Ana Sayfa Blog Sayfa 5395

(Öğretilmiş) unutkanlıktan katılımcılığa – Gündüz Vassaf

Noam Chomsky (21. yüzyıl), “Totalitarizm için şiddet neyse, demokrasi için de propaganda aynı şey.” Thomas Jefferson (19. yüzyıl-A.B.D. Başkanı), “Gazetelere bakmayan birisi, olup biteni gazete okurundan iyi bilir. Kafası yalan ve yanlışlarla doldurulanlar gerçeğe, bilmeyenlerden daha uzaktır.”
Sovyetler Birliği döneminin ünlü gazetesinin adı ‘Pravda’. Pravda, Rusça gerçek demek. Gazetede gerçekten başka her şey yazılır, rejimin başarısızlığına addedilir diye uçak kazaları haber olmazdı.
New York Times gazetesinin her sayısında şöyle bir ibare var. “All the news that’s fit to print.” (Basılmaya değer olan bütün haberler) Kim, nasıl karar veriyor hangi haberlerin “değerli” olduğuna?
Gazetelerden, medyadan, dünyada olup bitene pencere olmalarını beklemek gerçekdışı, safça beklenti. Medya tekellerinin tersini iddia etmesi inandırıcı gelmiyor. Bu kuruluşların kendilerine göre değer verdiği, önemli bulduğunu sayfalarında, ekranlarında yansıtması kaçınılmaz. Biz okurlar da tercihimizi, kendi gerçeğimize yakın gördüğümüzü seçerek yapıyoruz. Ancak sermaye ve iktidarla eklemlenip monopolleşen medyada farklı değerleri (aynı değerin farklı şekilde ifadeleri değil) yansıtan tercihlerimizin azalması sonucu McMedya imparatorluğunun tutsak tüketicileri konumundayız. Daha da ürkütücü olan, enformasyon sanayiinin kitle imha silahları kadar tehlikeli hale gelmesi, A.B.D. egemenliğinde yeni dünya düzeninin kurulmasında Nazi Almanya’sında “bilimselleştirilen” en ince propaganda yöntemlerinin seferber edilmesi.
Türümüz, ilk bilinen kitabımız ‘Gılgamış’ destanını yazana, tabletlere dökene dek, efsanelerini kuşaktan kuşağa aktardığı, binlerce yıllık sözlü tarih belleğiyle yaşadı. Peki, nasıl oluyor da bugün kamuoyunun belleğinin kıt olduğu, her şeyi hemen unuttuğu söylenince, bunu türümüze özgü evrensel gerçekmiş gibi, tasdik edercesine başımızı sallıyoruz?
Günümüzde kullanılan haber teknolojisi izleyiciyi bollukta boğmak üzerine kurulu. Özellikle ekrandan aynı anda gelen simge ve mesajlarla izleyici boğulurken, karşılaştığı bolluk önünde, bilgilendirildim diye kandırılıyor. Kıt olan belleğimiz değil. Belleğimizi duyarsızlaştıran, bilincimizi edilgenleştiren taarruzla karşı karşıyayız.
Anketler ne düşündüğümüzün değil, nasıl yönlendirildiğimizin ölçütü (“O parti mi?”, “Şu parti mi?” diye seçim yapmamız istenen anketlerde, “Hiçbir partiden memnun değilim” ya da “Bu düzen değişmeli” diye seçenek gördünüz mü? İstedikleri kalıplarına girmeyenlerimizi “Kararsızlar” kategorisine atıp, oyuna devam ediliyor).
Bu girdaba düşmeyen yeni kuşakların internet üzerinden haberleşme ağlarını oluşturmasıyla düzen daha da denetimsiz kalıyor.
Ancak bir şeyler değişebilir. Yeni teknolojiler edilgenliğimizi giderme arayışlarını mümkün kılıyor. Basında sessizliğe şartlanan okurun artık karşılıklı etkileşimle sesini duyma, duyurma olanağı var. Yeter ki çağrılsın, yeter ki çağrıya kulak versin, sorunlarımızla yüzleşebilmemizde medyayla buluşabilsin.
Yoksa gerçekleştiremediğimiz katılımcı demokrasi arayışlarından diktatörlerimizi seçtiğimiz bir düzene gitme tehlikesiyle karşı karşıyayız.
Dünyayı beterinden koruyan, sırrı çözülemediğinden kimsenin sirayet edemediği, vicdanımız.

Radikal – 17 Ekim 2010

O da olsun bu da

Ne zararı var yani?

Dede

Çocukluğum ve ilkgençliğim boyunca her yazı köyde geçirdik sülalece. Rahmetli dedem, o eski toprak adam, kahvaltıda içtiğimiz çayın dibini bırakınca kızar, “Yazık, günah, iç onu iç” derdi. Aynı fiili aynı cümle içinde ve biri nesneden önce, biri de sonra olmak üzere iki defa kullanmak eski topraklara has özelliklerden biri galiba, bir ikna aracı olarak da kuvvetli bence baya’. Eli çok boldu, ufak bedenine göre kürek gibiydi hatta,ve ama israfa pek bi’ kızardı. Onun bu “yazık, günah” ikilemesinde “Yoksa Allah öldürür seni” gibisinden bi’ tehdit de yoktu pek. Ha öldüren Allah öldürüyor, orası ayrı…

Kurt

Bu haftanın en şahane haberi Moskova’dan geldi. Yanan ormanlar, aşırı sıcaklıklar, bikinili kızlarla dolu havuzlar falan derken Antalya’ya kadar gelme zahmetinden kurtulan Moskova ahalisi şehrin ortasında takılan kurtları görünce az biraz ürkmüş. Halbuki kurt bize lazım. Şöyle inseler Yozgat’ın göbeğine (gerçi Yozgat şehrinin bir süredir varolmadığı anlaşılmış geçenlerde), ülkücü gençlik bayram etse “Önce Kurtlar Vadisi, şimdi de Kurtların ta kendisi. Yozgat da vadide zaten. Çıkar onu ondan, ekle, at kenara. Bi’ daha çıkar. Seneye tüm dünya Türklerin olacak bak.” diye. Milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olan şu günlerde bu tür müjdeli haberler her zamankinden daha önemli.

Katil Avcı

Şeyi merak ediyorum. İzmir’de kedi öldüren gençler var ya hani, bu delikanlılar kediyi yüzüp, etini şöyle bi’ sıyırıp, hemen ardından da mangal yapıp yemiş olsalardı kamuoyu tepkisi ne olurdu mesela? Buna benzer bir olay bundan bi’ on sene önce falan olmuştu, hani şu “satanistler kedi yiyor” muhabbeti. Ardından da Kadıköy ve Beyoğlu’nda basılmadık bar bırakmayan polis uzun saçlı-küpeli-metallica t-shirt’lü bulduğunu içeri atmıştı. Neyse, şimdi bu bahsettiğimiz kedi katili gençler yakalandıktan sonra kameralara dönüp “Ne yani canımız et çekti, çok mu garip bu? Çin’de olsa ‘aferin, elleri iş tutuyor’ diyip kedi köftecisinde işe alırlar. Hem daha düne kadar avlanmaktan başka bi’ şey bilmeyen insanevladı bu kadar çabuk mu unuttu geçmişini? Siz de inek-koyun yiyorsunuz, ne olmuş yani. Biz etini yiyeceğimiz hayvanla yüzleşmeye cesaret edebildik en azından, mezbahaya göndermedik. Hadi onu da geçtim, safari diye bi’ şey var lan. Yani olsun, bi’ şey demiyoruz da, o da olsun bu da” deseydi mesela? Ya da, politik damardan girip, “AKP hükümeti sağolsun, memlekette etin kilosu olmuş bizim bi’ aylık harçlığımız. Ne yapsaydık yani? Cumhuriyet sahipsiz değil !” gibisinden bi’ açıklama yapmış olsalardı? O değil de bizim Kedi tırstı hafiften yanımda.. Neyse tamam, kapatalım bu konuyu.

Kazma-kürek

Ama adamlar kapatmadı konuyu, 60 küsür gün de olsa uğraştılar, çıkardılar madencileri. Bu olay üzerine, dahası olayın dünya basınında falan bulduğu yankıların boyut ve şekilleri üzerine milyon sayfa tez yazılabilir, evet. Ama bizim Bakan Dinçer sahip olunabilecek en derin bakış açısıyla çok anlamlı bir sorunsal attı ortaya. “Biz olsak 3 günde çıkarırdık” dedi. Türkiye’deki yandaş ve iktidar düşmanı medya olayı hemen “Ne diyor bu adam, Karadon’a bak Karadon’a” şeklinde ele aldı (demek ki aynı nesneyi aynı cümle içinde biri fiilden önce, biri de fiilden sonra olmak üzere iki defa kullanmak da etkili bir ikna aracıymış. Fiil ve nesnenin ikametik potansiyeli diyelim, geçelim. -tik biraz bilimsellik kattı ama, kabul et) . Halbuki Dinçer’in verdiği mesaj çok derindi, hayatın anlamını arama serüveninde yeni bir pencere aralama gayretiydi. Bi’ defa “Biz olsak” diye başladı lafa, “Biz kimiz?” , “Biz biz olduğumuzda hala biz miyiz?” , “Biz kimiz oğlum?” , “Sen bizim kim olduğumuzu biliyor musun lan?” sorularını Jean Paul Sartre’den ilham aldığı bir varoluşçuluk ruhuyla ırgaladı. “3 gün” söyleminde ise, 3 rakamının toplumsal algıdaki geniş ve dogmatik / törensel vurgularını hatırlatan bir Descartes kuşkuculuğu, Voltaire aydınlanmacılığı vardı. “Çıkartırdık” fiili ise Dinçer’i gerçekten ve derinlemesine anlayabilmek için çözmemiz gereken bir anahtar bulmaca adeta. Henüz emin değilim, ama öznenin “biz” olmasından hareketle milli birlik ve beraberliğe duyulan ihtiyaca bir gönderme olabilir, sonucuna varabilitem var.. Sonuçta AKP boşuna “kalkınma-ilerleme-aydınlanma bizim işimiz” demiyor.

Kanvas Pantolon

CHP’de biraz hayalgücü, biraz da şenlikçilik olsa seneye iktidar. Şu 29 Ekim resepsiyonu muhabbetinde hala “Gitsek mi gitmesek mi?” gibi sıkıcı ve bayık sularda dolaşıyor. Buradan CHP’li yöneticilere sesleniyorum : “Abi helak ettiniz kendinizi. Hep başkalarını düşünüyorsunuz, biraz da kendinizi düşünün. Bu sizin hayatınız sonuçta hacı. İçinizden geliyorsa gidin abi, yoksa boşverin. ‘Ayıp olacak millete, konu-komşu ne der’ diye diye ömrünüzü çürüttünüz be. O akşama kadar bekleyin, içinizden gelirse gidersiniz.” Ama biliyorum ben onları, “Ya haklısın da abi şimdi meselenin içinde politika var tamam mı, ondan biraz alengirli” diye yandan yandan itiraz edecekler. Ama benim cevabım hazır şimdiden : “Böyle politika mı yapılır abi? Ben sizin yerinizde olsam, madem öyle, giderim resepsiyona hiç düşünmeden. Giderim ama yırtık kot pantolonla, ya da solmuş renkli bi’ t-shirt’le. Hali hazırda Murat Bardakçı’ya da inceden (ama çok inceden, tığ gibi adeta sanki belki) mesaj da olur hem bak. Birileri ‘Bu ne saygısızlık!” falan derse de hemen Nasrettin Hoca moduna geçip ‘Hani özgürlüktü, giyim-kuşam hürriyetiydi… Sana var da bana yok mu? O da olsun bu da madem’ diye lafı gediğine koyarım. ”  Ben olsam t-shirt-kanvas pantolon ikilisiyle giderdim hakikaten. Bu arada Çankaya görevlilerine ve Cumhurbaşkanı’na da sesleneyim hemen : Davet için teşekkür ediyorum, ama o akşam arkadaşlarla buluşup blues yapacağız evde. Seneye inşallah.

Serbest düşüş

Bu aralar beni feci şekilde elemden hüzüne, oradan da haykırışsal isyanlara sürükleyen bir şey var : Recep Tayyip Erdoğan’ın gündemden önlenemez düşüşü. Yau, bir haftayı geçti neredeyse, RTE hakkında ne bir manşet ne bir haber. Hayır, adamcağız da gayretli, arada uğraşıyor ama gören yok (Habertürk’te bile 4 dakika aradım da bulamadım, en sonunda arama motoruna “erdoğan” yazarak şu haberi bulabildim anca, o da 2 gün öncesinden, gerisini siz düşünün). Ne olacak bu memleketin hali? Yoksa Türkiye batının sıkıcı gündem anlayışına mı kayıyor? Türkiye Andorra olur mu?

Hayır yani o da olsun bu da, itirazım yok.


Enerji krizini çözmek. Mülakat: Sveinung Legard – David Morris

0

“Parçaları enerjinin tüketicisinin ayni zamanda bir üreticisi olduğu şekilde biraraya getirmediğimiz sürece, gerçek anlamda sürdürülebilir bir gelecek yaratamayacağımız hissindeyiz” diyor ABD merkezli otuzbeş senelik Yerel Kendi Kaynaklarına Dayanma Enstitüsü başkan yardımcısı David Morris.

İlüstrasyon: © tellus institute.

Morris, ademimerkeziyetçi yenilenebilir enerji sistemlerinin sert bir savunucusu ve merkezileşmiş enerji modellerinin eleştiricisi olagelmiş bir şahsiyet. Bu mülakatta enerji krizinin niçin yerel seviyede çözülmezi gerektiği ve enerji üretiminin niçin demokratikleştirilmek zorunda olduğuna dair savlar sunmakta.

Büyük ölçekli, merkezileşmiş yenilenebilir enerji tesislerine karşı çok tenkitleriniz oldu. Bunu açabilir misiniz?

-Birleşik Devleler’de siyasetin, iş dünyasının ve çevrecilerin önde gelenleri, şiddetli bir şekilde merkezileşmiş bir yenilenebilir enerji yönünü teşvik ediyorlar. Yenilenebilir enerji her yerde bulunup heryerde kullanılabilir olduğu halde, rüzgârın ülkenin ortasında en kuvvetli şekilde estiğini ve güneşin en çok Güney-Batı’da parladığını söyleyip rüzgâr türbinlerinin ve güneş enerjisi tesislerinin buralarda bulunmasını savunuyorlar. Üretilen elektrik kıyılardaki şehirlerde bulunan tüketicilere çok uzun mesafeler boyunca iletilecek. Benzer bir dinamik, liderlerin dev güneş enerjisi tesislerinin muhtemel yerleri olarak Kuzey Afrika ve Orta Doğu’dan bahsettiği Avrupa’da da mevcut. Burada üretilen elektrik de çok yüksek gerilim hatlarıyla Avrupa, Orta Doğu, ve Afrika’nın büyük şehirlerine nakledilecektir.

Bir ülkenin ulusal bakış açısınca bu mantıklı olabilir. Kuzey Dakota’da rüzgâr türbinlerinden veya Nevada’da güneş enerjisi tesislerinden elektrik üretmenin maliyeti Illinois’da rüzgârdan ya da California’da güneşten elektrik üretmenin maliyetinden düşüktür. Hakikaten de Kuzey Dakota ABD’de tüketilen tüm yenilenebilir enerjinin yarısını üretebilecek bir yerdir. Nevada’nın sadece bir kesimi bile Amerika’da tüketilen tüm yenilenebilir enerjiyi üretebilir. Yani federal hükümetin bakış açısınca mesele, bu uzak bölgelerden nüfusun yoğun olduğu bölgelere enerji iletim kapasitesidir.

Birçok önde gelen çevreci bu dinamiği destekler, zira sonuç fosil yakıtların yenilenebilir enerji kaynaklarıyla değişimidir. Biz bu desteğin uzak-görüşlü olmadığı kanaatindeyiz. Kararları veren insanların kararların tesirini hissedemediği, enerjiyi tüketenin üretildiği yerden çok uzakta olduğu bir dinamiği pekiştirir. Tüketici pasifliğini pekiştirir. Bu şekilde, bundan yirmi beş sene sonra da Minneapolis veya Oslo nüfusunun enerji şebekeleriyle olan ilişkileri bugüküyle ayni olacaktır.

Oysa ki, biz sürdürülebilirliğin ancak tüketicilerin fiili katılımı olursa ulaşılabilecek birşey olduğuna inanıyoruz. Eğer tüketiciler üretici de olursa, enerji ihtiyaçlarının sadece küçük bir oranını üretiyor olsalar bile, sırf tüketici oldukları hâlden farklı düşünür ve davranırlar. Herşeyden önce, enerji verimliliğini azamiye çıkartırlar; çünkü kullanmadıkları her kilovat-saat veya her kalori, enerji bağımsızlığına yönelik atılmış bir adım olur. Kimse önce binanın ısıyı kullanımını asgariye indirmeden gidip de bir jeotermal ısı pompası kurmaz. Kimse önce elektrik verimliliğini iyileştirmeden bir güneş panelleri sistemi takmaz.

Arzın bir kısmına sahip olmaları, diğer enerji sektörleri için de üretici/tüketici ilişkisini değiştirir. Mesala, güneş enerjisi sistemi takılı çatısı olan biri, ciddi bir şekilde elektrikli bir araba mı alayım diye düşünebilir. Sadece arabanın yakıtını çatıdaki sistemden sağlamakla kalmaz, ayni zamanda elektrik ağı çöktüğü takdirde araba yedek bir güç ünitesi olur.

Bir süre önce bir seyahat dergisi için elektrikli arabalar hakkında bir yazı yazdım. California’yı biraz pöhpöhlenmiş bir golf arabasından tutun da 0’dan 100’e 4 saniyede çıkan yeni Tesla’ya kadar birçok farklı araçla boydan boya dolaştım. Arabasını kullandığım herkesin çatısında güneş pilleri vardı. Bazıları önce elektrikli bir araba almış, sonra eve güneş enerjisi sistemi kurmuşlar, başkaları güneş enerşisi düzeneğiyle başlamış sonra elektrikli bir araba almışlar. Bir ev sahibi ya da küçük işletme sahibi güneş enerjisi sistemiyle elektrikli arabaya sahip oldu mu, komşusu da “neden ben de öyle yapmıyorum ki?!” diyebilir; sonra da daha da fazla komşu “niçin biz de öyle yapmıyoruz?!” diyebilir. Sonra belediyeye giderler ve elektrikli araçlarının sessiz oldukları için, egsoz gazı çıkarmadıkları için kent çevresini iyileştirdiğinde ısrar ederler ve şarj istasyonları talep ederler. Böylece sürdürülebilirliliğe doğru son derece organik, gerçek anlamda tabandan bir dinamik oluşuverir.

Tabii ki, bir ulusal hükümet de yenilenebilir enerji kaynaklarını veya elektrikli vasıtaları şart koşan yasalar çıkarabilir. Ancak bunun vatandaşların gönlünü fethetmesi, akıllarına yatması biraz zaman alır. Dahası, birkaç senede bir de seçimler olur, ve sonra gelen merkezi hükümet evvel giden hükümetin yaptığını ters-yüz edebilir. Bizce bütün bu parçaları tüketicinin üretici üreticinin de tüketici olduğu bir şekilde biraraya getirmedikçe sürdürülebilir bir gelecek kuramayacağız.

İlk 1982’de yayımlanan ve şimdi Yerel Kendi Kaynaklarına Dayanma Enstitüsü’nce internet üzerinden tekrar çıkartılan kitabınız Kendine Dayanan Şehirler’e yeni yazdığınız bir önsözde, enerji ve iklim krizinin en nihayetinde yerel seviyede çözülmesi gerektiğini yazıyorsunuz. Bu neden böyle?

-Bunu söylememin birkaç sebebi var. İlk sebebi, yerel yaşıyoruz. Avrupa, ABD ve diğer gelişmiş ülkelerdeki nüfusun %90’ı şehirlerde yaşıyor. Küresel olarak da, kırda değil kentte yaşayan insanların sayısı yakınlarda %50’yi geçti. Şehirler etkileşim ve iletişimin kolay kılındığı nisbeten yoğun yerlerdir. Şehirlerin girişimciliği ve yenilikleri teşvik edebilecek büyük iç pazarları vardır. Çoğu ülkede şehirlerin kayda değer yetkisi vardır. Toprak kullanımıyla ilgili kurallar koyarlar. Çoğu zaman büyük miktarda parayı çok uzun vadelerle borç alabilirler.

Şimdiki noktadan sürdürülebilir bir topluma sırf ulusal, ya da uluslararası, hükümetlerin kurallar koymasıyla varamazsınız. Mesela ABD’de federal hükümet güneş enerjisi için bonkör bir teşvik vermekte. Teşvik güneş enerjisinin ülkenin büyük bir kısmında ekonomiğe yakın birşey olmasını sağlar. Fakat böyle bir teşvikin var olması güneş enerjisinin basitçe yaygınlaşacağı anlamına gelmez.

Vatandaşlarının sera gazlarını azaltma isteklerine cevaben bir takım devletler elektriklerinin belli bir yüzdesinin yenilenebilir kaynaklardan gelmesi gerektiğine dair yasama yoluna gittiler. Bu doğru istikamette bir adım. Fakat, yenilenebilir enerji nasıl gelişecek? Çatılara güneş pilleri takmak yerel bir mesele; kırsal alanlarda rüzgâr türbinleri kurmak da öyle.

Nihayetinde, eğer sürdürülebilir bir toplum istiyorsak işleri yapmanın yeni yöntemlerini benimsemeliyiz. Avrupa ülkelerinde ve Çin’de yenilenebilir ve sürdürülebilir enerji, ve de sera gazlarının azaltılması, konularında yenilikler şehirlerden çıkıyor. Hatta, şehirler yeşil olmak üzerine birbirleriyle dostane bir rekabet içindeler ve bu konuda birbirleriyle bilgi paylaşıyorlar.

Birçok kişi, en azından merkezileşmiş Avrupa ülkelerinde, belediyelerin ve yerel yönetimlerin enerji krizini çözecek güçte olmadıklarını söyleyecektir. Buna cevabınız ne olur?

Evet, bu birçok Avrupa ülkesi için Amerika’ya göre çok daha geçerli. Kesinlikle Britanya’nın bir bölünmez hükümet sistemi var. Fransa bazı yetkileri bölgelere ve şehirlere verdi, ama bu da henüz sadece devam etmekte olan bir proje. Diğer taraftan, İngiltere’de bir çok yenilik yerel seviyeden geliyor, ve yine yerel seviyede, rüzgâr çiftlikleri konusu etrafında, ulusal hükümetin yenilenebilir enerji kararlarına karşı muhalefet oluşuyor. Bu da ulusal hükümetin bir şeyi emrettiği ama yerel seviyede uygulanması gerektiği bir durum. Yani, bu ülkelerde bile yerelin çok önemli olduğunu söyleyeceğim. Almanya, İspanya gibi başka ülkeler bölgelere geniş yetkiler tanınmışlardır.

Dile getirilmesi gereken bir başka nokta da küçük ve büyük ülkeler arasında kesin bir siyaset farkı olduğu. Mesela, Norveç’in Şikago büyükşehrinden birazcık daha fazla bir nüfusu var, ve Norveç’te Kristiansand, Arendal, Bergen ve başka şehirlerin kayda değer ve yenilikçi sürdürülebilir programları var.

BK59
David Morris ademimerkezi enerji sistemlerinin büyük ölçekli tesislerden daha verimli olduğunu savunuyor. Fotoğraf: BK59

Ademimerkeziyetçi, yenilenebilir enerji kaynaklarının ileri bir sanayileşmiş toplumun ihtiyaçlarını karşılaşmaya yetmeyeceğine dair yaygın bir kanı var ; hakikaten de o büyük ölçekli, merkezi yenilenebilir enerji tesislerine muhtaç olduğumuza dair. Sizin kanaatiniz ne?

Evet, hem merkezi hem ademimerkezi güç tesislerine ihtiyaç var. Soru ikisinin arasındaki dengenin ne olacağı. Şu anda merkezileşmeye çok yoğun bir şekilde odaklanmış durumdayız. Konut sektöründe, ve ticari ve sanayi sektörlerin büyük bir kısmında ısının ve elektriğin ademimerkezi üretimi enerji arzının hakim şekli olabilir. Enerji-yoğun sanayiler içinse, olamaz. Ama orada bile, önce nasıl ademimerkezi enerji kaynaklarına dayanabiliriz diye düşünürsek, konuya farklı yaklaşabiliriz. Mesela, bir çelik fabrikasının merkezi enerji kaynaklarına ihtiyacı vardır. Ama geridönüştürülmüş çelikten çelik üreten bir fabrika, demir cevherinden çelik yapan bir fabrikaya kıyasla, ton başına çok daha az enerji kullanır.

Yenilenebilir enerji de değişkendir. Onun için hem ısı hem de elektrik gücü depolayabilecek bir sistemleri gözönünde bulundurmalıyız. Ve de yedekleme ve pik anlar için serpişik fosil yakıtlı üretime ihtiyacımız olacak. Bunlar çok ağırlıklı bir şekilde biometan kullanan doğalgazlı tesisler olmalı ve ısıtma sözkonusu olduğunda, kullanabildiği heryerde biokütle kullanmalı.

Eğer şu an sanayi yapısını oluşturan şeyi belirli olarak farzederseniz, evet, merkezi güç tesislerine ihtiyaç duyacaksınız. Ama bundan yirmi yıl sonra daha az sayıda merkezi güç tesisine ihtiyacı olan yeni bir sanayi yapısı arzu edilir olacak. Mesela, ekonominin şu anda en hızlı büyüyen kısmı bilgi yoğunluklu sanayi. Bu temel olarak kalori ile, gıda ile çalışır.

Enerji sistemini demokratikleştirmekten bahsediyorsunuz. Çoğu insan için enerji ve demokrasi iki apayrı fenomen. Demokrasiyle enerjinin sizin aklınızdaki ilişkisi nedir?

-Bir demokrasi, insanların kendilerini idare edecek ve toplumun yapısını etkileyecek kuralları tesis etmelerine izin verir. Enerjinin demokratikleşmesi halkın enerjinin kurallarını tesis etme hakkına sahip olmasıyla olur, ve sıkıca inanıyoruz ki bu kuralları tesis ederken enerjinin en yaygın bir şekilde üretilmesini seçeceklerdir.

Bu ülkede Thomas Jefferson’ın ve Jeffersoncuların etkin bir demokrasinin mülkiyetin olabilen en yaygın şekilde olmasına dayandığına inandıklarındanan bahsederiz . Onun zamanında mülkiyet, o devrin varlığının çoğunu üreten çiftlikler demekti. Jefferson aslında şehirlere karşı çok eleştireldi, çünki şehirlerin insanların hiçbir mülkü olmayan, hiç bir üretim aracına sahip olmadıkları ve sadece ücretli emekçiler olarak varoldukları yerler olarak görürdü. Bügün mülkü tüketici malları olarak düşünüyoruz. Ancak, güç tesisleri Jefferson’un bahsettiği temel varlığı üretiyor. Bu da, bilgili, kendine dayanmak üzerine bir bakışaçısıyla siyaset belirlemeye girişmemize izin verir.

Bu sanki toplumumuzda mülkiyet ve servet dağılımında büyük çaplı değişim gerektirecekmiş gibi geliyor..

-Evet gerektiriyor. Enerji sektöründeki kargaşa, yani dünyanın istikrarsız hasmane yerlerinden ithal yakıtlara bağımlılığımız, merkezi enerji tesisleri hakkındaki endişelerimiz, yenilenebilir enerjinin ademimerkeziyetçi potansiyeli hep bu değişime doğru ilk adımları atmamıza imkan veriyor. Bazen atılması gereken ilk adımların kendileri, bir asırlık gelişmenin aksine gitmek olur. Mesela benim eyaletim olan Minnesota, ABD’de net ölçme kanunu dediğimiz şeye sahip olan ilk eyaletti. Bu kanun geçmeden önce kullandığım yerde elektrik üretebilirdim, ama eğer elektriği dağıtım şirketine satmak istersem dağıtım şirketi benden ikinci bir sayaç takmamı isterdi. Ondan sonra bana sattığı elektriğin tamamı için beni perakende fiyattan faturalandırır, benden aldığı elektrik için de bana daha düşük toptan fiyattan ödeme yapardı. Net ölçme hem ileri hem geri çalışan tek bir sayaç gerektiriyor. Bu çok basit bir kural değişikliği, ama eski kurallar elektriğin dikey bütünleşik bir şirkete ait merkezi bir güç tesisinden nihayi tüketiciye aktığı tek yönlü bir elektrik sistemi farzettiği için yepyeni bir dinamik geliştirdi. Net ölçme çift yönlü, daha demokratik bir enerji sisteminin var olduğunu kabul eder.

Avrupa’da, Fransa’da, Almanya’da İspanya’da filan, sizin feed-in tariff (FiT) gibi başka kurallarınız var. Bunlar kısmen yenilenebilir enerjiyi hareketlendirmek için geliştirilmişler, ama ayni zamanda serpiştirilmiş enerji üretimini teşvik etmek için. FiT çatıya kurulmuş güneş enerjisine toprağa kurulu güneş enerjisinden yüksek fiyat öder; küçük çaplı rüzgâr jeneratörlerine de yine büyük çaplılarından daha yüksek.

Daha önce söylediğim gibi, ABD’de federal hükümet, ülkedeki bütün tüketicilerin yüksek geilim ileti hatları inşa edenleri sübvanse etmeleri gerektiğini ve rüzgâr enerjisinin Kuzey Dakota’da olup Şikago ve New York’a getirilmesi gerektiği için bunlara ihtiyacımız olduğunu söylüyor. Ama baktığınızda görüyorsunuz ki Şikago’nun bulunduğu Illinois’ın bir hayli rüzgâr enerjisi ve başka yenilenebilir enerji kaynakları da var. Yerel Kendi Kaynaklarına Dayanma Enstitüsü geçtiğimizde Enerjide Kendi Kaynaklarına Dayanan Eyaletler diye bir rapor yayımladı. Elli ABD eyaletinin herbirinin yenilenebilir enerji potansiyelini haritalıyor. Potansiyel diyince farazi potansiyelini değil, var olan ticari potansiyelini kastediyorum. Rapor, ABD eyaletlerinin üçte ikisinin yeterli depolama kapasitesi oldukça kendi iç kaynaklarına dayanmak suretiyle sadece kendine dayanmak değil, kendine yeteceğini belirtiyor. Bu rapor yüksek gerilimli ileti hatlarını desteklememiz gerekmediğini, desteklememeli olduğumuzun kanıtı amprik veriyi sunuyor.

Bu rapordan anladığım, yerel ve bölgesel kaynakların kullanımının ayni zamanda fiyat açısından daha verimli olduğu. Peki bu niçin günümüzde yapılmıyor o zaman? Daha ademimerkeziyetçi bir yenilenebilir enerji sistemi aleyhine çalışan güçler neler?

-Demokatik bir enerji sisteme karşı çalışan tabii ve yapay kuvvetler var. Doğal bir kuvvet idare konusundaki ölçek ekonomisidir. Yapay bir engel yenilenebilir enerjileri teşvik etmek için kaleme aldığımız kurallar.

Yine müsaade edin, ABD çerçevesinden bir örnek vereyim. Federal hükümet rüzgâr enerjisi yatırımcılarına bir teşvik sağlar. Bu vergiden düşme şeklindedir, ama sadece “pasif gelir” denen şeye karşılık olarak alınabilir. Bu maaş ya da hisseden edinilen değil, bir işletmeden edinilen gelirdir. Yani kâr eden şirketler tarafından edinilen gelirdir. Demek ki, bu teşvikten yalnızca büyük ölçekte vergi mükellefiyeti olan tüzel kişilikler faydalanabilecektir. Büyük şirketler ise 50-100 milyon dolarlık yatırımlar yapmak isterler ki muamele masrafları asgariye insin. Bu vergi kanununun sonucu olarak hazır bulunmayan mal sahiplerine ait büyük ölçekli rüzgâr çiftlikleriyle kalakalırsınız.

Vergiden düşmenin iade şeklinde olduğu başka bir vergi teşviki uygulamak mümkün. Bu herkesin eşit zeminde teşvik alacağı anlamına gelir. Eğer 500 dolar teşvik varsa ve siz yerel rüzgâr üretimine 500 dolar yatırdıysanız, 500 dolar iade alırsınız. Merkezi hükümet açısından bakıldığında, kaybedilen vergi geliri ayni miktarda. Rüzgâr enerjisi üretimini geliştirmek açısından bakıldığında, aracının kendine pay ayırdığı pasif gelir vergisi teşvikine nazaran daha fazla para rüzgâr türbini inşasında kullanılıyor.

Geçerli rüzgâr enerjisi için vergi teşviki sistemini değiştirmek yatırımcı sayısını şimdiki birkaç bin, belki birkaç yüzden, bu tip şeylere yatıracak parası olan yaklaşık elli milyon haneye çıkarır. Yani tabii, ertesi sene yeterince parayı vergi iadesi olarak alacaklarını bilseler. Bu kuralı değiştirirsek merkezi, hazır olmayan mal sahiplerine ait tesislere iltimas etmeyi bırakır, ademimerkeziyetçi ve serpişik enerji üretimini teşvik etmeye başlarız.

( © Communalism: A Social Ecology Journal. Aralık 2009. )

Fransa’da grevler hayatı felç etti

0

Fransa’da protestoların beşinci gününde polise göre 825 bin, sendikalara göreyse 2.5 ila 3 milyon arası eylemci sokaklardaydı dün.

Protesto ve grevler serisini tetikleyen adım, Sarkozy yönetiminin minimum emeklilik yaşını 60’dan 62’ye, tam devlet emeklilik maaşı alınabilecek yaşı da 65’ten 67’ye çıkarma planları oldu.

Ülkedeki grevler yüzünden ülkenin petrol rafineri ve depolarının büyük kısmı kapanmış durumda.

Altı haftadan az bir zaman içinde yapılan beşinci protestolara binlerce öğrenci de katıldı.

Sendikalar ulus çapında 200’ü aşkın miting düzenledi. Geçtiğimiz salı günü yapılan gösterilerde, polise göre, bir milyonu aşkın kişi sokaklara döküldü.

Sendikalar ise bu rakamın üç buçuk milyon civarında olduğunu söylüyor.

Önümüzdeki salı günü de protestolar yapılacak.

Fransız hükümeti petrol sıkıntısı yaşanmayacağı konusunda kamuoyunu sakinleştirmeye çalışırken, ülkenin bazı bölgelerinde yüksek miktarda petrol stoğu
yapıldığı haberleri ulaşıyor.

Petrol dağıtım şirketleri de hükümetin elindeki stoklara ihtiyaç duyulabileceğini açıkladı.

Grevin etkisiyle faliyetleri aksayan petrol rafinerilerinin bir an önce normal işleyişlerine dönmemeleri durumunda ciddi sıkıntıların yaşanabileceği öngörülüyor.

Petrol dağıtım şirketleri, rafinerilere ulaşımı bloke eden eylemcilere müdahale edilmesi çağrısında bulundular.

CGT sendikasından Christian Coste, AP’ye yaptığı açıklamada ”Fransa’ya diz çöktürmek için değil, sesimizi duyurmak için sokaklardayız” dedi.

Fransa’da 12 rafineri grevden etkilenmiş durumda. Tesislerden 10’u kapandı, ikisi de kapanmak üzere. Çok sayıda petrol deposu da abluka altında.

Emeklilik yaşıyla ilgili düzenleme Fransa Parlamentosu’nun alt kanadında geçtiğimiz aylarda kabul edilmişti. Senato da emeklilik yaşının yükseltilmesiyle ilgili düzenlemeyi onaylamıştı. Senato tasarının tamamını çarşamba günü oylayacak.

Sendikalar da salı günü yeniden sokaklarda olacak. (BBC)

Saadet’te Nostalji Dönemi

Numan Kurtulmuş sonrası yeni liderini arayan Saadet Partisi’nin kongresinde Necmettin Erbakan, delegelerin isteği ile parti genel başkanlığına aday gösterildi.

Numan Kurtulmuş sonrası yeni liderini arayan Saadet Partisi Ankara Atatürk Spor Salonu’nda bir kongre düzenliyor. Milli Görüşçüler, Türkiye’nin 4 bir yanından 654 otobüsle Ankara’ya gelen delegeler, Necmettin Erbakan’ı parti genel başkanlığına aday gösterdi Seçilmesine kesin gözüyle bakılan Erbakan 84 yaşında siyaset sahnesine aktif bir şekilde geri dönmüş olacak.

Erbakan’ın çocukları Fatih ve Elif de parti yönetimine aday gösterildi.

Erbakan parti liderliğine aday olmayacağını açıklamıştı, ancak Divan Başkanı Yasin Hatipoğlu delegelerin isteği ile Necmettin Erbakan’ın aday gösterildiğini açıkladı.

Erbakan’ın seçilmesine kesin gözüyle bakılıyor.

Partinin kurucusu Erbakan salonda yaptığı konuşmada ise AK Parti’ye yüklendi. Erbakan, Başbakan Erdoğan’dan bahsederken ismi ‘Tayyip’i kullandı.

SAMAN DOLU KUŞ İLE GERÇEK KUŞ BİR OLUR MU?
Erbakan konuşmasında şunları kaydetti:

”Son günlerde yaşadığımız olaylar Allah’ın bir lütfudur, birilerini kolundan tutup çıkartmak veballi bir olaydır. Biz kimseye karışmadan herkes kendi yerini almıştır.

AKP nedir, Saadet Partisi nedir onu anlatacağız, bu zihniyet daha önce Demirel’i getirdi onu kullandı. Daha sonra bizim evladımız Özal’ı getirdi. Ardından Tayyip’i getirdi, aslı varken diğerlerini getiriyor. Hiç saman dolu kuş ile gerçek kuş bir olabilir mi? Saman dolu kuşlarla bunları kandırıyorlar. Bugün tarihi bir gün yaşıyoruz, oku sandıktan çıkardık, dokuz ay sonra yapılacak seçimlerde kendimizi anlatacağız ve iktidar olacağız.”

“ŞUURLANDIK, ÇELİKLEŞTİK”
Öte yandan kongrenin yapıldığı Atatürk Spor Salonu’nda asılan pankartlar ve seçilen sloganlar partinin geçirdiği çalkantılı sürece işaret ediyor.

Partide yaşanan sancılı dönemin ardından hazırlanan slogan da dikkat çekici. Saadet Partililerin seçtiği slogan “Şuurlandık, çelikleştik, geliyoruz” oldu. (Ntv)

Bir Şehir Efsanesi: Piyasanın Görünmez Eli

Baştan söyleyeyim. Başlığa aldanmayın. Bu yazıda öyle çok teknik iktisat analizleri bulamayacaksınız. Hatta aksine bu iktisat karşıtı bir yazı olacak demek daha doğru. Aslında temel derdim son dönemde et fiyatları üstünde dönen spekülasyonlara ve manipülasyonlara dikkat çekmek.

Amma, mevzuya girmeden bir kuramsal taksim geçmeden de olmaz nitekim.

Modern kapitalizmin oluşum sürecinde onun işleyiş mekanizmalarıyla ilgili “bilimsel” bir farkındalık iddiası olarak liberal iktisadi doktrin, malum, çok temel bir paradigmaya dayanır: piyasanın kendi kendini düzenleyen bir yapısı olduğu ve devletin müdahalesi olmadığı sürece bu yapının tüm oyuncuların optimum doyum düzeylerine ulaştığı bir denge noktasını (bir üretim-tüketim miktarı ve fiyat çifti) kendi kendine ulaşabileceği iddiası. Ünlü “görünmez el” metaforu yani.

Bu hikaye egemen doktrin olarak geçen yüzyılın başına kadar hakimiyetini sürdürse de büyük 1929 kriziyle beraber korkunç bir çatırtıyla sarsıldı. Bu büyük küresel kriz piyasanın hiç de öyle kendini krize girmeden denge noktasında tutamadığını; hatta krizlerin kapitalist ekonominin yapısal bir unsuru olduğunu liberal iktisatçıların suratlarına çarptı.

Sonra kurtarıcı peygamber Keynes geldi ve kapitalist ekonominin bu krizlerden uzak durabilmesi, en azından iktisadi dalgalanmaların belli makul çerçevelerde tutulabilmesi için aktif olarak iktisadi süreçlere müdahale eden bir devletin gerekli olduğunu söyledi. Hükümetler bu müdahaleler için politikalar üretmeliydi. Sonuçta savaş-sonrası dönemde devletin piyasaya çeşitli şekillerde müdahale etmesi, hükümet programlarında mali ve parasal iktisadi politika araçlarının olması sıradan bir şey haline geldi.

1970’lerde yaşanan ikinci büyük küresel krizden sonra bu kez Keynezyan devrim ve devletin piyasaya müdahalelerinin meşruiyeti sorgulanmaya başlandı. Bu neo-liberal akımın en uçtaki ağızları devletin gece bekçiliğine geri dönmesini, ekonomiden tamamen el etek çekmesini talep etmeye başladılar. Özellikle 1980’ler ve 90’larda devletin doğrudan işletmecilik yaptığı, geniş bir kamu ekonomisi büyük ölçüde lağvedildi. Mali politikaların popülaritesi azalırken parasal politikalar öne çıktı. Sosyal politikalar büyük ölçüde geriledi. Devlet talebi teşvik için insanlara transferler yoluyla kaynak aktarma uygulamasını terkederken, devletin boşluğunu finans sermayesi neredeyse zorla cebimize sokuşturduğu “aşırı uygun koşullu” kredilerle doldurdu. Yani Refah Toplumu yerini Borç Toplumu’na bıraktı.

Ama sonuçta devletin iktisadi hayattan bu ölçüde geri çekilmesi asla söz konusu olmadı. Çünkü devletin müdahale araçlarından tamamen vazgeçmeyi hiçbir iktisatçı, piyasa aktörü ya da politikacı göze alamadı. Özellikle Borç Toplumu’nun 2008’deki büyük krizinden sonra başta ABD olmak üzere pek çok gelişmiş ülkede devletin büyük kurtarma operasyonları ile piyasaya müdahalesi ve bu müdahaleyi süreklilendirmek için yeni kurumlar ve araçlar geliştirmesi, kapitalizmin yürütülebilmesi için bir gece bekçisinden daha aktif ve maharetli bir devlete ihtiyaç duyulduğunu bir kez daha ortaya koydu.

Bugün ise piyasanın ne kadar naif, kırılgan bir şey olduğu; yalnızca devletin değil, kendi içindeki güçlü aktörlerin etkileriyle de kolayca manipüle edilebildiği gün be gün daha bir açığa çıkıyor. Bu konuda finans ve para piyasalarındaki spekülasyonlar, teknik tabiriyle “keriz silkelemeler”; kitabına uydurulamadığında suç kabul edilen, ama uydurulduğunda iyi kar getiren manipülasyonlar en belirgin örnekler.

E peki bütün bunların etle ne ilgisi var diyeceksiniz şimdi. Var tabi… Olmaz mı.

Geçen gün Bakan Eker’in gazetede yayınlanan şakasını hatırlayın: “Et fiyatları refah artışı nedeniyle arttı” demiş muhterem. Nedir burada ki ima? Hükümetimiz halkın refahını o kadar artırdı ki ete talep arttı, bu da fiyatlara yansıdı. Yani herşey piyasa mekanizması içinde olup bitti ve et fiyatları piyasadaki talep şokuyla artıverdi.

Ancak et fiyatlarıyla ilgili süreci tekrar gözden geçirdiğimizde, Bakan’ın iddiasının aksine, herşeyin özellikle son aylarda çok da piyasa mekanizmasına uygun işlemediği izlenimini yaratan sevimsiz görüntülerin farkına varabiliyoruz.

Et fiyatlarındaki artış neredeyse bu senenin başından beri durdurulamaz bir şekilde ilerledi ve halen bu ilerleyiş sürüyor. Başlarda medyada bu ilerlemenin, hani görece piyasa mantığı içinde kabul edilebilir açıklamalarını okuyabiliyorduk. Geçen senelerde yem fiyatlarındaki artış, süt ve hayvani ürünlerin fiyatlarındaki düşüş nedeniyle hayvancılıkla uğraşan küçük üreticilerin bu sektörden ayrılması; bunun da et arzını azaltması gibi.

Sonra Hükümetin canlı hayvan ithalini serbest bırakan kararı geldi. Piyasa mantığının öngöreceği üzre görece ucuz ithal etin yarattığı rekabetle fiyatlar kısa bir süre durulur gibi oldu. Ama her nedense hemen sonra tekrar tırmanışa devam etti. Sanki piyasa içinde birileri Hükümetin fiyatlar karşısındaki frenleme çabasına direniyordu.

Sonra Hükümet yakınlarda bir adım daha atıp karkas etin ve hazır et ürünlerinin ithalatını da serbest bıraktı. Ama bu da işe yaramadı. Et fiyatları hala yükseliyor. Piyasa her nasılsa, kendi işleyiş mantığına da ters bir şekilde, Hükümetin müdahalesiyle memlekete giren ucuz ete rağmen bu fiyat sarmalının sürmesinde ısrar ediyor.

Bu durumda, piyasadaki kimi aktörlerin bu fiyat sarmalından fayda sağladıkları ya da fayda beklentileri olduğu için Hükümetin müdahalelerine rağmen bu fiyat artışının sürmesine neden olacak şeyler yaptığını -stok, karaborsa- düşünmek hiç de komplo teorisi değil. Nitekim son dönemde medyada özellikle et ve et ürünleri sektöründeki bazı yurt içi tekellerin piyasaya arzı suni olarak kıstıkları ve büyük miktarlarda stok yaptıkları yolunda haberler de görülmeye başladı. Bu yolla tekeller yalnızca kısa dönemde fiyat artışlarının getirdiği büyük rantlara oynamış olmuyor; daha uzun dönemde küçük üreticilerin sektörden tamamen kazınıp atılmasını, böylece piyasanın tamamen kendi kontrollerine geçmesini de garantiye almaya çalışıyorlar.

Öte yandan Hükümetin neden et fiyatlarını kontrol etmek adına durmadan hayvan ve et ithalalatının önünü açtığını da nihayet anladık. Meğer gümrük birliği anlaşmasıyla uzun zaman önce AB’ye söz verdiğimiz, ama bu zamana kadar hiç yerine getiremediğimiz bir et ithalatı kotamız varmış. Bu vesileyle et ithalatının serbest kalması bu kotamızı doldurmamızı da sağlayabilecekmiş.

Aman ne güzel. İnsan bunları duyunca sene başından beri oynanan pis bir oyunun kurbanı olduğumuzu düşünmeden edemiyor. Sanki olup biten herşey AKP Hükümetinin ekonomiyi neo-liberal bir çerçevede yeniden biçimlemek uğruna sahneye koyduğu yeni bir oyun. Anlaşılan o ki Hükümetin asıl derdi et yüzü göremeyen yoksul halkın karnının doyması değil, ülkenin AB kotalarının dolup dolmadığı. Piyasadaki tekeller de bu oyunun, yarattığı ekstra rantlar ve piyasadaki hakimiyetlerini artırmak uğruna danışıklı döğüşçüsü.

Velhasıl kimse bana piyasanın görünmez elinden filan bahsetmesin artık. Piyasanın iki büyük ve aç gözlü eli var: Hükümet ve tekeller. Ve bu iki el suratımıza ardı ardına tokatlar patlatıp duruyor.

Beşiktaş yakalayamadı

Yeşil Gazete’nin yeni halinde spor bölümünün olmasının ve

bu yazıdan önceki yazının da bir futbol yazısı olmasından aldığım

cesaretle…

Stadının isminin değişmesinden sonra ilk defa Beşiktaş, kendi sahasında bir maça çıktı. İnönü Stadı’nın ismi, bir yapı şirketinin adını aldı. Taraftar üçe bölündü. Ilk grup zaten İnönü Stadı ismini baştan beri istemeyen, adın Şeref Bey olmasını isteyen gruptu. Adın değişmesinden sonra bu sefer, bu adın değişmesini isteyenler ve istemeyenler olarak ikiye bölündü taraftar. Bir taraftan, “Eğer Dünya yıldızlarını istiyorsak, bunları kabul etmeliyiz” diyen gruba karşılık, ne olursa olsun sponsor isimlerinin Beşiktaş’ın değerlerinin başına gelmesine karşı çıkanlar..Sonuç olarak, endüstriyel futbolun hayatımıza girmesiyle böyle şeylerle daha çok karşılacaşacağız gibi. Buna karşı mücadele de artarak sürecektir. Ne Beşiktaş’ın, ne de başka bir takımın stadyumunun ya da bir branş takımının önüne başka bir isim gelmesi, kabul edilmemeli. Kanıksanmamalı. Basketbol takımı için ortaya konulan slogan unutulmamalı. 3 hece, 8 harf, sadece Beşiktaş.

Maça gelince, Hakan Kutlu’dan ayrılmış ve daha sonra galibiyetler almış Manisaspor’un Beşiktaş’a bir süpriz yapabileceğini bekleyenler çoktu. Sonuca bakıldığında da gerçekten bir süpriz oldu. Fakat oyuna bakarsak, bunun bir süpriz değil, bir şanssızlık olduğu görülebilecektir. 80. dakikadan itibaren Beşiktaş’ın girdiği pozisyonların toplamına geçen seneki Beşiktaş’ın bir maçta girmediğini akıldan çıkartmamak gerek. Iki golle geride girilen bir on dakikadan beş farkla üstün bile çıkılabilirdi. Tabii ki soru burada, Beşiktaş’ın neden bu iştahla bütün maç oynamadığı. Ilk akla gelen maçın 10’a 10 oynanmaması olabilir ama ilk yarı da maç eşit sayıda oyuncuyla oynanmıştı.

Stadın ismi değişmesine rağmen değişmeyen şey, stadın tribünleri olmuş. 15.000 civarı kişinin geldiği maçta tribünler hiç susmadı. Hatalı goller yiyen kalecierini ıslıklayan bir grubu susturmaları da maçın en güzel anlarından biriydi. Bu futbolcu ıslıklama ve uğraşıp oyundan düşürme durumunun artık tribünlerden silinmesi gerek. Işe geldi mi Liverpool güzellemeleri ,işe geldi mi kendi oyuncusunu maç içerisinde yerden yere vurmak. Ikisi aynı zamanda, aynı bünyede olmaması gerekiyor. Hakan’ın da kırmızı kart gören Manisasporlu futbolcuya, hem hırstan, hem de tribünlere yaranma isteğinden, hücum etmesi de bundan bağımsız değil.

Manisapor’a gelince, Trabzon’dan sonra, Beşiktaş’ı da yendiler. Gelen fırsatların hepsini gole çevirdiler neredeyse. Hem de geçen senenin gol kralının hiç etkili olmadığını unutmamak gerek. Bir tarafta her yakaladığını atan, bir tarafta da yakaladıklarının 20’de 1’ini atamayan bir takımın maçında da adalet bereberlikti denilemiyor. Beşiktaş, uğraştı ama yakalayamadı sonuçta. Hızlı kaçan Manisaspor, İstanbul’da tarihinin ilk galibiyetini almış oldu.

Diğer maçlardan sonra da Siyah-Beyaz-Yeşil olarak görüşebiliriz.

Yeşil Gazete ve diğer yazılar için: http://www.urbarli.net

İklim Değişikliği Aktivist Okulu başladı

İstanbul Yeşil Ev’de bu seneki İklim Değişikliği Aktivist Okulu’nun ilk dersleri bugün yapıldı.Yeşiller Partisi tarafından İklim Değişikliği Kampanyası’nın bir parçası olarak düzenlenen okula katılım çok genişti. İnternet siteleri, tartışma listeleri, eylemde duymak, arkadaşlar gibi farklı kaynaklar vasıtasıyla heberdar olmuş ve farklı yaşlardan erkek, ama daha çok kadın otuza yakın şevkli ve endişeli insan programa katılmak için geldiler. Şehir dışından Ankara’dan, Kaş’tan gelen katılımcılar vardı.

İklim Değişikliği Aktivist Okulu'na çok geniş bir kitleden katılım oldu.

İlk günkü dersler, iklim değişikliği ile ilgili bilimsel arka plan, ulusal ve uluslararası politikaların yanı sıra iklim değişikliğinin politik boyutu, mücadele yöntemleri ve aktivizm tartışmalarını kapsadı. Katılımcılık esas alınarak işlenen derslerde Yeşil Ev’in küçük salonu bazen hararetli tartışmalara şahit oldu. Ekim sıcağında havasız kalındığından şikâyet edildiyse de, tüm gün süren dersler boyunca neşe ile meselenin ciddiyetinin idraki karışımı aktivist ruh hiç kaybolmadı.

Levent Kurnaz
Levent Kurnaz

Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Levent Kurnaz’ın iklim değişikliğinin bilimsel arka planını açıkladığı uzun ve çok aydınlatıcı ders ile başlayan okul, Yeşiller Partisi Eş Sözcüsü Dr. Ümit Şahin’in iklim değişiminde son durum ve aktivistlerin kendilerini haberdar etmesi için güvenilir kaynaklar hakkında derlediği dersle devam etti.

Ümit Şahin
Ümit Şahin
Öğleden sonra, Ömer Madra’nın güzel sohbetiyle iklim değişikliğinin sistemsel boyutlarını tarttığı ders, katılımcıları endişeye düşürmekten çok çözümleri ve ne boyutta bir değişime talip olduğumuzu tartışmak için bir fırsat teşkil etti.
Ömer Madra
Ömer Madra
Semra Cerit Mazlum
Semra Cerit Mazlum
Madra’yı takiben Marmara Üniversitesi’nden Doç. Dr. Semra Cerit Mazlum iklim politikalarının uluslararası siyaset boyutunu, Kyoto Anlaşması sürecini tartıştığı bir ders verirken, Ömer Madra ile başlayan tartışma, karbon ticareti ve büyüme odaklı bir dünya ekonomik sistemi içinde geliştirilecek çözümlerin kifayetsizliği etrafında olgunlaştı.
Akşamüstü Okul, Greenpeace İklim ve Enerji Kampanyası Sorumlusu Korol Diker’le Türkiye’de enerji politikaları ve yenilenebilir enerji kaynaklarının uygulamaya geçmesi için gerekenler üzerine bir yuvarlak masa tartışmasıyla devam ederken, ilk günkü dersler Küresel Eylem Grubu’ndan Gökşen Şahin’in yönetiminde aktivist olmanın usûlü, anlamı ve nasıl etkimizi artırabileceğimiz üzerine bir tartışmayla tamamlandı.
Korol Diker
Korol Diker
Gökşen Şahin
Gökşen Şahin

Günün içeriğinin ana hatları,  Leo Murray’in derste de gösterilen Uyan, Kafayı Ye, Harekete Geç (Wake Up, Freak Out – then Get a Grip) animasyon videosunda bulunabilir.

Konuyla değişik seviyelerde aşina katılımcılar, gerek bilimsel taban, gerek hareketler hakkında aldıkları bilgiler, gerekse yaratılan açık tartışma ortamından çok memnun olduklarını ifade ettiler. İklim Değişikliği Aktivist Okulu’nun iklim politikaları ve bunların açılımlarının daha derin tartışmalarıyla önümüzdeki haftalarda devam etmesi bekleniyor. (Yeşil Gazete)

Çin ve ABD yine taş koydu!

İklim değişikliği konusunda tüm karar vericileri bir araya getiren Birleşmiş Milletler Taraflar Konferansı’nın 16.’sından  (COP16) önce teknik konuların ve uzlaşı yollarının tartışıldığı Çin’deki İklim Değişikliği Görüşmeleri’nden yine somut bir sonuç çıkmadı.

Çin ve ABD Dünyanın en çok emisyon üreten iki ülkesi

Birleşmiş Milletler İklim Şefi Christiana Figueres;  her ne kadar Tianjin konuşmalarının, Meksika Cancun’daki COP 16’da anlaşmaya bir adım daha yaklaştırdığını belirtmiş olsa; müzakereler yine Çin ve ABD’nin anlaşmaz tutumu yüzünden tıkanmış görünüyor.

Bu iki büyük ülkenin baş müzakerecilerinin toplantılar sonunda söyledikleri aslında durumu özetler gibi.

Nitekim, toplantıdan sonra ABD Baş İklim Müzakerecisi Jonathan Pershing; emisyon hedefleri ve azaltımların nasıl ölçülüp raporlanacağı konusundaki umutsuzluk verecek derecede az ilerleme kaydedildiğini söyleyip Çin’i; Kopenhag kayıtlarından geri adım atmakla suçladı:

“Burada; zor kararlarları sona bırakmamız gerektiğini duyduk ama bu böyle olmaz; bazı konuları aradan seçmekle ve dengesizliği görmezden gelerek bir yere varamayız”

Çin ise toplantıdan sonra şaşırtıcı olmayan bir biçimde ABD’yi suçladı. Çin Baş Müzakerecisi Su Wei ülkesinin konumunu şöyle özetledi:

“ABD yine emisyon azaltımı konusunda  ve kalkınmakta olan ülkelere kaynak ve teknoloji aktarımı konusunda elle tutulur adımlar atmadı. Biz ise aktif olarak bir şeyler yapmaya çalışıyoruz.”

Herkesin ABD ve Çin olmadan etkili bir sonucun çıkmayacağına emin olduğu bir ortamda ABD ve Çin’in birbirlerini suçlamaya devam etmesi ve konumlarını değiştirmeye yanaşmaması uluslararası kamuoyunda hayal kırıklığı yaratmaya devam ediyor.

ABD’nin ve Çin’in pozisyonunu korumasından mutlu olanlar da var. Durumu fırsata dönüştürüp yapıcı bir anlaşmanın çıkmasını engellemeye çalışanların başında gelen Suudi Arabistan toplantılarda; anlaşma zeminini ortada kaldırmaya çalıştı.

Anlaşılan Cancun’da da hüsran bizi bekliyor.

(Yeşil Gazete)

Dinsel Asimilasyon Çabasının Sonucu: 4 Yıldır Yalnız İmam

Alevi vatandaşların yaşadığı Çanakkale’nin Denizgöründü Köyü’nde devletin yaptırdığı ve 2007 yılında Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu tarafından hizmete açılan cami beklenen ilgiyi görmedi. Cemaat olmaması üzerine 4 yıldır camide tek başına namaz kılan imam, müftülükçe haftanın üç günü komşu köylerde görevlendirildi.

Merkeze bağlı 300 nüfuslu Denizgöründü’de 2005 yılın sonlarında inşaatına başlanan cami, 2007’de tamamlanarak Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu tarafından hizmete açıldı. Devletin 70 bin lira harcayarak yaptırdığı cami yaptırdığı köyde, o açılışın ardından beklenen olmadı. Köylüler, kendilerine sorulmadan yapıldığını söyledikleri camiye uğramaz oldu. Müftülük tarafından camiye atanan imam Baki Pesen, beş vakit namazı 4 yıl boyunca tek başına kıldı. Daha sonra ise kimsenin gelmediğini bildirdiği Müftülük, Pesen’i haftanın üç günü başka köylerde imamlık yapması için görevlendirdi. Denizgöründü’de ise dört gün caminin kapılarını açan imamla birlikte ara sıra Muhtar İbrahim Kahya namaz kılmaya başladı. Ancak muhtarın da camiye geliş sayısının haftada 3’ü geçmediği öğrenildi.

YAPARKEN BİZE SORMADILAR

Köy sakinlerinden Hasan Durmuş, caminin köylüye sorulmadan yapıldığın belirterek, “Devlet kimseye bir şey demeden geldi bura camiyi dikti. Ancak köyümüzden hiç giden yok. Cami yapılırken bize sorsalardı da karşı çıkmazdık. Ama onun yerine cemevini tercih ederdik. Ben hiç gitmedin, gitmem de. Sadece cemevi olursa giderim” dedi.

CAMİYİ MUHTAR İSTEMİŞ

Köy Muhtarı İbrahim Kahya ise, cami için başvuruyu kendisinin yaptığını anlatarak, “Ben müftülükle görüşüp cami yapılmasını istedim. Onlarda uygun görüp yaptılar. Ama kimse camiye gitmiyor. Cemevi de yapılacak olursa karşı değilim” diye konuştu.

Diğer yandan, cami yapıldığından bu yana bahçesindeki musalla taşı da bir kez dahi kullanılmadı. Bunun sebebi olarak ise, Alevi olan Denizgöründü köylülerinin, hayatını kaybeden yakınlarını kendi örf ve adetlerine göre toprağa vermeleri gösterildi.

BARDAKOĞLU AÇILIŞTA CAMİYE İLGİ İSTEMİŞTİ

19 Mart 2007’de gerçekleşen açılış töreninde konuşan Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, camilerin birlik ve beraberlik mekanları olduğunu belirterek, şu sözlerle alevi vatandaşlardan ibadethaneye ilgi istemişti:

“Günde 5 vakit ezan okunur. Hali vakti iyi olanlar gelir burada ibadet eder. Çocuklarımız gelir burada Kuran öğrenir. İslam dinini, güzel ahlakını, peygamber efendimizin hadislerini, iyi insan olmayı öğrenir. Camilerimiz aynı zamanda bir eğitim mekanlarıdır. İyi insan, iyi komşu olmanın öğretildiği mekanlardır. Camiler birbirimizi daha çok sevip saydığımız mekanlardır. Sadece ibadet etmek için camiye gelmeyiz. Burada birbirimizi tanımak, dayanışmak, birbirimizi hal ve hatırını sormak için bir arada oluruz. Yeni yapılan bu cami de Denizgöründü halkı için inanıyorumki birlik ve beraberlik mekanı olacaktır. Böyle yapabilirsek millet, kardeş oluruz. Herkes kendi haline bakarsa o zaman toplum da olamayız, millet de. 92 yıl önce elbirliği, gönülbirliği ettik, omuz omuza bu vatanı müdafaa için çalıştık, çabaladık, şehit olduk. Bugün de ülkenin maddi ve manevi kalkınması için bir arada olmamız birbirimize destek vermemiz gerekiyor.”

Fatih DALDAL – ÇANAKKALE – DHA