısı olarak “Dink suçsuzdur” görüşünü savunmuştu. Eminaoğaoğlu, hazırladığı tebliğnamede, Dink’in dava konusu sözlerini, “düşünce özgürlüğü” kapsamında görerek davanın düşmesini istemişti. Eminağaoğlu hakkında Teftiş Kurulu’nun raporuna, Dink davasına ilişkin tebliğnamesi çerçevesindeki görüşleri de girdi. Başmüfettişler tarafından hazırlanan raporda Eminağaoğlu’nun, medyada yer alan Dink’in suçsuz olduğuna ilişkin görüşleriyle ve Yargıtay’ın mahkûmiyet kararını eleştiren açıklamalarına yer verilerek şöyle deniliyor:

“25.01.2007 tarihli Milliyet ve Vatan gazeteleriyle, 26.01.2007 tarihli Gündem ve Takvim gazetelerinde yayımlanan ve hukukçuların üye olduğu bir sitede yayımlanan haberlerde; ‘TCK 301 ile ilgili davaların kamuoyunun baskısıyla açıldığını, hukuksal boyutta görülüp değerlendirilmediği, Hrant’ın Türk olarak görülmediği, sorunun Atatürkçülüğü ve Lozan’ı yozlaştıranların ve oluşturdukları kamuoyunun sorunu olduğunu’ beyan ettiği…. Ayrıca 08.1.2007 tarihinde Yeni Aktüel dergisinde Hrant Dink’in öldürülmesi üzerine yayımlanan röportajda, ‘TCK’nin 301. maddesi ile ilgili davaların kamuoyu baskısı ile açıldığını, hukuken müdahil denilen taraf sıfatına hiç kimsenin sahip olmamasına rağmen çeşitli duyarlılıklar nedeni ile bu davalarda bu sıfatı almak için başvuru yapıldığını, davanın konusu olan bir sözün alındığını, bu sözün hangi platformda söylendiğine bakılmadığını, kendisinin Hrant Dink yazısında suç işlemediği yönünde tebliğname hazırladığını, ancak Yargıtay tarafından ret cevabı verildiğini’ dile getirdiği….”

ERDEM GÜL/Cumhuriyet

Medyaya cinsiyet değişikliği şart

Yılmaz Özdil’in “14. Dev adam” adlı köşe yazısını medyayı az çok takip edeniniz okumuştur.

Özdil, Dünya Basketbol Kupasındaki oyuncuların arkasındaki kişilere dikkat çekmek istemişti.

En önemlisi de, Hidayet Türkoğlu’nun henüz daha 11-12 yaşındayken basketbol kolejine yazılmasını, bugünlere gelmesini sağlayan birinden bahsetmek istiyordu yazıda. Bir Kemal diyordu, bir Leyla.

Hatta Kemal ile Leyla diyordu, Leyla Çalışkan’ı tanımlamak için.

Leyla Çalışkan’ın transseksüel olup, basketbol antrenörü olarak Hidayet Türkoğlu’nu yetiştirmesine dikkat çekiyordu Yılmaz Özdil. Yazısının aralarında, terminolojiye hâkim olmadığını, belki de bilmeyerek yazısını etkileyici kılmak için kullandığı cinsiyetçi dilin farkına varıyorsunuz.

Yılmaz Özdil’in köşe yazısından sonra, Leyla Çalışkan’a gelsin röportaj teklifleri, gelsin TV programları.

Medya “ilginç” bir karakter yakalamıştı: “Önceden erkekti, sonra kadın oldu”. Hidayeti erkekken büyüttü, kadınken izledi”-” Trans biriydi, aynı zamanda antrenördü.”-“ Trans bir kadındı ama koskocaman Hidayet Türkoğlu’nu yetiştirmişti, Kerem Tunçeri’yi bize kazandırmıştı.”

Saba Tumer, medyadan olayı öğrenir öğrenmez Leyla Çalışkan’ı arayıp 2 hafta sonraki programına davet eder, ve nazikçe “bu süre içerisinde hiçbir TV kanalına çıkmazsa sevineceğini” dile getirir. Leyla Çalışkan da, tamam der. Sözünde de durur. Programda, kâh Hidayet’ten bahsedilir, kâh Kerem’den, kâh arayıp sorup sormamalarından, kâh dünya Kupası’ndan. Alttan alta da Leyla’nın cinsiyet kimliğindeki değişikliğe, izleyiciyi canlı tutmak için hafif dokunuşlar yapılır. Leyla’nın Trans kimliğinden ötürü, yaşamındaki zorluklar, dahası aynı basketbol camiasında çektiği sıkıntılara değinilmeyecektir. Çünkü programın konsepti bellidir. “Trans haliyle Hidayet Türkoğlu’nu yetiştirmişti”

Yapılan röportajlarda, çektiği sıkıntılardan çok, “o zaman” diye bahsedilen sorularla okuyucu meraklandırılır.

***

Basını günlük olarak taradığınızda, her gün illa bir-üç-beş tane transseksüel, eşcinsel haberi bulursunuz. Eskinin 3. sayfa haber merakının yerine yeni arayışlar kendisini bu noktada sabitlemeye başlıyor. Gerek yurt dışından, gerekse de yurt içinde trans/eşcinsellikle ilgili haberler artık medyanın olmazsa olmazları arasına giriyor.

Giriyor girmesine de, nasıl bir haber dili, nasıl bir habercilik.

***

Son günlerde, Fındıklı’da denize düşen bir aracın içindekileri kurtarmak için denize atlayan Özge basının dilinde. Haberlerde Özge’nin “Travesti” olduğu vurgulandı. “Travestiydi ama ilk önce o suya atladı.”-“ Travestiydi ama cesur.” Özge’nin cinsel kimliğinden ötürü “yapa-bilemeyeceği” şeylerin varlığı/ Özge’nin alışılageldik bir insandan farklılığı/ilginçliği kabul edilip/ettirilip haberler yapılıyor.

Özge, gayet vicdanın sesiyle, yardım amaçlı denize atlayan bir kadın. Lakin medyaya göre o travesti kimliği bu hareketiyle mertebe atlıyor/kabul görüyor. Bu hareketiyle alışılagelmiş insan olarak kabul edilebiliyor. Medyadan isimler Leyla Çalışkan olayında olduğu gibi, Özge ile iletişime geçmek için Eşcinsel ve Trans örgütlerini arıyorlar durmadan.

Özge ve Leyla Çalışkan, diğer translara örnek olarak gösteriliyor. Ancak böyle “erdemli” davranışlar yapabilecekleri takdir de, haber niteliği taşıyorlar, alışılagelmiş bir insan olarak kabul görebiliyorlar.

***

Son günlerde bu iki haberi okurken, Tekel direnişi zamanındaki bir olay aklıma geldi.

Ankara’da Tekel işçilerini ziyaret eden eşcinsel ve trans bireyler, işçilere kumanya dağıtmışlar, onlarla dayanışmışlardı. Haklı direnişlerinde onların yanında olduklarını dile getirmişlerdi. Tıpkı onlarla dayanışan diğer insanlar gibi, aynı bilinç aynı hassasiyetle.

Direnişteki işçilerden biri bu dayanışmayı görünce, etrafına şöyle bir “itirafta” bulunur.

“Ben bunları yolda gördüğümde, içimden ne laflar söylüyordum; ama bunların ‘yüreği’ delikanlıymış”

İşte tam da, medyamızın her gün punto punto döşediği haberlerin, sokaktaki bir okura yansıması bu. Tekel işçisi gayet içten bir yerden, kendi deneyiminden eşcinsel ve transların sıradanlığını, vicdan sahipliklerini dile getirmişti. O direnişe destek veren alışıla gelmiş insan figüründen pek de farklı olmadıklarını kendine itiraf ediyordu. Ama öte yandan kurduğu cümle, ve daha önceki yargıları onun deneyimleri bile değildi. Yazılı ve görsel medyanın, her gün okuruna empoze etmeye çalıştığı fikirlerdi.  Tam da bu noktada, medyanın bir bireyin önyargılarının üretim aşamasındaki ehemmiyetini fark ettik.

Şimdi bakınca önümüzde, birkaç günlüğüne kullanıp; haber değeri gidince bir köşeye atılacak Kahraman Özge, Hidayet’i yetiştiren Efsane Leyla Hoca var. Yada bir başka örnek olarak yıllardır sahnelerde alkışlanan, medyada taçlandırılan bir Bülent Ersoy. Peki, yaşamın er alanında ultra ayrımcılığa uğrayan, sokaklarda her gün taşlanan, katledilen translar için ne demeli?

Sokaktaki bir trans arkadaşın sıradanlaştırılması, kabul edilmesi için “kahraman”, “efsane” ya da sahnede olması mı gerek?

Sanırım medyanın trans kimliklerle ilgili düzgün bir haber diline kavuşması için, üzerindeki erkekliği atması ve güzel bir operasyon geçirmesi gerek. Emniyetin operasyonlarından değil. Bildiğiniz cinsiyet operasyonu.

Medyaya cinsiyet değişikliği şart.

Yeşiller Partisi : “Hayvanlara yönelik şiddet ve cinayetler TCK kapsamına alınsın.”

Yeşiller Partisi bugün yaptığı basın açıklamasında Bornova’da bir kedinin öldürülmesine karşılık 500 TL ceza kesilmesini kınadı ve hayvanlara yönelik şiddete son verilmesi için ciddi yasal düzenlemelerin gerçekleştirilmesi çağrısı yaptı. Açıklama şöyle:

“İzmir Bornova’da bir kedinin bir grup genç tarafından tekmelenerek ve başı ezilerek öldürülmesi vicdanı olan herkesi dehşete düşürdü. Önce hayvanı hayvana kırdırmaya çalışan zihniyet bunda başarılı olamayınca masum bir hayvanı hunharca öldürdü. Biz bundan bir kamera sayesinde haberdar olduk. Türkiye’nin ve dünyanın her yerinde her gün yüzlerce hayvan buna benzer saldırılara maruz kalıyor ve Bornova’dakine benzer saldırılar her an, her saniye devam ediyor…

İnsanların sırf eğlence amacıyla masum canlılara zarar verme isteğinin kökeni insanın doğanın efendisi olduğu düşüncesi. Bornova’da gençler sırf zevk için bir kediyi öldürüyor, yunuslar insanları eğlendirmek amacıyla küçücük havuzlara hapsediliyor, İspanya’da boğalar gelenek adı altında binlerce insanın gözü önünde katlediliyor, Kanada’da foklar kürkleri uğruna sopalarla dövülüyor, sırf güzel gözüküyor diye kuşlar ve papağanlar tropik bölgelerdeki doğal yaşamlarından koparılıyor… Buna benzer daha nice acı öykü yaşanıyor her gün dünyada. Neden? Çünkü “insanoğlu doğaya ve hayvanlara göre üstün!” Peki durup düşünelim o zaman, insanoğlu ne? Bu doğa ve hayvanlar olmadan yaşayabilir miyiz? Yiyip içebilir, nefes alabilir miyiz? Hayır! O zaman biz de, Bornova’da tekmelenen kedi, havuza hapsedilen yunus, kafese kapatılan papağan ve her gün dünyada insanlar nedeniyle acı çeken tüm hayvanlar gibi doğanın bir parçasıyız. Onlardan farkımız yok; onlardan üstün değiliz! Hepimiz aslında bir bütünün parçasından başka bir şey değiliz. Hepimiz, aslında bir’iz.

İşte bu yüzden, Bornova’da o kediye atılan tekme aslında bize de atıldı. Havuzlara biz hapsediliyoruz, doğal yaşamımızdan koparılıp satılan da yine biziz. Ama kanunlarımız öyle demiyor. 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu kapsamında yasak olan hayvanlara kötü muamele ve işkence, Kabahatler Kanunu çerçevesinde cezalandırılıyor. Yani bizi insanlığımızdan soğutan suçlular idarî para cezasını ödemeleriyle tüm hukuksal sorumluluklarını yerine getirmiş oluyor. Nitekim Bornova’daki olayda zanlıların 500 TL gibi bir miktarla hayatlarına devam edecekleri öngörülüyor. Tüm dünya duysun: Masum bir canın bedeli ülkemizde sadece 500 TL!

Bu düzen, hayvanlara karşı şiddeti teşvik etmekten başka bir işe yaramıyor. O yüzden derhal değiştirilmeli! Hayvanlara karşı kötü muamele, şiddet ve işkence derhal Türk Ceza Kanunu kapsamına alınmalı ve caydırıcı olacak şekilde cezalandırılmalıdır. Suçlular kendi hayatlarına basit para cezalarıyla geri dönememelidir. Daha caydırıcı cezalar verilmeli, suçlular zorunlu kamu hizmetine tabi tutulmalıdır.

İnsanın beyni ve zekasıyla kurduğu dünya imparatorluğunda hayvanların yeri bizden daha aşağıda değil. Biz onlarız, onlar da biz. O yüzden, eşit suça eşit muamele istiyoruz! Hayvana yönelik şiddet Türk Ceza Kanunu kapsamına alınsın! Anayasaya tüm hayvan haklarını garanti altına alan hükümler eklensin.

Önümüzdeki hafta sonu İzmir, Ankara ve İstanbul’da hayvan hakları savunucuları tarafından  yapılacak protesto gösterilerini destekliyoruz.”

Yeşiller Partisi

Basın Bürosu”

Şili’de mutlu son

Kurtarma operasyonunun son aşamasında TSİ 03.55’te yukarı çıkarılan madenci, 54 yaşındaki Luis Urzua oldu.

Luis Urzua’nın, madencilerin dünyayla iletişimlerinin kesildiği 17 gün boyunca büyük bir liderlik örneği gösterdiği ve onların hayatta kalmasında önemli rol oynadığı belirtiliyor.

Madenciler bu süreçte 48 saatte bir yemek yiyerek hayatta kalmışlardı.

Sevinç gösterileri arasında özel bir kapsülle teker teker yukarı çıkarılan madenciler, sevdikleri tarafından karşılanmaları sonrası sağlık kontrolünden geçti.

Madenciler, sevinç gösterileri arasında özel bir kapsülle teker teker yukarı çıkarılmışlardı.

Şili Sağlık Bakanı Jaime Manalich madencilerin çoğunun dişlerinde sorun olduğunu, çok uzun süre madende kalmalarından dolayı bazılarında da gözlerinde problem bulunduğunu söyledi.

Madencilerden, adı açıklanmayan birinin ise zatürre olduğu açıklandı.

Yine de madencilerin sağlık durumları beklenenden iyi bulundu.

Madenciler iki aydan uzun süre sıcaklığın 30 derece, nem oranının ise yüzde 85 olduğu bir ortamda yaşamışlardı.

Bu nedenle yapılan sağlık kontrollerinde, madencilerde herhangi bir deri enfeksiyonu ile solunum rahatsızlığı olup olmadığına özellikle dikkat ediliyor.

‘Şili’nin imajı değişecek’

Şili Cumhurbaşkanı Sebastian Pinera BBC’ye yaptığı açıklamada, madencilerin kurtarılmalarının, ülkesinin dünyadaki imajını değiştireceğine inandığını söyledi.

Sebastian Pinera insanların artık Şili’yi, yıllarca askeri rejimce yönetilen bir ülke olmaktan çok, halkının madencilerini kurtarmak birleştiği bir ülke olarak hatırlamasını umduğunu belirtti.

Pinera ayrıca ülkesinde madencileri korumak için madenlerin güvenlik standartlarını değiştirmeye kararlı olduğunu açıkladı. (BBC)

Bakan Eker’den espri: Et fiyatları refahtan dolayı yüksek

Bakan Eker et fiyatlarının ülkedeki refah düzeyinin yükselmesinden dolayı arttığını söyledi.

Tarım Bakanı Mehdi Eker, ithalat kararına ve alınan tüm önlemlere rağmen et fiyatlarının düşmemesini, “Et üretimi arttı ama talep de arttı. Refah ve gelir seviyesinin yükselmesi, krizin de sona ermesiyle birlikte insanların et tüketimi arttı. Fiyatlar o yüzden yükseldi” diye açıkladı. TBMM kulisinde bir grup gazeteciye konuşan Bakan Eker, 2002 ila 2009 yılları arasında et fiyatlarındaki artışın enflasyonun altında kaldığını belirterek, “2009 yılından itibaren kriz aşıldı. Vatandaşların refah seviyesinin artmasıyla et ve süt tüketimi arttı. Niye bunları kimse görmüyor? Vatandaş geçmiş yıllara göre daha çok et tüketmeye başladı. 2-3 sene öncesine göre Türkiye’de giderek artan bir tüketimvar” dedi. Oysa, kişi başına gelirle dana etinin kilosuna bakıldığında, geliri Türkiye’nin çok üzerinde olan ülkelerde de etin kilosunun çok daha ucuz olduğu görülüyor. Örneğin ABD’de 2009 verilerine göre, kişi başı yıllık gelir 46 bin dolar olmasına karşın dana etinin kilosu 8-10 dolar arasında değişiyor.Milli geliri 40 bin dolar olan Hollanda’da ise etin kilosu yaklaşık 9-10 dolar aralığında. Buna karşınmilli geliri 13 bin dolar Türkiye’de dana etinin süpermarket reyonundaki kilo fiyatı 19 dolar. Buna karşın 12.888 dolarla Türkiye’ye yakın milli geliri olan Bulgaristan’da ise dana etinin kilosu 8-10 dolar arasında değişiyor. (Habertürk)

Ek Haber: Bakan Dinçer’den espri: Biz 3 günde çıkartırdık

Ahmedinejad İsrail sınırına gidiyor

0

İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad Lübnan’a yaptığı resmi ziyaret kapsamında bugün İsrail-Lübnan sınırını ziyaret edecek.

Ahmedinejad’ın ikinci gününe giren gezisi İsrail, Amerika Birleşik Devletleri ve bazı Lübnanlılar tarafından ‘kışkırtıcı’ diye tanımlanıyor.

İran lideri dün büyük bir kalabalık tarafından karşılanmış ve Hizbullah’ın organize ettiği bir gösteriye katılmıştı.

Ahmedinejad burada yaptığı konuşmada, ‘dünyanın tiranlarına karşı direnişi’ nedeniyle Lübnan’ı övmüş, güçlü ve birleşik bir Lübnan’ı desteklediklerini söyledi.

İran, dört yıl önceki İsrail-Hizbullah savaşı sırasında yıkılan köylerin yeniden inşasına büyük katkıda bulundu.

Sınır bölgesindeki gerilimse devam ediyor. Geçen Ağustos ayında iki Lübnan askeri, bir Lübnanlı gazeteci ve İsrailli bir subay, sınırın İsrail tarafındaki ağaçların budanması nedeniyle çıkan çatışmada ölmüştü.

Çok sayıda Lübnanlı Şii Hizbullah örgütüne destek veren İran cumhurbaşkanının ziyaretinden rahatsız.

ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton da Kosova ziyareti sırasında ülkesinin ‘Lübnan’ı istikrarsızlaştıracak ve gerilimi artıracak adımlara karşı olduğunu’ söylemişti.

Yeniden inşa

Lübnan Parlamentosu’nda çoğunluğu oluşturan Batı destekli üyeler de ziyareti bir provokasyon olarak tanımladı ve Ahmedinejad’ın Lübnan’ı ‘Akdeniz’deki bir İran üssüne’ dönüştürmeye çalıştığını söyledi.

İsrail İran’ı Hizbullah’ı silahlandırmakla suçluyor. Hizbullah kaynaklarıysa Tahran yönetiminin yeniden inşa faaliyetlerine verdiği desteğe dikkat çekiyor.

İran’ın 2006’dan bu yana yardım ve yeniden inşa için 1 milyar dolar harcadığını belirtiyorlar.

Ahmedinejad’ın ziyareti aynı zamanda, eski Lübnan Başbakanı Refik Hariri’nin 2005’teki suikastle öldürülmesiyle ilgili Birleşmiş Milletler soruşturmasının gerilim yarattığı bir sırada geldi.

BM Mahkemesi’nin bazı Hizbullah üyelerinin de aralarında bulunduğu isimlere suçlama yöneltmeye hazırlandığına inanılıyor.

Başbakan Saad Hariri soruşturmayı reddetmesi için Hizbullah ve Suriye’nin baskısı altında. (BBC)

Fransa grevinde 2. gün

Fransa’daki grev ikinci gününe girerken, hükümetin emeklilik reformunu gözden geçirmesi yönündeki baskılar artıyor.

Sendikalar, dün yüksek katılım ve gösterilere sahne olan grevi sürdürme kararı aldı.

Özellikle tren yolları grevden ciddi derece etkilenmekte.

Greve çıkan işçiler ayrıca Total şirketine ait ülkedeki oniki petrol rafinerisinden onbirinin faliyetlerini durdurdular.

Total şirketinden yapılan açıklamada şirketin petrol stoğunun yeterli olduğu ve şimdilik ülkedeki benzin istasyonlarına benzin sağlanabileceği duyuruldu.

Greve rekor katılım

Son bir ayda yaşanan üçüncü eylem olan dünkü greve sendikalara göre 3,5 milyon, hükümete göre ise 1,2 milyon Fransız’ın katılımıyla gerçekleşti.

Emeklilik yaşını 60’tan 62’ye çıkaran yeni emeklilik tasarısına gösterilen tepki grevin ana gerekçesi oldu.

Sarkozy hükümeti, varolan emeklilik sisteminin sürdürülebilir olmadığını savunurken, grevden sonra da geri adım atmayacağı yönünde bir tavır sergiledi.

Yorumculara göre, ülkede iki gündür yaşananlar, Sarkozy hükümetinin şimdiye dek karşılaştığı en zor sınav.

Sıkıntı ve destek

Trenle yolculuk yapan Fransızlar, grevden en çok etkilenenler. Çoğunluğun grevdekileri desteklediğini söylemek mümkün.

Beklediği tren bir türlü perona yanaşmayan Isma Belmiloud Reuters’e “işe gitmek zorunda olanlar için can sıkıcı bir durum, ama grevdekileri çok iyi anlıyorum” dedi.

Peronda bekleyenlerden bir diğeri, Eric Floresse de treninin gecikmesinin “güzel” bir sebebi olduğunu söylüyor, ve şöyle devam ediyor:

“Bence emeklilik reformu hiç adil değil, şu an bile işsiz durumda olan br sürü yaşlı insan var. Bence sosyal güvenlik sistemini iyileştirmenin daha iyi bir yolu bulunmalı.”

Ulusal Tren Yolları’ndan yapılan açıklamada ülkedeki trenlerin yarısından azı çalışıyor.

Ulaşım sektöründeki sendikalar yaptıkları açıklamada, sürmekte olan grevin açık uçlu olduğunu söylediler.

Sendikalar gün sonunda yapacakları oylamayla grevin 24 saat daha uzayıp uzamayacağına karar verecekleri açıkladılar. (BBC)