Ana Sayfa Blog Sayfa 5289

Boşuna uğraşıyorlar… Türkiye’de yargıçlar var

Pınar Selek ve Hrant Dink davaları, Türkiye’de devletin, değişime ve dönüşüme direnişinin sembolü olan iki paralel davadır. 1920’lerin kurucu ideolojisinin, adeta son bir ayak direyişidir.

Pınar Selek davası, Kürt realitesini kabullenmek istemeyen ve isyanı şiddetle, silahla, savaşla yok edeceğini sanan devlet erkinin ve onun hizmetindeki siyasi güçlerin nafile çabalarının simgesidir.

Hrant Dink davasında ise; İttihat Terakki geleneğini ve 1915 Ermeni tehcirini (kıyımını) tarihsel miras olarak kabul eden milliyetçi, ırkçı ulus – devlet  ideolojisi savunucularının hukuk dışı saldırılarına tanık olduk.

Bunun içindir ki, MGK’nın kırmızı çizgileri, iç tehdit olarak “misyonerlik faaliyetleri”ni işaret etmiş, bunu takiben Hrant hedef gösterilimiş ve katledilmiştir.

Bunun içindir ki, Selek ve Dink davaları, 19. yüzyılın sonlarında Fransa’da yaşanan Dreyfus Davası’yla benzerlik taşımaktadır. Dreyfus, Almanlar için casusluk yaptığı iddiasıyla suçlanan, Yahudi kökenli bir subaydır. Aslında Fransa’da, masum Dreyfus üzerinden Yahudi düşmanlığı ve ırkçılık yükseltilmiştir. Gerçekten de bu dava, ırkçı ideolojinin, Hitler faşizminin, Nazi soykırımının, faşist rejimlerin  habercisi gibidir.

Ancak ne var ki, Dünya 21. yüzyılı karşılarken, ulusal burjuvazinin sermayesini koruyan sınırlar aşılmış, ekonomi küresel hale gelmiş, ulus-devletler de artık küresel sermayenin denetimine girmiş durumdadır.

Şimdi, 2011 Şubat’ını yaşamaktayız. Kökleri 19. yüzyıla dayanan ırkçı- milliyetçi rejimler değişime uğramış; takipçisi olduğumuz Batı uygarlığının hakim değerleri artık demokrasi, çoğulculuk, çok kültürlülük, çok dillilik, katılımcılık olmuştur.

Türkiye de artık, Pınar Selek’in PKK’yla ilişkilendirilerek alçakça bir komploya uğratıldığı; Hrant’ın tarihsel Ermeni Soykırımı tartışmaları üzerinden yok edildiği Türkiye değildir.

Kürt Sorunu’yla ilgili (aslında Türk Sorunu demeliyiz) 13 yıl önceki konjonktür aşılmış, çözüm yoluna girilmiştir.

Bunca yıldır, sabırla, umutla ve kararlılıkla adaletin tecellisi için mücadele ettiğimiz, akıl dışı, adalet dışı, vicdan dışı bu iki anakronik dava, vesayetçi devlet anlayışını korumaya çalışan karanlık güçlere ayna tutmaktadır.

Bu hafta, Türkiye’nin adaletle imtihan haftasıdır. 7 Şubat’ta Hrant Dink, 9 Şubatta Pınar Selek davası görülecek. Pınar’ı iki kez beraat ettiren mahkeme ya bu defa da beraat kararı alarak Türkiye’nin yüzünü ağartacak ya da Türkiye’nin bozuk insan hakları karnesine, bozuk yargı siciline kötü bir not daha düşülecek.

Ülkemizi 150-200 yıl öncesinin ırkçı, milliyetçi, çizgisinde tutmaya çalışanlara duyurulur:

Boşuna uğraşmayın beyler, dünya değişti, değişiyor. Zaman, size ve sizin ayak diremenize rağmen, hükmünü icra ediyor, edecek. 9 Şubat’ta, Türkiye’de yargıçlar var, diyeceğiz.

Hopalılar kepenk kapattırdı

Hopa Dereleri Koruma Platformu üyeleri, Beyoğlu İstiklal Caddesi’nde barajlara karşı eylem yaptı. Hemşince, Lazca, Türkçe döviz ve pankartlarla Taksim’den Galatasaray’a yürüyen platform üyesi yaklaşık 400 kişi, İstiklal Caddesi’nde bulunan Little Big mağazasının önüne geldiklerinde üzerinde  ‘’ Little Big-Erva Enerji suyuma dokunma’’ yazılı kot kumasından yapılmış pankartı acınca, yöneticiler kepenkleri indirerek mağazayı kapattı.

‘’Su haktır satılamaz’’,’’Hopa halkı direnecek, Şelale deresi özgür akacak’’  ‘’Hopa da satılık deremiz, suyumuz yok’’ ‘’Little Big, kotu suyumuzdan çek’’ ‘’ Munzur özgürdür özgür akacak’’ ‘’Santral yapma boşuna, yıkacağız basına’’ seklinde slogan atan platform üyeleri daha sonra Galatasaray Meydanı’nda basın açıklaması yaptı. Basın açıklamasını yerel halktan bir kişi okudu.

Açıklamada,  ‘’uzun suredir kapitalizm doğaya, insana ve yasama dair ne varsa hepsine karsı azgın ve sistemli bir saldırı içindedir. Dokunduğu her şeyi metalaştırmakta, kar nesnesi haline getirmektedir. Satılacak bir şey kalmayınca su kaynaklarımız, derelerimiz, vadilerimiz, yaylalarımız dağlarımız ve ormanlarımız vahşi kapitalist saldırıyla karsı karsıyadır. Baraj, nükleer santral, otoyollar ve HES’ler gibi doğayı ve yaşamı yok eden projeler karşısında doğa meşru müdafaa halindedir. Yaşam hakkına yapılan bu saldırılar yöre halkları tarafından püskürtülmeye çalışılmaktadır’’ dendi.

Açıklama da özetle ‘’Dünya da temiz su kaynaklarına ulaşmak önemli bir sorun olarak gelecek yıllarda krizlere neden olacaktır. Küresel ısınma nedeniyle ülkemizin orta ve güney sahillerinin çölleşeceği Karadeniz’in su kaynaklarının yasam için daha da önemli hale geleceğini vurgulayan basın açıklamasında şunlar dile getirildi: AKP ve sermayenin HES ısrarının temel nedeni enerji üretmek gerekçesi ile su kaynaklarını ele geçirmek, özelleştirmektir. Buna izin vermeyeceğiz su haktır, satılamaz’’ dendi.

Basın açıklamasında, Hopa Güneşli deresi üzerine baraj yapmak isteyen Little Big mağazalarının patronlarına ait olan LTB-ERVA Enerji şirketine yönelik şunlar dile getirildi:’’LTB-ERVA Enerji’ye karsı canlı olmaktan, insan olmaktan kaynaklı kendi yasalarımızı koyacağız. Gerekirse vatandaş olarak tüketimden gelen gücümüzü kullanacağız, LTB ürünlerini boykot edeceğiz. Günü gelince Hopa’da vadilerimizde, köylerimizde ellerimizde oraklarla, kazmalarla, küreklerle, tulumumuz ve kavalımızla horona durur gibi nöbet tutacağız. Sizleri suyumuzu yanına bile yaklaştırmayacağız ve küresel sermaye ile onun bu günkü taşeronu AKP ve şirketler ellerini derelerimizden suyumuzdan ve yaşamımızdan çekene kadar mücadeleye devam edeceğiz’’.

Yeşiller Partisi’nin de aralarında olduğu çeşitli kurum ve siyasi partilerin katıldığı basın açıklamasında destek konuşmaları yapıldı ve ardından horon tepildi.

Hüseyin Güngör

Onların tohum yasası varsa üreticilerin takas şenliği var

Türkiye’de “ Sakin Şehir” ( citta slow ) ünvanı sahibi ilk şehir olan Seferihisar’da 2. Tohum Takas Şenliği halkın coşkulu bir katılımıyla gerçekleşti. Çeşme Yarımadasında yer alan belediyeler, köy dernekleri, GDO’ya hayır platformu, Slow Food hareketine bağlı gruplar, Ekolojik Üreticiler Derneği ve Yeşiller Partisinden geniş bir katılımla  gerçekleşen etkinlikte üreticilerin getirdikleri tohumlar büyük ilgi gördü.

“Onların tohum  yasası varsa / bizim  takas şenliğimiz” var sloganıyla ağzına kadar dolu olan toplantı salonu alkışlarla inledi. Katılımcıların büyük bölümü köylüler ve Türkiye’nin her yerinden gelmiş STK temsilcileri ve Yeşiller’den oluşuyordu. AKP kısa bir süre önce anayasa mahkemesinin de onaylamasıyla, yerel tohumların satışını yasakladı. Aslında bu inanılmaz bir yasa. Tarlanızda yetiştirdiğiniz tohumu satamıyorsunuz. Neden ? Çünkü dev şirketlerin döllenmeyen hibrit tohumları satılacak.

Ardından Seferihisar kapalı pazar yerinde üreticiler arasında tohum takası yapıldı. Pembe domates, roka, çizgili çekirdekli karpuz,kınalı bamya, alacalı patlıcan gibi süpermarket raflarında görmeyi unuttuğumuz ürünlerin tohumları kısa bir süre içinde üreticiler arasında el değiştirdi.

Köylüler düşünmüş taşınmışlar, satamadığımız tohumu, biz de takas ederiz demişler. Ne izdiham. Hiç kimse yerel tohumun önünü kesemez. Bu tohumlar bu topraklara ait ve bugün görüldü ki, köylüler tohumuna sahip çıkıyor.

Panelde olsun, tohum takas alanında olsun, herkesin ağzında bir umut vardı : bu yasa önünde sonunda geri çekilecek, bu saldırı geri püskürtülecek. Bu bir atak değil, bu takas şenliği bir savunma.  Adı üstünde şenlik.

Türkülerle, umut dolu konuşmalar ve AKP’ye karşı direnme sözleriyle takas sona erdi.

2006 yılında kabul edilen Tohumculuk Kanunu üreticilerin kendi tohumlarını üretmsesini  ve diğer köylülerle paylaşmalarını kısıtlıyor tohumlarını çevre pazarlarda satmalarını yasaklıyor.

Ekolojik Üreticiler Derneği üyelerinden Aytaç Timur  “ tohum ve bitkileri korumanın yolu onları üretmek ve çoğaltmaktır:. Üretmek  de yetmez, ürünlerimizi doğrudan yerel pazarlarda insanlara ulaştırabilmeliyiz “  diye konuştu.

Tohum takas şenliklerinin yaygınlaştırılarak ülke çapında yaygınlaştırılacağını ve böylece küçük tohum üreticilerinin dev şirketlere karşı korunacağını söyleyen şenlik düzenleyicileri  halkın katılımının kendilerine büyük cesaret verdiğini belirttiler.

( Yeşil Gazete )

BBP’liler Karayolları’nı basıp tehdit etti

Şanlıurfa’da, Alperen Ocakları’na üye 20 kişilik bir grup, ellerinde Türk bayrağı olduğu halde tekbir getirerek, Karayolları 91’inci Şube Şefliği’nde eylem yaptı.

Kendilerini, ‘Muhsin başkanın askerleri’ olarak nitelendiren grup, makine araç parkının çatısına çıkarak Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım aleyhine ‘Binali istifa’, ‘Zaafiyet var hesap soracağız’ pankartlarını astı. Polis, eylemcilerden 2 kişiyi gözaltına aldı.

BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nun hayatını kaybettiği helikopter kazasına ilişkin Devlet Denetleme Kurumu’nun (DDK) hazırladığı raporda, olayda ihmalin bulunduğu öne sürülen yetkilileri istifaya davet eden Şanlıurfa Alperen Ocaklarına üyesi bir grup, Ulaştırma Bakanlığı’na bağlı olan Karayolları 91’inci Şube Şefliğini’ne geldi. Eylemciler, ellerindeki büyük bir Türk bayrağıyla bir süre yürüyüp ardından tekbir getirerek, Karayolları Şube Şefliği bahçesine girdi. Daha sonra 2 kişi bir ağaca, buradan iş makinelerinin park edildiği garajın çatısına çıkarak, yanlarında getirdikleri ‘Binali istifa’, ‘Zaafiyet var hesap soracağız’ yazılı pankartı çatıya astı.

Eylemin polise bildirmesi ardından resmi ve sivil ekipler sevk edildi. BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu ve 5 kişinin hayatını kaybettiği helikopter kazasıyla ilgili olarak basın açıklamasını okuyan Şanlıurfa Alperen Ocakları üyesi Hanifi Gökçen, şöyle dedi:

“Biz ‘Muhsin başkanın askerleri’ olarak, Ulaştırma Bakanlığı’na bağlı Karayolları 91’inci Şube Şefliği’ne bu afişleri asarak, bir nebze olsun sesimizi duyurmak istedik. Amacımız asayişi ve huzuru bozmak veya devlet malına zarar vermek değil, yüce Türk milletine Muhsin başkanın suikast’inin üzerinin kapatılmasına izin verdirmemektir. Bunun için en büyük zafiyet gösteren Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ı istifaya davet ediyoruz. Biz şu ana kadar demokratik olmayan hiçbir eylemde bulunmadık. Ama bundan sonra bilinsin ki demokratik hiçbir eylemimiz olmayacaktır. Bu pankartları, bir gün Binali Yıldırım’ın evine de asacağız” dedi.

Sık sık tekbir getiren göstericiler ‘Binali şaşırma sabrımızı taşırma’ sloganlarını attı. Polis eylemci gençlerden Hanifi Gökçen ile Ercan Yılmaz’ı gözaltına aldı. Gruptaki diğer kişiler daha sonra dağıldı. (Ntv)

Devrimci Arap Ruhu liberalleri neden korkutuyor? – Slavoj Zizek

Tunus ve  Mısır’daki isyanlarda gözden kaçması mümkün olmayan şey İslami köktenciliğin ortada görünmeyişi. Halk en has laik demokratik geleneklere uygun olarak düpedüz baskıcı bir rejime, onun yolsuzluklarına ve yoksulluğa karşı isyan etti ve özgürlük ve ekonomik umut talep etti. Arap ülkelerinde gerçek demokratik duyarlılığın liberal seçkinlerle sınırlı olduğunu, büyük çoğunluğun ise, sadece milliyetçilik ve köktendincilik üzerinden harekete geçirilebileceğini varsayan batılı liberallerin sinik aklının bir şeye ermediği de ortaya çıktı.  Şimdi büyük soru bundan sonra ne olacağı? Sonunda kimin kazanacağı?

Tunus’ta yeni geçici hükümet kurulurken İslamcılar ve radikal sol kabineye alınmadı. Kendini beğenmiş liberaller şöyle tepki gösterdi: İyi oldu, onlar temelde aynı şey; iki totaliter kutup. Ancak işler gerçekten bu kadar basit mi? Asıl uzun vadeli husumetin İslamcılar ve sol arasında olmayacağı bu kadar kesin mi? Bir an için rejime karşı birleşmiş olsalar bile, bir kere zafere yaklaşmaya başlayınca aralarındaki birlik kopar, çoğu kez, ortak düşmana karşı olduğundan daha acımasız ölümcül bir kavgaya tutuşurlar.

İran’daki son seçimler sonrasında tam da böyle bir mücadeleye tanık olmadık mı? Yüz binlerce Musevi taraftarının istediği şey, Humeyni devrimini besleyen popüler rüyaydı: Adalet ve özgürlük. Bu rüya, istediği kadar ütopik olsun, sıradan insanlar ve öğrenciler arasında nefes kesici bir siyasal ve sosyal yaratıcılık patlamasına, örgütsel deneyime ve tartışmalara yol açtı.  Bu, adı hiç edilmeyen toplumsal dönüşüm güçlerini açığa çıkaran gerçek başlangıç, içinde her şeyin mümkün göründüğü an, daha sonra siyasal denetimin yavaş yavaş İslamcı müesses nizam tarafından ele geçirilmesiyle boğuldu gitti.

Açıkça köktendinci hareketler söz konusu olduğunda dahi sosyal boyutu gözden kaçırmamaya dikkat etmek gerekir. Taliban genellikle düzenini terörle dayatan köktendinci İslamcı bir grup olarak sunulur. Ancak, 2009 baharında Pakistan’da Suvat Vadisi’ni ele geçirdiklerinde New York Times onların “küçük bir zengin toprak ağaları grubuyla topraksız kiracıları arasındaki yarıktan yararlanan bir sınıfsal isyan” örgütlediklerini yazmıştı. Eğer Taliban çiftçilerin yoksulluğundan “yararlanarak”, New York Times’ın sözleriyle “hala büyük ölçüde feodal bir düzenin hüküm sürdüğü Pakistan’ı bekleyen tehlike çanlarını çaldırabiliyor” idiyse, ABD ve Pakistan’daki liberal demokratları aynı yoksulluktan yararlanarak topraksız çiftçilere yardımcı olmaktan ne alıkoyuyordu acaba? Yoksa Pakistan’da feodal güçler mi, liberal demokrasinin doğal müttefiki?

Buradan çıkartılabilecek kaçınılmaz sonuç radikal İslamcılığın diğer yüzünde daima Müslüman ülkelerdeki laik solun ortadan kaldırılmasının yattığıdır. Bugün dünyanın en İslamcı ülkesi olarak tasvir edilen Afganistan’ın 40 yıl önce Sovyetler Birliği’nden bağımsız olarak iktidara gelen güçlü bir komünist partisi de dahil olmak üzere güçlü bir laik geleneğe sahip bir ülke olduğunu kim hatırlıyor? Nereye gitti bu laik gelenek?

Tunus ve Mısır’da (ve Yemen… belki, umarım, hatta Suudi Arabistan’da) süre giden olayları bu arka plan üzerinden okumak çok önemli. Durum sonuçta istikrar kazanır ve eski rejim bazı liberal estetik ameliyatlarla hayatta kalırsa bu karşı konulamaz bir köktendinci tepki doğuracaktır. Liberallerin, liberalizmin başlıca mirasının sürdürülebilmesi için radikal solun dostane yardımına ihtiyacı var. Mısır’a dönecek olursak, en utanç verici ve tehlikeli oportünist tepki Tony Blair’in CNN’deki demeciydi. Blair, “Değişim gerek, ama bu istikrarlı bir değişim olmalı.” dedi. Mısır’da istikrarlı değişim sadece bugünkü iktidar çevresinin biraz genişletilmesi yoluyla Mübarek iktidarıyla bir uzlaşmaya varmak anlamına gelebilir. Şimdi barışçıl bir geçişten söz etmek işte bu yüzden müstehcen bir şey olur: Muhalefeti ezerek Mübarek bunu bizzat kendisi imkânsız hale getirdi. Mübarek protestocuların üzerine orduyu gönderince seçenekler belirginleşmiş oldu: Ya bir şeylerin değişip her şeyin aynı kaldığı bir kozmetik değişiklik ya da gerçek bir kopuş.

(Guardian)

Çev: Bianet

Şu halde, hakikat anına varıyoruz: Gerçekten özgür seçimlere fırsat tanımanın on yıl önce Cezayir örneğinde olduğu gibi İslamcı köktendincilerin iktidarına eşit olduğu iddia edilemez. Bir başka liberal kaygı da Mübarek giderse iktidarı devralacak hiçbir örgütlü siyasal gücün mevcut olmadığı. Elbette yok; Mübarek tüm muhalefeti bir kenar süsünden ibaret kılarak halledince sonuç ünlü Agatha Christie romanının başlığı gibi oldu: Ve Sonunda Kimse Kalmamıştı. Mübarek’in argümanı -ya kendisi ya kaos- kendisini vuran bir argümana dönüştü.

Batılı liberallerin ikiyüzlülüğü nefes kesici: Söze gelince demokrasiyi desteklediler ama şimdi halk despotlara karşı, din adına değil, laik özgürlükler ve adalet için ayaklandığında hepsini tasa bürüdü. Neden tasalanıyorlar, neden özgürlüğe bir şans verildiği için sevinmiyorlar? Bugün, Mao Zedong’un eski düsturu her zamankinden daha geçerli: “Gökkubbe altında büyük kaos var -durum mükemmel”.

Öyleyse Mübarek nereye gidecek? Cevap belli: Lahey’e. Orada oturmaya layık tek lider varsa o da odur.

Bir Naum Faik gelip geçti Diyarbakır’dan

Büyük düşünür ve öğretmen (malfono) Naum Faik,1868 Yılında Diyarbakır’da doğdu. 5 Şubat 1930 yılında Amerika’da acı dolu hayatına gözlerini kapadı. Ölümünün üzerinden 81 yıl geçti ama bu güne kadar Türkiye’de onunla ilgili tek bir kitap çevrilmiştir ( “Naum Faik ve Süryani Rönesansı” /Murat Fuat Çıkkı, Çeviren Mehmet Şimşek ). Diyarbakır’da doğumundan, Amerika’da ölümüne kadar verdiği yaşam mücadelesinde birçok eser bırakan Naum Faik bir yurtseverdir. Aynı zamanda O bir öğretmen (malfono), o bir aydın, dilbilimci, gazeteci, Süryani rönenansını o topraklarda ilk başlatan insandır. Ne yazıkki, Anayurdunda ve doğduğu yer olan Omid (Süryani mitolojisine göre Amed’in adı) ‘de bile tanınmayan bir yazar Naum Faik.

Çok küçük yaşta anne ve babasını kaybeden büyük yazar hayata çok erken atılmak zorunda kalmıştır. Çalışmak zorunda kalan Naum Faik, 1888’de Diyarbakır’da bulunan Süryani medresesinde öğretmenliğe ilk adımını atar.1889 yılında ise Urfa’da Mor Petrus kilisesinde vekâleten öğretmenlik mesleğini yapar. 1890’da tekrar Diyarbakır’a dönerek yeniden Süryani medresesinde 4 yıl öğretmenlik yapmıştır. Çok küçük yaşlarda hayata atılmak zorunda kaldığı için istediği eğitimi alamadığından, Beyrut’da bulunan fakülteden eğitim almak amacıyla görevinden ayrılır. Tamda bu dönemlerde Hıristiyanlara karşı müdahaleler başlar (20 Aralık 1895) Bu günler Hıristiyanlar için zor günlerdir. Naum Faik’de yaşanan bu müdahaleler yüzünden çok acı çeker 1896’da Beyrut’a büyük umutlarla gider, gider gitmesine de Kudüs’te hayal kırıklığı ile tekrar anayurduna geri döner.

1904 yılında Diyarbakır’da üçüncü kez öğretmenliğe başlar. 1908 yılında Osmanlı Devletinin yayımladığı bir kanunla Süryanilerde bir uyanış başlar. Bu kanunun sağladığı yenilikler sonucu Naum, İntibah (Uyanış) derneğinin hedef ve politikalarına uygun, yayım işlerini düzenleyip bültenlerini yazmaya başlar. Bir yıl sonrada “Şark Yıldızı” adlı Süryanice dergiyi, Diyarbakır’da yayınlamaya başlar. Hem öğretmenlik yapıp hem dergi çıkaran Naum Faik bir yandan da Şemmaslık rütbesiyle Diyarbakır Meryem Ana Kilisesindeki görevini yürütür. 24 yıla sığan öğretmenlik hayatında Diyarbakır, Urfa ve Adıyaman’nın birçok kasaba ve köyünde anadil (Süryanice) dersi veren yazarın ömrü hep çilelerle geçmiştir.

Anadilde eğitime büyük önem veren yazar çıkardığı dergi ve gazeteler ile çok dilli bir coğrafyaya hizmet etmiştir. Türkçe, Arapça, Süryanice olarak yayımladığı çok dilli gazeteyi Diyarbakır’da ilk çıkaran kişidir.

2011 Türkiye’sinde ise BDP, anadilde eğitim hakkı ve çok dilli belediyecilik anlayışı ile Naum Faik’in yaktığı meşaleyi şimdi Kürt halkı taşımaktadır. O toprakların kaderi midir? Kederi midir? Bilinmez ama aradan yüzyılı aşkın bir zaman geçmesine rağmen, hala çok dilli anlayış kamu kurum ve kuruluşlarında hayata geçmemiştir. Belkide, Diyarbakır’ın havasından, suyundan olsa gerek. O toprağın çocukları hangi halktan gelirse gelsin direnişçi bir ruhla doğarlar. Naum Faik, yoksulluk ve halkına salt Hıristiyan oldukları için yapılan müdahalelerin yarattığı bütün olumsuzluklara rağmen mücadele etmekden hiçbir zaman vazgeçmeyen bir yurtseverdir. Fransız Devrimin ‘ulus’ ve ‘ulus –devlet’ düşüncesinden etkilenen zamanının öteki lider kişilikleriyle (Harputlu Aşur Yusuf ve Senharip Bali ) ile beraber Süryani halkını bir ulus düşüncesinde toplamak için çok emek harcamıştır.

1911’deki Trablusgarb savaşı (Osmanlı-Türkiye)’nda burada yaşayan Süryanilere yapılan baskı ve eylemler büyük korku salmıştı yüreklerine. Bunun sonucu Süryaniler kafile, kafile göç etmek zorunda kalmıştır anayurtlarından. Ama Naum Faik’ın çok sevdiği Diyarbakır’ı terk etmesinin en büyük nedeni, 1911’de iktidarını pekiştiren İttihat ve Terakki hükümetinin ülkedeki muhalefeti susturmak ve sindirmek amacıyla başlattığı kampanyalar ve hayata geçirdiği yeni dernek yasasıyla kurduğu baskılardır. Bu baskılara bir yıl dayanabilen Faik, istediklerini hayata geçirmek uğruna, 1912’de Diyarbakır’ tan göçeder. Biliyordu ki “O GİTMEZSE HALKI GİDECEKTİ”.

22 Eylül 1912’de Ailesi ile birlikte Beyrut’a oradan da Amerika’ya gitmiştir. Bu halkın payına bu güne kadar o coğrafyada hep gurbet, hep acı düşmüştür. Diyarbakır’ın ve Süryani halkının sosyal hayatına katkısı olan Naum Faik, Amerika’ya gitmek zorunda kalışıyla Omid yiğit bir evladını kaybeder.

44 Yaşında Amerika’da yeni bir hayata başlayan yazar orada da halkı için anayurdu ve Diaspora’da yaşayanlar arasında köprü kurmak adına “Bethnahrin” Mezopotamya adlı gazeteyi yine Süryanice-Arapça-Türkçe dillerinde çıkarır. Bir yandan da gurbette yaşayan Süryani gençlerine Süryanice öğretir. Bu dönemde Ömer Hayyam’ın Rübailer’ini Süryanice’ye tercüme eder. 1930 yılının 5 Şubat günü 2.kez yakalandığı zatürre hastalığı nedeniyle 62 yaşında hayata gözlerini kapar. Süryani ulusçuluğunu gençler ve halkı arasında gelişmesine neden olan Naum Faik yaşarken değeri bilinmeyen bir yazardır.

Hayatını kendi halkına ve geleneğine adayan Süryani kahramanını Diyarbakır ve Türkiye halkları ise onun vatanseverliğini anlatan şu dizelerle tanıyacaktır;

“Sende doğdum sende ölmek isterim ey vatanım

Eylerim arzu turabında gömülsün bu tenim”

Tıpkı,7 Ağustos 2009’da yitirdiğimiz Ermeni asıllı büyük ozan Aram Digran gibi bu dünyadan göçüp giderken son arzusuydu Diyarbakır’a gömülmek. Ne Aram Digran’nın nede Naum Faik’in son dileğini yerine getiremedik. Bir mezarı bile çok gördüğümüz yazar ve sanatçılarımıza Diyarbakır ve Türkiye’nin bir borcu vardır. Mezopotamya tarihine kalıcı eserler bırakan bu aydınlarımıza bir karış toprağı bile çok görenleri bir gün gelecek tarih yargılayacaktır.

Diyarbakır’ın aydınlanmasına katkı sağlayan bu yazara Aralık 2009’da, Sur belediyesine bağlı bir sokağa Naum Faik ismini veren Süryani dostu Sur belediye başkanı Abdullah Demirbaş’tan Süryani halkının ve biz aydınların bir talebi var. Naum Faik’in doğduğu evi kamulaştırıp, bir Naum Faik müzesi yapalım hep birlikte diye düşünüyorum. Avrupa’dan ve dünyanın her yerinden gelecek Süryanilerle renk, renk kuşatalım Sur ilçesini. Haydi! Türk’üyle, Kürdü’yle, Arabı’yla, Süryani’siyle, Ermeni’siyle, Rumu’yla her renkten çiçek bahçesine çevirelim bir kez olsun Diyarbakır’ı. Herkes kendi dilinde söylesin türkülerini, seslerimiz karışsın birbirine. Aynı acılar süzgecinden geçen halklarla, güneşin ve ışığın çocukları aynı halaya duralım Omid’de.

Ezilen halklarla yan yana duran değerli başkanımız verilmiş Sözünüz olsun şimdiden, Bundan bir asır öncesi tıpkı sizin gibi Ana dilde eğitim ve çok dilli anlayışı savunan ve sürgünler yaşayan Naum Faik’i 5 Şubat 2012’de doğduğu evin restorasyonu bitmiş ve belediye bünyesinde 1 haftaya yayılan etkinliklerle analım. Ne dersiniz?

Mısır Devrimi: Hızlandırılmış kurs – Ümit Kıvanç

Cuma günü neler olacağını görmeden bunu yapmak zor, ama Mısır Devrimi’nden sözetmemek daha zor. Cuma’nın gerikalanı (şu anda 05:32, vukuat yok) nasıl geçerse geçsin her eve lâzım olacak bilgileri “yeni başlayanlar” ya da iş güç yüzünden yakından izleyemeyenler için derlemeye çalıştım:

Devrim olacak mı? • “Devrim”den sadece “bizim parti”nin iktidarı ele geçirmesini anlamıyor, bu şahane kavramın çok daha derin ve geniş birşeyler içerdiğini düşünüyorsanız kesin güvence vereyim: Oldu bile. Mübarek şu gün gider bu gün gider (belki gitti bile), yerine şu gelir bu gelir, falan… fark etmez. “Normal” hayatta birbirine selam vermesi şüpheli insanlar günlerdir birçok şehirde sokaklarda, meydanlarda herşeylerini paylaşıyor. Birileri yiyecek içecek getiriyor, dağıtıyor. Gönüllü doktorlar, hemşireler ortalıkta, sağlık malzemeleri biryerlerden bulunuyor, ayaküstü tedavilerle insanlar ayakta tutuluyor. Yaşlılar gençlerin, erkekler kadınların dediğini yapıyor. (Göstericilerden birinin mesajı: “Arkadaşımı annesi sokağa bırakmıyordu, şimdi birlikte buradalar.”) Evleri, çoluk-çocuğu –kesinlikle Mübarek rejiminin bir tertibi olan- yağmacılıktan, soygunculuktan, bir çırpıda kuruluveren ve otoritesini hemen kabul ettiren mahalle komiteleri koruyor. Mücadelenin simgesel ve fiilî merkezi Tahrir Meydanı’nda kararları kim nasıl alıyor, belli değil. Ama alıyorlar ve uyguluyorlar. Son birkaç gündür de beraber resmen savaşıyorlar. Kanları birbirlerine bulaşıyor. “Toplumsal devrim” denen şey kabaca budur. “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmaz” klişesinin nadiren büyük hakikate dönüştüğü anlardan biri. “Siyasî devrim” –ki Türkiye’de bu kavramla herhangi bir ilişkisi olan herkesin sanırım ilgilendiği tek alandır- ayrı bir mevzudur.

Demokrasi gelecek mi? • Geldi bile. El Cezire’nin meydandan bağlantı kurduğu –ve artık bazılarımızın yakından tanıdığı- Selma, “32 yaşındayım,” diye haykırıyordu geçen akşam, “ve demokrasi nedir okudum, öğrendim, ama hiç yaşamadım. Ve yaşamak istiyorum.” (Ah Selma, sorma, biz de, biz de…) Yaşıyor oysa. Burjuva parlamenter demokrasisi denen şahsiyetsiz hücreye hapsedilmediğinde demokrasinin ne muazzam bir umman olduğunu bizzat yaşıyor. Demokrasinin neden aslında “onlara” değil “bize” ait bir kavram olduğunu, “devrim”le doğrudan ilişkisini bile çözebilir iki gün içinde.

“İki kamp” mı çatışıyor? • Mısır’da, bizim basının saçmalamazsa günaha girecekmiş gibi bulup buluşturduğu klişeyle “kardeş kavgası” falan yok. Rejimin biraraya getirip halkın üstüne saldığı güruhun saldırısı, halkın buna karşı direnişi var. Kurnazlığı ve acımasızlığıyla meşhur Mübarek denen zat, pabucun pahalı olduğunu görür görmez, kirli işlerini gördürdüğü bilumum polis kuvvetini ortalıktan çekti, üniformalarını çıkarttırdı, hapishanelerden boşalttığı mahkûmları yanlarına kattı, bir kısım kamu personelini emirle savaş alanına sevk etti, yoksulluğun en beterine mahkûm ettiği insanların eline para sıkıştırıp onları da cengâver yaptı. 30 yıllık bir diktatörlüğün seferber edebileceği ya da ona bağlılıktan başka seçenek bilmeyen bir miktar insanın olması da doğal. Ama keskin nişancıların gece vakti uzaktan gösterici avladığı ortamda, birilerinin sırf başkan babaya bağlılıklarından ötürü, 16 saat süren taş savaşlarına girişeceğini düşünmek, Türk medyası için bile abes kaçar.

Bu işlerin arkasında birileri mi var? • Bravo. Tıpkı Mübarek’in başkan yardımcısı yaptığı işkenceci Ömer Süleyman gibi düşünüyorsunuz. Kendisi de protesto hareketini “dış güçlerin” (aa, ne tuhaf!) kışkırttığını ileri sürdü. Hattâ yabancı gazetecileri suçladı. Bunun üzerine, sokaklarda dolaşıp dökecek kan arayan çakallar yabancı gazetecileri dövmeye, bıçaklamaya başladılar. Polis, gazetecileri bulduğu yerde dövdü, ekipmanlarına elkoydu, otelleri bastı, kameraları, ses kayıt cihazlarını aldı. (Kahire Hilton, gazetecilerin ekipmanlarını polise teslim ederek potansiyel boykot listelerinde yerini aldı.) Bazı gazeteciler hâlâ kayıp. Amerikalı falan da dinlemediler. Mısır’daki muhalif hareketlerin nasıl örgütlendiğini merak ediyorsanız internette kısacık bir aramayla epey bilgi bulabilirsiniz. (Twitter’dan “@jan25”, “@tahrir” ve “@egypt” yazıp arayarak, an be an, bizzat meydandan gönderdikleri mesajları bile okuyabilirsiniz.) Ayrıca El Cezire’nin “Witness” programında Mısır’daki blog’çulara dair bir belgesel dönüyor; denk getirip izleyebilirseniz…

Peki bu bir “Twitter-Facebook Devrimi” mi? • Ya, evet!.. Çatılardan atılan molotofkokteylleri, köprü üstünden gelen taşlar ve uzaklardan açılan keskin nişancı ateşlerine karşı bu ikisi göğsünü siper ediyor! Geceleri mahalleleri bu ikisi bekliyor. Mısırlı gençler de evlerinde, bir elleri mouse’ta öteki cipste, devrim yapıyorlar. Evet, hareketlerin yayılmasında, bugünlere gelinmesinde Mısırlı gençlerin sosyal paylaşım ağları aracılığıyla haberleşmelerinin büyük önemi var; ama hayat ekranda cereyan etmiyor, bir haftada yaklaşık 170 ölü ve binlerce yaralı hiç mi hiç sanal değil. Ölenlerin ikinci level’da yeniden başlama şansı yok.

Ya Müslüman Kardeşler gelirse? • Önce adama sorarlar: Müslüman Kardeşler hakkında ne biliyorsun? Hemen geçelim. Türk öğrenmez, zaten bilir. O meydanda canını ortaya sürmüş gençlerin hem dincilikle şununla bununla hiçbir ilişkisi hem de böyle bir sıkıntısı yokken sana ne oluyor? Haydi ABD ve yakın gelecekte herhangi bir dünya olayı karşısında alacakları tavrı kimsenin takmayacağı belli Avrupalıların telaşlanması tamam da, sana ne oluyor! Değil mi?

Mısır Devrimi İslâm’ın yükselişinin neticesi, göstergesi, şusu busu mu? • Ayıp kardeşim. Hayatta bir defa da aynaya değil karşınızda sahnelenen tragedyaya bakmayı deneyin. Hem değişik bir şey görmüş olursunuz hem olan biteni anlama ihtimaliniz belirir. “Değişik şey” derken, Mısır Devrimi’ni başlatan ve sürükleyen insanların çeşitliliği ve asla herhangi bir dinî motifle harekete geçmemiş olmalarından sözediyorum. Kaldı ki, bizzat Müslüman Kardeşler örgütü de mütemadiyen çoğulculuğu vurguluyor. (“İlle de bizimkiler” diyenler ya da “tedirginler” için www.ikhwanweb.com iyi bir başlangıç noktası olabilir.) Şunu da eklememe izin verin: Mübarek rejiminin, muhtemelen yaklaşan felakete uyanıp Müslümanlarla Hıristiyanları birbirine düşürmek için kalkıştığı kanlı işleri bu iki cemaat birlikte önledi, şimdi de meydanda omuz omuza mücadele veriyorlar.

Araplar tembel, kalleş ve pis mi? • Bkz. aşağıdaki soru.

Biz denyo muyuz? • Sanırım. Galiba. El Cezire ile Türk medyasını karşılaştırınca, meseleyi biliyorum edâsıyla televizyonlara çıkıp atıp tutan insanlarımıza bakınca başka türlü düşünmek ne yazık ki zor. Düşünün ki bizi “Arap dünyasının geriliğine” mahkûm olmaktan kurtaran, muasır medeniyet şeysine filan eden şeyler sayesinde onyıllarca tahsil görmüş bütün insanlarımızın kafasına bu önyargılar yerleştirildi. Tahrir Meydanı’ndaki göstericilerin savurduğu taşlar umarım kafalarımıza isabet eder de azıcık sarsılır kendimizi toplarız. (Fakat onlar elle pilav yiyor! Gelmesin yağlı taşlar!)

Ek madde: El Cezire nedir? • Bir kurtuluştur. Bir feraha çıkmadır. Bir mesleğin onurunu yeniden kazanmasıdır. Adama “gazeteciliğe yeni başlamış bir genç olsaydım, gidip kapılarında yatsaydım” dedirten, cesur, “sorumlu” ama devletlere değil hakikate karşı sorumlu, muhteşem bir yayın kuruluşudur. (Bak şimdi! Onun da sahibi Arap! Size söylüyorum, asil Türk medyacıları! Bakın “elin Arabı” çıtayı nereye koydu? Herhangi bir vakit parmağınızın ucunu değme şansınız var mıdır? Boşuna uğraşmayın. Yoktur. Çünkü hiç değilse meslekî ehliyetin geçerli olduğu Batılı yayın organlarının bile bu şansı yok.) Gazeteciliği na şu kadar önemseyen herkesin El Cezire’nin Kahire’deki muhabirlerini omuzlara alıp günlerce taşıması lâzım –inşallah Mısır düze çıkınca.

Siz de şuraya girip gereğini yapın öyle oturacağınıza:http://worldwidetahrir.wordpress.com/.

(Taraf, 5 Şubat 2011)

Başbakan’dan Kıbrıslılara samimi itiraf: “Sen kimsin be adam. Şehidim var gazim var, stratejik olarak ilgiliyim!”

0
Erdoğan Kırgızistan'da
Erdoğan Kırgızistan'da elinde kırbaçla poz vermişti

Başbakan Erdoğan, Kırgızistan dönüşü basın açıklamasında Kıbrıs’ta 28 Ocak’ta yapılan Toplumsal Varoluş Mitingi ve ardından gelişen gergin sürece ilişkin sorularla karşılaşınca sinirlerinin kontrolünü kaybedip cevap verdi. Başbakan ” ‘Türkiye buradan çek git’ diyor. Sen kimsin be adam… Şehidim var gazim var, stratejik olarak ilgiliyim.” dedi.

Kıbrıs’ta Yunanistan’ın ne işi varsa Türkiye’nin Kıbrıs’ta stratejik olarak o işi olduğunu ifade eden Erdoğan, Kuzey Kıbrıs yönetiminin demokratik protestoyu engelleyememiş olmasını kınar mahiyette konuştu. “Ülkemizden beslenenlerin bu yola girmesi manidardır. Biz destekliyoruz, bunun karşılığının olması gerekmiyor mu?” diye devam etti. Kuzey’deki yönetimin başbakanı İrsen Küçük’ün kendisinden randevü istediğini söyleyen Erdoğan “Şimdi bakıyorum, benden randevu istiyor, çağırıp kendisiyle konuşacağım, soracağız” şeklinde devam etti.

Kıbrıs’ta, Türkiye’nin adadaki askeri varlığına dair görüşü ne olursa olsun, tüm Kıbrıslıtürkler arasında şok yaratan bu tavır üzerine ciddi siyasi hareketlilik yaşanıyor. Başbakanın açıkça üstten konuşan dili en yakın Türkiye müttefiklerince bile yerinde bulunmazken, Erdoğan’ın Kuzey Kıbrıs halkının ekonomik vaziyetine dair de yanıltıcı rakamlar kullanması da rencide edici bulundu. Erdoğan “En düşük memurları 10 bin liraya yakın para alıyor… Beyefendi 10 bin lira alıyor bir de bu eylemi yapıyor utanmadan” şeklinde konuşmuştu. Sendikal platformun açıklamasına göre bu rakam aslında 1540 TL ve Kuzey Kıbrıs’ta maaşların Edoğan’ın telaffuzunun çok altında olduğu tüm Kıbrıs kamuoyuca biliniyor. Ancak, 2009 Ağustos’unda Kıbrıs gazetesinin 1500 kamu çalışanının bordrolarını yayınlaması üzerine en düşük brüt milletvekili maaşının 10 bin liranın üstünde olduğu görülmüştü. Kuzey Kıbrıs’ta kamu maaşları Güney’e göre çok düşük, ve teklif edilen son revizyonlarla Kıbrıslıtürklerin ileride birleşme ümidini hâlâ kaybetmediği Güney’deki mukabil kamu maaşlarının üçte birine kadar düşmesi bekleniyor.

Toplumsal Varoluş Mitingi'nde Kıbrıs Cumhuriyeti bayrakları da açılmıştı28 Şubatta yapılan toplumsal varoluş mitinglerinde geniş katılımla STK, siyasi parti ve sendikalar – tüm muhalif kesimler – Türkiye’nin dayatması tasarruf tedbirlerine ve Türkiye’nin adada devam eden işgal idaresine karşı yürümüş, Kıbrıs’ı Kıbrıs’tan Kıbrıslılar’ın yönetmesi için çağrıda bulunmuşlardı, “ne paranı, ne memurunu, ne de talimatlarını istemiyoruz, elini yakamızdan çek” sloganları atılmıştı. Ankara, askeri varlığı ve siyasi nüfuzu altında ambargoya maruz kalan Kuzey Kıbrıs’a yılda yaklaşık 600 milyon dolar hibede bulunuyor. Mitinge katılanların bir kısmının Kıbrıs Cumhurieti bayrakları açması Ankara, Kıbrıs’taki Türkiyeli yerleşikler ve Ada’daki Türkiye yandaşlarında tepki yaratmış, Baraka Kültür Merkezi ve Yeni Kıbrıs Partisi gibi birleşik bir Kıbrıs’ı savunan guruplara karşı taciz ve tehdide varan protestolar olmuştu.

(Yeşil Gazete, Radikal, Yeni Düzen, Yeniçağ, Havadis, Kıbrıs, Bugün)

Yaşadığını Fark Etmek

Hani olmaz ya, olsaydı diyelim. İlk gösteriler başladığında ben de kazara Mısır’da olsaydım. Mısır’ın Tayyip Erdoğan’ın konu hakkındaki tüm demeçlerine anlamsızca sıkıştırdığı “tarihi ve kültürel” güzelliklerini falan görmeye gitmiş olsaydım. 399 Euro + KDV’ye 4 gün 3 gece boyunca tıka basa tatsız-tuzsuz açık büfe yemeğiyle midemi, birbirinin aynısı ruhsuz karelerle de dandik dijital fotoğraf makinemin hafızasını doldurma garantisi veren bir tur gezisiyle, misal.

Sonra telefonlar yağsaydı, “Oğlum Mısır karışmış, iyi misin sen? Allah vere de bir an önce getirseler sizi sağ salim geri” diye. Yıllardır aynı otobüsü dolduran aynı tip turistlere aynı bilgileri her seferinde aynı çıkmayı başaracak kadar aynılaşmış bir otomat sesle aktaran tur rehberimiz, yaşadığı heyecan ve gerçeklik duygusuyla coşkulu, otel lobisinde toplasaydı bizleri. Kaygılı olmaları gerektiğini düşündükleri gözlerinin ucuyla lobideki televizyonu izleyen turistler bir yandan “40 yıl anlatacak anı çıktı” diye sevinse, bir yandan da toplumsal rollerinin gereklerini yerine getirselerdi. Kadınlar korku ve endişe, biraz da panik kattıkları sesleriyle “Ne yapacağız, ne olacak, başımıza bir şey gelmesin!” diye soru yağdırsa; erkeklerse bir yandan kadınlarını telkin edip korumaya alsalar, diğer yandan da tur rehberinin yanına soğukkanlı adımlarla yaklaşıp “durum ne kadar ciddi, planımız ne?” gibi “ben çok karışıklık, çok zorluk gördüm şu hayatımda” altyazılı sorular yöneltselerdi. Uzun yıllardır farkında olmadan yaşadıkları hayatlarına birden bire anlam katan, ruh katan bu modern hayat-ı idame sınavına içten içe çok sevinseler, ama belli etmemeye çalışsalardı.

Birkaç dakikalığına da olsa Holywood filmlerinde izledikleri zora düşmüş kahramanımız gibi hissetselerdi kendilerini. Büyük Taarruz’u planlayan kurmayların edasıyla bir sigara yaksalardı, “sigara içilmez” türünden kuralların böylesi olağanüstü durumlarda geçersiz olduğu kuralını hatırlatırcasına.

Ve ben çaktırmadan sıyrılıp gitsem aralarından. Bir koşu odama fırlayıp çantamı toplasam, kimse görmeden sokaklara atsam kendimi. Özgürlük Meydanı’na doğru yürürken etrafı kolaçan etsem. Beni asla yanıltmayacaklarını bildiğim sezgilerimle güvenilir yoldaş bakınsam.

***

Yaşadığının farkına vardığı böylesi zamanlarda insanın gözünde bir ışık hasıl olur. Ne zamandan beri kollarında olduğunu bile bilmediği bir uykudan uyanır varlığı. Kaybolmuş, daha da kötüsü yokluğunu artık kanıksadığı bir hayat farkındalığı bütün ruhuna, ama özellikle de gözlerine hücum eder.

Bir dostun vardır ya hani, gözlerinde her daim canlı ve yakıcı ve içinde yaşama dair bir şeyler hatırlatan bir ışık gördüğün… Böylesi toplu farkındalık zamanlarında işte, herkesin gözleri o dostunun gözleri gibi ışıl ışıl oluverir.

Ve o ışık ve o gözler, sahipleri hakkında bir ömür boyunca öğrenebileceğinden fazlasını anlatır bir andan bile kısa bir anda.

Bütün saçmalığına rağmen yine de aşılamayan anlamsız korkuların da buhar olup uçuverdiği zamanlardır farkındalık anları. Hele toplu olarak yaşanıyor, yaşadığının farkına vardıran bir virüs gibi hızla yayılıyorsa insandan insana.

Sokakta yürürken bir “Free Hug” cıyla karşılaşmanın bütün gününü değiştirmesinin nedeni budur. Her zamanki gibi adımladığın tren istasyonunda kendini ortasında bulduğun “Flash Mob” tam da bu yüzden tüylerini diken diken eder. Gözünün gördüğü ya da kulağının duyduğu değildir sana yaşadığını fark ettiren; bir çift gözden fışkıran ışıltının bulaşıcılığıdır, varoluşunun en derin haznelerine kancasını takan ruhani birlik ve teklik ve yekliktir.

Gerçekliğin üç boyuta sığmayan diyarlarında bir araya gelen tinlerin kurduğu o akıl almaz birlikteliktir.

***

Etrafımdaki yüzbinler bağırıp çağırsa. Pankartlarını kameralara tutsalar. Bense dursam ortada, gözlerdeki o ışığın peşine düşsem tüm açlığımla. Her bir çift gözün içine baksam, her bir tinle bir ve tek ve yek olsam birer kısa anlığına. Ne olursa olsun o meydanda, nasıl yazılırsa yazılsın tarih, mantıklı ya da saçma hangi analizlerle açıklanırsa açıklansın; benim derdim başka olsa.

Yaşadığımı fark ettiğim bir andan da kısa bir anın, farkında olmadan yaşanan bir ömrün tamamına yeğ olduğunu bilsem. Yaşadığını fark ettiği bir andan da kısa bir an olmamışları inandıramayacağımı bilsem. “İnandırmışsın inandırmamışsın ne fark eder?”diye mırıldansam, sırıtsam kendi kendime.

Ve anlasam ki, insanları inandırmaya uğraşıyor olmam, bunu beceremiyor oluşumun da esas nedeniymiş meğer.

***

Riskli doğa sporlarının ilk şekli olan dağcılığın tam da Sanayi Devrimi’ni müteakip ve  batı ülkelerinde ortaya çıkmış olması tesadüf değil. Ekstrem sporlar denen riskli ve ölümün gayet doğal bir sonuç olduğu zımbırtıların giderek yeni eşikler aşıp çoğalması, yayılması hele, hiç tesadüf değil.

Sen depremden sağ kurtulduktan sonra bir anlığına da olsa yaşadığını fark etmiştin ya, o anın peşinde koşuyorlar onlar da.

Konfor sıkıcı. Konfor yeni, çok yeni hem de. Yaşamak için yaşadığının farkında olmana gerek olmayan bir yaşam, ne bileyim, adamı “Hayatın anlamı ne bilge amca?” diye dolandırıyor işte ortalıkta. Yaşam bir defa kaybettikten sonra anlamını, her şey bir anlamsız geliyor.

***

Mısır’da yaşanan devrim mi isyan mı? Şöyle mi oldu yoksa böyle mi? O mu olur bu mu?

Fani değil mi bu sorular çok fena?

İlla anlamak istiyorsan, o meydandakilerin gözlerinin içine bak. Kamera görüntüsü de idare eder. Gözlerde bir ışık varsa vardır, araya kırk tane de mercek koysan kaybolmaz.

Bir dur, iyice bak o gözlere. Anlatması zor bir ürperme, betimi zor bir şeyler hissedersen içinde…

O işte.

Yüz binler yine Tahrir’i doldurdu

Yüz binler yine Tahrir meydanında. Mısır’da Hüsnü Mübarek diktatörlüğüne karşı geçen hafta başlayan gösterilerin 11. gününde Tahrir meydanını doldurmaya devam eden yüz binlerce gösterici Mübarek’in istifasını istiyor.

“Ayrılık Günü” adı verilen gösteriler meydanda toplu olarak kılınan Cuma namazının ardından giderek kalabalıklaştı. Ayrıca İskenderiye ve Giza’da da protesto gösterileri yapılıyor.

Gösterilerde şu ana kadar herhangi bir şiddet olayı yaşanmazken ordu birliklerinin meydanın her yerinde görünür olduğu, Mübarek yanlıı birkaç yüz kişilik grupların da meydan yakınlarında bir araya geldiği bildiriliyor.

Göstericiler halen Başkanlık sarayına doğru yürüyüşe geçip geçmemeyi tartışıyorlar.