Uluslararası Alzheimer Birliği konferansında sunulan 2 araştırma, beyin dokusunun zedelenmesi ile bunama riski arasında bağlantı olduğunu gösterdi.
Beyindeki doku bozulmalarının bilişsel sorun ve bunama riskini artırabileceği belirlendi.
California Üniversitesinden Prof. Kristine Yaffe ve ekibinin yaptığı araştırmada, 55 yaş ve üzerindeki 281 bin 540 kişinin sağlık durumu incelendi.
7 yıl süren araştırma sırasında, beyin dokusunda zedelenme olanların Alzheimer’a yakalanma riskinin 2 kat fazla olduğu belirlendi. Bu kişilerin ileride hastalığa yakalanma riskinin yüzde 15,3, doku zedelenmesinin olmadığı kişilerde ise yüzde 6,8 olduğu görüldü.
Loyola Üniversitesinden Prof. Christopher Randolph ve ekibinin yaptığı, 513 eski Amerikan futbolcusunun katıldığı araştırma da benzer sonuçlar verdi.
Bilim insanları, Amerikan futbolu oynadıkları sırada birçok kez kafa travmasına maruz kalan sporcularda Alzheimer gibi yaşa bağlı sinir hasarları riskinin artabileceğini belirtti.
Araştırmacılar, düşme ve trafik kazaları sonucu sık rastlanan kafa ve beyin travmalarının sık sık patlamalara maruz kalan Irak ve Afganistan’da görev yapan askerlerde de yaygın olduğunu vurguladı.
Daha önce yapılan araştırmalardan bazıları beyin dokusunun zedelenmesi ve bunama riski arasında bağlantı olduğunu, bazıları ise böyle bir bağlantının bulunmadığını ileri sürüyordu. Bugün Uluslararası Alzheimer Birliğinin konferansında sunulan bu iki araştırma bağlantı olasılığını güçlendirdi. (Ajanslar)
Adana Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü’ne bağlı Sevgi Evleri’nde koruma altında bulunan 16 yaşındaki N.G.’ye 2 yıl önce ‘cinsel istismarda’ bulunup hamile bıraktığı iddia edilen Gökhan K. (20), “Beden ve ruh sağlığını bozacak şekilde çocuğa cinsel istismar” suçundan 15 yıl hapis cezası istemiyle yargılandığı mahkemede “cinsel istismar” suçundan 8 yıl 4 ay hapis cezasına mahkûmedildi. Mahkeme kararında mağdurenin beden ve ruh sağlığının, daha önce babasının tecavüzüne uğraması nedeniyle bozulduğunu belirtip, bu suçu düzenleyen TCK’nın 103/6.maddesini uygulamadı.
YURTTAN KAÇIP BEBEĞİNİ ALDIRDI
Mersin’de 7 yıl önce babası İ.G. tarafından tecavüze uğrayan N.G., devlet koruması altına alınarak Mersin Çocuk Yuvası’na yerleştirildi. Talihsiz kız 2007’de Adana Oğuz Kağan Köksal Çocuk Esirgeme Müdürlüğü’ne gönderildi. Buradaki Sevgi Evleri’nde kalan N.G., 2008-2009 eğitimöğretim yılındaki izcilik etkinliklerinde tanıştığımeslek lisesi öğrencisi Gökhan K. ile arkadaş oldu. 2009 Ağustos ayında N.G., bu kişiyle iddiaya göre kendi isteğiyle cinsel ilişkiye girdi. İddiaya göre, N.G. daha sonra yurttan kaçıp Gökhan K. ile DenizliMahallesi’ndeki bir evde 4-5 kez, son olarak da 2009 Eylül ayında cinsel ilişkide bulundu. N.G., devamlımidesinin bulanması ve kusması üzerine yurt görevlilerince hastaneye götürüldü. Yapılan testte N.G.’nin 10 haftalık hamile olduğu belirlendi. Olay üzerine yurt karışırken, Gökhan K. yakalanıp tutuklandı. N.G. ise yurttan kaçıp bebeğini aldırdı. Adana 3. Ağır CezaMahkemesi’nde ‘Beden ve ruh sağlığını bozacak şekilde çocuğa cinsel istismar’ suçundan 15 yıl hapis istemiyle yargılanan Gökhan K. hakkındaki dava karara bağlandı. Bir süre tutuklu yargılandıktan sonra tahliye edilen ve karar duruşmasına gelmeyen sanık, daha önceki duruşmalarda N.G. ile izcilik faaliyeti sırasında tanıştığını belirterek, “Arkadaş olduk. Bizimeve geldi. Beni öpüp tahrik etti. Kendi rızası ile bir kez cinsel ilişkiye girdim. Başkada ilişkiye girmedim” dedi. Savcılıktaki ifadesinde ise N.G. ile ilişkiye girmediğini öne sürmüştü.
‘BİRBİRİMİZİ SEVİYORUZ’
N.G. sosyal hizmet uzmanı nezaretindemahkemede verdiği ifadede sanıkla aralarında duygusal bağ olduğunu söyleyerek, “Ben onu o da beni seviyordu. Kendi rızamla evlerinde ilişkiye girdim. Daha sonra 4-5 kez ilişkiye girdik. Hamile kaldım, sonra bebeği aldırdım” diyerek şikâyetçi olmadı.
Cezada, ‘Beden ve ruh sağlığının bozulması’ maddesi uygulanmadı
N.G. için Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı’ndan gönderilen raporda “Mağdurenin kendisine yapıldığı iddia edilen fiilden dolayı beden ve ruh sağlığının bozulduğu” belirtildi. Mahkeme heyeti, TCK’nın 103/1-2 ve 6. maddeleri gereği cezalandırılması istenen Gökhan K.’yi birden çok ‘cinsel istismar’da bulunmak suçundan 10 yıl hapis cezasına mahkûm etti. Duruşmadaki iyi hali nedeniyle bu cezasını 8 yıl 4 aya indirdi. Mahkeme, “Ruh ve beden sağlığının bozulması durumunda en az 15 yıl hapis cezası verilmesine” hükmeden 103/6. maddeden ise sanığa ceza vermedi. Kararda, “Mağdurenin bu olaydan önce babası tarafından cinsel istismara maruz kaldığı ve mağdurenin babasının Mersin Ağır Ceza Mahkemesi’nce bu suçtan dolayı yargılanıp mahkûm olduğu, bu olay nedeniyle mağdurenin ruh bütünlüğünün bozulması nedeniyle olayın sanığı hakkında TCK 103/6. maddesi tatbik edildiğinden, bu eylemden dolayı sanık hakkında TCK 103/6. maddesinin uygulanmasının yer olmadığına karar verildi” denildi. Ayrıca mahkeme, savcının mütalaası doğrultusunda “15 yaşından küçük mağdureyi cinsel amaçlı hürriyetinden yoksun bırakma” suçundan sanık hakkında Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunulmasına karar verdi. (Habertürk)
Muhalefet milletvekillerinin vatandaşa seslerini duyurmak için kullandığı TBMM TV yayınlarına sınırlama geldi. AKP’nin Meclis’te görüşmelerin uzamasına neden olan temel faktör olarak gösterdiği yayınlar artık haftada üç gün sadece 14.00-19.00 saatleri arasında yapılacak.
TBMM TV yayınlarına sınırlama geldi. TBMM TV haftada Salı, Çarşamba, Perşembe olmak üzere sadece 3 gün, saat 14.00-19.00 arasında canlı yayında olacak. Uygulama Meclis’in tatile girmesinden önce yürürlüğe girdi.
TBMM TV, mecliste yapılan konuşma ve tartışmaları vatandaşın izlemesini sağlıyordu. Kanal, meclisin şeffaflığı için en önemli araçlardan biriydi. AKP, şimdi bu televizyon kanalını sınırlandırarak, meclisteki tartışmaların büyük kısmını halktan gizleyecek.
Vatan gazetesinden Şebnem Hoşgör’ün haberine göre TRT’nin Spor kanalı TRT-3 ile aynı frekansı paylaşarak Meclis Genel Kurul çalışmalarını 1995’ten bu yana canlı olarak yayınlayan TBMM TV, TBMM Başkanlığı’nın TRT’den süre uzatımı talebinde bulunmaması üzerine 16 yıl sonra önceki gün ilk kez Meclis’te komisyon ve genel kurul çalışması olmasına rağmen yayın yapmadı.
Meclis yetkilileri, 1995’ten bu yana geçerli olan protokolde haftanın 3 günü 5 saat üzerinden yayın yapılması esasının olduğunu, ancak TBMM’nin TRT’ye sürekli yazı göndererek bu yıla kadar yayın gün ve saatlerini arttırdığını belirttiler. Bu sene uzatma talebi gönderilmedi.
(Cnnturk, sol, Yeşil Gazete
Buna gerekçe olarak ise “TRT’nin yeterince spor yayını yapamadığı” ve “TBMM TV yayınlarının maliyeti” gösterildi.
Beşiktaş Kulübü Onursal Başkanı Süleyman Seba, soruşturma kapsamında tutuklandıktan sonra Metris Cezaevine konulan yeğeni ve Beşiktaş Futbol Takımı Teknik Direktörü Tayfur Havutçu ile Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım’ı ziyaret etmek için savcılıktan izin aldı.
Beşiktaş Kulübü Onursal Başkanı Süleyman Seba, soruşturma kapsamında tutuklandıktan sonra Metris Cezaevine konulan yeğeni ve Beşiktaş Futbol Takımı Teknik Direktörü Tayfur Havutçu ile Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım’ı ziyaret etmek için savcılıktan izin aldı.
Avukatıyla beraber Bakırköy Adliyesine gelen Seba, Bakırköy Cumhuriyet Başsavcısı Hadi Salihoğlu ile görüştü.
Seba, adliye çıkışında basın mensuplarının sorularına, Metris Cezaevinde bulunan yeğeni Tayfur Havutçu ve Aziz Yıldırım ile görüşmek için savcılığa başvurarak izin aldığını söyledi.
Seba, Metris Cezaevine gitmek üzere adliyeden ayrıldı.
Akkuyu Nükleer Santrali için çalışma yapmak üzere ön izin belgesi alındı.
Gülnar ilçesine bağlı Büyükeceli beldesinde yapılacak santral için Gülnar noterliğinde gerçekleştirilen imza törenine Kaymakam İdris Arslan ile Akkuyu NGS Elektrik AŞ Genel Müdür Yardımcısı Rauf Kasumav katıldı.
Akkuyu NGS Elektrik AŞ Genel Müdürü Alexander Superfin, yaptığı açıklamada, sahada Nsan ayından itibaren etüt çalışmalarına başladıklarını anımsattı.
Söz konusu sahanın devrinin bitmek üzere olduğunu ve çalışma yapabilmek için ön izin belgesini noter huzurunda aldıklarını belirten Superfin, şöyle konuştu:
“Bu aydan itibaren sahadaki çalışmalarda görev alacak eleman sayısı artacak. İl merkezi ve ilçelerde bilgilendirme merkezleri açacağız. Yaklaşık 3 ay içerisinde açmayı planladığımız bu merkezlerde santral hakkında bilgiler vererek, güvenli ve faydalı olduğunu anlatacağız.
Yapımı gerçekleşecek santralin inşasında çalışmak üzere özellikle Gülnar’dan çok sayıda işçi alımı yapılacak. Ayrıca, proje şirketi tarafından Türkiye’den alınacak öğrenciler Rusya’da eğitim gördükten sonra burada çalışmaya başlayacaklar. Bu yıl 50 öğrenci almayı planlıyoruz. Toplamda ise 300 Türk öğrencinin eğitim aldıktan sonra Akkuyu’da çalışması amaçlanıyor.”
Türkiye’nin her üniversitesinden öğrenci alınacağını vurgulayan Superfin, bunların öncelikle fizik ve matematik bölümünden tercih edileceğini kaydetti. Heyetle birlikte Teknik Müdür Alexander Afrof ve bazı görevliler de ilçeye geldi. (Dünya Gazetesi)
İngiltere’nin en eski gazetelerinden News of the World’ün kapatılmasına neden olan telefon dinleme skandalı ABD’ye yayılıyor. Şirketlerinin önemli bir kısmı ABD’de bulunan ve aynı zamanda ABD vatandaşı olan Rupert Murdoch’ın bu ülkedeki yatırımlarının da soruşturulacağı söyleniyor.
DailyMirror’un haberine göre News of the World 11 Eylül saldırısında ölen kişilerin ailelerinin telefonlarını da dinlemek için girişimde bulunmuş, ancak başarılı olamamış.
Londra emniyet müdürü istifa etti
İngiltere’de haftalardır gündemin ilk sırasında yer alan telekulak skandalı bugüne kadarki en üst düzey kurbanını aldı. Ülkenin en kıdemli polis yetkilisi, Londra Emniyet Müdürü Sir Paul Stephenson Pazar günü akşam saatlerinde görevinden istifa ettiğini açıkladı.
Stephenson, medya devi Rupert Murdoch’un, polis tarafından telekulak skandalı tarafından sorgulanan eski yöneticilerinden Neil Wallis’i danışmanı olarak işe aldığı için eleştirilere hedef olmuştu. Stephenson’ın ayrıca yine Wallis’in danışmanlığını yaptığı lüks bir kaplıcada ücretsiz tedavi gördüğü ortaya çıkmıştı.
Brooks kefaletle serbest bırakıldı
News International’ın eski genel yayın yönetmeni Rebekah Brooks ise pazar günü yolsuzluk ve telefon dinleme şüphesiyle gözaltına alındı ancak kefaletle serbest bırakıldı.
Cuma günü News International’daki görevinden istifa eden Rebekah Brooks, Murdoch’ın son ana kadar koruduğu, yakın çevresine göre ”manevi kızı” olarak gördüğü bir isimdi.
Başbakan David Cameron ve iktidardayken İşçi Partisi’nin eski liderleri ve eski başbakanlar Tony Blair ve Gordon Brown’la da yakın ilişki içinde olan Brooks 2003 yılına kadar, İngiltere’de skandalın merkezindeki News of the World gazetesinin genel yayın yönetmenliğini yapmıştı.
Gazete 2002’de, Brooks bu görevdeyken, cinayete kurban gitmiş Milly Dowler adlı bir genç kız henüz kayıp durumundayken onun cep telefonundaki mesajlara ulaşıp mesajları gizlice dinlemekle suçlanıyor.
Öldürüldüğünde 13 yaşında olan kızın mesaj kutusu dolunca bazı mesajları silerek yeni mesaj gelmesini sağlayan News of The World, Milly Dowler’ın ailesine halen sağ olduğu yönünde boş umutlar vermekle itham ediliyor.
News of the World gazetesi, İngiltere’de dört bin kişiyi etkilediği düşünülen yasadışı telefon dinleme skandalı nedeniyle geçen hafta kapatılmıştı.
Murdoch’tan özür
Murdoch cumartesi günü ise İngiltere basınına “özür” ilanı verdi.
“Özür Dileriz” başlığı taşıyan ve “En iyi dileklerimle, Rupert Murdoch” imzası ile sona eren metinde Murdoch, News of The World’ün “ciddi derecedeki yanlış” işlerinden ötürü üzgün olduklarını belirtti.
Murdoch, bundan etkilenen kişilerden de özür dileyerek, “bu kişileri incittiğimiz için en derin özürlerimizi sunarız” dedi.
Murdoch, yolaçılan sorunların ve zararın giderilmesi için ilerleyen günlerde ciddi adımlar atacaklarını, bu konudaki ayrıntılara ilişkin daha sonra yeni açıklamalar yapacaklarını ifade etti.
Aynı yerdeyiz.
Genç ölülerini gömüyoruz bir kez daha.
Bir kez daha linççi cumhuriyet bekçileri ortalıkta.
Aynur’un bir konserde başına gelenler, elbette hepimizin aşina olduğu linç provalarından biri. İnsanlara Ahmet Kaya’nın başına gelenleri hatırlatması kaçınılmaz.
Aynur, dünyanın her yerinde ayakta alkışlanan, benzersiz bir ses.
Cumhuriyetin bekası adına kendisinin Kürtçe şarkı söylemesini protesto eden salyalı kitle, İstiklal Marşı’na başlarken ne hissediyordu?
Artık bu kadarı da fazla, diyorlardı besbelli içlerinden. Onca genç memleketin dört bir yanına tabutlarla gönderilirken bir küstah Kürt kadını utanmadan çıkıp Kürtçe şarkı söyleyebiliyor. Yani bilinmeyen bir dilde fesat karıştırıyor, elitin müziği caz arenasına. Olur a, belki PKK’nin katlettiği delikanlıların ardından zafer marşı söyleyip nispet yapıyordur. Bir millet böylesi bir saldırı karşısında, ister caz sever, ister İsmail Türüt tüttürür olsun elbette galeyana gelecektir.
E ama Aynur da böylesi acılı bir günde Kürtçe söylemeyiverseydi, öyle değil mi? Bu milletin hassasiyetlerine biraz olsun özen göstermeliydi, değil mi? Kürtçe konuşmak, Kürtçe söylemek hala kışkırtıcı, karanlık bir imalar manzumesi, hatta savaş ilanı. Kürtler, Kürtlüklerinden usulca çekilmeyi bilmedikleri sürece aramızda yaşamalarına, eylemelerine göz yummayacağız.F Hassasız anlayacağınız.
İşte tam da bu yüzden, bu savaş bir türlü bitmiyor. Ölen askerlerin de gerillaların da tabutlarına çiviyi çakan, işte bu muktedirler tarafından her fırsatta kışkırtılan seferberlik ruhudur.
Burada dikkat etmemiz gereken, 5 bin kişilik Açıkhava tiyatrosunda birkaç yüz kişilik bir hassasiyet timinin orada bulunan seyircinin tümünü terörize etmeyi, susturmayı başarabilmiş olmasıdır.
O gecenin mahcubiyetini yıllar boyu sırtında taşıyacak olan binlerce kişi, sonuçta Aynur’a sahip çıkamamış, onun sahneyi terk etmek zorunda bırakılışı karşısında eli kolu bağlı kalmıştır.
İşte zurnanın zırt dediği yer de budur.
Savaşseverlerden korkuyoruz. Onların linç girişimleri karşısında linçe maruz kalanları kışkırtıcı, hassasiyet tacizcisi, dolayısıyla başına geleni hak eden ilan etmek konusunda başbakan başta olmak üzere hemen herkes uğursuz bir yarış içinde.
Bu savaş şikeli
Bu zifiri günlerde benim içimi ferahlatan, işaret fişeği bir metinin dolaşıma girmişliğidir.
Kürtçenin işitildiği yerde susturulmasının, şehit düşen Kürt askerin ailesinin bile linçe maruz kalmasının bir milli refleks olarak müsamaha görmesi karşısında; kendini taraf görenlerin hırçın hassasiyetlerini bir Kürt sanatçı üstüne fütursuzca boşaltabilecek kadar gözü dönmüş hooliganlar olarak portresinin karşısına geçip bu metni üst üste okumanın yararı olacaktır.
Çarşı grubunun şike operasyonu üstüne yayımlamış olduğu metin, gerçekten de her yerinden kutuplara parçalanmış dünyamıza bir çözüm yolu gösteriyor.
Taraf olmanın, “Meclis tıkır tıkır yürüyor valla” manşeti atarak güçlü olana yamanma çabası olmadığını, ortak sorunlarımızı çözerken nasıl bir ahlaka çalışmamız gerektiğini açıkça dile getiriyor bu mükemmel metin.
“Bugün sevdalandığımız renklerin süregelen soruşturmanın sadece mağduru değil, zanlısı da olabileceğini öğreniveriyoruz…Mahkemenin kararını vereceği son güne kadar bu olayda ismi geçen bütün Beşiktaşlılar bizim için masumdur, onlara ön yargı ile bakmayacağız. Ancak diğerlerinin yaptığı gibi arkalarından peşi sıra gitmeyi de reddetmeliyiz. Acı ve sancılı da olsa doğrusu budur… Şimdi iki takım var. Biri namuslu ve dürüst olanların takımıdır. Diğerinde ise şikeci, düzenbaz ve hile ile çıkar peşinde koşanlar var. Biz Beşiktaşlılar ilkini temsil ediyoruz. Etmeliyiz. Onun içindir ki, masum olduğuna inandığımız, sonuna kadar inanacağımız ’zanlı’ Beşiktaşlılarla aramıza mesafe koymalıyız.”
“Kimse ’Beşiktaşk’ dediğimiz için her şeyi mubah göreceğimizi beklemesin. Biz sevdiğimiz renklerin sevdalısıyız, belalısı olmayacağız.”
Şimdi, herkesin, hangi taraftan olursa olsun, kendi içlerindeki savaş kışkırtıcılarını tasfiye etme, onlarla mesafeli bir ilişki kurma zorunluluğu vardır.
Diyarbakır’da ölen çocukları ne Kürt ne Türk savaşçıları öldürmüştür. Onları öldüren, bu toplumun içinde bir azınlık olarak kendi çıkarlarını, kendi toplum mühendisliklerini hepimizin hayatının üstünde tutan savaş tacirleridir. Savaşın kazananı olmaz.
Oturup şehit ölümlerini duyunca nasıl ağladığını anlatacağına, on yıllardır ağlayana, savaş sona ersin diye çırpınana kulak ver.
Binlerce Kürt siyasetçiyi hapse tıkan, aldıkları oyları gasp edenler, barış adına söz alamaz. Gencecik delikanlıları piyon olarak kullanıp, onların hayatını pek hassas bir kutsala armağan ederek; düşmanın burnunu sürtme çabasını sürdürerek sağlanmaz barış. Yazmaktan yorulduk. Barış barışarak kazanılır. Rakibinin burnunu sürterek değil.
Ölenler, bu toprağın çocukları. Savaşa onlar karar vermedi. Ama o yoksul canlar tümen tümen ölüme yollanıyor.
Bugün saat 11’de Cezayir Restaurant’ta bir grup sanatçının topluntısı var. Çağrı metinlerini kısaltarak burada yayımlamak istiyorum:
“Türküleri Değil, Silahları Susturalım..
İKSV’nin organize ettiği İstanbul Caz Festivali kapsamında gerçekleştirilen “Suyun Kadınları-Mujeres de Agua” adlı konserde sahneye çıkan Aynur Doğan, Kürtçe şarkılarını söylerken bir grup seyirci tarafından sloganlarla, sahneye atılan minderler ve pet şişelerle susturulmaya çalışıldı.
Aynur, sanatına, müziğine ve kimliğine yapılan hakaret üzerine sahneden indi. Ancak, sahneye yeniden dönerek de hem diline, kimliğine, hem de bu topraklarda yeşerecek barışa sahip çıktı……
Aynur Doğan’ın 15 Temmuz’da Açıkhava Tiyatrosu’nda yaşadıkları,Türkiye’de son dönemin bir özetini oluşturuyor. Tahammülsüzlüğü ve ölümleri kışkırtan bu anlayışı kınıyoruz. Herkesi ölümlerin önünü almak ve Kürt halkının demokratik taleplerini dikkate alarak barışın adımlarını atmak yönünde sorumlu davranmaya davet ediyoruz.
Tıpkı sahneden ve seyirci koltuklarından Aynur’a destek verenler gibi Aynur’a desteğimizi sunmak, barış talebimizi haykırmak üzere 18 Temmuz’da basın toplantımızla, 21 Temmuz’da ‘Barışalım Yeter’ yürüyüşümüzle sokaklarda olacağız.
Bunca acının ardından bizi barıştıracak olan şarkılarımız ve danslarımızdır…
Birlikte şarkılarımızı her dilde söyleyelim….
Birlikte dans edelim….
Basın Toplantısı:
18 Temmuz 2011 Pazartesi Cezayir Restaurant 11.00
Barışalım Yeter yürüyüşü:
21 Temmuz 2011 Perşembe Tünel Meydanı, 19.00
AKP’nin 12 Haziran seçimlerinin ardından kurduğu 61. hükümette yeni bakanlıklar oluşturulurken en yaratıcı(!) değişiklikler Çevre Bakanlığı çevresinde yapılmış gibi görünüyor. Geçen dönemde Devlet Su İşleri’nin bağlandığı ve neredeyse en çok HES işlerinden sorumlu hale getirilen Çevre ve Orman Bakanlığı’nın Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve Orman ve Su İşleri Bakanlığı olarak ikiye ayrılması, bu arada eski TOKİ başkanı Erdoğan Bayraktar gibi bir ismin Çevre Bakanı olması önemli gelişmeler. Ama hangi yöne doğru?
İlk kez 1991 yılında kurulan Çevre Bakanlığı artık iyice yok hükmünde mi? Çevre ve ekoloji hareketlerinin en büyük hasmının çevre, orman ve su bakanlıkları olması bir çelişki mi, yoksa kader mi? Son duruma biraz daha geniş bir perspektiften bakmak için Türkiye’de Çevre Bakanlığı’nın ve genel olarak çevre bürokrasisinin içinde kuruluşundan bu itibaren önemli görevler üstlenmiş, hükümetlerin çevre politikaları konusunu en yakından, hatta içinden izlemiş bir isimle, Prof. Dr. Nesrin Algan’la konuştuk.
1998’den bu yana Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğretim üyesi olan Prof. Dr. Nesrin Algan, 1984 yılında Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı Dış İlişkiler Daire Başkanlığı’nda Uzman Yardımcısı olarak çalışmaya başlamış, daha sonra Çevre Bakanlığı’na dönüşen bu kurumun aynı biriminde 1998 yılına dek, Uzman, Şube Müdürü ve Daire Başkanı olarak görev yapmıştı. Prof. Algan halen üniversitede Çevre Politikaları, Çevresel Güvenlik, Uluslararası Çevre Politikaları, Küresel İklim Rejimi, AB Çevre Politikaları derslerini veriyor.
Nesrin Algan’la çevre bakanlığının nereden nereye geldiği hakkında yaptığımız röportajı sunuyoruz:
…
Önce biraz Çevre Bakanlığı’nın kuruluş hikayesini anlatabilir misiniz? Çevre Bakanlığı ilk kez nasıl bir atmosferde ve hangi siyasi iradeyle ortaya çıkmıştı?
Türkiye’de kamu yönetiminin çevre politikalarının kurumsal araçlarını oluşturma sürecini 1991’de kurulmuş olan Çevre Bakanlığı ile başlatmak doğru değil. Merkezi yönetimin, büyük ölçüde uluslararası düzeydeki gelişmelerin etkisiyle 1970’li yılların başından itibaren hem çevre sorunlarını, hem de konuya ilişkin kurumsal yapılanma gereksinimini gündemine aldığını biliyoruz. 1972 Stokholm Konferansı sonrası, bu konferansın da etkisiyle, 1973-1977 yıllarını kapsayan 3. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda çevrenin ayrı bir bölüm olarak ilk kez yer aldığını, 1974’te Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) başkanlığında, “Çevre Sorunları Daimi Danışma Kurulu”nun kurulduğunu, yine aynı yıl, bu kurulun İmar İskân Bakanlığı’nın başkanlığında, İçişleri, Sağlık ve Sosyal Yardım, Gıda, Tarım ve Hayvancılık, Sanayi ve Teknoloji, Enerji ve Tabii Kaynaklar, Turizm ve Tanıtma Bakanlıklarından oluşan “Çevre Sorunları Koordinasyon Kurulu”na dönüştürüldüğünü biliyoruz.
1978’de ise, daha sonra Çevre Bakanlığı’na dönüştürülmüş olan, Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı’nın kurulması, merkezi örgütlenmenin ilk örneğidir. Dönemin siyasal ve ekonomik koşulları dikkate alındığında, çevre politikalarının DPT Müsteşarlığı, Hazine Müsteşarlığı gibi doğrudan Başbakanlığa bağlı Müsteşarlık düzeyinde bir örgüt şeklinde oluşturulması tercihinin çok önemli olduğu düşünülebilir.
DPT’nin, planlı dönemin ve kalkınma paradigmasının “altın çağları”nı yaşadığı bir dönemde, çevre sorunsalının bu tür bir örgütlenme ile gündeme getirilmesi ilk bakışta radikal bir tercih gibi görülebilir. Ancak hem Stokholm’deki “resmi” Türkiye görüşünün, hem daha sonrasında kalkınma plan ve programlarına yansıyan temel anlayışın; “çevre sorunlarından tamamen gelişmiş ülkelerin sorumlu olduğu ve maliyeti de bu ülkelerin karşılaması gerektiği”, “Türkiye gibi az gelişmiş ülkelerin çevre sorunlarının esas itibariyle kaynakların tam kullanılamamasından kaynaklandığı” ve “çevre politikalarının sanayileşme ve kalkınma politikalarını engellememesi gerektiği” anlayışı olduğu anımsanacak olursa, 1978’de kurulan bu ilk merkezi örgütün nasıl bir atmosferde ortaya çıktığı rahatlıkla anlaşılacaktır.
Kanımca, bu atmosfer çok büyük ölçüde günümüzde de egemenliğini sürdürmektedir. Yani adı ve yetkileri ne olursa olsun, çevre örgütünün kalkınma ve/veya büyümenin engeli olmaması istenmektedir.
1978’de kurulmuş olan Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı, hükümetlerin uygulamalarına çevre lehine itiraz eden müdahalelerinin de etkisiyle, 1984’te kamu bürokrasisinde daha alt seviyeli bir örgütlenme olan “Çevre Genel Müdürlüğü”ne dönüştürülmüştür. Daha sonra uluslararası arenada kalkınma ve çevre politikalarının bütünleştirilmesinin mümkün olabileceğine ilişkin çalışmaların yoğunluk kazanmasının ve 1987’de Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyelik başvurusunu takiben, tüm kamu yönetiminde olduğu gibi, çevre konusunda da AB’ye uyum için başlatılan çalışmaların getirdiği dinamizmin etkisiyle 1989’da bu kurumun yeniden Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı seviyesine “yükseltildiğini” görüyoruz.
Bu kurumlar, Müsteşarlığın 1991’de bakanlık biçimini almasına kadar geçen süre içerisinde “Başbakan”a bağlıyken, uygulamada sık sık değişen Devlet Bakanları’na bağlı çalışmıştır. 1978’den günümüze 20 hükümet değişmiş olmasına karşın, sadece Müsteşarlığın kurulduğu 1978’den bakanlığa dönüştüğü 1991’e kadar geçen 13 sene içerisinde yaklaşık 25 kere bağlı olduğu Devlet Bakanının değişmiş olması, Türkiye’nin çevre politikalarının siyasi otoriteler tarafından bir türlü içselleştirilememiş olduğunu gösteren çarpıcı bir örnektir.
1991’de Müsteşarlığın Çevre Bakanlığı’na dönüştürülmesi ise büyük ölçüde TBMM “Çevre Sorunları Komisyonu”nun etkisiyle olmuştur. Bu Komisyon o tarihte TMBB’de bir “ilk” olan bir uygulama sonucunda, muhalefetin teklifi iktidarın da tam desteğiyle kabul edilmiş ve ilk kez Meclis’te bu yapılanmaya gidilmiştir. Komisyon görevini tamamladıktan sonra kurulan ilk hükümetin oluşturulması sırasında bu Komisyonda görev yapan iktidar milletvekillerinin desteğiyle Müsteşarlık Bakanlığa dönüştürülmüştür. Nitekim bu girişimi gerçekleştiren ve Komisyonun başkanlığını yapmış olan A. Talip Özdemir ilk Çevre Bakanı olmuştur.
Bu oluşum bir ölçüde dönemin çevre politikalarının küresel düzeyde kazandığı önemin bir yansıması olarak yorumlanabilir. Ama bu gelişmelerin bir tanığı olarak, Çevre Bakanlığı’nın kuruluşunda dönemin ilgili tüm aktörlerince üzerinde uzlaşmaya varılmış yeni bir kurumsallaşma anlayışını gösteren siyasi bir iradenin değil, dönemin siyasi konjonktürüne de uygun olan bireysel girişimlerin etkili olduğunu söyleyebilirim.
Müsteşarlık biçiminde olup, gücünü doğrudan Başbakanlıktan alan ve temel işlevi çevre politikaları ile mevzuatının geliştirilmesi ve eşgüdüm sağlanması olan bir kurum yerine bir bakanlığın kurulması, kanımca bakanlıklar arası hiyerarşik ilişkiler açısından olduğu kadar, “icraat” işlevinin getirdiği sakıncalar bakımından da kurumsallaşma sorunlarının artmasına yol açmıştır.
Yıllar içinde çok sayıda hükümet ve Çevre Bakanı gelip geçti. Sizce bu dönem boyunca Çevre Bakanlığı’nın çalışmalarında en önemli ortak noktalar nelerdi? Değişenler nelerdir?
1980’li yılların sonlarından itibaren, Türkiye’de egemenliğini pekiştirmeye başlayan, karma ekonomiyi terk etme, piyasalaşma, sermaye hareketlerinin serbestleşmesi ve uluslararası sermayeye teslimiyet politikaları karşısında, çevresel kaynakların korunması işlevini güçlü bir şekilde destekleyecek merkezi bir çevre örgütünün oluşturulmasını beklemek hayalcilik olacaktır. Ancak kurumsallaşmanın geçirdiği değişimlere bakacak olursak, 1978’de Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı, 1984’te Başbakanlık Çevre Genel Müdürlüğü, 1989’da yeniden Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı, 1991’de Çevre Bakanlığı, 2003’de Çevre ve Orman Bakanlığı, 3 Haziran2011’de Çevre Orman ve Şehircilik Bakanlığı ve 4 Temmuz 2011’de ise Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın kurulduğunu görüyoruz.
33 yılda kurumun 7 kez bu şekilde değiştirilmesi, etkili ve istikrarlı çevre politikalarının oluşturulması ve uygulanmasını engelleyici bir etki yaptı. Bugüne kadar 30’a yakın bakanın bu kurumdan sorumlu olduğunu da unutmamak gerekir. Öte yandan her kurumsal değişiklikte veya bakanın her değişmesiyle birlikte, yönetim kadrolarının da değiştiği dikkate alındığında, bu kurumun yapılanmasını neden bir türlü tamamlayamadığı daha rahat anlaşılabilir. Türkiye’de çevre sorunlarının çözülmesinin önündeki en büyük engellerden birisinin kurumsallaşamama olduğunu düşünüyorum. Yetişmiş uzman kadrolara, süreklilik gösteren istikrarlı çevre politikalarına, önceliklerine ve buna uygun mali kaynaklara sahip, kurumsal hafızası ve gelenekleri olan bir örgütlenmeye ulaşılamamış olması Türkiye’de çevresel değerlerin tahribinin önlenmesinin önündeki en büyük engellerden birisidir.
Bütün bu dönem boyunca, irrasyonel biçimde gerçekleştirilen değişliklerle varlığı sürdürülmeye çalışılan bu kurumun kendi yapısallaşma sorunlarını aşıp, çevresel değerlerin korunmasında verimli olmasını beklemek belki de pek gerçekçi değildi. Ancak bu süreç boyunca ve özellikle de 1990’ların ortalarından itibaren ülkede çevre politikalarının marjinalleştiği, içinin boşaltıldığı, somut uygulamalara geçirilemeyen söylemler biçiminde kaldığını görüyoruz. Değişen de sadece yönetici kadrosu, kurum isimleri, hangi kuruluşun nereye bağlı olacağı, antetli kağıtlar ve kartvizitler, bakan ve müsteşar resmi araçlarının plakaları olmuştur… Her bir değişikliği takiben sadece bu tür lojistik düzenlemelerin yapılması için ne kadar malzeme kullanıldığını, bunların maliyetlerini, neden oldukları ekolojik ayak izini, her değişen yöneticiye mevcut dosyaları , işleri, mevzuatı anlatmak için harcanan dikkate alırsak epeyce yüklü bir yekun tutacağından kuşkum yok!
Çevre Bakanlığı AKP döneminde önce Çevre ve Orman, ardından Çevre ve Şehircilik Bakanlığı haline geldi. Geçen hükümette Veysel Eroğlu döneminde DSİ de Çevre ve Orman Bakanlığı’na bağlanmıştı. HES’ler konusunda çevre ve ekoloji hareketleriyle çelişmişti. Bu nedenle Çevre Bakanlığı’nın korumacı işlevini kaybedip yatırımcı bakanlığa dönüştüğü eleştirileri yapılıyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Politika, norm, kriter oluşturan, eşgüdüm yapan ve denetleyen, hiyerarşik olarak diğer tüm bakanlıkların üzerinde olan ve özellikle de görece özerk bir kurumsal yapı oluşturmaksızın, Türkiye’de çevrenin korunabileceğini düşünmüyorum. Nitekim son 10 yıldır merkezi çevre örgütünün uygulamaları, büyük ölçüde çevre sorunlarını dar anlamlı kirlenme ve altyapı sorunları olarak ele alan, çevresel kaynakların piyasaya arzına aracılık eden bir işlev görmüştür. Kuşkusuz bu esas olarak siyasi karar vericilerin tercihlerini yansıtan bir durumdur. Ancak, mevcut kurumsal yapılanmanın zaafiyetleriyle korumacılık işlevini yerine getirmenin de mümkün olamayacağını düşünüyorum. Çevre Bakanlığı’nın Orman Bakanlığı ile birleştirilmesi kanımca, “ormancılık” faaliyetlerinin içerisinde ormanın ve orman ekosistemlerinin kaybolmasına, 2B’lerin yasal dayanak kazanmasına ve “çevre”nin kanalizasyon, çöp gibi altyapı yatırımlarına indirgenmesine hizmet etmiştir.
Mevcut hükümette Çevre ve Şehircilik Bakanlığı kurulmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Şehircilik politikaları genellikle İstanbul’un kuzeyinde yeni kentler kurma kararında olduğu gibi çevre koruma anlayışıyla çelişiyor. Bu karar Çevre Bakanlığı’nın işlevini tamamen ortadan kaldırmak olarak görülebilir mi?
Çevre ve Orman Bakanlığının aynı siyasi irade tarafından sadece bir ay içerisinde önce Çevre Orman ve Şehircilik Bakanlığı olarak değiştirilmesi, sonra da “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı” ile “Orman ve Su İşleri Bakanlığı” olarak parçalanması, üzerinde dikkatle durulması gereken bir husus. Esasında 2007-2013 dönemini kapsayan 9. Kalkınma Planı’na bakıldığında, bu yeni yapılanmanın beklenen bir durum olduğu söylenebilir. 9.Plan stratejisi, 5 temel eksen üzerine kurulmuş olup, çevre, Rekabet Gücünün Artırılması başlığı altında ve “çevrenin korunması ve kentsel altyapının geliştirilmesi” olarak yer almaktadır. 9. Plan temel hedef olarak, “sürdürülebilir büyüme”yi amaçlıyor. Çevrenin korunmasını ise, “uzun vadede rekabet gücünü artırıcı” bir araç olarak görüyor. Bu alanda da çevresel önceliklerini, altyapı yatırımlarının tamamlanması, biyolojik çeşitliliğe ve genetik kaynaklara ekonomik değer kazandırılması olarak belirlemiş durumda.
Öte yandan Türkiye’de kentler, finansallaşma, rant ve spekülasyon alanı olarak hızlı biçimde dönüştürülüyor. Ülkede ekonomik büyümenin merkezinde üretim değil, tüketim ve kentsel yatırım yer aldığı için, (üstelik bütün bu yatırımlar borçlanarak gerçekleştirilmektedir), çevreyi bir altyapı sorunu olarak görmek ve bu dönüşümün bir aracı haline getirmek bu politikalar bakımından “normal”! Dolayısıyla çevre şimdi de borçlanarak gerçekleştirilecek yeni kentsel mekânlar ve altyapı için kullanılacak. Yani bu bakış açısıyla çevre koruma anlayışı, kentsel altyapı faaliyetleri ile atık su, kanalizasyon, çöp sorunlarının noktasal olarak çözümüne indirgenmiş oldu.
Bilimsel gerçeklere uygun olarak çevrenin ekosistemlerin bütünlüğünü gözeten, doğal ve yapay tüm ekolojik, kültürel ve tarihi değerlerin tamamı olarak ele alınması halinde, mevcut kurumsal yapılanma ve politikalar ile bu değerleri korumak elbette mümkün olamaz. Suyu topraktan, ormanı iklimden, biyolojik çeşitliği çevresel etki değerlendirmesinden ayırıp, farklı kurumların sorumluluğuna vermek, ülkede çevre konusunda kurumlar arasında var olan yetki karmaşasını daha da artırır. Ancak vurgulamaya çalıştığım gibi bu yaklaşım, benimsenen ekonomi politikaları bakımından yadırganacak bir durum da değil. Örneğin, ilgili siyasi otoritelerin belirttiğine göre, artık “su akıp Türk bakmayacak”!
Yani, su kaynakları altyapı yatırım hedeflerinden olan enerji arzı için en uygun mallar olarak piyasada işlem görecek. Eğer suyu bizatihi bir çevresel değeri olan, insan dahil tüm canlılar ve cansızlar için vazgeçilmez yaşamsal bir varlık olarak kabul eden politika anlayışı ile hareket edilirse, elbette suyun piyasalaştırılmasına yol açacak işlemlerin benimsenmesi mümkün değil. Ancak, su gibi tüm çevresel varlıklar, sürdürülebilir büyümenin sağlanmasına yarayan mallar olarak görüldüğü müddetçe, adı ve statüsü ne olursa olsun, oluşturulacak kurumlar bu malın piyasaya kazandırılması işlevine hizmet eder.
Meclis’teki Çevre Komisyonu’nun çalışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bakanlıkla karşılaştırıldığında daha fazla denetim işlevi görmesi gereken bu komisyon işlevini yerine getirebiliyor mu?
TBMM Çevre Komisyonu’nun denetimden daha çok yasama faaliyetine ağırlık verdiği düşüncesindeyim. Bu çalışmalarda Bakanlık ile kıyaslandığında Komisyon’un katılımcılığa görece daha fazla önem verdiğini izliyorum. Ancak Komisyonun, ÇED, madencilik, 2B benzeri birçok konuda yapılan yasal değişikliklerle çevresel tahribata yol açılmasını önlemede çok etkisiz kaldığı görüşündeyim.
Sizce bir Çevre Bakanlığı nasıl olmalı, nasıl çalışmalı ve hükümet içindeki asıl işlevi ne olmalı?
Görece özerk, hiyerarşik olarak diğer tüm Bakanlıkların üzerinde, temel işlevi politika, norm, kriter geliştirmek, eşgüdüm ve denetim yapmak olan, taşra teşkilatı su havzaları dikkate alınarak ekolojik havzalarda bölgesel düzeyde örgütlenmiş bir kurumun daha etkili ve işlevsel olacağını düşünüyorum.
Çevre Bakanlarının çevre ve ekoloji hareketlerindeki aktivistlerle sürekli karşı karşıya gelmesi normal bir durum mudur? Sizce çevrecilerin Çevre Bakanlığı ile bir gün aynı paralele gelmesinin imkanı var mı? Ya da olması gereken bu mu, yoksa normal olan zaten mevcut olan çatışma hali mi?
Kuşkusuz aktivistlerle kamu yönetimi organlarının her zaman her konuda aynı biçimde düşünmesi ve hareket etmesi beklenemez. Ama benim diğer ülkelerde ve bir zamanlar da Türkiye’de gördüğüm kadarıyla, çevre bakanlıklarının en önemli destekçileri, ortakları ve işbirliği içinde oldukları güç sivil toplumdur. Çevre bakanlıkları, diğer bakanlıklara veya özel sektöre, hatta kimi zaman vatandaşlara kabul ettirmekte zorlandıkları koruma ilkelerini, çoğu kez bu tür örgütlerin desteği ve lobi faaliyetleri ile sağlarlar.
Türkiye’de çevre konusunda hassasiyet gösteren her bir bireyin, örgütün Bakanlık tarafından doğal bir ortak olarak görülmesi gerekir. Ama temel politika farklılıkları nedeniyle ne yazık ki kısa dönemde bu pek mümkün görünmüyor. Bunda bir ölçüde görece daha eski ve kurumsallaşmış STK’ların kamuoyu oluşturma, baskı grubu olarak çalışma yerine proje ofisi biçimine dönüşerek, kendilerini adeta birer “küçük çevre bakanlığı” yerine koymalarının da etkisi var.
Ama temel neden, Bakanlığın uluslararası hukukun da kendisine verdiği yasal görevleri gereği salt çevrecilerle değil, onlarla birlikte merkezi ve yerel düzeyde tüm kamu kurumları, özel sektör, sivil toplum kuruluşları ve bireylerle işbirliği ve dayanışma içerisinde olması ve katılımcılığı özendirecek önlemleri alması gerekirken, uygulamada bunun tam aksi bir tutum içinde olduğu izlenimi vermesidir. Çevre doğrudan demokrasinin gerçekleştiği en önemli politika alanıdır. Bu bağlamda kamu yöneticilerine düşen, bilimsel ve çağdaş gelişmelerin gerektirdiği politikaları, mümkün olan en geniş katılım, dayanışma, işbirliği ve işbölümü içinde oluşturmak ve uygulamak olmalıdır. Türkiye’de ise şimdilik bu tür bir yaklaşımın ipuçlarını ne yazık ki göremiyoruz.
“İNSANLAR niye birbirine bağırıyor biliyor musun?” dedi Psikiyatr Cem Mumcu…
Bilemedim cevabı… Öfkelendikleri için mi? Haksızlığa tahammül edemedikleri için?
“Hayır!” diye devam etti. “Korktukları için…” Sonra bir anısını anlattı: “Geçenlerde bir taksi şoförüyle müthiş bir kazadan kıl payı kurtulduk. Direksiyon başında tir tir titriyordum. Öyle gergindim ki arabayı keskin bir frenle durdurdum, kapıyı açtım. Baktım taksici de inmiş aşağı, o benden daha da öfkeli. Kesin gireceğiz birbirimize, adam bana bağırmaya başladı, tam aynı tonda cevap vereceğim, bir anda ne olduysa ağzımdan şu cümle döküldü: ‘Çok korktum be kardeşim!’ Karşımda bana bağırıp çağıran adamın yüzü aniden değişti, salladığı kolları bedeninin yanına düştü, özür dilerim ağabeycim dedi, ne oldu anlamadım!”
Cem Mumcu’nun teorisine göre, karşımız-dakine duygularımızın nedenini açıklarsak, bağırıp çağırmaya, kavga etmeye sebep kalmıyor. Örneğin, karşımızdaki adam ya da kadın bizi rahatsız eden bir davranışta buluyorsa, “Yapma bunu çünkü beni kırıyor, yapma çünkü ölesiye korkuyorum, yapma bu davranış beni öfkelendiriyor çünkü… ” diye başlayan cümleler kurduğumuzda karşımızdakinin olumlu yanıt vermemesi mümkün değil. Mümkün değil de…
Nerede bizde o cesaret? Korktuğunu, kırıldığını, kendini kötü hissettiğini söylemek günümüzde eziklikle eşdeğer. Oysa öylesine çok korkuyoruz ki olan bitenlerden. Korktukça, korkutuldukça bir kenara sıkıştırılmış kedi misali saldırıyoruz! Bağırıp çağırıp karşı tarafı sindirmeye çalışıyoruz. Oysa ürkmüş, korkmuş, endişelenmiş çocuklarız sadece!
★
Cuma gecesi yakın bir arkadaşımdan mesaj geldi… “Burada olmalıydın, Açıkhava karıştı”
diye… Sonrasını anbean “Messenger”dan detaylarıyla izledim önce fotoğraflarla, ardından protestoları kendi kulağımla dinledim! Teknoloji acayip bir şey, korkutucu! Olayı herhalde hepiniz biliyorsunuz. “Buica ve Suyun Kadınları” konserinde Tuncelili, Kürt sanatçı Aynur Doğan sahnede Kürtçe şarkı söylediği için protesto edildi. Pardon sosyal medyada ağzıma geleni hemen o dakikada yazdığım için, gelen tepkilerden anlıyorum ki, protesto söylediği ilk Kürtçe şarkıya değilmiş, sonrasında niye Kürtçe devam etmiş, niye Türkçe söylememiş? Ne fark eder sevgili okuyucu? Ne fark eder? Açıkhava-‘yı Caz Festivali için dolduran kalabalığa hep beraber bakalım… Paralı, kalburüstü, okumuş olduklarına kuşku yok herhalde! Hani beyaz Türk cinsinden! “Madem şehitler dışında başka bir şey düşünmüyorlardı niye koştur koştur konsere gittiler” hamasetini yapacak değilim. Ama o kalabalık o gece bir sanatçıya, bir kadına büyük bir ayıp işledi… Aynur Doğan, Kürtçe ağıdını okudu, ardından ikinci Kürtçe şarkıda protestolar başladı. Sahneye minderler, pet şişeler fırlatıldı. Tabii ellerine ne gelirse onu fırlatır bu sizden benden üstün azınlık, Ahmet Kaya’ya çatal bıçak, Aynur Doğan’a pet şişe! Ve bu tepki Açıkhava’yı dolduran dinleyicilerin yüzde 30’unun tepkisiydi. Az buz bir oran değil yani. Sonrasında İstiklal Marşı okumaya kalkmalar, Aynur Doğan sahneden ininceye kadar yerlerini terk edenler, ıslıklar, yani primitif insanın yapacağı her tür gösteri… Kısaca, o gece “Beyaz Türkler” Aynur Doğan’a haddini bildirdi ve rahat etti! Zamanında Ahmet Kaya’ya da yapmıştık, Hrant Dink de nasibini aldı “burnunu sokmaması” gereken konulara girdiği için, “milletin iradesi” diye diye içimize fenalık getirdikleri Meclis’te aynısını yaklaşık 300 bin oyla seçilen Merve Kavakçı’ya da yaptık! Bugün ise 13 canımızı kaybetmenin “sözde” acısıyla bir sanatçıya daha haddini bildirdik. Sözde acı diyorum; çünkü bir dile, bir kimliğe düşman olmanın o acıyla, o gençleri toprağa vermekle falan ilgisi yok. O şehitlerin birkaçının evinden Kürtçe ağıtlar yükseliyordu, acaba haberiniz var mı? Kimliğimiz insanlığımızın bir parçasıysa değerlidir; insanlıktan çıkarıyorsa o kimliğe lanet olsun, Türk ya da Kürt! Şiddet maalesef her türden ırkçı, şoven ve faşistin sesini yükselmesine ve küstahlaşmasına sebep oluyor. Özgürlükçü demokratlar ise siniyor, sindiriliyorlar! Şiddet arttıkça had bildirme güdüsü artıyor! Ahmet Kaya’ya 10. Yıl Marşı, Aynur Doğan’a İstiklal Marşı… Ama bugün farklı! Kimse kusura bakmasın ama bu öfkeli kalabalığa ortalığı bırakacak değiliz! Yok öyle yağma! Bu topraklar hepimizin, bu kültürler, bu kimliklerle gurur duyuyoruz. Açıkhava-‘da İstiklal Marşı söyleyenlere gelince… Komiksiniz, acınası haliniz var! Öylesine acınası ki bilmeye, görmeye, tanımaya bile çalışmadığı bir kimlikten, bir dilden korkan küçük çocuklar gibisiniz. Korktukça saldırıyorsunuz. Ama yemezler! Bu sefer olmaz! Bu ülke bu faşist kafadan çok çekti, bu kafa sayesinde çok kanlar döküldü, çok canlar gitti… Bu ülkenin tüm çocuklarını sizlere emanet etmeye hiç ama hiç niyetimiz yok! Bence bırakın korkularınızı bir tarafa, anlamaya çalışın ve aynaya bakın!
Almanya’da düzenlenen Kadınlar Dünya Kupası’nın şampiyonu Amerika Birleşik Devletleri’ni yenen Japonya oldu. Normal süresi 1-1, uzatmaları ise 2-2 biten karşılaşmayı penaltılarla Japonya kazandı ve tarihlerinde ilk defa Dünya Şampiyonu oldu.
Maç içerisinde iki kere öne geçen Amerika Birleşik Devletleri, Japonya’nın beraberliği sağlamasını engelleyemedi. Penaltılara kalan karşılaşmayı 3-1 Japonya kazandı. ABD ilk üç penaltının hepsini kaçırırkene Japonya ise üçte iki isabet sağlayarak büyük bir avantaj yakaladı. Wambach’ın gole çevirdiği penaltıdan sonra 11 metreye gelen Kumagai topu ağlarla buluşturdu ve kupayı Japonya’ya getirdi.