Ana Sayfa Blog Sayfa 5269

Balbay AİHM’e gitti

‘Ergenekon” davasının tutuklu sanığı gazeteci Mustafa Balbay’ın avukatları, adil yargılanma hakkı, ifade özgürlüğü ile özgürlük ve güvenlik hakkının ihlal edildiği gerekçesiyle AİHM başvurdu.

İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen “İkinci Ergenekon” davasınının bugünkü duruşmada konuşan gazeteci Mustafa Balbay, Türkiye’nin Uluslararası Siber Suçlar Sözleşmesi’nin sadece bir maddesini yasaya geçirdiğini ancak bunu da uygulamadığını belirterek, kendisiyle ilgili dijital delillerin hukuka aykırı olarak toplandığını ileri sürdü.

Mahkemenin bunların ne ölçüde delil olup olmadığına ilişkin karar vermesi gerektiğini ifade eden Balbay, ”Gelin, Türkiye’nin Uluslararası Siber Suçlar Sözleşmesi’ne imza atması için karar çıkarın” dedi.

”Amerika’da gazetecilerin yaptıkları haber nedeniyle tutuklanmalarının üzerinden 1,5 asır geçtiğini, ancak Türkiye’de bugünkü iktidar mantığında, televizyon kurmanın bile terör örgütü kurmaktan daha tehlikeli göründüğünü” savunan Balbay, ”Dünya iletişim çağından uzay çağını yakalamak istiyor, biz uzay çağında suç yakalıyoruz” diye konuştu.

İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesi hakimlerinden İdris Asan’ın Yargıtay üyeliğine atandığını belirten Balbay, sanıklardan Levent Göktaş’ın ”100’den fazla hata yaptı” dediği hakimin vereceği kararların adil olamayacağını iddia etti.

ARAP ÜLKELERİNDEKİ İSYAN
Tunus, Mısır ve Libya’daki gelişmelere değinen Balbay, Türkiye’deki demokrasinin Ortadoğu ülkelerinden bile daha geriye gittiğini, Arap ülkelerindeki protestoların beğenilip demokratik ilan edildiğini savunarak, ”Türkiye’de hükümeti devirmeye teşebbüs etmek gibi ucu bucağı açık suç yaratacaksınız. Arap ülkelerinde tek adamdan demokrasiye geçiş koşulları aranırken, Türkiye’de demokrasinin bütün olanakları kullanılarak ‘tek adam’la yönetime gidiş var” şeklinde konuştu.

Mustafa Balbay, duruşma salonunun olduğu binada sanıkların beklediği alanın genişletilmesi için çalışmaların başladığını ifade etti.

”Bizi kim katletti? 2 yıldır kim öldürüyor? Türkiye’yi açık hava hapishanesine çeviren mantık nedir? Bu komployu da aramak zorundasınız” diyen Balbay, ”Türkiye’de geçmişin intikamını alma güdüsü var. Bu havada intikam kokusu var” diye konuştu.

Adnan Menderes’in yargılanmasının 9 ay 15 gün, Mithat Paşa’nın yargılanmasının 14 ay sürdüğünü anlatan Balbay, ”Sizi İngiliz hakimlerle karşılaştırmak istemem ama Mithat Paşa’yı yargılayan hakimler ‘Bu delillerle bu dava açılmaz’ dediler” ifadesini kullandı.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, İran’da tutuklanan 2 Alman gazetecinin serbest bırakılması için aracı olduğunu ve Almanya Cumhurbaşkanı’nın kendisine teşekkür ettiğini belirten Balbay, Türkiye’de ise bu davada aydınlar ve gazetecilerin tutuklu yargılandığını kaydetti.

Normal ağır ceza mahkemelerinin işleyişine göre 30 yıldır yargılandıklarını ifade eden Balbay, ”30 yıllık yargılama sonunda geldiğiniz noktayı tekrar gözden geçirin. Sabır taşı olsa çatlar. Bakış açınızı ortaya koyun. Bu hem davanın seyrini değiştirecek hem de bizi siyasi iktidarın önünde malzeme yapmaktan kurtaracaktır. Ben yaşamımı, bu ülke için ortaya koydum. Balbay’ı ne kadar kazırsanız kazıyın, altından Atatürk Türkiyesi için kendini adamış bir insan bulacaksınız” dedi.

AİHM’E BAŞVURDU
Bu arada, Mustafa Balbay’ın avukatları, müvekkillerinin adil yargılanma hakkı, ifade özgürlüğü ile özgürlük ve güvenlik hakkının ihlal edildiği gerekçesiyle AİHM’e başvuruda bulunduklarını belirtti.

Avukatlar Mehmet İpek, Aydın Metin ve Hasan Hüseyin Altaş tarafından hazırlanan dilekçede, Balbay’ın ”Ergenekon” kapsamında tutuklanması sürecine değinildi.

Dilekçede, Balbay’ın soruşturma ve yargılama aşamasında tahliyesi için yapılan itirazların hep aynı gerekçelerle reddedildiği ifade edilerek, yargılamanın 28. celsesinden itibaren müvekkillerinin tahliye talebinin ayrı olarak değerlendirilmeye başlandığı, ancak mahkeme başkanının karşı oyuna rağmen yine basmakalıp ifadelerle hukuki gerekçelere dayandırılmadan reddedildiği kaydedildi.

Balbay’ın tahliyesi için yapılan bütün taleplerin aynı gerekçelerle reddedilmesinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 6. maddesinde belirtilen ”makul sürenin” aşılmasına neden olduğu vurgulanan dilekçede, itirazlara karşı verilen itirazın reddi kararlarına karşı başvurulacak başka bir iç hukuk yolunun bulunmadığı, bu durumda da bütün iç hukuk yollarının tükendiği anlatıldı.

TAZMİNAT İSTENDİ
Dilekçede, Balbay’ın tutuklandıktan 9,5 ay sonra savunmasını yapabildiği, sanık sayısının fazla olmasından dolayı savunmaların tamamlanamadığı ve yargılamanın uzun süreceği ifade edilerek, tahliye taleplerinin sürekli ve yasal olmayan gerekçelerle reddedilmesinin AİHS’nin 5’inci maddesindeki ”özgürlük ve güvenlik hakkını ihlal ettiği” kaydedildi.

Yargılamanın, cezaevi kampüsü içinde özel olarak hazırlanan duruşma salonunda oluşturulan ayrı bir heyet tarafından yapıldığı ifade edilen dilekçede, yargılamanın tabii olmayan olağanüstü mahkeme tarafından yürütüldüğü, bunun AİHS’nin 6’ıncı maddesinde yer alan ”adil yargılama hakkını ihlal ettiği” savunuldu.

Dilekçede, Balbay’ın 24 kitabı olduğu, yegane amacı habere ulaşmak olan müvekkillerinin yaptığı görüşmeler, gazetedeki yazıları, televizyon, radyo programları, haber kaynaklarından aldığı bilgi ve belgeler nedeniyle kendisine suç isnat edilmesinin hukuken mümkün olmadığı belirtildi.

Balbay’ın gazetecilik faaliyetleri nedeniyle tutuklu yargılandığı dile getirilen dilekçede, bunun da AİHS’nin 10. maddesi ile güvence altına alınan ”ifade özgürlüğünü ihlal ettiği” vurgulandı.

Dilekçenin sonunda, AİHS’nin 5, 6 ve 10. maddelerinin ihlal edildiğinin tespit edilmesi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tazminata hükmedilmesi istendi. (aa)

Kıbrıslı sosyalistlerden ortak açıklama: 2 Mart’ta sokaktayız!

Kıbrıslılar, Türk devletinin işgaline, AKP hükümetinin sömürgeci dayatmalarına isyan ediyor. 2 Mart’ta büyük genel grev ve sokak gösterisi gerçekleşecek. Bugün Kıbrıs’ın işgal altındaki Kuzey bölgesinde ortak bir açıklama yapan Yeni Kıbrıs Partisi, Kıbrıs Sosyalist Partisi, Barikat gazetesi ve Baraka Kültür Merkezi işgalcilerden bıkan Kıbrıslıları sokağa çıkmaya çağırdı.

Bugün KTÖS Lokalinde Yeni Kıbrıs Partisi, Kıbrıs Sosyalist Partisi, Barikat Gazetesi, Baraka Kültür Merkezi olarak 2 Mart’a yönelik tavırlarını açıklamak için bir basın toplantısı gerçekleştirdi.

Basın toplantısının başında konuşan YKP Yürütme Kurulu üyesi Murat Kanatlı bazı hatırlatmalar yaptı.

Kanatlı, “Geçmiş dönemde 28 Ocak’a giderken muğlaklık vardı süreçle ilgili ve süreçte birileri provokatör ve ajan olmakla birilerini suçlamakta idi” diyen Kanatlı, buna rağmen 4 oluşum olarak platformun belirlediği 13 maddelik ilkeleri çerçevesinde hareket etmeyi sürdürdüklerini ve sürdürmeye devam edeceklerini söyledi. Kanatlı, konuşmasını şöyle sürdürdü; “ama ne ilginçtir bizi provokatör ve ajan olmakla suçlayanlar basın bürosu aracılığı ile açıklama yayınladılar pankart taşıyanları döveceğiz dediler, söz gitti gideceği yere daha sonra biz öyle demedik, yanlış anlaşıldık diye gene basın bürosu aracılığı ile açıklama yaptılar. Bizler, 2 Mart’ta hiçbir gerginliğe hiçbir şiddete yer vermeksizin kendi kortejimizle, kendi kortejlerimizle sokakta olacağız, alanda olacağız ve herhangi bir gerginliğe, herhangi bir provokasyona da neden olacak hiçbir harekette bulunmayacağımızı net olarak bir kez ortaya koyuyoruz. 2 Mart’a yönelik çalışmalarımızı Sendikal Platformun belirlediği 13 maddelik ilkeleri çerçevesinde sürdürmeye devam edeceğiz” dedi.

Baraka Kültür Merkezi aktivistlerinden İsmal Özuçar ortak açıklamayı okudu. Ortak açıklama şöyle:

2 MART’TA PANKARTLARIMIZLA SOKAKTA OLACAĞIZ

Ülkemizde Ankara’nın dayatması ile yaşama geçirilmeye çalışılan ekonomik paketler herkesin bilgisindedir. Dünyada yaşanan ekonomik krizden de ayrı düşünülemeyecek bu paketlerin son versiyonu olan ve UBP ile AKP arasında imzalanmış olan paketin aslında ilk olmadığını da herkes bilmektedir. 1986 yılından beridir Türkiye’deki hemen hemen her hükümet döneminde, Kıbrıslı Türklere yeni bir paket dayatılmakta, bu paketlerin tamamı olmasa bile önemli bir kısmı da parça parça uygulamaya konulmaktadır.

Tüm bu dayatma uygulamaların açık bir sonucu olarak, başta emekçiler olmak üzere yaşadığımız sistem içerisinde ezilen bütün kesimler yok oluşun eşiğine gelmiştir. Bu yüzdendir ki 2011 yılı Sendikal Platform tarafından “Toplumsal Varoluş İçin Mücadele Yılı” olarak ilan edilmiş ve 28 Ocak 2011 tarihinde “Toplumsal Varoluş Mitingi” düzenlenmiştir. Örgütlerimiz bu mitinge işte bu motivasyonlarla katılmış ve yine Sendikal Platform tarafından ortaya konularak halkımız tarafından da onaylanan 13 maddelik deklarasyonu da desteklemektedir. Açıkçası süreç Kıbrıslı Türkleri gerçek bir varlık/yokluk ikilemi ile baş başa bırakmıştır. Varlığımızı devam ettirebilmenin tek yolu da sömürgecilere yaslanarak sömürgeciliğe karşı mücadele etmekle değil bizleri yok oluşun eşiğine getiren odaklara karşı mücadele etmektir.

28 Ocak tarihinden sonra sürekli olarak gündemde tutulmaya çalışılan ve aslında halkımızın varoluş mücadelesini amacından saptırma gayreti olduğunu düşündüğümüz pankart tartışmalarını bu sebeplerle onaylamıyoruz. Bizler varlığımıza, kimliğimize ve irademize yönelik yıllardır devam eden “saldırıların ve toplumsal varoluşumuzun önündeki tehlikenin” herhangi bir partinin hükümet olması veya olmaması ile ilişkili olmadığını, Türkiye’de kimin hükümette olduğu veya ileride hangisinin olacağı konusunda hiçbir şekilde yaşadığımız sorunları giderici bir etken olduğunu veya mevcut sistem içerisinde de olacağını düşünmüyoruz.

Bu yüzden de Ankara’nın yani TC devletinin ve asker-sivil bürokrasisinin sistematik politikalarını ve dayatmalarını toplumsal varoluşumuzun önündeki ana engel olarak işaret ediyoruz. Bugün bu politikaların simgesi hala gündemde tutulan ekonomik pakettir. Uygulayıcısı UBP, dayatan ise AKP’dir. Perdenin gerisinde büyük güçlerin hesapları ve TC ile KKTC’nin sözde “bağımsızlık ilkelerine” dayalı “taksim politikaları” yatmaktadır.

2 Mart tarihinde gerçekleşecek 2. Toplumsal Varoluş Mitingi’ne bu fikirlerimizi yansıtan, Sendikal Platformun oluşturduğu 13 maddelik deklarasyonla da çelişmeyen ve Ankara’ya hitap eden pankartlarımızla katılacağımızı buradan kamuoyunun bilgisine getiriyoruz.

Bizlerin Türkiye’deki Türk, Kürt, Rum, Ermeni, Laz halklarla hiç bir sorunumuz olmadığını bir kez daha vurgularız. Ankara ile her türlü “maddi, siyasi ve askeri ilişkilerin” Kıbrıs’ta kendi kendini yönetme mücadelesi veren emekçilerin istediği şekilde olması ve Kıbrıslı Türk işçilerin, emekçilerin, memurların ve ezilen kesimlerin onurunu zedeleyen uygulamaların son bulması tüm halkımızın ortak talebidir. Bu çerçevede tüm halkımızı 2 Mart’ta ortak kortejimize katılmaya çağırırız. (marxist.org)

Ateş Irak’a da sıçradı

0

Irak’ta “Öfke Günü” ilan edilen bugün, başta Bağdat, Musul ve Basra şehirlerinde yüzlerce kişinin katılımıyla protesto gösterilerine sahne oluyor.

Bağdat’ın merkezindeki Tahrir Meydanı’nda yüzlerce kişi işsizlik, yolsuzluk ve hükümetin yetersiz hizmetlerini hedef alan bir gösteri için toplandılar.

Merkezdeki barışcıl gösteriler Bağdat’ın dışında şiddet olaylarına sahne oldu, en az 5 kişi hayatını kaybetti.

Musul’daki gösterilerde ise 3 kişinin öldüğü 15 kişinin de yaralandığı bildirildi.

Ülkenin kuzeyindeki bir diğer şehir olan Hawija’da ise iki kişi yaşamını kaybederken 22 kişi yaraldı.

Basra şehrindeki gösteriye yaklaşık 4000 kişi katılırken, kalabalık belediye binasının önünde toplanıp, baianın istifasını talep etti.

Bağdat’ta sıkı güvenlik önlemleri

Başkent Bağdat’ta gösterilerin düzenlendiği şehir merkezine ve Tahrir Meydanı’na araçla girişler yasaklandı.

Meydanı sıkı güvenlik şeridi altına alan güvenlik kuvvetleriyle göstericiler arasında zaman zaman taşlı, sopalı çatışmalar yaşandı.

Başkentte gözlemleren sıkı güvenlik önelmleri, Başbakan Nuri El Maliki’nin dğn yaptığı “gösteriler El Kaide ve Saddam taraftarlarının işi” açıklamasından sonra geldi.

Irak’taki protesto gösterileri Arap ülkelerinde yaşanmakta olan hareketliliklerden ilham almış olsa da, Irak’ta iktidarın devrilmesin hedeflemiyor, belli sosyal talepler dile getiriliyor.

Öne çıkan talepler milletvekili maaşlarının düşmesi, istihdam yaratılması, devlet hizmetlerinin iyileştirilmesi ve hükümetin görevlerini yerine getirmesi.

Daha küçük çapta protesto gösterileri geçtiğimiz haftalarda Feluce ve Kerkük şehirlerinde düzenlenmişti. (BBC)

Savaşsız bir dünya

Savaşsız bir dünya… Tarihsel açıdan bakıldığında büyük bir düş elbette. Hatta bir ütopya. Sadece son birkaç yüzyıla baksanız bile, savaşsız biten kaç devrim, savaşsız yayılan kaç din, savaşsız çizilen kaç sınır bulabilirsiniz? Savaş meydanlarında, katliam ve soykırımlarda ölen yüz milyonlarca insanı insanlık tarihinde bir sapma gibi görebilir misiniz? Kuşkusuz savaş tarihin ayrılmaz bir parçasıdır.

Ama tarihsel soyutlamanın kötümser perspektifinden değil de, bugünün ve geleceğin umutlu penceresinden bakıldığında savaşsız dünya düş değil, gerçektir. Çünkü savaşsız bir dünya aslında kendimizin, yakınlarımızın, sevdiklerimizin ve bütün insanların savaşın ve şiddetin olmadığı, barışın hüküm sürdüğü bir dünyada yaşaması için verdiğimiz mücadelenin en basit, en doğrudan sonucudur. Yani savaşsız bir dünya, savaşa karşı direnişin ta kendisidir.

Savaştan söz edince tabii ki aklımıza önce savaşın karanlığı geliyor. Ordular, silahlar, öldürülen, sakat kalan insanlar, yıkılan kentler, yok edilen köyler geliyor. Ama savaşın tarihi de, bugünü de, geleceği de bundan ibaret değil. Savaşların bir parçası da aslında savaşa karşı direnenlerdir. Savaşsız bir dünya direnenlerin dünyasıdır.

Savaşsız bir dünya savaştan kaçanlardır. Askere gitmeyi, eline silah almayı, ölmeyi ve öldürmeyi reddedenlerdir. Kaçaklar ve retçilerdir.

Savaşsız bir dünya savaşların ikizi olan soykırımlara karşı çıkanlardır. Yahudileri ölüm kamplarından kurtaran Almanlar, 1915’te Ermeni çocukları evlerine alan Türkiyeliler, İsrail devletine karşı Filistinlileri savunan İsraillilerdir.

Savaşsız bir dünya Irak savaşa sürüklenirken dünyanın bütün büyük kentlerinde meydanları dolduran milyonlardır. Türkiye’de tezkereyi reddettiren yüz binlerdir, savaş karşıtı kampanyalardır.

Savaşsız bir dünya Vietnam’da bataklığa saplanan ABD’nin yenilgisini mühürleyen 68 devrimidir. Soğuk savaşta nükleer başlıklı füzelere karşı direnen Avrupa’nın barış ve silahsızlanma hareketidir.

Savaşsız bir dünya savaşın karanlığına ve şiddetin diline teslim olmayıp Kürt halkının özgürlük mücadelesini sahiplenenlerdir. Kıbrıs’ta işgale ve askeri baskıya karşı koyanlardır.

Savaşsız bir dünya diktatörlere, baskıcı yönetimlere, halkı insan yerine koymayan egemenlere karşı şiddetsiz bir direnişle Tahrir meydanlarını dolduran halktır, devrimcilerdir.

Savaşın kaçınılmaz olduğunu kanıtlamaya çalışanlar her zaman elinde silah olanlardı. Silah üretenler, silah kullananlar, askerler, üniformalı üniformasız stratejistlerdi. Savaşsız bir dünyada ise silahın ve stratejik çıkarın yeri olmaz. Sadece silaha, savaşa ve ölüme karşı çıkmak yeter. Onlar bütün güçlerini, bütün paralarını, ellerindeki bütün olanakları kullanıp bizi savaşın kaçınılmaz olduğuna ikna etmeye çalışırlar. Bizim ise tek yapmamız gereken “Hayır” demektir. Savaşsız bir dünya bu kadar basit bir şeydir işte. Savaşa karşı direnmektir.

***

Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu (BAK) Irak savaşına karşı başlayan savaş karşıtı hareketin içinden doğdu. Türkiye’nin Irak savaşına girmesini engelleyen, tarihin belki de en büyük ve en başarılı savaş karşıtı direnişlerinden birini ve tezkerenin reddedilmesini sağlayan 1 Mart Ankara mitingini düzenleyenlerin bir bölümü tarafından kuruldu. BAK’ın kuruluşu 2003 yılının Haziran ayında tüm dünyada Tarık Ali, Howard Zinn gibi aydınlar tarafından imzaya açılan bir metnin Türkiye’de de imzaya sunulmasına dayanıyor.

Kendini bir kampanya birliği olarak tanımlayan Küresel BAK, aradan geçen sekiz sene içinde savaş karşıtı hareketin gündemini yansıtan çok sayıda kampanya düzenledi: Irak’ta işgale son Filistin’e özgürlük (2003), Gelme Bush (2004), Bush’a hayır Irak’ta işgale son (2004), ABD işgaline ortak olma (2005), İncirlik askeri üssü kapatılsın (2005’ten bu yana), Savaş suçlusu Bush yargılansın (2005), İran Irak olmasın (2006), İsrail’i durdurun Filistin’e özgürlük (2006), Dön evine Bush (2006-2007), Irak’tan defol, İran’a dokunma (2007), Beş yıllık işgale son (2008), Savaşa hayır (2008), Filistin halkı ile dayanışma (2008), Savaşa hayır NATO’ya hayır (2008’den bu yana), Afganistan’a asker yok (2009), Savaşı sustur, barışı yükselt (2010), Önce barış (2011).

Küresel BAK ayrıca her yıl “savaşsız bir dünya mümkün” sloganıyla uluslararası toplantılar düzenliyor. Geçtiğimiz senelerde ABD’den Cindy Sheenan ve Anne Roesler, İsrail’den Uri Avnery, Fransa’dan Gilbert Achcar, İngiltere’den Yvonne Ridley ve Lindsey German, Irak’tan Isam El Rawi, Lübnan’dan Ali Al Fayad gibi savaş karşıtı hareketin önemli isimlerinin katıldığı bu konferansların bu seneki ayağı “Savaşsız bir dünya için uluslararası buluşma” başlığıyla yapılıyor.

Bu senenin ana temaları Kürt sorunu ve NATO. Fransa barış hareketinden Arielle Dennis ve Almanya’dan Uluslararası NATO Karşıtı Çalışma Ağı’ndan Reiner Braun konuşmacılar arasında. Toplantıda ayrıca İngiltere’den Savaşı Durdurun Koalisyonu üyesi Juidth Orr Tahrir meydanından gelip ayağının tozuyla Mısır devrimi hakkındaki izlenimlerini aktaracak.

Savaşsız bir dünyayı yaratmanın birlikte olmaktan, deneyimlerimizi paylaşmaktan ve savaş karşıtı hareketi büyütmekten başka yolu yok.

* 26 Şubat Cumartesi günü İstanbul’da Taxim Hill otelinde yapılacak olan Savaşsız Bir Dünya için Uluslararası Buluşma’nın programını buradan, Küresel Bak hakkında daha fazla bilgiyi ise buradan okuyabilirsiniz.

Nasıl anti-muhafazakar oldum?

Bugün Türkiye’de bir kadın daha bir erkek tarafından öldürüldü. Dün de başka bir kadın öldürülmüştü. Her gün başka bir kadının akrabası ya da yakını bir erkek tarafından öldürüldüğü bir ülkede yaşıyoruz.

Her seferinde tek bir erkeğin tek bir kadını öldürmesi olarak yorumlanamayacak kadar yaygın bir şiddetle karşı karşıyayız. Erkeklerin şiddet uygulamasını içselleştirmiş bir toplumda kurban haline gelen kadınların, çocukların, eşcinsellerin, yaşlıların, hayvanların arasında başım dik yürüyemez oldum.

Bu hafta NÇ’nin davasından çıkan tecavüzcü mahluklara iyi hal indirimi uygulayan karar ile sinirlerim gerilmiş haldeyken ardarda gelen cinayet haberleri ile düpedüz öfke doldum. Bir ara akademisyen olarak lanse edilen bir yaratık dekolte giyen kadınların “kaşındıklarını” anlattı bizlere. Düşündükçe hala garip garip fikirler üşüşüyor aklıma… Fakat öfkemin odağı olmayan bir öfke olduğunu farkettim kısa bir sürede. Ayrımcılık karşıtı çalışmalar yürüten dostlarımın kolayca ve haklı olarak “erkek egemen kültür” dediği şeyi binbir iğrençlik arasından bir türlü yakalayamıyordum.

“Erkek egemen kültür”ü ülkemizde yaygın olarak sürmekte olan yaşam şekillerinin içinden bir türlü izole edemiyorum. Bu durum erkil söylemlerin ve alışkanlıkların yaşamın her alanında bazen kadınlar tarafından bile yaygın olarak benimsenmiş olmasından kaynaklanıyor olabilir. Ancak düşündükçe erkil barbarlığın en patavatsız olduğu yerlerde bir şeyin daha oldukça yaygın bulunduğunu farkettim.

Eski dostum muhafazakarlık

Muhafazakarlığın her çeşidi çürütür. İnsanı ilk önce durağan, sonra banal, ilerleyen safhalarda ise kayıtsız kılar. Her türlü şapşallık ya da barbarlık değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek geleneklere, dini kurallara ya da bir bilenin (baba, abi, aşiret reisi, şeyh vb.) keyfine göre uygulanır ve de yapanın yanına kar kalır. Bu değişmez doğrulara uymayanlar zaten yoldan çıkmıştır ve başlarına geleceklerden kendileri sorumludur. İşte bu şahane sisteme muhafazakarlık diyoruz.

Muhafazakarlık sağlığa da zararlıdır:

Kimi zaman başlık parası için evlendirilen çocuklar yanar, kimi zaman koca dayağından usanan başörtülü anneler. Kimi zaman eşcinsel bir hakem yanar, kimi zaman dekolte giyen bir kadın. Kimi zaman uzun saçlı bir erkek yanar, kimi zaman ağzını açmaya korkan gencecik bir kuma.

Barbar kimi zaman devlettir, kimi zaman yoldan geçen bir yabancı. Barbar kimi zaman kocadır, kimi zaman erkek kardeş. Arkada çalan melodi ise hep aynıdır.

Kimse bana “eski güzel günler” ya da “gelenek göreneklerimiz” hikayesiyle gelmesin. Çünkü pek çok muhafazakar zihindeki (kutsal olduğu bile idda edilmiş bir takım şahısların yönetiminde geçirilmiş, düşmana korku salınan) eski güzel günler sayesinde birileri bugün bize korku salmaya devam ediyor.

Kabul ediyorum gelenek kısmını biraz abartmış olabilirim. Eskiden bahçesi olan herkes gelecek sene için tohumunu saklar, yemeğinin artığını da tavuklara verirdi. Kümesler tavuklar için inşa edilirdi. Öldürülen kız evlatları gömmek için değil.

Hak temelli mücadelelerin doğası gereği birilerinin hakkını alması durumunda o hakkı gasp edenlerin keyiflerinin biraz kaçması doğaldır. Fakat Türkiye’de yaşayan zorba erkeklerin her türlü muhafazakar bahane ile korunan paşa keyiflerinin kaçmaması için hakimlerin bile mesai harcaması manidardır.

Temel bir karşıtlık

Muhafazakar bakış toplumun var olan halinin öyle zırt pırt değiştirilmemesi gerektiğini savunur. İlla ki bir değişiklik yapılacaksa da tedrici olmasını arzu eder. Bireylerin ve kuşakların yeni fikirlerine kuşkuyla yaklaşır muhafazakar bakış. Kim oluyordur o zibidiler de falanca senelik düzeni bir gecede/ayda/senede değiştirmeyi arzuluyorlardır?

Yeşiller’i diğer politik hareketlerden ayıran temel bir özellik kalkınma karşıtlığıdır. Kalkınma karşıtlığı temelini doğayla uyumlu ve sürdürülebilir bir yaşam arayışında bulur.

Bunun yanı sıra, eğer bizim istediğimiz dünya çeşitliliğin korunduğu, erkek egemenlikten ve şiddetten arınmış, özgürce yaşanacak bir dünya ise bizi tanımlayan temel bir karşıtlıktan daha söz edilebilir: muhafazakarlık karşıtlığı ya da anti-muhafazakarlık. Çünkü idealimizdeki dünyaya ilerlemek için dünyayı, devletleri ve toplumları muhafazakarları delirtecek bir şekilde kökten değiştirmemiz gereklidir.

Etrafımızda kuleler yanıyor, saraylar yıkılıyor ve  yerlerine yeni medeniyetler kuruluyor. Şarap için arp çalmaya devam etmek sarayın kafamıza yıkılmasını önlemeyecek.

Zeytin Dergisi’nde altın madeni reklâmı

Yeryüzünün geleceğini kendine dert edinenler olarak ne yana döneceğimizi neye el atacağımızı şaşırmış durumdayız. Sermaye deniz, dere, ağaç, kuş, balık, toprak hiçbirini atlamadan sürdürülebilir şekilde sömürüyor. Devlet bu sömürüye göz yummakla kalsa iyi, sonuna kadar destekliyor. Toplumun bir bölümü ekmek, diğer bölümü son model cep telefonu derdinde… Bir de çevreci tipler var; farkındalık yaratmak, iş makinelerinin önüne yatmak, belgesel çekmek, basın açıklaması yapmak, kitap yazmak, dava açmak, bilirkişi masrafları için bağış toplamak, köyleri dolaşmak, medyanın dikkatini çekmek için resmen çırpınıyoruz.

Bazen güzel bir devinim yakalıyoruz, bir kıvılcım oluyor, neyse artık o, bir anda kalabalıklaşıyoruz, başaracakmışız gibi geliyor. Sonra biri çıkıyor, falanca dernek vardı ya bizim platformda, karşı çıktığımız şu şirketten bağış almış diyor. Sonra bir başkasının da yönetim kurullarında en büyük sermaye babaları varmış diyor. O dernek Avrupa Birliğinden para almış, öbürküsü bakanlıkla işbirliği yapmış, köylüleri kandırmış….

Bunların hepsi uzaktan takip ettiğim canımı sıkan hikâyelerdi. Çünkü yaşadığım bölgede en önemli çevre mücadelesi olan altın madenciliğinde herkes aynı saftaydı. Her şey netti, Kaz Dağları’nın üstü altından değerli diyorduk. Yerel yönetimler dâhil herkes bunun farkındaydı. Yerel güçler, küresel ve ulusal güçlere karşı beraber mücadele ediyorduk.

Ama öyle değilmiş. Meğer cennet köşelerdeki ekolojik tahribatlara sadece başkentteki siyasiler ve bürokratlar göz yummuyormuş. Şirketlerinin tuzağına sadece maddi güvencesizlikten ilk bulduğu dala sarılmaya hazır küçük çiftçi düşmüyormuş. Türkiye’nin en büyük zeytin üreticilerinin, zeytin üretimini ve kalitesini arttırmak için kurduğu bir derneğin, düzenli olarak çıkardığı derginin de altın şirketlerinin vereceği reklâma ihtiyacı varmış. Dün yanımızda oturup Kaz Dağları’nın havadan atılan kimyasallarla zehirlenmesine karşı çıkanlar bugün dağın delinip alttan alta zehirlenmesinde sakınca görmüyorlarmış.

Bahsettiğim dernek Zeytin Dostu Derneği, dergi ise Z&Z, Kasım-Aralık 2010 sayısı internetten okunabilir. 61. sayfada hisselerinin %60’ı Amerikan Şirketlerine ait olan Koza Altın’ın Türk Şirketi olduğunu iddia ettiği reklâmı görülebilir. Sizi teşhir etmek zorundayım. Bu benim Kaz Dağları’na borcum.

İlknur Urkun Kelso

Derince Sahili’ne yeni akaryakıt tankları

0

Derince sahilindeki TCDD’ye ait akaryakıt tanklarının kapasitesi herhangi bir ÇED raporu olmaksızın 12.176 metreküpten 45.980 metreküpe çıkarılıyor.

Derince sahilinde TCDD trenleri için gerekli mazotu depolayan 5 adet büyük akaryakıt tankı 17 Ağustos 1999 depreminden sonra, hem bölge için tehlikeli oldukları hem de trenlerin tamamına yakını elektrik enerjisi kullandığı için devre dışı bırakılmıştı. Özgür Kocaeli Gazetesi yazarlarından İsmet Çiğit’in son yazısına göre bir süre önce, TCDD bu 5 tankı, merkezi İstanbul’da bulunan  GS Petrol Ürünleri Tic. A. Ş.’ye 15 yıllığına kiraladı. Bu 5 eski tankın toplam akaryakıt depolama kapasitesi 12. 176 metreküptü. Ancak 4 Mart 2010 tarihinde Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu’ndan  (EPDK), akaryakıt depolama lisansı alan GS Petrol Ürünleri adlı şirket, Kocaaeli Valiliği’ne başvurarak, tankların yetersiz olduğu gerekçesiyle kapasite artırımı için izin istedi. Kocaeli Valiliği 23 Ağustos 2010 tarihinde ÇED sürecine de gerek olmadığını belirterek gerekli izni verdi. Hemen ardından Büyükşehir Belediyesi de toplam 45. 980 metreküp kapasiteye sahip 5 ilave tank yapımı için izin verdi. Tanklardan birini inşaa eden firma, Büyükşehir Belediyesi’den 12 Kasım’da bu tank için kullanma ruhsatı ve 13 Ocak 2011  tarihinde de geri kalan tanklar için inşaat yapı ruhsatını aldı.

Bu gelişmeleri CHP’li Derince ve Büyükşehir Belediye Meclisi üyesi Ali Haymanalı’nın kişisel çabaları sonucu öğrenebildiklerini, civarda yaşayanların durumdan haberdar edilmediklerini anlatan Çiğit yazısına söyle devam ediyor: “Bütün bunların yanlış olduğunu, yasa dışı olduğunu söylemiyorum. Sadece şunu öğrenmek istiyorum: Bütün bunlar olup biterken, Derince’nin burnunun dibinde, bölgedeki onlarca yanıcı, parlayıcı, patlayıcı madde üreten ve depolayan tesislerin hemen yakınında yeni ve bu kadar büyük kapasiteli bir akaryakıt depolama tesisinin kurulacağını, bu tesis için bütün resmi izinlerin üstelik “ÇED sürecine” gerek görülmeden verildiğini bu kentte kaç kişi biliyor?”

(Gülden Akyol- Yeşil Gazete)

Nükleer karşıtı aktivistler için ders zili çalıyor

Yeşiller Partisi İklim Değişikliği ve Enerji çalışma grubu tarafından Çernobil25 Kampanyası’nın bir parçası olarak düzenlenen “Çernobil25 Antinükleer Aktivist Okulu” 27 Şubat 2011 Pazar günü İstanbul Yeşil Ev’de yapılıyor.

2011 yılı Çernobil felaketinin 25. yılı. Yeşiller’in bu nedenle başlattığı kampanya kapsamında yapılan eğitim, yeni nükleer karşıtı aktivistlerin nükleer enerji konusundaki birikimini arttırmayı hedefliyor.

Derslerde nükleer santrallerin nasıl çalıştığı, nükleer karşıtı hareketin tarihi, nükleer enerjiye ve yenilenebilir enerjilere genel bakış, hukuki çerçeve ve nükleer karşıtı aktivizm gibi konular yer alacak.

Eğitmenler İTÜ Enerji Enstitüsü uzmanlarından nükleer enerji mühendisi Dr. Şükran Çavdar, Yeşiller Partisi eşsözcüsü halk sağlığı uzmanı Dr. Ümit Şahin, Yeşiller Partisi İklim ve Enerji Çalışma Grubu üyesi ve eski Greenpeace enerji kampanyacısı Korol Diker ve Yeşiller ve Greenpeace enerji aktivisti Alidost Numan.

Katılımın herkese açık ve ücretsiz olduğu nükleer karşıtı aktivist okulu için önceden telefon veya e-mail yoluyla kayıt yaptırmak gerekiyor. Katılımcı sayısının 40 kişi ile sınırlı olduğu eğitime kayıt için 212 244 77 80 numaralı telefon aranabilir veya [email protected] adresine e-mail atılabilir.

Yer: İstanbul Yeşil Ev – İstiklal Caddesi Balo Sokak No: 21/1 Beyoğlu – İstanbul

PROGRAM

27 Şubat 2011 Pazar

11:00 – 11:45 – Nükleer Santral Nedir? Nasıl Çalışır? – Dr. Şükran Çavdar (Nükleer enerji mühendisi)

11:45 – 12:00 – ARA

12:00 – 12:45 – Nükleer Atıklar- Dr. Şükran Çavdar (Nükleer enerji mühendisi)

12:45 – 13:15 – ÖĞLE ARASI

13:15 – 13:45 – Nükleer Karşıtı Hareketin Tarihi- Dr. Ümit Şahin (Yeşiller Partisi)

13:45 – 14:00 – ARA

14:00 – 15:00 – Nükleer Güvensizlik- Dr. Ümit Şahin (Yeşiller Partisi)

15:00 – 15:15 – ARA

15:15 – 16:00 – Nükleer Enerji ve Alternatifleri– Korol Diker (Yeşiller Partisi)

16:00 – 16:15 – ARA

16:15 – 17:00 – Anlaşmalar ve Hukuki Çerçeve- Alidost Numan (Yeşiller Partisi)

EĞİTMENLER

Şükran Çavdar, Dr.: Nükleer enerji mühendisi, İTÜ Enerji Enstitüsü öğretim üyesi.

Ümit Şahin, Dr.: Hekim, Halk Sağlığı Uzmanı. Yeşiller Partisi Eş Sözcüsü ve İklim Değişikliği ve Enerji Çalışma Grubu Üyesi, Üç Ekoloji dergisi yayın yönetmeni.

Korol Diker: Yeşiller partisi üyesi. İklim Değişikliği ve Enerji Çalışma Grubu Üyesi, İklim değişikliği, nükleer enerji, yenilenebilir enerji ve enerji politikaları konusunda çalışıyor.

Alidost Numan: Yeşiller Partisi PM üyesi, İklim Değişikliği ve Enerji Çalışma Grubu Üyesi ve Aktivisti.

!f İstanbul’a Yeşil Bakış 4 – “Dere bize öğretiyor!”

Bir Avuç Cesur İnsan. Yönetmen: Rüya Köksal, Görüntü Yönetmeni: Aydın Kudu

Gelelim bizim kahraman kadınlarımıza!

Birkaç yıl önce Karadeniz sahil yolu üzerine yaptıkları ve çok etkili olan ‘Son Kumsal’ belgeselinin gösteriminden sonra Yeşil Ev’de yaptığımız söyleşide ipuçlarını vermişlerdi ve Rüya Arzu Köksal ve Aydın Kudu ikilisi bu kez hidroelektrik santrallar karşıtı mücadeleye çevirdiler kameralarını. ‘Bir Avuç Cesur İnsan’ belgeseli çıplak bir gerçek olarak ortaya koydu gerçeği: bu mücadelenin asıl özneleri de yörenin kadınları. İçinde ve hatta ön planda yer alan (başta avukat Yakup Okumuşoğlu olmak üzere) bir çok erkek bir yana, özellikle yereldeki kadınların kararlılığı ve ısrarı mücadelenin itici gücü. Film gösterimi sonrasındaki söyleşide Rüya Arzu Köksal bunu erkeklerin zamanında iş aramak için gurbete gittiklerinde kendi başlarında ayakta kalmış olmalarına bağladı.

Filmde artık o yöre insanları için gündelik gerçek haline gelmiş mücadelenin hukuki süreçler ve protestolar gibi çeşitli tezahürlerine tanıklık ediyor, bu mücadelenin unsurları olan yerel halka ve avukatlara yer verdiği gibi mikrofonları arada Ankara’ya götürerek HES yapan şirketlerin derneğinin temsilcilerine, Çevre ve Orman Bakanlığı ÇED Genel Müdürüne ve Devlet Su İşleri Genel Müdürüne de uzatıyor. Ve yine başka bir çıplak gerçek ortaya çıkıyor: bu kurum ve insanların tek derdi ‘ne pahasına olursa olsun santrallerin kurulması’, kendilerine verilen koruma görevleri vs. palavra, karşı çıkanlar ise ‘bir avuç çapulcu’.

Yerel halk için ise bu tek başına bir doğa koruma ya da çevre mücadelesi değil, oranın doğasıyla yaşamsal bir bağ kurmuş, yaşamlarını ve geçimlerini dere etrafında kurmuş olan insanların göğüs göğüse yürüttüğü bir ölüm-kalım mücadelesi, kendi yaşamlarının kontrolünü ellerine alma ve demokrasi mücadelesi. Bu kadar temel bir mücadele olduğu için giderek yiten ve kopma düzeyine gelen güvenle birlikte devletin Bakanlıkları, Meclisi, askeri/polisi ve mahkemeleriyle meşruiyeti neredeyse kalmamış, Çevre Bakanlığının hem itibarı hem de meşruiyeti hepten yok.

Bu yüzden aleyhlerine çıkabilecek olası bir kararla ilgili olarak da bizzat hakimin ve jandarmanın yüzüne ‘o zaman burada mahkemenin değil, halkın yasası geçerli olur’ diyecek kadar da korku eşiğini aşmış durumdalar, aynı bugünlerde despotlara karşı ayaklanan Ortadoğu halkları gibi. Yine o korkusuzların en başında gelen Memnune Nine yerel halkları ‘cahil, eğitimsiz, bilinçsiz’ diye aşağılayan bazı elitler demokrasisi özlemcilerinin suratına tokat gibi çarpacak şu cümleyi söyleyiveriyor: “Cahil olabilirim, eğitimsiz olabilirim, ama görüşüm var!”

Demokrasilerimizin başka bir açığına karşı da uyanıklar: “Bu şirketler sonunda sadece borsaya, hissedarlarına karşı sorumlu, onlar da getirdikleri kâra bakar, buradaki halkın durumuna ya da derenin yok olmasına değil!” Peki ya bunun önüne geçmesi gereken devlet görevlileri ve siyasetçiler? Onlar kime karşı sorumlu hissediyorlar kendilerini? Bir gece yarısı Yenilenebilir Enerji Kanununa sessiz sedasız ‘SİT alanlarına HES yapabilme’ maddesini ekleyerek geçirmek gibi güya kurnazca bir etrafından dolanma hareketinin kendi meşruiyetlerinin de altını oyduğunun farkındalar mı? Tam da bu nedenle film “Devam edecek…” diye bitiyor, daha doğrusu mecaz değil, hala bitmemiş durumda ve yakın zamanda beklenen bazı gelişmeler de eklenerek bitirilecek yönetmenine göre.

Ve ‘2012:Değişim Zamanı’

Bu sert mücadelenin öyküsünün ardından gelen film ise 180 derece bir dönüşle ‘yumuşak mücadeleleri’ derlemekteydi. “2012: Değişim Zamanı/Time for Change” filmi Maya takvimine dayanarak kıyamet zamanı olarak belirtilen 2012 yılı efsanesi etrafında bunun insan eliyle gelen bir kıyamet olmaması için uğraşan spiritüel ve bilimsel/teknik pozitif uğraşları bir araya getirerek eğlenceli bir çorba sunuyor. Bu derlemeyi önce kitap olarak hazırlayan gazeteci Daniel Pinchback, bilinç yükselmesi amaçlı (ve çeşitli bitkisel ürünler yardımlı!) psikodelik şaman deneyimleri edinmek amacıyla çıktığı yolculuğunda önce Maya takviminin 2012 efsanesinin aslını öğreniyor: Maya takvimi yükseliş ve çöküşlerin birbirini izlediği döngülerden kurulu, geçmiş aynı zamanda gelecek ve Mayaların kendi kurdukları uygarlığın sonucu olarak nüfuslarını besleyememeleri sonucu yaşanan çöküş sonrası yeni döngünün bitiş zamanı 2012’ye denk geliyor.

Bu iddiayı ‘herkes olumsuz düşünürse gerçekten olma olasılığı artar’ tezini doğrulayan bilimsel deneylerle de destekleyen Pinchback ile ütopyaların yitimi üzerine canlı belgeselin yapımcısı Green’in (bkz. !f İstanbul’a Yeşil Bakış 2) yolu kesişiyor ve Green’in bıraktığı yerden olumlu işaretlere doğru Pinchback devam ediyor. Yönetmen Amorim’in animasyon tecrübesiyle de desteklenince içinde Joel Kovel, Gilberto Gil ve Maude Barlow gibi ekososyalist ve aktivistlerden Yogilere, Sting ve David Lynch gibi ünlülerden Penny Livingston gibi permakültür tarım uzmanlarına, ekolojik tasarım ve binalardan parayı aradan çıkaran gönüllü bakım ve yardım hizmetlerine ciddi bir çorba ortaya çıkıyor; tabii ki hepsi de bir şekilde birbirine bağlı ve bağlantılı.

Filmin bunu yaparken güçlü olan yanı ise biraraya getirdiği spiritüel yaklaşımları ve ‘aydınlanma’ deneyimlerini mitleştirmemesi ve mutlak gerçek ve tek kurtuluş yolu olarak sunmaması, öte yandan eko-tasarım ve kent tarımı ve permakültür gibi uygulamaları da parça parça uzmanlık alanları olarak değil, her zaman böyle bir iddiaları olmasa da işin spiritüel arkaplanına dayalı ve birbirleriyle bağlantılı ortak bir çaba olarak ortaya koymaması.

İlk filmle birlikte düşündüğümde çarpıcı olan durum ise şu: bu sıralananlar ekoloji mücadelelerinin şehirli ayağı için çok anlamlı gelse de Karadeniz’in vadilerindeki insanların bizzat gündelik yaşamını üzerine kurduğu pratikler ve inançlar. Oradaki insan zaten yetiştirdiği ve yaylalarda otlattığı yerel ırk ineğin buralara Hollandalı ya da Amerikalı yüksek verimli inekten, keçilerinin İsviçre keçilerinden daha uygun olduğunun farkında, geleneksel evleri zaten kendiliğinden ekolojik, tarımları oraya uygun ve çoğunlukla kendiliğinden permakültür, bir yandan da ‘derenin’ nasıl yaşayacaklarını kendilerine öğrettiğini söyleyecek ve “Müslümanlıkları gereği, sesi olmayan kurdun kuşun sesi olmayı ve onları korumayı” görev edinecek kadar inançlı ve spiritüel.

Evet, ‘dere’ öğretecek illa ki bize de, ama derenin yanında safları alıp ‘dereyi bilmeden dereden sorumlu olanlar’ yüzünden acı bir şekilde öğrenmeyi beklememekte de fayda var.

Gelecek Program: “Lemmy”, “İç İşler”

Programdan Öneriler:

Filmler: “Too Much Pussy! Feminist Sluts, a Queer X Show/Feminist Kevaşeler Sahnede”, “Les Amours Imaginaires/Hayali Aşklar”, “Afghan Star”, “Rubber/Lastik”

Etkinlikler:

Drag King Atölyesi: Bir Erkeklik Deneyimi ve Okuma Atölyesi: Voltrans Trans Erkek İnsiyatifi,  25 Şubat 2011 15:00 – 19:00 ve 19:00 – 20:30, Tütün Deposu

Altyazı Tartışıyor: W.R.: Organizmanın Sırları, 26 Şubat 2011 19:00 – 21:00, The Hall Festival Merkezi-Ana Salon

Alper Akyüz

İHOP’tan yeni çeviriler

İnsan Hakları Ortak Platformu (İHOP), insan hakları hareketinin kullanımı için uluslararası insan hakları mekanizmalarının ürettiği belgeleri çevirmeye düzenli olarak devam ediyor. İHOP tarafından çevirisi yeni tamamlanan belgelere İHOP’un www.ihop.org.tr adresinden ulaşabilirsiniz.

Yeni çeviriler

Kişisel verilerin işlenmesi ve bu tür verilerin serbest dolaşımına dair bireylerin korunması hakkındaki 95/46/EC sayı ve 24 Ekim 1995 tarihli Avrupa Birliği Konseyi ve Avrupa Parlamentosu Direktifi

Avrupa Konseyi, “Çocuklar için ve çocuklarla birlikte bir Avrupa inşa etmek” programı

Kayıt dışı! Çocuklara Yönelik Fiziksel Ceza Uygulamasının Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Yapılacak Yasal Reform Hakkında Avrupa Parlamentoları İçin Bir Rehber

BM Ekonomik ve Sosyal İşler Dairesi (UN-DESA), BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği Ofisi (OHCHR) ve Parlamentolar Arası Birlik (IPU)

Dışlanmadan Eşitliğe: Engelli Bireylerin Haklarını Hayata Geçirmek “Engelli Kişilerin Haklarına Dair Uluslararası Sözleşme ve Seçmeli Protokol’üne ilişkin Parlamenterlere Yönelik El Kitabı”

Birleşmiş Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Komitesi 21 No’lu Genel Yorum: Herkesin kültürel yaşama katılma hakkı (Sözleşmenin 15. Maddesinin 1(a) paragrafı)

İnsan Haklarının Korunması ve Geliştirilmesi – İnsan Hakları Savunucuları Genel Sekreter Özel Temsilcisi Hina Jilani’nin İnsan Hakları Savunucularına İlişkin Türkiye Ziyareti Raporu

CERD Genel Tavsiyeleri (1-33) ve Türkiye Taraf Devlet Raporu

Birleşmiş Milletler İşkenceye Karşı Komitesi’nin Türkiye’yle İlgili Sonuç Gözlemleri (Sözleşme’nin 19’uncu maddesi uyarınca Taraf Devletlerce sunulan raporların değerlendirilmesi)

Kadınlara Karşı Her Türden Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’nin (CEDAW) Yaşlı Kadınlar ve Haklarının Korunması Hususundaki 27 Numaralı Genel Tavsiye Kararı

Kadınlara Karşı Her Türden Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’nin (CEDAW) 2. Maddesi Uyarınca Taraf Devletlerin En Temel Yükümlülüklerine İlişkin 28 Numaralı Genel Tavsiye Kararı (Kırk yedinci oturum, 4–22 Ekim 2010)

Minnesota İnsan Hakları Kaynak Merkezi: İnsan Hakları. EVET! Engelli Haklarına Dair Eylem ve Savunuculuk

(Yeşil Gazete)