Ana Sayfa Blog Sayfa 5224

Dikkat Sisifos çıkabilir… İnebilir de

Başlığın ilhamı Kastamonu civarında var olduğu söylenen bir trafik levhasından.

Tevatüre göre yol kenarında “Dikkat ayı Çıkabilir… Çıkmayabilir de...” yazan bir trafik levhası varmış.

Vikipedia’da Sisifos (Sisyphos) için söyle yazıyor: “…Sisifos tanrılar tarafından büyük bir kayayı dik bir tepenin doruğuna yuvarlamaya mahkûm edilmiştir. Sisifos tam tepenin doruğuna ulaştığında kaya her zaman elinden kaçmakta ve Sisifos her şeye yeniden başlamak zorunda kalmaktadır…”

Haliyle Sisifos çıktığı gibi iner de…

**

Son günlerde yolum Sisifos‘la çok  kesişti.

En son İshak Alaton söz ediyordu bizim bahtsızdan.. Taraf’tan Eylem Düzyol’a içini döken Alaton Türkiye’yi Sisifos’a benzetiyordu.

Ondan bir-iki gün önce ‘Hasan Ünal Nalbantoğlu’na Armağan’ kitabında yolum kesişti Sisifos’la.

ODTÜ’nün efsane hocası Ocak’ın 19’unda göçtü fani dünyadan. (Ne kötü bir gündür bu 19 Ocak)

Armağan kitabı 2008’de yayınlandı ve o günden beri okunmak için bekliyordu. Nihayet bu hafta sonu başlayabildim. Kitap Ünal hocayla yapılmış uzun, leziz, nefis bir söyleşiyle açılıyor.

Söyleşinin bir yerinde hoca, Sisifos muhabbeti açıyor ve 12 Mart üstünden şunları söylüyor“…Zaten daha çıktığında çoğuna dava dava açılan kitaplara tümüyle el konuluyor, evlerindeki bu kitapları gaspedilen insanlar vs. Belleğe büyük darbe oluyor kanımca: Tıpkı Sisyphos Efsanesi’ndeki taş örneği, insanlar azıcık yukarıya itiyorlar, taş gene vadinin dibinde buluyor kendini…”

Hocanın başka bir dönem için kurduğu bu cümle ne kadar manidar ve bir o kdar tanıdık değil mi?

Hem Alaton hem de Nalbantoğlu söyleşilerinden sonra ekte gördüğünüz çizimi paylaşmak istedim. (Oysa üzerinde çalıştığım bisiklet kitabı için sandıkta tutuyordum)

**

Peki bu kadar lafın bisikletle ilgisi ne diye sorarsanız, cevap açık: Oradaki taş/kaya sözcüğünü çıkartın yerine bisikleti koyun, olur biter…

Hindistan nüfusu 1,21 milyara ulaştı

0

2011 nüfus sayımı sonuçlarına göre, Hindistan nüfusu son on yılda 181 milyon arttı.

Hindistan’ın nüfüsu bölgece 1,21 milyar kişiye ulaştı.

Bu da Amerika Birleşik Devletleri, Endonezya, Brezilya, Pakistan ve Bangladeş’in toplam nüfusundan daha fazla.

Hindistan’da nüfus sayımına geçen yıl başlanmıştı.

Sayım boyunca yetkililer yaklaşık 7 bin kent ve 600 bin köydeki haneleri ziyaret etti.

Nüfus sayımı için 2.5 milyon yetkili çalıştı.

Sayım, cinsiyet, din, eğitim ve meslek kategorilerine göre sınıflandırıldı.

On yılda bir yapılan nüfus sayımı, Hindistan’ın geniş yüzölçümü ve çoğul kültürü nedeniyle zorlu bir girişim olarak niteleniyor. (BBC)

Türkiye’de dinlenmeyen kimse yok

Gazeteci Hrant Dink suikasti davasında ifade veren Emniyet Başmüfettişi Levent Yarımel, bütün telefon görüşmelerine ait kayıtların tutulduğunu açıkladı.  Yarımel, kayıtların değiştirilip, silinebileceğini de belirtti.

Emniyet Başmüfettişi Levent Yarımel, Agos gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink suikastiyle ilgili olarak Trabzon savcılığınca başlatılan soruşturmada ifade verdi.

Başmüfettiş Levent Yarımel, ifadesinde telekulak iddialarıyla ilgili çok çarpıcı bir itirafta bulundu.

Milliyet ve Vatan gazetesinde yer alan haberlere göre; Levent Yarımel, Türkiye’de kullanılan bütün telefonlara ait görüşmelerin kayıt altında olduğunu açıkladı.

Yargıtay, 2008 yılında Türkiye’deki bütün yasadışı dinlemeleri hukuka aykırı bularak iptal etmişti.

Metiner suikastında da senaryo kuşkusu

Metiner’e yönelik suikast hazırlığı içinde olduğu iddia edilen 28 yaşındaki Kudbettin Güllü 11 Şubat’ta ağabeyi Cebrail Gülü ile birlikte gözaltına alındı. Kudbettin Güllü’nün emniyette verdiği ifadeler soruşturma hakkında gizlilik kararı verilmiş olmasına rağmen medyaya yansıdı. Güllü’nün ifadesinde “Kandil’de özel olarak bomba eğitimi aldığını, suikast için 2 kere keşif yaptığı fakat sonra suikasttan vazgeçtiği” dediği iddia edildi. 13 Şubat’ta tutuklanarak Tekirdağ 2 No’lu F Tipi Cezaevi’nden gönderilen Güllü gönderdiği mektubunda ise polis ve avukat komplosu ile karşı karşıya kaldığını iddia ediyor.

Bazı basın yayın organları tarafından tek merkezden “PKK’nin kaos planı” başlığıyla kimi “Kürt aydınlarının PKK tarafından tehdit edildiği ve bunlara karşı suikast hazırlığı içerisinde olunduğu” yönündeki haberlerin hemen ardından AKP’ye yakınlığıyla bilinen Mehmet Metiner’e suikast hazırlığı içinde olduğu iddiasıyla bir kişinin yakalandığı haberleri yayınlandı.

Mektubunda 1993 yılında İstanbul’a geldiğini, konfeksiyon atölyeleri ve tersanelerde çalıştığını anlatan Güllü, 11 Şubat günü abisinin evinde uyuduğu esnada yapılan baskın sonrası gözaltına alındığını belirterek yaşananları şöyle anlattı: “TEM’e geldikten sonra beni sorguya aldılar. ‘Bak ağabeyin polis öldürmüş, bize yardımcı ol seni de ağabeyini de serbest bırakırız. Ağabeyinin özgürlüğü sana bağlı’. Halkalı patlaması, cem evi taşlaması, MHP Maltepe binasına ses bombası atılması gibi şeylerden bahsettiler. ‘Bunları senin yaptığını biliyoruz’, ama bize yardım edersen seni kurtarırız dediler. Sonra da ‘Mehmet Metiner’i öldürmek istediğini ve talimatı da Kandil’den aldığını söyle, ağabeyini de seni de kurtarırız’ dediler. Şok olmuştum. Metiner’in kim olduğunu bile bilmiyordum. Önüme bir sürü dosya koydular, imzala dediler. Okumak istedim ama izin vermediler. Çok sonra Metiner’in kim olduğu hakkında bilgi verdiler. ‘Kürt aydınlarından biridir, tanımıyor musun’ dediler. Kabul etmem karşılığında ağabeyimin bırakılacağını söylediler” diye anlattı.

‘Metiner’i vurmayı planladığını söyle’
Emniyette gözaltında bulunduğu esnada ailesi tarafından tutulduğunu söyleyen, fakat sonradan ailesinden öyle bir şey olmadığını öğrendiği “Tanju” isimli bir avukatın yanına gelip, kendisiyle görüştüğünü belirten Güllü, söz konusu avukat tarafından “Metiner’e suikast planı yaptım, fakat daha sonra kendi irademle vazgeçtim” şeklinde ifade vermesi halinde ağabeyi ve kendisinin serbest kalacağı vaadiyle yanlış ifade vermeye yönlendirildiğini söyledi. Güllü sorguda kendisine “Bu ifadeni savcılık ve mahkeme aşamasında da değiştirme ağabeyini düşün, toplu mezarları biliyorsun, unutma sakın yanlış yapma’ diye tehditler savurdular” denildiğini belirtiyor.

Ağabey yaşananları doğruladı
Güllü’nün mektubunda dile getirdiği konuları birebir ağabeyi Cebrail Güllü de doğruluyor. Emniyetteki sorgusunda kendisine kardeşinin dağa gidip gitmediğinin sorulduğunu söyleyen Güllü şunları söyledi: “Böyle bir şeyin kesinlikle olmadığı söyledim. Çünkü kardeşim yanım kalıyordu. 7 aydır da benim markette çalışıyordu. Kardeşim önceden yazılmış bir senaryoya dahil edildi. Kendisini cezaevinde ziyaret ettiğimde bana ‘Seni kurtarmak için o söylenenleri kabul ettim ama hepsine itiraz edeceğim’ dedi.”

‘Metiner olayında bir fail aranıyordu’ Kudbettin Güllü’nün avukatı Sinan Zincir ise müvekkili 3 hafta önce yaptığı görüşmede, mektubunda dile getirdiği konuları anlattığını söyleyerek “Müvekkilim bana görüşmede ‘Mehmet Metiner olayı ile ilgili bir fail aranıyordu, bir Kürt aranıyordu ve bu olayda beni seçtiler” diye konuştu.

Güllü’nün mektubunda adı geçen Avukat Tanju Demircan ise Kudbettin Güllü’nün ifadeyi kendi rızası ile verdiğini ancak konu ile ilgili daha fazla konuşmak istemediğini söyledi. Demircan, Güllü’nün soruşturmasına neden dahil olduğu sorusunu ise yanıtsız bıraktı. (Anf-Radikal)

Şampiyonluğa 15, ikinciliğe 30!

0

GSGM’nin bilardoda 2008 yılında Dünya şampiyonluğuna 15 bin TL ödül verdiği Hacı Arap Yaman’ı bir yıl sonraki Dünya ikinciliğinde ise 30 bin TL ile ödüllendirdiği ortaya çıktı.

Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’nün (GSGM), bilardoda 2008 yılında Dünya şampiyonluğuna 15 bin TL ödül verdiği Hacı Arap Yaman’ı bir yıl sonraki Dünya ikinciliğinde ise 30 bin TL ile ödüllendirdiği ortaya çıktı.

Milli bilardocu Hacı Arap Yaman, yaptığı açıklamada, 2008 yılında Belçika’da düzenlenen 27. Artistik Bilardo Dünya Şampiyonası’nda birinci olduğunu anımsatarak, başarısına karşılık devletin de kendisini 15 bin lira ödüllendirdiğini söyledi.

Olimpik branşlar gibi ödül yönetmeliğinden yararlanamadıklarını anımsatan Yaman, “Türkiye’nin evsahipliğinde Kastamonu’da bir yıl sonra düzenlenen 28. Artistik Bilardo Dünya Şampiyonası’nda ise ikinci oldum. İkinciliğime ise 30 bin lira ödül verdiler. GSGM’nin ödülle ilgili komisyonuna avukatım aracılığıyla başvuruda bulundum. Şampiyon olduğumda neden daha az aldığımı sordum. Komisyon (Böyle uygun gördük) dedi. Ne yazık ki ödül yönetmeliği çok açık değil. Ödül miktarı oradaki kişilerin iki dudağının arasında. Çelişki çok büyük” diye konuştu.

AVRUPA ŞAMPİYONLUĞUNA 1 YILLIK ASGARİ ÜCRET
Üç Bant Milli Takımlar Dünya Şampiyonası’nda daha önce iki kez Semih Saygıner ile birlikte yaşadığı dünya şampiyonluğuna bu yıl Lütfi Çenet ile birlikte ulaşarak Türk bilardo tarihinde bu başarıyı üçüncü kez yaşayan tek sporcu olan Tayfun Taşdemir, ödül yönetmeliğinin “adil” olmadığını savundu.Taşdemir, olimpik olmayan amatör branşlardaki benzer federasyonlarda ödül sisteminin farklı işlediğini dile getirerek, şöyle konuştu:”Para önemli değil ama hakkaniyet olsun. Bilardoda tek ödülü ikiye bölüyorlar. Oysa zaten olimpik federasyonlara oranla çok az miktarda para alıyoruz. Para bölme sistemi olimpik branşlarda uygulanmıyor. Milli Takımlar Avrupa Şampiyonu olduk, 9 bin 700 TL ödül aldık. Toplam aldığımız ödül miktarı asgari ücretlinin bir yıllık toplam parası kadar. Bu çok komik bir miktar. Eğer bunu sporu seven Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan duysa güler. Sporda ödül teşvik edici olmalı. Aksi takdirde kimse bu sporu yapmak istemez.”

Bosna Hersek ihraç edildi

0

FIFA ve UEFA, ”üçlü başkanlık sisteminden tek başkanlık sistemine geçmeyen” Bosna-Hersek’i uluslararası futbol müsabakalarından men etti.

FIFA’nın açıklamasında, ”bu kararın alınmasından üzüntü duyulduğu” ifade edildi. Açıklamada, FIFA ve UEFA yetkililerinin Bosna Hersek’in futbola tekrar dönmesini görüşmek için yakın zamanda biraraya geleceği belirtildi.

Bu karara göre, Bosna’nın milli ve ulusal takımları ile hakemleri yeni bir karara kadar uluslararası müsabakalara katılamayacak.

Bosna-Hersek Devlet Başkanlığı Üçlü Konseyi’nin Boşnak Üyesi Bakir İzzetbegoviç, dün FIFA ve UEFA başkanlarına mektup göndererek, ülkesinin uluslararası futbol müsabakalarından men edilmemesini istemişti.

Bosna-Hersek’teki (1992-1995) savaşı durduran Dayton Antlaşması’nın ülke yönetiminde neden olduğu siyasi karışıklık, Avrupa’da son yıllarda önemli başarılar sağlayan Bosna futbolunu da etkilemişti. Dayton Antlaşması’na göre Üçlü Devlet Başkanlık sisteminin uygulandığı ülkede, Futbol Federasyonu Başkanlığı’nı da Boşnak, Sırp ve Hırvat olmak üzere üç yetkili yürütüyor.

UEFA ve FIFA, Bosna-Hersek Futbol Federasyonu’nu tekli başkanlık sistemine geçmesi için defalarca uyarmıştı. Bosna-Hersek Futbol Federasyonu üyelerinin de 3 gün önceki toplantısında, tekli başkanlık sistemine geçiş önerisi Sırp ve Hırvat delegelerin oylarıyla reddedilmişti.

FIFA ve UEFA’nın, “üçlü başkanlık sisteminden tek başkanlık sistemine geçmeyen” Bosna-Hersek’i uluslararası futbol müsabakalarından men etmesi ülkede büyük hayal kırıklığı yarattı.

Bosna-Hersek’teki savaşı (1992-1995) durduran Dayton Antlaşması’nın ülke yönetiminde neden olduğu siyasi karışıklık, Avrupa’da son yıllarda önemli başarılar sağlayan Bosna futbolunu da etkiledi. Dayton Antlaşması’na göre Üçlü Devlet Başkanlık sisteminin uygulandığı ülkede, Futbol Federasyonu Başkanlığı’nı da Boşnak, Sırp ve Hırvat olmak üzere üç yetkili yürütüyordu. UEFA ve FIFA, Bosna-Hersek Futbol Federasyonu’nu tekli başkanlık sistemine geçmesi için defalarca uyardı.

UEFA Genel Sekreteri Gianni Infantino da 21 Mart’ta, Bosna-Hersek Futbol Federasyonu’nu, 1 Nisan’a kadar “üçlü başkanlık sisteminden tek başkanlık sistemine geçmemesi halinde, ülkenin milli ve diğer takımlarının uluslararası müsabakalardan diskalifiye edileceği” yönünde son kez uyarmıştı.

Bosna-Hersek Futbol Federasyonu üyelerinin “tekli başkanlık sistemi”ne geçmek için ağustosta ve 4 gün önce yaptığı toplantılardan da olumlu sonuç çıkmadı. Sırp ve Hırvat üyeler, aleyhte oy kullanarak federasyonun tekli başkanlık sistemine geçmesini engelledi.

Bosna-Hersek Devlet Başkanlığı Üçlü Konseyi’nin Boşnak üyesi Bakir İzzetbegoviç de dün FIFA Başkanı Sepp Blatter ve UEFA Başkanı Michel Platini’ye mektup göndererek, verecekleri kararda ülkenin komplike yapısını göz önünde bulundurmalarını talep etmişti.

FEDERASYON KÜLTÜR VE SPOR BAKANI KAPLAN’IN GÖRÜŞLERİ
Bosna-Hersek Federasyonu Kültür ve Spor Bakanı Salmir Kaplan, UEFA ve FIFA’nın verdiği kararla ilgili AA muhabirine değerlendirmede bulundu.

Kaplan, Bosna-Hersek Futbol Federasyonu’nun “maalesef siyasetten çok etkilendiğini ve ülkedeki karışık siyasi yapının futbolu da çıkmaza soktuğunu” söyledi.

Bosna-Hersek Futbol Federasyonu’nun yapısının da “Devlet Başkanlığı Üçlü Konseyi” gibi olduğunu, ancak UEFA ve FIFA’nın bu duruma karşı çıktığını belirterek, şöyle konuştu “Federasyonumuz defalarca tekli başkanlık sistemine geçmek için toplantı yaptı. Ancak doğruyu söylemek gerekirse bu toplantılarda Boşnak delegeler tekli başkanlık sistemi için oy kullanırken, Sırp ve Hırvat delegelerin tamamı bu sistemin aleyhine oy kullandı. Futbola siyaseti bulaştıran federasyonun Sırp ve Hırvat delegeleri, Bosna-Hersek’i bu duruma getirdiler. Maalesef Sırpların ve Hırvatların çoğu Bosna-Hersek milli takımını desteklemiyor. Onlar için Bosna-Hersek milli takımının uluslararası müsabakalarda varlık göstermesi bir anlam ifade etmiyor.”

“ÜLKE FUTBOLU, HALKIN UMUDU VE SEVİNÇ KAYNAĞIYDI”
Salmir Kaplan, ülkenin karışık siyasi yapısından dolayı siyasetin halka fazla umut vadetmediğine işaret ederek, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Son yıllarda Bosna-Hersek futbolu büyük ilerlemeler kaydetti. Geçtiğimiz hafta Avrupa kupası elemelerinde Romanya’yı yendik ve grupta üçüncü durumdayız, ancak birinciyle aramızda çok az puan farkı var. Bosna-Hersek halkına ümit lazım; maalesef siyaset o kadar ümit vermiyor. Bu umutlar, müjdeler, iyi haberler ve pozitif enerji halkımıza futboldan geliyordu. Şimdi bu da yok edildi. Bosna halkına iyi bir mesaj olmadı, bu karar Bosna halkını büyük bir hayal kırıklığına uğratacaktır.”

Salmir Kaplan, UEFA ve FIFA’nın cezayı, ülke futbolu yerine, görevini yerine getirmeyen Futbol Federasyonuna kesmesinin daha doğru olacağına inandığını da dile getirerek, “Umarım bu soruna bir çözüm buluruz. Milli takımımız ve futbol takımlarımız, UEFA ve FIFA’nın uluslararası müsabakalarında en kısa sürede inşallah katılmaya devam ederler” dedi.

“Dokunan yanar, ya okuyan?”

Dün Ahmet Şık’ın basılmadan yasaklanan kitabın okuyularla buluşmasından sonra kitaba dair sivil itaatsizlik eylemleri aynı hızla devam ediyor. Bugün (1 Nisan) bir grup, “Dokunan yanar, ya okuyan?” başlığı altında buluşup, kitabın bir sayfasını okuyacak. Çağrı şu şekilde:

dokunan yanar.
ya okuyan? 

sivil itaatsizliğe çağrı,
elimizde kitabın sadece bir sayfasının kopyası, herkes kendi kendine okumaya başlıyor sesli sesli, isteyen istediği sayfayı okuyacak, isteyen tek başına, isteyen bir kaç dinleyiciye, sonra okuyarak dağılacağız,
yollarda okuyacağız, otobüslerde, lokantalarda…
pankart yok, slogan yok en büyük silahımız: okumak

bir duyuru: Cuma aksami saat 19:00’da,taksim tramvay duraginda “herkes bir sayfasını okuyor, kendi kendine”

“Vicdan Filmleri” için başvurular başlıyor

Hrant Dink Vakfı’nın 2009 yılında başlattığı “Vicdan Filmleri” projesi, yeni kısa filmlerle vicdanın yeni yüzlerini görünür kılmaya devam ediyor.

Düzenlendiği ilk yıl çeşitli türlerde birçok filme ev sahipliği yapan proje, bu sene de dünyanın her yerinden, amatör, profesyonel eli kamera tutan herkesi film çekmeye davet ediyor.

Bu daveti kabul edenler, 30 Mart-15 Eylül 2011 tarihleri arasında www.vicdanfilmleri.org adresine film yükleyebilecek. En fazla beş dakika olması gereken filmler için tür sınırlaması yok. Proje sonunda uluslararası bir jüri tarafından belirlenecek olan ilk 20 filmden bir DVD oluşturulacak. Seçilen bu filmlerin çeşitli platformlarda gösterimleri yapılarak görünürlülükleri sağlanacak. Jüri heyetinin ortak kararıyla belirlenecek olan bir kişiye ise Hrant Dink Vakfı tarafından bir teşvik bursu verilecek. İlk 20´ye giren filmlerin anons tarihi 10 Aralık 2011 olarak öngörülüyor.

Katılım koşulları ve detaylı bilgi için www.vicdanfilmleri.org adresini ziyaret edebilirsiniz.

(Yeşil Gazete)

Baudrillard: “İmamın ordusu bir skandal değildir.”

“İmamın ordusu” bir skandal değildir. Kesinlikle değildir. Saf ve temiz bir görünüme sahip olmak isteyen her şey karşıtına dönüşmektedir. Tüm iktidarlar ve kurumlar kendi kendilerinden ancak kendilerini yadsıyabildikleri ölçüde söz edebilmektedirler. Kendi ölümünü sahneye koyan (oynayan) bir iktidar az da olsa bir yaşama ve yasal bir kurum olabilme hakkına sahip olabileceğini düşünmektedir.

Örneğin, Kennedy cinayeti gerçek anlamda bir politik boyuta sahipti. Oysa Nixon ve ya Erdoğan yalnızca hayali, simüle edilmiş suikastlere hedef olabilmektedir. Çünkü onlar birer iktidar kuklası olduklarını gizleyebilmek için bu türden yapay tehditlerin yaratacağı “aura”dan (cazibe çekicilik) yararlanmak istemektedirler. Eskiden krallar ölmek zorundaydılar (tanrılar da).  Zaten onları güçlü kılan da buydu.  Günümüz krallarıysa ölme numarasına yatmaktadırlar. Bunu yapmalarının nedeni iktidarın avantajlarını elden kaçırmama isteğidir. Çünkü iktidar onların elinden zaten çoktan kayıp gitmiştir. Bu nedenle Türkiye’ye nükleer santral kondurulurken (çünkü yapımı için hiç kimseye danışılmamış, karardan sonra da gelen tepkiler hiç umursanmamıştır), Erdoğan suikastine yönelik güvenlik çemberine radyasyon tehlikesi de eklenmiştir.

Kendi ölümü sayesinde yeniden yaşama dönebileceğini düşünmek…  İmamın ordusu “skandalı”yla kendisini baştan yaratmak isteyen iktidar budur. Çünkü piyasaya büyük bir gürültüyle düşecek olan ve artık düşmüş bu kitap, “altın bir nesil” yaratma vaad eden ve yüzde 25-30 luk kitleye sahip bir toplumsal güruhun, aynı isteğe sahip yüzde 25-30’luk başka bir güruha yönelik çağrıda bulunma oyununa dönüşmektedir.  40 Yıllık strateji, bir kitaba sıkışarak efsaneleşmektedir.

Kitap, karşıtı gibi gördüğü efendisini kutsarken, aynı zamanda dünyanın süper gücü konumundaki Büyük Türkiye’yi istemeyenlerin kitabına dönüşmektedir. Milliyetçi güruha İmam’ın büyük bir milliyetçi olduğunu hatırlatmaktadır. 10 Yıldır nasıl olur da muhalefet etmeyi becerememiş ya da muhalefet sahneleyememiş olduğuna şaşırdığımız aktörlerin (burada tv’de yer alan legal görünen tüm muhalefet grupları bir arada düşünülmelidir), yeni bir “yine”sini görüyoruz.

Küresel sermayeye iliklerine kadar bağlı olan bir iktidarın, kollektif sahnede oynanan temsilini tekrar izliyoruz. Sanki müsamerenin kreşendosuymuşcasına yaşanan politik hikayeden çıkan sonuç, bugüne kadar yapılmış tüm meşru (ve artık kimisi gayrımeşru) muhalif kanallardan alıntılarla ya da tersi yandaş olarak anılan güruh medyasından alıntılarla aynı politik kutubun içine sıkışmakta ve yine malumun ilanından başka bir şey olmamaktadır.

Bu “skandal”, Türkiye’de hiç bir suça karışmamış, tamamen demokratik kanallar aracılığıyla, kapitalizmin acımasızlığı ve üçkağıtçılığı kadar üçkağıtçı bir biçimde hareket etmiş olan ve son 30 yıllık süreçte, iktidara gelirken tüm temsili kuklalar tarafından eli eteği öpülmüş, saygıda asla kusur edilmemiş “İmam” hakkında yapılmış karalama çabalarının esasında temelden yoksun olduğunu bir kez daha ilan eden bir örneğe dönüşmektedir.

 

*****

 

Malum kitabı okumaya başlamamın üstünden fazla geçmeden Baudrillard’nın yaklaşımı aklımda belirdi. Yukarıdaki paragraflar çoğunlukla birebir, azınlıkla kendi eklemelerimle oluşuverdi. 1 Nisan şakasına benzeyen bu yazı, an itibarıyla kalem sallayan yazarların henüz yayımlanmamış ama yeni başlayan günle birlikte sayıları hızla artacak yazılardan, mesela 1 hafta sonra -yani gündemi oluşturan bu konudan gına geldiği zaman yayımlansaydı, hakkını daha layıkıyla vereceğinden eminim.

Ahmet Şık ve Nedim Şener 2007’den beri tutuklanan isimler arasında en tarafsız görünenler. Bu sebeple davanın yön değiştirdiğinden bahsedildiği de açık. Esasında kastettiğim veya rahmetli Baudrillard’nın bahsettiği, Şık’ın bu tartışmada, ergenekon kanadında yer aldığından çok, tarafsız çerçeveden ve araştırmacılığıyla bir araya getirmeye çalıştığı kitabının, birbirinin aynısı olan iki kutuplu fırıldak tarafından nasıl yaşatılacağı.

Kitap bize cemaatin uzun bir maratonla, altın nesili (artık) yetiştirdiğini ve özellikle emniyet içinde kadrolaştığını anlatıyor. Derin devlet ve kontrgerillaya karşıt bir demokrat olarak oluşturduğu ve amacı, derin devletin tasfiye edilmekten çok el değiştirdiğini vurgulamak iken, bu tavrı mevcut güruhlar tarafından nasıl anlaşılacak?

Bu kitap bir taraf için şeriatçıların iş başında olduğunu tekrar gündeme getirmek için bir bahaneyken, diğer taraf için hocaefendilerinin esasında ne kadar da büyük ekonomik, politik başarılara imza attığını -aynı anda anlatıyor. Bir taraf için cemaatin yol alırken ne gibi hile-hurdalar yapmış olabileceğini sezdirmeye çalışırken, karşıtında, bu alengirli yolları aşmanın başarı öyküsüne dönüşüyor.

Kendi yoksul veya asgari ücretli yaşamları içinde olmalarına karşın, Büyük ve ya emperyal Türkiye dendiğinde ağzının suyu akan o kadar geniş kitle varken (-ki Gülen’in amaçladığı altın nesil diye ben buna derim), dahası emperyal olabilmek için derin devlet şart iken, dahası şart olan derin devlet için toplumda öyle pek de karşıt düşünce yok iken, dahası muhakkak şart olan bu derin devletin ille de benim derin devletim olsun kavrayışı sürüyorken…. Ahmet Şık, Nedim Şener veya bizler gibi derin devlete karşı duran kimselerin düşüncesi nafile görünmektedir.

Yazımı bir müjdeyle tamamlayayım. Fethullah Gülen cemaati ülke yönetiminde söz sahibi olmak üzere çıktığı yola, her ne kadar Atatürk söylemi üzerinden radikalleşerek başlamışsa da, kat ettiği mesafede Mustafa Kemal’le barışmıştır. Hatta o kadar büyümüştür ki şuan asya ülkelerinde sahip olduğu ekonomik güçle yakında Lenin’le de barışması olasıdır. Fazla geçmeden Churchill’le de, Mao’yla da, Gandhi’yle de barışır. Çünkü küresel sermayenin ne dinle, ne de milletle ilgisi vardır. Sadece her zaman bir düşman şarttır. O sebeple ey sevgili milliyetçi arkadaşlar. Sizler Gülen cemaatiyle barışın ve düşman ortadan kalksın. Ne de olsa aynı amaçlara ve aynı ayrımcı dile sahipsiniz ve hepiniz için devletin bekası herşeyin üstünde. “Yücelik”te birlik yapın, rahat edin.

Biz de sonra kalkınma karşıtı, çokkültürcü, yerel düşünceden yana muhalefetimizle sesimizi duyurma fırsatı bulalım. Malum, sade gürültüsünüz.

(Yahu ne yazacaktım ne yazdım. Tırstım mı ne!)

muhabbetle

 

 

Büyük Anadolu Yürüyüşü başlarken… [1]

Anadolu’yu Vermeyeceğiz İnisiyatifi, uzun zamandır duyurduğu üzere bu ay Anadolu’nun yedi kolu üzerinden Ankara’ya doğru 40 gün 40 gece sürecek büyük bir yürüyüş başlatıyor. Anadolu’yu Vermeyeceğiz sloganıyla organize edilen yürüyüş, Doğa Karadeniz’de Senöz Vadisi’nden, Ege’de İzmir’den, Akdeniz’de Antalya’dan, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde Hasankeyf’ten, Marmara’da Edirne’den,  Doğu Anadolu’da Erzurum’dan, Batı Karadeniz’de Kastamonu Loç Bölgesi’nden başlayacak. Yeşil Gazete olarak, inisiyatifin bileşenleri, itirazları ve talepleri üzerine kurguladığımız bu yazı, yürüyüşün başlamasına çok az bir zaman kala ortaya atılan bazı iddialarla yeni bir boyut kazandı. Başından beri takip ettiğimiz süreci son gelişmelerle birlikte okurlarımıza aktarmak istedik.

 

Türkiye Su Meclisi’nin kuruluşu

Büyük Anadolu Yürüyüşü’nün en önemli unsurlarından biri olan Türkiye Su Meclisi, kendisini “16-17 Ocak 2010 tarihinde Rize İkizdere’de bir araya gelerek, suyun kamu tarafından sahiplenilmesini sağlayacak su politikalarının hayata geçmesi için mücadele eden sivil yapılar ve bireyler” olarak tanımlıyor. Grup kendi internet sitesinde yayınladığı manifestoda; insanların, şirketlerin veya devletlerin doğanın kadim dengesini ve işleyişini bozacak herhangi bir tasarrufta bulunamayacağını, “sürdürülebilir kalkınma”, “koruma kullanma dengesi”,“üstün kamu yararı”, gibi kavramlar kullanılarak doğanın sömürülemeyeceğini söylüyor ve tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yıkıcı sonuçlar doğuran uygulamalara müdahale etmenin bir zorunluluk haline geldiğini duyuruyor.

 

Mücadele sürecinde neler yapıldı?

Türkiye Su Meclisi etrafında örgütlenen Anadolu’yu Vermeyeceğiz hareketi bugüne dek, bizzat düzenlediği veya parçası olduğu basın açıklamaları, paneller, raporlar ve iptal davalarının yanı sıra çoğumuzun internet üzerinden izleyip etkilendiği ‘Anadolu’nun İsyanı’ adlı kısa filmle HES’lere karşı etkin bir muhalefet yürüttü. Özellikle 24 Ocak 2011’de ‘Tabiatı ve Biyoçeşitliliği Koruma Yasa Tasarısı’nı protesto etmek üzere Ankara TBMM’nin önünde 850 kişinin katılımıyla gerçekleştirilen ve yüzlerce dernekle sivil toplum örgütünün de destek verdiği basın açıklaması büyük ses getirdi.

 

Yaşam hakkını korumak için yürüyecekler

İnisiyatif adına açıklama yapan sözcü Pervin Çoban Savran, “Var olan idari sistemin, taleplerimizi karşılayacağına dair artık inancımız kalmadığından; halk olarak bu gidişe dur demek ve kendi yaşam hakkımızı savunmak için ayağa kalkıyoruz; Nisan 2011 itibariyle vadilerden, köylerden, kasabalardan, şehirlerden yola çıkarak, Türkiye’nin dört bir yanından yol alacak kervanlar halinde Ankara’ya yürüyeceğiz. Taleplerimiz yerine getirilene kadar geri dönmeyeceğiz. Doğanın hassas dengesini korumanın, insan olarak vicdani sorumluluğumuz olduğunu düşünen herkesi bu hareketi desteklemeye çağırıyoruz.” sözleriyle eylem çağrısı yapmış ve öncelikli taleplerini şöyle sıralamıştı:

“Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu Tasarısı’nın derhal geri çekilmesini, sayısı 4 bini bulan HES ve barajların durdurulması, dağları yok edecek olan 40 binin üzerindeki maden ruhsatının iptal edilmesi, nükleer enerji projelerinin durdurulması, 2B gibi ormanları yok edecek yasa tasarısının derhal geri çekilmesi.”

 

Son gelişmeler ve birlik çağrısı

Ancak birkaç gün önce Türkiye Su Meclisi’nin internet sayfasında: “Türkiye Su Meclisi, son zamanlarda artan bir ivme ile sistemli bir karalama kampanyasının odağı haline getirilmiştir. Meclis üyeleri, yapılan ithamları derin bir üzüntü ile izlemektedir…” cümleleriyle başlayarak, “Türkiye Su Meclisi, yaşadığımız toprakların acımasızca katledildiği ve kapitalist sistemin emrine sunulduğu bir dönemde, HES’lere karşı mücadele eden tüm tarafları itidal, saygı ve birlik beraberlik içinde hareket etmeye davet etmektedir.”cümleleriyle son bulan bir metin yayınlandı.

Karalama kampanyası olarak anılan süreç, suyun metalaştırılmasına karşı mücadele eden bir başka sivil inisiyatif olan Supolitik Çalışma Grubunu’nun Türkiye Su Meclisi ve Büyük Anadolu Yürüyüşü hakkında ortaya attığı bazı iddialara dayanıyor. Bu iddialarla ilgili olarak Supolitik çalışma grubundan Gaye Yılmaz’la görüştük.

 

Yarın: Supolitik Çalışma Grubundan Gaye Yılmaz’la röportaj

 

Haber: Gülden Akyol – Yeşil Gazete