Ana Sayfa Blog Sayfa 5094

Trabzonspor Şampiyonlar Ligi’nde

0

Fenerbahçe’nin Şampiyonlar Ligi’nden men edilmesinin ardından, Türkiye’yi Lig’de temsil edecek olan takım belli oldu: Trabzonspor.

Fenerbahçe Şampiyonlar Ligi dışında

0

UEFA, Fenerbahçe Spor Kulübü’nün bu sezon Şampiyonlar Ligi’ne katılmaktan çekilme kararı vermesi gerektiğini TFF’ye iletti ve TFF de Fenerbahçe’nin bu sezon Şampiyonlar Ligi’ne katılamayacağını açıkladı.

Türkiye Futbol Federasyonu, Fenerbahçe’nin bu sezon Şampiyonlar Ligi’ne katılamayacağını açıkladı.

TFF’nin resmi internet sitesinden yapılan açıklamada, “UEFA, 23 Ağustos 2011’de Türkiye Futbol Federasyonu’na gönderdiği yazıda, ülkemizde sürmekte olan şike soruşturması çerçevesinde, Fenerbahçe Spor Kulübü’nün bu sezon Şampiyonlar Ligi’ne katılmaktan çekilme kararı vermesi gerektiğini, kulüp bu yola gitmeyecek olursa, Türkiye Futbol Federasyonu’nun Fenerbahçe’yi 2011-2012 sezonunda Şampiyonlar Ligi’ne katılmaktan men etmesi gerektiğini, bu 2 yoldan herhangi birisi benimsenmeyecek olursa, UEFA’nın kendi disiplin soruşturmasını başlatabileceğini ve Türkiye Futbol Federasyonu yani ülkemiz aleyhine disiplin yaptırımları uygulama yoluna gideceğini bildirmiştir.

Bu yazı üzerine durum TFF tarafından yazılı olarak derhal Fenerbahçe Kulübü’ne bildirilmiştir. Fenerbahçe Spor Kulübü, 24 Ağustos’ta TFF’ye gönderdiği cevabi yazıda, TFF’nin bu konuda iddianamenin mahkemece kabulünün beklenmesine yönelik kararına saygı duyduğunu ve kendisine tanınan kısa süre içinde böylesine önemli bir konuda herhangi bir karar almasının fillien mümkün olamayacağını bildirmiştir.

Bu gelişme karşısında, durum 24 Ağustos’ta TFF Yönetim Kurulu’nun yapmış olduğu olağanüstü toplantıda ele alınmış ve gerek Fenerbahçe’nin maruz kalabileceği, ağır disiplin yaptırımları gerekse Türkiye Futbol Federasyonu’nun yani ülkemizin maruz kalabileceği disiplin yaptırımları göz önünde bulundurularak, Fenerbahçe Spor Kulübü’nün bu sezon UEFA Şampiyonlar Ligi’ne katılmaktan men edilmesine karar verilmiştir” ifadeleri kullanıldı.

“Biz açıklamamızı yaptık. Söylenecek çok fazla şey yok. Siz, son birkaç saatten haberdarsınız ama birkaç gündür devam eden bir süreç vardı” diyerek sözlerine başlayan Aydınlar, NTV Spor’dan Emek Ege’nin sorusu üzerine, “UEFA müfettişi geldikten sonra başladı diyebiliriz ama aslında daha önce de devam ediyordu. Biz yine iddianemiyi bekleyeceğiz” dedi. Aydınlar, kararın Türkiye Futbol Federasyonu tarafından alındığını söyleyerek kısa açıklamasına devam etti: “Kararı Futbol Federasyonu aldı. UEFA’nın talebi doğrultusunda bu kararı aldık. İzlediğimiz sürecin doğru olduğunu düşünüyoruz. İddianemeyi bekleyeceğiz ama UEFA Şampiyonlar Ligi’ne büyük önem veriyor. O nedenle yaptırım uygulamak istedi.”

Ak’la Kara

Beckett, satrançta, taşlar başlangıç pozisyonuna yerleştirildikten sonra yapılacak her hamlenin oynayanın gücünü zayıflatacağını söyler. Her biri prezentabl üniformasıyla “kazanma”ya endeksletilmiş genç girişimcilerle dolu endüstriyel toplumu oluşturan piyonların, olsa olsa “90 dakkada başarının sırrı” kitapları okuduğu düşünülünce, varsa yoksa moral bozacak bu söz, tıpkı ölümü hatırlatan mezarlıklar gibi sosyal hayatın dışına atılmalıdır. Adorno’nun yeniden canlandırmaya gayret ettiği ve en eski çağlardan beri bilimin esas alanı olan pesimist kavrayışın, uç örneklerinden biri olan Beckett’da; ideal bir satranç partisinde yenilgi ve kayıp kaçınılmaz olduğuna göre, taşların yerlerinden hiç kıpırdatılmaması gerekir(di).

Tek taraflı ateşkesine karşılık alamayan PKK’nın, bir süre sonra gencecik askerleri öldürmesiyle fitilini yaktığı ateş, önceki gün Türkiye ordusunun gencecik PKK askerleri yanında öldürdüğü, aralarında 4 bebek-çocuk ve bir hamile kadının bulunduğu trajediye dönüştü. TSK ise rakama indirgediği canları “90-100 felan” diyerek açıkladı. Kuzey Irak’ta Türkiye aleyhine yapılan gösterilerde ise ölen 7 sivil için Türkiye devletinin özür dilemesi ve tazminat ödemesinin beklendiği duyuruldu. Tıpkı Türkiye devletinin İsrail devletinden beklediği ve gelmeyen özür ve tazminat gibi… Fakat aynı oyunun sonraki hamlesini kestirmek de zor değil. Zira İsrail bunu yapacak olsa, Erdoğan’ın bir başka dizgede takındığı omurgasızlıkla itham tavrının İsrail’e karşı da devreye girmesi kaçınılmaz ve hatta bunu beklediği de açık. Omurgasız olmayacağı anlaşılan Erdoğan’ın ise İsrail gibi suçunu güçle örtmesi de mecburi. Hep aynı trajedinin aynı dinamiklerle ilerlediği, her stratejist-vaizin nihai sonu sağlayacak vaatlerinin de, aslında daha büyük savaşın çağrıcısına dönüştüğü dev bir makine bu. Her çark kendisini iktiren diğer çarkların hareketine bağlı ve durması veya özgür iradeyle karar vermesi de imkansız… Silaha dokunmak istemeyen vicdani redcilerin alnına silah doğrultan bu makinede, eğer ölümlerin kökünün kurutulması isteniyorsa tek yapılacak olan anaların artık doğurmaması. Ölümlerden kurtulmak için yaşamın kurban verilmesi.

Hep aynı aynayı tutar gibi görünen Antik Yunan veya o ruhun temsilcisi Shakespeare tragedyaları bile farklı farklı örgülere, örüntülere sahipti. Oysa zamane trajedisinin sonraki perdesi de otomatikleşmiştir. Erdoğan, kendisini kahramana dönüştüren one minute çıkışıyla edindiği tahtta, Peres misali kendisine one minute diyecek yeni mazlum kahramanı çağırıyor. Makine ona elbette istediğini verecektir. Ancak aynı hikayenin yaratacağı yeni mazlum kahramanın öncekinden daha zalim olması da makinenin kurguladığı kaçınılmaz gerçeklik olarak duruyor. Tarih diye; kendi kendisini patlatacak bu makinenin kaderine yaklaşmasını hızlandıran veya yavaşlatan isimlere deniyor. Sadece savaşları anlatan, kaybetmenin farklı dillerde kazanmaya dönüştüğü,  sürekli kendi “biz”inden bahseden din adamları aracılığıyla müjdeli gelecek vaad etmesi, kısaca kaybetme ve kazanma sorununa ters açılardan endekslenmiş tarih canavarının, zalimleri kahramanlaştırıp ismini anmaya bile gerek olmayanları (zalimin karşıtını bulamadım) silikleştirmesi de canavarın cilvesi olarak kabul edilmeli. Bize dayatılan ve adına bilgi sahibi olmak denilen, bu.

Vahşet çağından çıkışın imkansızlaştırıldığı endüstriyel toplumda, herkesin bildiği gerçekleri yüze çarpan pesimist felsefe aslında çözümü de içinde gizliden gizliye barındırmaktadır. Bu yazı ise çözümü gizli tutmaya gerek görmeyerek kendisini sanatsal edimlerden ayırmayı göze alabilir. Çözüm nerede mi? Endüstriyel bilgi dağarcığı neyi şeytanlaştırılıyorsa işte orada!

Beckett’a göre “ideal satranç”ta, oyun bittiğinde taşlar başlangıçtaki konumuna dönmüş olmalıydı. Oysa ölümcül günümüz bilinci bunu kavramaktan aciz durumda. Çin daması bittiğinde yeni oyun alanı, hiç dışarı atılmamış taşlarıyla halihazırdır. Oysa satranç ölülerini biriktirmektedir. Zaten “biriktirmek” ve “kazanmak” endüstriyel kültürün ruhu, mitosu, dini,… ne derseniz deyini.

İşte makinenin trajedisinin aynı zamanda kendisine kah kah gülerek içine gizlediği dram…

Kazanma paradigmasının mükemmelliği ekonomistlerce de onaylanan, son yılların en hızlı kalkınan ülkesi Türkiye’nin, politik ve medyatik starlarının el ele vererek gerçekleştirdikleri dünyanın en yoksul ve yazıksanacak ülkesi konumunda bulunan Afrika ziyareti. Hayatında yalnızca 1984 isimli romanı okumuş, onu da yanlış anlamış Erdoğan ve kurmaylarının bir bilimkurgu aracılığıyla heybesini şişirdiği Türkiye’yle, tüm bu kurmacalardan habersiz her tarafından sömürülmüş Somali’nin beraber sunduğu, Ak’la – Karanın buluşması… Güler misin, ağlar mısın?

Zenginliğin, mal ve mülkiyetin, dışında kalmış Afrika. Kıçlarında don olmayan Afrika. Ahlak zabitesi TRT’nin bile kadınlarının memelerini mozaiklemediği Afrika. Hani en olunmaması gereken, en dönüşülmemesi gereken, çocuklara cin masallarıyla anlatılan ibret abidesi Afrika. Şeytanlaştırılmış Afrika…

Afrikalı, içine doğduğu dünyadan ayrılırken, yaşadığı dünyaya teşekkür edercesine onu bulduğu gibi bırakır. Onda en ufak değişiklik yapmamış olmak temel felsefesi ve hatta dinidir. Onda günah olan biriktirmektir. Bu felsefeyi dile kolay 1,5 milyon yıldır yaşatmaktadır. 200 yıllık endüstriyalizmin, 10 yıllık görgüsüz devşirmeleri ise üstüne bastığı zeminin kırılmaya yüz tuttuğundan habersiz firavunları andırmaktadır. Dünyanın yeni sahibi olduğunu iddia eden zamane dindar yöneticileri, öldürmekle gururlanır, oydukları dağları, diktikleri barajları, gezegenin kanseri olan fabrikaları, kestikleri ağaçları, kuruttukları gölleri, yıkıp yerine daha büyüğünü inşa ettikleri binalarıyla övünürler. Herşeyi daha büyüğüne dönüştürmek üzere biriktirirler. Yarattığı tanrı bile en yere göğe sığmayan cinstendir. Üstüne dünyanın dengesini şaşırttırıp susuz bırakılmış ve kendi kaynaklarına dokunmayan Afrikalıya gider ve onları makinede madenci olmaya yani kendi cennetlerinin cehennemine iktirirler. Oysa merhamet kisvesine bürünmüş ama Erdoğan’ın ağzından çıkan “veriyoruz ama paramız bereketlidir”le tamahkar takipçilerine göz kırptığı sonradan misliyle geri alacağının işaretini gözden kaçırmamak gerekir. Bu gösteri yalnızca televizyon olan yerlerden izlenebilmektedir. Bu gösterinin muhatabı Afrikalı değildir. Onlara, gökten zembille inilir ve haberdar bile olmadıkları ünlüler aracılığıyla karınları doyurulur. Ancak bilinir ki beyaz şeytan verilen bulgurun çok daha fazlasını zaten kendisine ayırmıştır. Bürokrasi denen kağıt değiş-tokuşu yalnızca daha karlı olana yönelmiş olduğundan, ayırmamış olması da mümkün değildir.

Beckett’ın Godot’yu Beklerken trajedisini de anmak gerekir. Zamane biriktirmeci kazanma heveslisi insan müsveddesinin hiçbir şeyi bekleyecek zamanı yoktur. Böylelikle koşa koşa gitmektedir Godot’ya. Üstelik her birikim aynı anda yetmeme anlamını içinde taşırken, kazanmak ise kaybedilecek günleri çağırmakta ve aynı zamanda kaybettirmenin hikayesini de anlatmaktadır. Oysa Afrikalının kısa olduğu için acımamız beklendiği ömrü, en imkansızı beklemeye bile muktedirdir. Belki de günahkarlığı sebebiyle kendisini ebedi ölümle ödüllendirmiş “ak” insanın kulağına, “kara” Afrikalının, atalarından kalma şu ilahiyi fısıldamış olmasını dilerdim. Belki böylelikle ister dini, ister modern olsun ama temelde aynı biçimde şaşmaz ve kesin doğruların var olduğunu kafaya kakan ve belki de makinenin tek önemsediği de bu olan budalalığından sıyrılıp, kendi özgür iradesiyle, kendi entelektüel aklını kullanmayı tekrar hatırlayabilir(di).

 

Varlıklardan çok

Nesneleri dinle.

Ateşin sesi işitilir,

Suyun sesini dinle,

Dinle rüzgarda

Hıçkıran çalılığı,

Ataların soluğudur bu.

Ölenler asla gitmediler,

Aydınlanan gölgede onlar

Ve yoğunlaşan gölgede,

Ölüler yerin altında değil,

Titreyen ağaçta,

İnildeyen odunda,

Akan suda,

Uyuklayan suda,

Kulübede, kalabalık içinde onlar,

Ölüler ölü değil.

Söz hiç biter mi? – Mithat Sancar

Sözün bittiği yerdeyiz!” Çok melun bir tekerleme bu, baldıran zehrini andırıyor! Bunu kabul etmek, o zehri içmek gibidir. Sözün yerini bombaların, kurşunların alacağı belliyse, susmak tükenmeye razı olmaktır!

Yakın ve uzak geçmişimiz, gücün ve şiddetin, hayatı ve sözü tahakküm altına aldığı ve tükettiği dönemlerle doludur! Şüphesiz bize mahsus değil bu durum. Başka birçok toplum da acıyla yaşamıştır bu tecrübeyi.

ABD’de 11 Eylül saldırılarının ardından oluşan havayı hatırlayalım mesela! Zamanın Başkanı Bush, “Ya bizden yanasınız ya da teröristlerden” derken; sözün değersiz, ak ve kara dışındaki bütün renklerin hükümsüz kalacağı bir dünya tasavvuru çiziyordu. Sonrasında dünyanın aldığı hâl malum: Baskı, şiddet, savaş, yıkım, ille de ölüm, ölüm, ölüm… Bush’un ve şürekâsının sonu da malum!

Memlekette savaş rüzgârları esiyor yeniden; ne rüzgârları, resmen kasırgaları! Bu seferki savaşın, öncekilerden çok farklı olacağı yönünde güçlü bir algı da var. “Sonuna kadar ve topyekûn savaş” beklentisi yerleşti sanki. Kimileri bunu istiyor, istemekle kalmayıp körükleyenler de var, hem de çok. Kimileriyse, yaklaşan şeyin korkunç bir felaket olduğuna inanıyor! “Söz”den gayrı bir imkânları yok bu felaketi engellemek isteyenlerin. Onu da ellerinden almak için, çirkin tezgâhlar devreye sokuluyor.

Ben bu felakete mahkûm ve mecbur olmadığımıza inanıyorum. Peki, nasıl savuşturulabilir bu kasırga?

Sözün çok zorlandığı bir yerde olduğumuz kesin. Lakin sözün imkânlarını bol bol kullanıp tüketerek gelmedik bu noktaya. Aksine, “söz”ün barındırdığı barışçıl çözüm potansiyelini hakkıyla değerlendiremediğimiz için buradayız. Bu potansiyelin en önemli bölümünü “müzakere” dediğimiz şey oluşturuyor.

Müzakere, çatışmaların barışçıl çözümünde kullanılan muhtelif araçların toplamını ifade eder. Değişik toplumlarda yaşanan tecrübelerin de gösterdiği üzere, “çok katmanlı bir süreç”tir müzakere.

Kürt sorununa benzer çatışmalarda, silahları susturmak için yürütülecek müzakerelerde, silahlı örgütü doğrudan veya dolaylı olarak sürece dâhil etmek gerekiyor; tabii barışçıl bir çözüm isteniyorsa.

Barışçıl çözümü hedefleyen müzakere sürecinin işleyebilmesi için, tarafların “silahla bir yere varılamayacağını” kabul etmeleri şarttır. Geçen hafta da yazmıştım, bir süreden beri Öcalan’ın şahsında PKK’nin de yer aldığı bir müzakere süreci yürüyor; daha doğrusu yürüyordu. Bu süreç, sonuçsuz kalmış görünüyor.

Bunun en önemli sebebi, tarafların silahtan medet ummaktan hiç vazgeçmemiş olmalarıdır bence. İki taraf da, silahla elde edilebilecek şeyler olduğuna inanıyor hâlâ.

Biraz geriye gidelim! AKP’nin “demokratik açılım” adıyla başlattığı çalışmalar sırasında, PKK’yi diplomasi ve güvenlik yöntemleriyle etkisizleştirme seçeneğini sürekli telkin eden bir çevre vardı. AKP’nin politikalarını etkileme gücü olan bu çevre, Öcalan’la pazarlık yapılmasına, PKK’yle temas kurulmasına prensipte karşı değildi. Ama bir şartla; önce PKK, askerî ve siyasi açıdan zayıflatılmalı, hatta mümkünse beli kırılmalıydı. KCK operasyonları, bu tezin AKP’ye kabul ettirilmesinin bir sonucuydu ve PKK’yi siyasi açıdan etkisizleştirmeyi hedefliyordu.

Bu tezin sahipleri, PKK’nin askerî açıdan belini kıracak tüm imkânların ve araçların henüz kullanılmadığını düşünüyorlar. AKP, uzun süre bu telkinlere sıcak bakmadı. Ancak, Haziran 2011 seçimlerine gidilirken, özellikle mart ayından itibaren, ibre bu yana kaymaya başladı. Başbakan’ın seçim kampanyası sırasında kullandığı sert ve milliyetçi üslup, bu tercihin bir yansımasıydı. Başbakan, işi BDP’yi ve Öcalan’ı aşağılamaya ve tehdit etmeye kadar vardırdı. Seçimlerden sonra “yemin krizi”nde de benzer bir tavır takındı. Bir yandan da, PKK’yi etkisizleştirmenin bir yolu olarak, Öcalan’ı Kandil’e karşı kullanma anlamına gelen manevralar yapıldı.

AKP’nin bu politikaya kaymasının psiko-politik, taktik vb. sebepleri var. Bunları ayrıca tartışmak lazım! Fakat bu kaymada, PKK’nin, daha doğrusu bir bütün olarak Kürt hareketinin tavrının da önemli bir rol oynadığı şüphesizdir.

Kürt hareketi, müzakereyi en çok isteyen taraf olarak görünmesine rağmen, müzakere sürecini canlı tutup derinleştirecek siyasi beceriyi gösteremedi. Askerî ve siyasi açıdan tasfiye edileceğine dair endişe, Kürt hareketinin siyasi manevra kabiliyetini kilitledi. Bu endişenin etkisiyle, AKP’yi baş düşman ilan etme ve bütün enerjisini AKP’yle mücadeleye harcama gibi bir noktaya sürüklendi. Bu mücadelede demokratik siyasetin araçlarından çok, silahlı gücüne güvendi. Kamuoyunda infial yaratan eylemlerle, AKP’yi köşeye sıkıştırmayı hesapladı.

Kürt hareketi, böyle yapmakla, müzakerenin temellerini zayıflattı. Zira müzakere, sadece iki tarafın temsilcilerinin karşılıklı görüşmesinden ibaret değildir; daha önce de söylediğim gibi, çok boyutlu ve çok katmanlı bir süreçtir. Bu katmanların en önemlisi, demokratik siyaset zemini ve yöntemleridir. Toplumun değişik kesimlerini kendi tezlerinin haklılığına inandırmak ve karşı tarafın politikasının meşru olmadığına ikna etmek, demokratik siyasetin asli amacıdır. Bu açıdan parlamento hayatî bir işleve sahiptir. “Yemin krizi”ni, parlamentoyu dışlamaya varacak bir meydan okumaya dönüştürmekle, Kürt hareketi, müzakere sürecinin can damarlarından biri olan katmanın işlevini budadı. Buna ilaveten, tek yanlı “özerklik ilanı” gibi, sadece hükümete değil topluma dayatma anlamına gelen ve demokratik siyasetin özüyle çelişen şeyler yaptı.

“Müzakere süreci”nin bir katmanında da, toplumsal/sivil aktörlerin etkili faaliyetleri yer alır. Siyasi aktörler, felaketin yaklaştığı durumlarda kendi pozisyonlarından taviz vermeye, geri adım atmaya kolay kolay yanaşmazlar. Bazen bunu isterler, ama kendi elleriyle fanatikleştirdikleri tabanlarından ve kamuoyundan çekinirler. Âkil insanlar ve makul girişimler, özellikle bu gibi durumlarda, taraflara ve topluma çıkış yolu sunacak bir rol oynayabilirler.

Bu çatışmayı bitirmenin savaştan başka bir yolu olmadığını savunanlara hatırlatalım: İnatla davet ettiğiniz ve şu an tepemizde dolaşan hayalet, iç savaştır. Ve “bütün iç savaşların ortak paydası, yıkım ile öz yıkım arasındaki ayrımın ortadan kalkmasıdır”. İç savaşların galibi olmaz; bir “Pirus zaferi” bile mümkün değildir.

Sözün bittiği falan yok, söz hiç biter mi!

Mithat Sancar – Taraf

Yer ABD, yine deprem, yine nükleer alarm

ABD’de dün yaşanan 5,9 şiddetindeki depremin ardından, ülkedeki 12 santral acil durum alarmına geçti.

ABD’de dün gece meydana gelen 5.8 depremin ardından ülke Fukuşima sendromu yaşıyor.

Depremin merkezine sadece 24 kilometre uzaklıkta olan North Anna Nükleer Santrali’nin 2 reaktörü otomatik olarak kapandı. Ülke genelindeki 12 nükleer santral ise tesislerde meydana gelen ‘beklenmedik gelişmeler’ nedeniyle üretime ara verdi.

Depremin etkilediği santrallere ikinci darbeyi de Irene kasırgası vurdu. Deprem sırasında enerjisini otomatik olarak kesen reaktörlerin kasırgada da hasar gördüğü belirtildi.

Reaktörlerin soğutma sistemini çalıştıran 4 dizel motor arızalandı. Hasar tespit çalışmaları yapılan santralde beşinci bir dizel jeneratör kurulmaya çalışılıyor.

6,2 büyüklüğündeki depreme dayanıklı olarak tasarlanmasına rağmen North Anna nükleer santralinin soğutma sisteminin arızalanması, ABD’de nükleer bir endişeye yol açtı.

Ancak sektör temsilcileri deprem ve kasırga sırasında ortaya çıkan aksaklıkların öngörüleri doğrultusunda ilerlediği açıklamasını yaptı.

ABD genelinde deprem sonrası 12 nükleer santralin alarm vermesi ve Irene kasargısının 27 Ağustos’ta New York gibi batı kıyılarını vurma ihtimali ülkeyi tedirgin etti.

Japonya’daki 9 büyüklüğündeki depremin ardından Fukuşima nükleer santralinin soğutma sistemi arıza yapmış ve patlamıştı. Fukuşima Çernobil’den beri en büyük nükleer facia olarak tarihe geçmişti.

Dün geceden beri kapalı olan North Anna Santrali, 450 bin evin elektrik ihtiyacını karışılıyordu. (NTV)

Zafer Kecin: “Vadimize, suyumuza uzaktan bakmayacağız”

Türkiye Sarı Yazma‘yı ve Loç Vadisi‘ni, 2008′de başlayan HES mücadelesi ile tanıdı. Devletin herkesten habersiz ORYA Enerji ve Ümran Boru şirketlerine ihale ettiği Vadi’nin halkı önce Hidro Elektrik Santrali’nin, ekolojinin ne olduğunu öğrendi. Öğrenir öğrenmez de bugüne kadar gelen uzun soluklu mücadelelerini başlattılar. Hukuki süreç bugün Loç Vadisi halkının lehine gelişiyormuş gibi gözükse de, ekoloji ve geleneksel yaşam hakkı mücadelelerinin henüz başında olduklarının farkındalar.

2008′den bu yana çeşitli etkinliklerle kamuoyuna erişen Loç Vadisi halkı ve Loç Vadisi Koruma Platformu, sevenleri ve destekçileriyle 2-3 Temmuz’da, artık geleneksel hale gelen Loç Vadisi Doğa Şenliği‘nde buluştu. Ankaralı çevre aktivisti ve Kültürlerarası Araştırmalar Derneği (KAD) kurucu üyesi Doğu Eroğlu, bu etkinlik sırasında Platform’un kurucularından ve mücadelenin önde gelen isimlerinden olan Zafer Kecin‘le bir röportaj yapma imkanı buldu.

Bu röportaj ilk kez içeriği adı geçen dernek üyelerince oluşturulan Homo Insurrectus (Başkaldıran İnsan) başlıklı blogta (http://homoinsurrectus.wordpress.com/) yayınlanmıştır. Eroğlu’nun röportajını kendisinin izni ile yayınlıyoruz.

Bize kendinizi tanıtabilir misiniz?

Loç Vadisi doğumluyum. 14 yaşında babamı kaybettikten sonra İstanbul’a göç ettim. 19 yıl İstanbul’da yaşadım. İstanbul’a indiğim zaman elektrik tesistaçısına çırak olarak girdim. 19 yıl bu alanda çalıştım. 97 Ağustos’unda sülüs (askerlikle ilgili belge) almak için geldiğim köyümde sülüsümü aldım, askere gittim ve 11 yıl köyüme gelmedim.

2008’e kadar bir daha hiç gelmediniz mi?

Gelmedim. Rüyalarımda görüyordum burayı. Çok ilginçtir, SİT’in yapılacağı kayanın oralarda yürürdüm ve oraya yol yapılmış olduğunu görürdüm rüyamda. Daha sonra kadro süreçleri için geldim köyüme; yerlerimiz yazılmış mı yazılmamış mı onun kontrolünü yaptım. Ailem adına geldim yani.

Köyde daha önce hiç kadastro çalışması yapılmamış mıydı?

Yapılmamıştı. Tabi bir-iki yıllık çalışmaları oldu önce. Ben 2008 yılında geldiğimde projeler çıkmıştı. Buraya gelince “İstanbulsuz yaşayamam” derken huzurun burada olduğunu gördüm. Burada kalmak geldi içimden ve kaldım. Senenin 7-8 ayını burada geçiriyorum, 3-4 ayını İstanbul’da geçiriyorum, veyahut tam tersi. 2008 yılında tamamen göçmeye karar verdim. Tabi ben buraya geldiğim zaman HES çalışması değil, stabilize, yani ön çalışmalar yapılıyordu. Burada insanlar vardı ve çalışmaları görüyordum; ne diyebilirdim ki adama. Hiçbir şey diyemezdim ama kızıyordum yani, bunları istemiyordum. 2009 Mart ayında halkı bilgilendirme toplantısı (ÇED prosedürü gereği, halka projenin anlatılması gerekiyor) duyurusu yapıldı. İstanbul’da bizim derneğimiz var, derneğimizden de buraya gelindi otobüsler tutularak. Bir pazartesi günüydü, haftasonundan geldiler İstanbuldakiler. Cumartesi-Pazar köy oldukça yoğundu. O bilgilendirme toplantısında bir bütün olarak, derneğimizle, bölgenin insanıyla, herkes bu projeye karşı olduğunu bildirdi. Bu sırada bölgeye Ankara Hacettepe Üniversitesi’nden hocalar geliyordu. HES’le ilgili çalışmalar yapılıyordu.

Süreç böyle devam ederken bir haber çalkalanmaya başladı: Dernek barajı istiyor durumuna geldi, saf değiştirdi. Zaten ben buna karşıydım ama çok da bir şey bilmiyordum. Ama nasıl diyeyim, Devrekani Çayı burada kapatılıyordu. 8 kilometrelik bir vadi, 2 kilometresine gölet, 5 kilometresi çelik borularla taşınıyor, 7 kilometre. İşte 500 metre girişine, 500 metre çıkışına bir şey kalıyor. Artı, buraya gelecek dışarıdan işçiler; 200-300 kişiden bahsediliyor ve bunlar genç insanlar. Burada Loç’un nüfusu yaşlı, artı örgütlü bir toplum değiliz.

Hem ekolojik, hem de sosyal sıkıntılar yaşanabileceğini o zaman öngördünüz yani.

Bunları görüyordum ve bu şirket buradan bir rant elde edecek, ben köyümün rant alanına çevrilmesini istemiyordum. Tabii, ben bunları gerekçe göstererek karşı çıkıyordum. Tamam, ekolojik denge şu-bu falan konuşuluyordu ama ben bunları bilmiyordum.

Loç Vadisi ile ilgili biraz bilgi verir misiniz, tam olarak neresidir?

Loç Vadisi dediğimiz, Kastamonu Cide’ye bağlı, dört tane köyden oluşan alanı kapsayan bölgeye halk arasında verilen isimdir. Etrafımız hilal biçiminde Küre Dağları Milli Parkı ile çevrilidir. Loç Vadisi, iki kanyon arasında kalan 8 kilometrelik bir vadi. Bölgede, Dağlı Kuylucu diye adlandırdığımız dünyanın en geniş ağızlı dikine mağarası bulunuyor. Küre Dağları Milli Parkı’yız. Valla Kanyonu var, Ilgarini ve Kılıçlı Mağaraları var. Sit alanları var, At Köprüsü adını verdiğimiz tarihi bir köprü ve Koca Kalesi adını verdiğimiz Türklerden önceki yaşama ait bir alan var. Tabi biz bunları mücadeleden önce biliyorduk. Mücadeleden sonra bölge ile ilgili çok farklı şeyler de öğrendik. Bir uzman geldi, vadinin güney tarafının Akdeniz bitki örtüsüne sahip olduğunu, kuzey tarafının ise Karadeniz bitki örtüsüne sahip olduğunu söyledi. Güney tarafta sandal ağaçları var, kuzey tarafta kayın ormanları var.

Aslında iki farklı ekosistemin biraraya geldiği önemli bir nokta yani.

Kesinlikle. Zaten biz bunu mevsimden de anlıyoruz. Bugün yaşadığımız yağmur… Bu yazı biz hep yağışlı bir yaz olarak geçirdik, tipik bir Karadeniz iklimi. Ama geçtiğimiz yaz sıcak ve kurak geçen bir Akdeniz iklimi vardı. Biz bunları farklı farklı yaşayabiliyoruz. Buraya dışarıdan gelen kendi konumunda uzman insanlar da buranın eşsiz bensersiz bir yapıya sahip olduğunu vurguluyorlar. Zaten biz dava açtık mahkemeye, bilirkişi raporları da kesinlikle burada kurulacak barajın ekosistemi olumsuz etkileyeceğini, ekolojik dengeyi bozacağını açık bir şekilde belirtiyorlar.

Peki Loç insanı ne yapar? Yani geleneksel hayat tarzı nasıldır, ne tip işlerle uğraşır, geçim kaynakları nelerdir?

Burada tarım yapılır, hayvancılık yapılır ama ticarete dönük değildir. Pazara giden bir şey olmaz. Ürettiği bağ-bahçe falan tamamen kendi ihtiyaçlarına dayalıdır. Çocukluğumdan bahsediyorum; tamamen kendine dönük, geçimlik bir biçimde yapılır bu faaliyetler. Bir ticaret yapılmaz. Tabi aileler de genişliyor her geçen gün, bundan dolayı da gurbetçilik, büyük şehirlere göç durumu ortaya çıkıyor.

Sizin çocukluğunuzda da böyle miydi?

90 yılına kadar dört köydeki her ev açıktı. Belki birkaç tane vardı kapalı olan. Ama bugüne baktığınız zaman kış ayında kalan aile sayısı beş altıyı geçmiyor köylerde. İnsanlar büyük şehirlere gidiyor, yazları geliyorlar. Sosyal haklarını alabilmek için; burada durduğu zaman bir iş yapamıyor, sigortası şusu busu. Bu tür ihtiyaçlarını karşılayamıyor. Çocuklarını okutacak okul yok. İşte göç böyle vurdu. Bahar aylarıyla emekliler dönmeye başlar. Kendi köyümde altı yedi ev zor açık. Bahar başlayınca emekliler gelir, bağ bahçe yapıp meyveyle uğraşırlar. Okulların kapandığı dönem en yoğun zamandır ve insanlar İstanbul’dan buraya gelirler. Şu anda kalan emekliler vardır, bir şekilde geçinirler. Ticaret, iş falan gibi bir durum söz konusu değildir.

ORYA Enerji ve HES

Peki, çocukluğunuzu düşündüğünüzde Loç Vadisi ile ilgili herhangi bir devlet yatırımı, baraj, maden, orman işletmesi gibi şeyler anımsıyor musunuz? Loç’un geçmişte de bugünküne benzer sıkıntıları var mıydı yoksa bunlar yeni mi gündeme geldi?

Geçmişte böyle bir durum yoktu. Bugün ise Karadeniz’de, ülkenin her tarafında benzer durumlar var, köyler unutulmuş bölge. Ortada bir rant alanı varsa, şirket bir rant alanı keşfetmiş ve devletle bir anlaşma yapmışsa ancak öyle geliyor. Onun haricinde köylere gelen hiçbir şey yok, ülkenin her tarafında böyle bu.

Loç Vadisi için konuşmak gerekirse, temel itibarıyla 2008 de başlayan bir süreçten bahsediyoruz yani.

Öyle. HES projesinin başladığı tarih o. Hani, başka türlü biri gelip burada ne rant bulabilirdi? Bir şey bulamazdı.

Ancak birilerinin yönlendirmesiyle?

Kesinlikle. Biz burada aslında devletten pek bir şey beklemeyiz. Mesela yol ihtiyacımız vardır, devlet bir iş makinası gönderir köylü de kazma kürekle gider. Sağlıkta da bir beklentimiz yok, hastamız olur ilçeye veya Kastamonu Merkez’e götürülür.

Eğitim?

Şu anda taşımalı sistem var. Zaten bölgede de çok öğrenci yok, Çamdibi ve Karakadı köylerinde toplasan yedi sekiz öğrenci var, benim köyümde ise hiç öğrenci yok.

Peki devlet hizmetlerinde HES konusu gündeme geldiğinden beri bir değişme var mı? Devletin size karşı olan tavrında bir farklılaşma hissediyor musunuz?

Bizi inciten tarafları var. Baktığınız zaman devletçi bir yapıya sahibiz. Ama bize bu proje devlet projesi olarak tanıtılıyor, köyden buna devlet projesi olarak bakanlar var, ama biz aksini söylüyoruz. Bunlar devlet projeleri değil şirket projeleri. Hükümet bunları devlet yapıyor gibi gösteriyor ama bu böyle değil. Şöyle bir örnek vereyim. Bir devlet projesi olur, iş makinasının önüne bir kişi geçer, o proje yıllar boyu yatar orada. Ama burada öyle değil, burada biz makinanın önüne bırak bir kişi, yirmi otuz kişi, elli kişi geçtiğimiz zaman bile makinalar üzerimize sürülüyor. Burada şirketin bir rantı var, şirket kendi rantını kollamanın peşinde. Devlet projelerini görüyoruz, çok yerde yarısının yapılıp yarısı yıllarca terkedilmiş halde bırakılıyor. Bu bir devlet projesi değil, bu şirketin bir rant alanı ve biz de buna karşı mücadele ediyoruz.

Son yıllardaki Loç mücadelesinin odağı nedir? 2008 de başlayan bir süreç var; bu hafta içinde ise bir mahkeme oldu, karar bekleniyor. (Zafer Kecin ile görüşmenin yapıldığı tarihte, Kastamonu İdare Mahkemesi’nin, Loç Vadisi sakinlerinin ilgili ÇED Raporu’nun iptali istemiyle açtığı davanın kararı bekleniyordu. Karar Loç Vadisi’nin lehine çıktı ve ÇED Raporu iptal edildi) HES ile ilk tanıştığınız günden bu yana nasıl bir süreç yaşadınız?

Bize bu proje kabul ettirilmeye çalışıldı. Şu var, örgütlü bir topluluk değiliz. Şirketin yetkilisinin bana söylediği sözdür bu: “Bu köylüyle mi direneceksin?” Bunun için bir çare bulmamız gerekiyordu. Çare aradık, köylüyle direnmeliydik, köylüyle yapmalıyıdık. Gözümün önüne Fırtına Vadisi geliyordu, 96-97’deki süreç: Bütün çevreci hareketlerin destek olduğu bir Fırtına Vadisi ve kazanılan bir dava. Daha eskisi, Bergamalılar’ın bir köylü hareketi olmaları. Ama işte derneklerin, muhtarların saf değiştirmesinden sonra, bu davanın en arka tarafındaki bizler, dört arkadaş bir araya gelip platform oluşturup mücadele etme kararı aldık. Loç Vadisi Koruma Platformu bu şekilde ortaya çıktı. Vekaletler topladık, 233 kişiyle Kastamonu İl Özel İdaresine, ÇED Raporu’na dava açtık. Dava açmanın yetmeyeceğini biliyorduk; kendimizi göstermeliydik, derdimizi kamuoyuna duyurmalıydık. Bunun için basın açıklamalarına katıldık.

25 Nisan da Kadıköy’de, 2010’da, nükleer enerjiye ve HES’lere karşı bir miting gerçekleştirildi. Bunun organizasyonunda yer aldık, aynı zamanda çağırıcılarından biriydik. O noktadan sonra kamuoyunda dikkat çekmeye başladık. 2010 Temmuz’da da burada direniş çadırları kurduk. Ülkedeki doğa aktivistleri, kanyon araştırma kuruluşları, sivil toplum örgütleri, bireyler, platformlar, çok fazla grup geldi ve bize burada destek oldular. Bunlar bizi kamuoyuna taşıdı ve ciddi bir kamuoyu ilgisi oluşturduk. Hukuksal olarak karşı durduk, yerelde direniyorduk. Direnişlerimiz oldu, iş makinalarının önüne çıkmamız oldu. Dere yatağına girdiler, oradan çıkarttık. Şu anda bulunduğumuz yer köyün tüzel kişiliğine ait bir yer. İstimlak edilemez çünkü tüzel kişiliğe ait. Farklı yönden yapılır yani. EPDK ile anlaşma yapılması gerekiyor. Muhtar bu anlaşmaya yanaşmadı, iş Danıştay’a gitti. Gerçi yürütmeyi durdurma kararından dolayı dava görüşülmedi, o ayrı konu da, burayı oldu bittiyle elimizden almaya kalktılar.

Yani burayı hakları olmamasına rağmen istimlak etmeye çalıştılar?

İstimlak etmiş gibi gösterip köylünün elinden almaya çalıştılar. Buraya şantiyeleri kurdurtmadık. Burada gerçekten yoğun bir 2010 yazını -Temmuz’dan Kasım’a kadar- geride bıraktık. Nöbetleşe bekledik, gelen gruplar bekledi. Biz de buradaydık, beraber burada çadırlarda kaldık, çayımızı kaynattık, yemeğimizi pişirdik. Beraber yedik, beraber paylaştık. Böyle bir süreç geçirdik. Kasım ayında kış gelmişti, bölge nüfusu çok azalmıştı ve burada bir direniş gösteremiyorduk. Ben de İstanbul’a gitmiştim. Kabataş’ta şirketin, ORYA Enerji’nin kendi binasının önünde direnişe başladık: “Sen bizim gelip yaşam alanımıza müdahale ettin, biz de buradayız.” Oturma eylemine başladık. Orada çok büyük destek aldık, sahiplenildik. 43 gün kaldık. Burayla ilgili şunu çok dile getirdik, imar izinleri yoktu. İmar izinleri yok diye sayısız kez şikayetlerimize rağmen buradaki çalışmayı durduramadık.

Devlet Loç’a Karşı

Siz şirketin imar izni olmadan inşaata devam ettiği şikayetinde bulunuyorsunuz fakat herhangi bir karşılık bulamıyorsunuz.

Bize, buradaki projenin imar izninin gereksiz olduğu söyleniyor. Bu gerekli, bunun da örneği var. İmar izni olmadığı için mühürlenen şantiyeler var.

Hangi merciye şikayet ediyorsunuz?

Kaymakamlık, İl Özel İdaresi… Tabi yapılmadı hiçbir şey. Artık davalar açıldı falan… 31 Aralık 2010’da burası kaçak inşaattan mühürlendi. Artık nasıl olduysa o gün mühürlettik. Ama bunun için dört-beş aylık bir süre direndik, hem burada hem İstanbul’da. Ayın 3’ünde de, Ocak 3’te 2011’de, yürütmeyi durdurma kararı çıktı. Yürütmeyi durdurma kararı çıktıktan sonra burada herhangi bir çalışma söz konusu olmadı, olamaz da zaten. Ondan sonra süreci bekledik. Bugüne geldiğimizde, geçtiğimiz salı Kastamonu İl İdare Mahkemesi’nde duruşmalı, zaten tek duruşması var bu davanın, mahkemeye katıldık. Biz de köylü olarak buradan üç minibüs, yaklaşık 50 kişi katıldık, dışarıdan destekçi falan değil. Mahkemeye katıldık, avukatımız savunmamızı yaptı. Köylüden bir Muharrem Amca var ona söz verildi, ben söz aldım. Şirketin bizim hakkımızda ithamları vardı, bunlara cevap verdim.

Ne gibi ithamlar?

Oradaki insanların tamamı köyden gitmiş olmasına rağmen “bunlar köyden değil dışarıdan gelenler” denmesi. Biz kesinlikle orada köylüydük, burada yaşayanlardık. Dört arkadaşımız vardı İstanbul’dan, onlar da gurbetçilerimiz, yine bizim köylümüz yani. Onun haricinde, burada bir yıl boyunca Hacettepe Üniversitesi’nden gelen hocaların inceleme yaptığını söylediler. Böyle bir şey olmadı, yaz sezonunda iki defa geldiler, çayın kenarına geldiler, çayın akışına baktılar, kahveye çıktılar, kahvede muhabbet ettik.

Ama sonuç itibarıyla bir rapor çıktı. Raporda ne dendi?

Onların raporunun çok bir önemi yok. Baraj olsun veya olmasın gibi bir rapor çıkaramıyorlar. Ha, ne diyorlar; geliyorlar inceleme yapıyorlar burada ne var, şu bitki var bunun korunması gerekiyor, gibi bir rapor çıkarıyor. Şirket de “buna göre bunu böyle koruyacağım, bunu böyle yapacağım” gibi bir tez koyup ÇED Raporu’nu geçiriyorlar. Hocaların baraj yapılsın veya yapılmasın diye karar verme yetkileri yok, sadece buradaki durumu ortaya koyuyorlar. Ama burada geniş çaplı, bölgenin karakteristik yapısını ortaya koyan bir çalışma yapılmadı.

Gönüllü bilimsel kuruluşlar samimi bir şekilde bir proje ortaya koyup gelse, buranın gerçeğini ortaya koysa… Bizim iddialarımızı savunan bir çalışma olması mantığını savunmuyorum. Şimdi biz burada yaşıyoruz; bizim yaşam alanımız ama, biz burada gelip geçiciyiz. Fakat buranın kendine ait bir gerçeği var. Bu kanyon milyon yılda oluşuyor. İnsanlık tarihi gibi bir şey. Kar yağar buraya, zirvelere doğru kar yüksekliği artar. Burada ise kar fazla olmaz, bütün yaban hayat burada barınır. Tamam, biz haklarımızı savunuyoruz, direniş gösteriyoruz. Peki burada yaşayan insanlıktan hariç yaşamın, yaşama hakkını kim savunacak? Onlar da var burada, onların hakları ne olacak? İnsansın, aklın var fikrin var, git hakkını ara, veya arama. Ama hayvanların, bitkilerin hakkını kim savunacak?

Ben burada artık insanlardan geçtim. Buranın ekolojik yapısını, dengesini, bütünüyle korumak derdim. Hani ben burada çok da şu olsun bu olsun, köy gelişsin derdinde değilim. Buranın kendi haliyle kalmasını savunuyorum. Burada oluşturulacak bir göletin buranın ekosistemini etkileyeceği bilirkişi raporunda da var. Yani buraya dokunulmasın. Şöyle bir şey de var, dünya küresel ısınma, susuzluğa gidiyor diye bilimadamlarının açıklamaları var. Şirketin burada 49 yıllık bir anlaşması var, bir 49 yıl daha da uzatma hakkı var. Peki Devrekani Çayı üzerinde bir hidroelektrik santrali ne kadar çalışabiliyor, 15-20 yıl. Bu 49+49 yıllık anlaşmayı şöyle görüyorum: Milli Parklar Kanunu değişti. Bugün “milli park burası” diyorsun dokundurtmuyorsun. Fakat yasa değişti, HES yapılabilir milli parklara. Niye değiştiriyorsun? Koruma altına almadık mı burayı? Kimden koruduk bu zamana kadar? “HES yapılabilir.” Başka ne yapılabilir, köylü mü yiyordu dağı? Bu dağların içinde yaşayan topluluğuz zaten, ben buradan ağaç ihtiyacımı almalıyım zaten. Devlet bunu bana çok görmemeli.

Daha önce de belirttiğiniz gibi, geçimlik kullanıyorsunuz, kalıcı bir zarar vermiyorsunuz.

Tabi ki, ormandan ağaç almak ormanı yok etmek demek değil. İç Anadolu’ya geçtiğiniz zaman, sahilden daha iç tarafa gittiğinde orman yapısı değişiyor. Orada belki bir dalın bile kıymeti var. Ama burada öyle bir şey ki, evinin etrafını temizlemezsen evinin etrafını orman basıyor. Yani buranın ormanın yapısı çok farklı. İç Anadolu’yla buranın orman yapısı farklı ama ikisinin de orman kanunu aynı. Orada ağacın dalını kesmemelisin ama burada öyle değil. Burada farklı, buranın her tarafı orman. Evinin etrafını temizlemezsen evin ormanın içinde kalıyor. İhtiyacımı almalıyım.

Aslında coğrafi ve kültürel farklılıkları görmezden gelen yasalar sizin aleyhinize işliyor.

Tabi. Köylü odun almaz, ağaç ihtiyacını almazsa, ne olacak? Köyler betonlaşır. Şimdi oraya doğru gidiliyor. Burada baktığınız zaman su kullanım anlaşması yapılıyor, Milli Parklar Kanunu değişiyor. Yarın bir gün su kullanım anlaşması da değişir, e ne olacak, şirket bu suyu her türlü kullanma hakkını elde edecek. Çünkü derenin üzerine oturmuş. Biz ne yapacağız, Devrekani Çayı’nı sadece uzaktan seyredebileceğiz. Paramız olur da şirketten alabilrsek alacağız suyu.

Öyle bir durumda köylü bu parayı kazanabilmek için ne yapmak zorunda kalacak? Söylediğiniz gibi, köyde piyasaya yönelik bir üretim yok. Köyden kente göç yeniden hız mı kazanacak?

Zaten bu yapıldı. Köylü kalmadı köyde, köyde emekliler kaldı. Köylü tarım yapar, hayvancılık yapar. Böyle insanlar şu anda çok az burada. Her köyde bir iki kişi, o da üç beş hayvan hani, çok büyük bir hayvancılık yok, tarım yok. Zaten köylü yok edildi, emekli köyü. Üretime katkı yapmayan insan köylü anlamına gelmiyor zaten. Ahırında bir iki hayvanı beslemesi köylü olduğu anlamına gelmiyor. Köylü gerçekten üretime katkı yapacak ki köylü olsun.

Köylünün geleneksel anlamından koparıldığını söylüyorsunuz.

Kendimden örnek vereyim, ben köyüme göç ettim geldim. Ben tarım yapmıyorum hayvancılık yapmıyorum, ben köylü değilim burada. Başka etkenler de var tabi, arazimiz çok eğimli, iş makinası çalışmıyor. Artı, yaban hayat diyoruz ama domuz diye bir hayvan var. Burada mısır ekiyorsun, senin tarlanı bir gecede dümdüz ediyor. Böyle şeyler de var. Adam tarlaya mısır ekecek, her gece o tarlanın başında beklemek zorunda.

HES’ler Yalan Söylüyor

Peki köyün gençlerinin yorumu ne? Sürekli olarak köyde yaşayan genç bir nüfus yok, fakat şehirlerde okuyan ve çalışan gençler HES’le ilgili ne düşünüyorlar? Köyleriyle olan ilişkileri ne seviyede?

Zaten şu anda biz, o gençlerle bir platformuz. Tamam herkes parça parça, elinden geldiğince destekliyor ama gençler sayesinde varız. Ama burada değiller. Burada olan belli bir genç kesim var, onlar da barajdan sonra burada işe girip de çalışan kişiler. Ama sayıları iki elin parmaklarını geçmez.

Aslında HES istihdam vaatlerini yerine getirmiyor mu?

Zaten öyle bir potansiyel yok burada. Baraj için teknik elemanından tutun vasıfsız elemana kadar 200-300 kişilik bir iş gücünden bahsediliyor. Adam İstanbul’daki işini bırakıp niye gelsin buraya iki üç yıllık bir iş için? İşin sonunda ne yapacak bu adam burada? Şirketin işine yarayanlar büyük çoğunlukla vasıfsız elemanlar, belki orada bir meslek sahibiyken buraya gelip vasıfsız eleman durumuna düşecek. Tekstilci, overlokçu mesela. Overlokçuyu sen getir buraya, ne yapacak barajda, amele olarak çalışacak. Tamam, hayatı boyunca çalışabilecek olsa belki gelir, ama ne olacak, iki yıllık bir süre burada çalışabilecek. İki yıl sonra ne yapacak? Böyle bir çelişki var, o yüzden barajın iş gücü ihtiyacı zaten buradan karşılanmayacak.

İstihdam vaatleri gerçekçi değil yani.

HES burada yapılıp çalışmaya başladı mı, sekiz on kişi bir personeli var. Bölgeden kaç tane adam alabilir, kimi alabilir? Bir bekçi alabilir, temizlikçi alabilir. Hadi bir de şöför aldı, daha ne alacak? Teknik eleman yok ki, HES’te çalışacak teknik eleman yok burada. Alınabilecek üç tane mevki var, üç mevkiye birer kişi, üç kişi çalıştırabilir burada. Başka kimi çalıştıracak?

Ama bu sırada bütün köyün kaderi değişmiş olacak. Karşılığında ise yalnızca üç kişi istihdam edilecek.

Burada bir istihdam yok. Baktığınız zaman şu pozisyonda, daha bir proje yok, karşı çıkılıyor. Herşeyi yapıyorlar.

Loç halkı olarak, HES’e karşı olan mücadelede tam bir mutabakat halinde misiniz? HES’lere karşı yerel direnişlerin yürütüldüğü kimi yerlerde belirli sebeplerden ötürü köylünün bir kısmı HES’e daha sıcak bakarken kalan kısmı ise HES’in gerçek yüzünü diğerlerine anlatmaya çalışıyor. Kendi içinizde buna benzer sorunlar yaşadığınız oluyor mu?

İstihdam vaatleri sebebiyle bölündüğümüzü söylüyorum zaten. Şu anda yüzde onluk bir kesim barajı doğrudan savunuyor. Yüzde kırk, yani biz, karşı çıkıyoruz. Yüzde elli ise tarafsız kalıyor. Yani direnişi Loç’un tamamı olarak yapmıyoruz. Barajın olmasını savunan bir kesim var. Öyle ki, geçtiğimiz hafta bir eski muhtar, bir de şu anda muhtar olan bir kişi şirket adına ifade vermek için mahkemeye geldi.

Sizin aleyhinize tanıklık etti yani.

Dinlemedi hakim, onlara söz hakkı vermedi ama bizim aleyhimize geldiler. Köylü minibüs tutup giderken onlar şirket arabasıyla geldiler. Öyle de bir şey ki, köy heyetinden iki kişi bizimle beraber, köylüsü minibüs tutmuş Kastamonu’ya köyünü savunmak için mahkemeye gidiyor. Oraya varınca adliyenin önünde muhtar şirketin arabasından iniyor ve şirket adına mahkemeye giriyor. Bunlar, şirketler bu tür yerlere parçalamadan girilmeyeceğini biliyorlar.

Şirketler başka nasıl yöntemler izliyorlar?

Çeşitli vaatler. Bana söyledikleri şöyle bir şey vardı. Bu ÇED Raporu’nu yazan firmanın yetkilisi, “isteyin şirketten, buraya yol yapmasını isteyin, doktor isteyin” gibi cümleler sarf etti, “siz de bunlardan yararlanın”. Ben bunlara şöyle bir cevap verdim: “Ben dilenci değilim, sen kimsin bana bunları anlatıyorsun. Ben bu ülkeye askerlik yaptım.” Hem de onur duyarak askerlik yaptım. Vergimi veriyorum, benim ihtiyaçlarımı devlet karşılar. Hani ben şirkete bırakılıyorsam bu devlet tarafından, işte doktor getirtecek yol yapacak, kadar şirkete bırakılıyorsam, o zaman benim devletim değil bu.

O halde devlet sizi bu tip bir mücadeleye mecbur bırakıyor.

Burada devlet bizi mecbur bırakıyor. Baktığın zaman devlet kim? Devlet benim, Loç’ta devlet benim. Biziz, burada köylü devlet. Ama öyle bir şey ki, bir tane evrağımızı resmi dairelerde yürütemiyoruz. Her şey senin aleyhine çıkıyor. Ben kimle kavga ediyorum? En alt görevliden en üst görevliye kadar, başbakana cumhurbaşkanına kadar karşında senin. Köylünün dengesini bozuyor bu olay. Biz devlete bağlı insanlarız, devlet biziz burada. Ama karşındaki kim, devlet. Devlet en alt birimden en üst birime kadar bunu yapıyorsa sana evet ben devletle kavga ediyorum. Ama devlet de benim. Bunun içinden çıkamıyoruz.

Mücadeleye nasıl yansıyor bu kafa karışıklığı?

Evet, devlet benim elimden Loç’u alacaksa bu devletin varlığı benim için bir şey ifade etmez. Benim atalarım gitmiş Çanakkale’de savaşmış, Sakarya’da savaşmış milli mücadele vermiş. Neden? Benim Çanakkale’de bir karış yerim yok ki benim atalarım gitsin. Bura için. Bura için gittiler o mücadeleyi verdiler. Bura benim elimden alınıyorsa bu devletin varlığı bana bir şey ifade etmez. Şöyle de bir şey var, yöneticiler kötü diye ben devletimi de bir tarafa atmam, atamam. Çünkü devlet benim. Bir mücadele veriliyor, ama aynı anda şöyle bir düşünüş var: “Devletim bana sahip çıkar”. Şirket gelmiş benim haklarımı gasp ediyor: “Devletim bana sahip çıkacak”. E bakıyorsun devlet senin karşında? Köylünün kafasında müthiş bir çelişki bu. Bizim devletle bir sorunumuz yok, devletimize bağlıyız. Ama bizi şirketlerin kucağına bırakan yöneticiler, aslında bizim kavgamız onlarla. Loç’ta köylü direniyor, biz resmi makamdan bir yetkili gelip bizi sahiplenmiyor. Sahiplenmezsen biz bu direnişi yaparız. Biz devletle değil, bizi yönetemeyen yöneticilerle her zaman kavga edeceğiz. Şunu net olarak söylüyorum, bizi yönetemeyen yöneticilerle her zaman mücadele içinde olacağım. Mazlumun mağdurun her zaman yanında olacağım. Bu vadide de hiçbir zaman bu şirketlere rant olanağı vermeyeceğim. Diğer bütün vadilerdeki mücadeleleri de destekleyeceğim. Ülkemi seviyorum, kavgam bizi yönetemeyen yöneticilerle.

Loç Vadisi haricinde, Türkiye’deki çevre mücadelesinin genel görünümüyle ilgili ne düşünüyorsunuz?

Ben kendi köyüm bir rant alanı olmasın diye bir mücadeleye girdim. Bugün ben bir ekoloji mücadelesi veriyorum. Sadece Loç’u değil, ülkenin her tarafını savunmak istiyorum. Hiçbir vadinin verilmesini istemiyorum. Suların şirketlerin eline geçerek susuzluk dönemlerinde insanlara satılmasını, ticarileştirilmesini istemiyorum. Bu ülkenin bağımsızlık mücadelesini veriyorum. Beni en çok inciten, çevreci hareketlerin farklılıkları sebebiyle birbirlerinden ayrışması ve mücadelenin bütünleştirilememesi. Biz Loç olarak bu mücadelenin her safhasında yürekten bunu savunan insanlarla olmaktan, onlarla hareket etmekten onlarla bu mücadeleyi vermekten onur duyarız. Çevreci grupların kendi aralarında çekişmeleri şirketlere yarıyor, bu da mücadeleye sekte vuruyor. Gruplar kendilerini silkelemeli ve mücadeleyi bütünleştirmeli. Hep beraber olmak tabi gerekli değil ama gerektiği zaman birlikte eylem koyulabilmeli. Fakat bunu ben çözemem, gruplarda taraf olamam. Ben burada dereyim, bu derenin kurtarılması için kim ne yapabiliyorsa onlara minnet duyarız.

Haziran ayı içersinde Rize’deki, Muğla’daki, Hopa’daki HES’lerden köylü lehine olumlu haberler çıktı. Benzer haberler gelmeye devam ediyor. Loç’taki mücadelenin bundan sonra nasıl bir şekil alacağını düşünüyorsunuz?

Şu anda çok bir süremiz kalmadı. On günlük bir süre var, bir karar çıkacak. Biz çok ümitliyiz, lehimize bir karar çıkacak (Yukarıda belirttiğimiz gibi, röportajın gerçekleştirildiği tarihte karar açıklanmamıştı, Kastamonu İl İdare Mahkemesi Loç Vadisi köylülerinin lehine karar verdi.) Ardından şirket meseleyi bir üst mahkemeye taşıyacak. Onun da bir zamanı var. Davayı kazanmak da yetmeyecek, su kullanım anlaşması, elektrik üretme lisansları gibi şeyler hala şirketin üzerinde devam ediyor. Biz sadece burada çevreye vereceği zarar ve bunu nasıl koruyacağına dair bir raporu iptal ettirmiş oluyoruz.

Yani aynı şirketler başka yöntemlerle tekrar kapınızı çalabilir yani.

Tabii, ama bu olayları üç-beş sene ileriye atar. Loç Vadisi Koruma Platformu HES’le mücadele için kuruldu fakat mücadele alanı HES’le sınırlı kalmayacaktır, Loç Vadisi’ni her türlü korumak için mücadelesini verecektir. Bu süreç biterse biz yine Loç Vadisi Koruma Platformu olarak devam ederiz, ki bizim önümüzde şu anda vadinin girişine yapılacak bir çöp arıtma tesisi projesi var.

Daha şimdiden yeni mücadeleler ortaya çıkıyor.

Bundan sonraki dönemde ülkedeki HES’lerle mücadele eden insanların yanında olmak, onlara destek vermek gibi çalışmalarımız olacak. Bunun yanında Loç’a ne yapılabilir? Burayı daha etkileyici kılacak hareketlere yönelmek gerekli. Bir çok yerde bu söyleniyor, turizm meselesi. Turizm yapalım diyip de burayı bu sefer de turizm katliamına terk etmek istemiyoruz. Burada yol yok diye bir şikayet vardır. Yol da yapılmasın, stabilize bir yolumuz vardır, bu yolumuz bakımlı olsun. Bunun haricinde yol yapılmasın. Kanyondan bir çok yere giden eski yollarımız vardır. İnsanların buralarda yürüyerek gitmesini istiyorum, dikenler ayaklarını çizsin, ormanın içinde bunları yaşasınlar. Kanyona gidip arabayla bakıp dönmelerini istemiyorum. Köyde ekoturizm yapılsın; insanlar dışarıdan gelenleri konuk etsinler, yardımcı olsunlar onlarla ilgilensinler ama bunun karşılığında da bir bedel alsınlar. Çünkü insanlar burada yaşamlarını sürdürebilmek için bunu yapmak zorundalar. Turizm adı altında oteller yapılmasın, bunu asla savunmuyorum. Böyle bir yer olmasın burası. Ama biz burada yaşayan insanlarız, gelen herkes buraya hayran kalıyor. Türkiye’deki herkes burayı görmeli ama görürken de buraya zarar vermesin, dokusuna uysun.

Röportaj: Doğu Eroğlu

Önder ve Kürkçü’den savaş karşıtı çıkış

Barış ve Demokrasi Partisi milletvekilleri Sırrı Süreyya Önder ve Ertuğrul Kürkçü, yaptıkları açıklamada “Eli kalem tutan, dili söz söyleyebilen herkesi, giderek büyük bir toplumsal felakete dönüşme eğilimi gösteren savaşa karşı sesini yükseltmeye çağırıyoruz” dedi.

12 Haziran seçimlerinde, “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku“ndan Meclis’e giren BDP’li İstanbul milletvekili Sırrı Süreyya Önder ve Mersin milletvekili Ertuğrul Kürkçü, son terör olayları ve sınır dışı operasyonların ardından yaşanan gelişmelerle ilgili “kamuoyuna” ortak imzalı bir basın açıklaması yaptılar.

Önder ve Kürkçü, yayımladıkları basın açıklamasında, “Eli kalem tutan, dili söz söyleyebilen herkesi, giderek büyük bir toplumsal felakete dönüşme eğilimi gösteren savaşa karşı sesini yükseltmeye çağırıyoruz” dedi.

Önder ve Kürkçü’nün ortak imzalı metni şöyle:

Savaş başladığı zaman ilk önce hakikat ölür.”

Burada öldürülen hakikat, öncelikle “Kürt” meselesidir; tarihseldir ve sadece doğuştan sahip olunması gerekirken gasp edilmiş olan hakların iadesiyle bile barışcıl bir çözüm zeminine oturması mümkündür.

Haysiyet ve kimlikleri zorbaca ellerinden alınmış, anadilinden gayri dillere mecbur edilmiş milyonlarca Kürt var. Bu zulme itiraz ve özgürlük taleplerinin bir isyana dönüşmesiyle ancak idrak ettiğimiz Kürt hakikati bugünkü savaşın da ilk kurbanı olmuştur. Barışçı bir çözüme kavuşması her an mümkün görünen “Kürt meselesi”, hükümetin ilanına göre, artık “yok”tur…

Elimizle tutacakmışçasına yaklaştığını sandığımız bu “mümkün” bir serap mıydı?

Bizler ve bizim gibi düşünenler bir hayal mi görüyorduk?

Yoksa hakiki bir imkan ile aramıza şimdi bir perde mi geriliyor?

Evet. Türk ve Kürt halklarının kardeşleşmesi imkanı “Bölgesel Güç Olmak” hülyası ile perdeleniyor. Halklarımızın özgürlük umudu pazara çıkarılıyor. Pazarlanan, “en gözde ihraç malımız” gençlerimizin muharip bir güç olarak Ortadoğu’ya sürülmesi hevesidir.

İçmeye yetecek ayranımızın olmadığı zamanlarda, çaldırılan savaş davullarının bu ülkeye felaketten başka birşey getirmediğini tarihi bilenler, çok iyi bilirler. Hepsi de acı ve gözyaşı içeren yeni seferberlik türküleri dinlemek istemiyoruz.

Hakikat bu kadar görünür olunca üzerinin örtülmesi müşküldür.

Türk-Kürt hepsi kardeşlerimiz, arkadaşlarımız, kapı komşumuz, mesai arkadaşlarımız olan gençlerin bedenleri, işte bu müşkül hakikatin üzerine seriilen kanlı bir örtü gibi kullanılmaktadır.

Bu olgunun her dilde karşılığı şiddettir ve bizim vicdanımızla arasında epey bir mesafe vardır.

Buna hep karşı çıktık, çıkmaya da devam edeceğiz.

İnsanlık için, “en kötü barışın bile en iyi savaştan daha iyi olduğu” hakikati ortada dururken gönlünü ve kalemini savaşa yatıranlardan alacağımız hiçbir insanlık dersi yoktur.

Barışı korku getirmez…
Bugün Genelkurmay karargahından ortalığa saçılan itiraflar da gösteriyor ki, devlet ve asker tek yanlı ilan edilen ateşkes ve eylemsizlik süreçleriyle kendini hiç bağlı saymamaktadır.

Oyuncuları, yürütücüleri değişse de süregiden savaş siyaseti Türkiye’nin güç ve servet sahibi sınıflarının yüzyıllık ezberinden başka bir şey değildir. Bunda bizi şaşırtan bir durum yok. Osmanlı’da oyun bitmez. “Yeni-Osmanlılar” da öyle görülüyor ki, oyuna doymayacak… 
Apaçık savaş tercihini yapmış olanlardan “barış”ın sorumluluğunu beklemek abes. “Barış”ın sorumluluğu özgürlük, demokrasi ve halkların hakları için mücadele edenlerin omuzlarındadır. Türkiye’nin son 30 yıllık tarihi asabiyetin, intikamcılığın, günü birlik öfke patlamalarının kudret sahiplerini barışa mecbur etmek bakımından hiçbir işe yaramadığının sayısız örnekleriyle dolu. Çatışmalarla geçip giden onlarca yıl içinde, bu topraklarda barış umdunun güçlendiği anlara da tanık olduk. Bu yalnızca Türkiye halklarının Kürt halkının acılarıyla kendi varlığı arasında bir ilişki, bir bağ kurabildiği kardeşlerinin acısını içinde hissedebildiği dönemlerde oldu, korktukları anlarda değil…

Korku Kürt halkına nasıl ebediyen boyun eğdiremediyse, Türkleri de barışa ve Kürt halkının haklarına saygıya sevketmek için hiçbir işe yaramayacaktır. Korku ile kardeşlik arasında hiçbir illiyet bulunmayacağını Kürtler ve Türkler kadar kim bilebilir…

İşte savaşın öldürdüğü diğer hakikat de budur.

Sivilleri hedefe koyan bir “özgürlük” anlayışı mümkün müdür?
İktidarın Ortadoğu’da “büyük oyuncu” sayılma heveslerinin bir fonksiyonu olan ve sivil-muharip ayrımı gözetmeksizin Kürtlere ölüm yağdıran sınır içi-sınır ötesi harekatın nasıl karşısındaysak, “Kürt halkının özgürlüğü” için savaştığını söyleyen TAK’ın sivilleri hedef alma anlayışını da aynen öyle dışımızda addediyoruz. Bu zihniyeti, Kürtlerin bir asırdır süregiden soylu özgürlük mücadelesinin tercümanı saymamız için hiçbir siyasi, ahlaki ve vicdani gerekçemiz olamaz.

Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku listesinden TBMM’ye giren BDP Meclis Grubu üyesi sosyalist vekiller olarak Kürtlerin ulusal demokratik hak mücadelesinin öncelikli olarak siyasetle yürütüleceğine inanıyoruz.

Bu anlamda TAK’ın yönelimine sessiz kalmamız düşünülemez bile. Bu anlayışı toptan reddetmek insanlık sorumluluğunun vazgeçilmez gereğidir.

Bu yönelim sadece sivilleri ve turistleri değil, Türkiye’deki bütün hak ve özgürlükler mücadelesini hedef almış olacaktır.

Kürtler, haklı mücadelelerini berhava edecek bu türden yaklaşımlara karşı da gerekli önlemleri almakla yükümlüdür.

Demokratik çözüm mücadelesi her zeminde yükseltilerek sürdürülmelidir ancak daha acil olan şey “savaş hali”nin durdurulmasıdır.

Bir mücadelenin “nasıl” kazanıldığı, kazanılmış ya da kaybedilmiş olmasından daha önemlidir.

Ne yapmalı?
Eli kalem tutan, dili söz söyleyebilen herkesi, giderek büyük bir toplumsal felakete dönüşme eğilimi gösteren savaşa karşı sesini yükseltmeye çağırıyoruz.

Mevcut koşullarda bu ancak kesintiye uğrayan müzakerelerin yeniden başlatılmasıyla mümkündür.

Silahlar hemen susmalı, operasyonlar durmalı, müzakereler başlamalıdır.

Sürecin bu hale gelmesinde, müzakerelerin şeffaf olmamasının da payı büyüktür.

Ölen ve ölecek olan bu ülkenin çocuklarıysa, olan ve olacak olanı bilmek de en doğal haklarıdır. Olanı biteni ortalığa saçılan kaset kayıtlarından değil, hesap verebilir sorumlulularından işitmek istiyoruz.

Mesele Kürtle Türkü hasım yapmakla hısım yapmak arasındaki hayati çizgidedir.

Bizler, kurulan bütün tuzak ve ötelemelere rağmen, halktan aldığımız yetkiyle, meclis dahil her zeminde yalnızca bu sesi, yani barışın, özgürlüğün ve ortaklaşmanın sesini yükselteceğiz.

Sivil siyaset alanlarının açılması ve gasplardan, tehditlerden uzak tutulması barış ve demokrasiyi talep eden herkesin temel talebi olmalıdır.

Barış tavrının en az savaşmak kadar ağır bedelleri olacağının bilincindeyiz.

Bir tek haneye bile, bir daha evlat acısı ateşi düşmemesi için, bedeli her ne ise başımız gözümüz üzeredir.

Kadınlar Strauss-Kahn’ın serbest kalmasına tepkili

0

Geçen Mayıs ayında New York’ta kaldığı bir hotelde çalışan kadın görevliyi taciz ettiği suçlamasıyla 3 ay boyunca yargılanan eski IMF Başkanı Strauss-Kahn serbest kaldı. Ancak Strauss-Kahn’ın serbest bırakılması tepkileri de beraberinde getirdi. Mahkeme önünde toplanan kadın hakları savunucuları, karara tepki gösterdi. Kadın göstericiler, kararın adil olmadığı görüşünde.

“Kararı iğrenç buluyorum. Strauss-Kahn demir parmaklıkların arkasında kalmayı hakediyor.Ne kadar zengin ya da güçlü olduğu hiç umrumda değil. Zenginliği onu koruyan bir araç olmamalı. Zengin ve beyaz bir adam göçmen ve siyahi bir kadına saldırdığı zaman buna ben ırkçılık ve sınıf ayrımı derim.”

Gelişmeleri yerinden izleyen euronews muhabiri ise mahkemenin verdiği kararın bir tarafı sevindirdiğini ancak Diallo ve ona destek veren kesimde ise hayakırıklığı yarattığını söylüyor:

“3 ay süren Dominique Strauss-Kahn’ın davası bugün çok kısa bir kararla sonuçlanmış oldu. Ancak Strauss-Kahn’ın rahatlatan bu karar, Diallo ve taraftarlarını ise öfkelendirdi.”

Kadın hakları savunucuları, ellerinde ‘ikinci sınıf vatandaş olmak istemiyoruz’ yazılı pankartlar taşıdı.

(euronews)

Şike yapan takımlar küme düştü

0

Yunanistan‘da, şike yaptıkları gerekçesiyle lige eksi puanla başlamaları kararlaştırılan Olympiakos Volu ve Kavala futbol takımları, spordan sorumlu Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı profesyonel spor komisyonunun (EEA) kararıyla 4. Lig’e düşürüldü.

Yunanistan’da, şike yaptıkları gerekçesiyle lige eksi puanla başlamaları kararlaştırılan Olympiakos Volu ve Kavala futbol takımları, spordan sorumlu Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı profesyonel spor komisyonunun (EEA) kararıyla 4. Lig’e düşürüldü.

EEA’nın gerekçeli kararında, Olympiakos Volu ve Kavala takımlarının, şike suçlamasıyla ömür boyu spor müsabakalarına katılmama cezası alan kulüp başkanları Ahilleas Beos ve Makis Psomiadis ile bağlarını tamamen kopardıklarını kanıtlayamamaları üzerine, 4. Lig’e düşürüldükleri belirtildi.

Yunan basınında çıkan haberlerde, iki takımın küme düşürülmesinin ardından Panseraykos ve Larissa takımlarının birinci lige alınmak için dilekçe verdikleri belirtildi.

Olympiakos Volu ve Kavala takımları, şike yaptıkları gerekçesiyle kısa bir süre önce Futbol Federasyonunun (EPO) kararıyla küme düşürülmüş, ancak federasyonun tahkim kurulu tarafından tekrar birinci lige alınmıştı.

Bu arada, Volos’ta, EEA’nın kararını protesto eden Olympiakos Volu taraftarları protesto gösterileri düzenledi.

Kent merkezindeki PASOK il örgütü bürolarının önünde toplanarak çöp bidonlarını ateşe veren göstericileri, polis göz yaşartıcı bomba kullanarak dağıttı. Çıkan olaylarda yaralanan 7 kişi hastaneye kaldırılırken, 17 kişinin gözaltına alındığı bildirildi.

Yunan medyası, futbolda yaşanan bu gelişmelerden sonra, 26 Ağustos’ta başlaması gereken ligin bu koşullarda start almasının zor olduğu değerlendirmesinde bulundu.

Şair Seyhan Erözçelik hayatını kaybetti

Türkiye şiiri bu yaz üçüncü şairini de kaybetti. Hulki Aktunç ve Didem Madak‘tan sonra bu yaz bir şair daha sonsuzluğa yelken açtı; Seyhan Erözçelik öldü.

13 Mart 1962’de Bartında dünyaya gelen Seyhan Erözçelik orta öğrenimini Bartın ve İstanbul’da tamamladı. 1982’de Kadıköy Maarif Kolejini bitirdi. Bir süre Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümün’de (1986) bir süre de İÜ Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümünde (1987) okudu. 1986’da arkadaşlarıyla Şiir Atı Yayıncılık’ı kurdu, editörlük yaptı. Uzun yıllar İstanbul’da yaşayan Erözçelik, bir reklâm ajansında metin yazarı olarak çalıştı.

Şiirleri Yazko Edebiyat, Kitap-lık, Gösteri, Poetika, Somba-har, Oluşum, Gergedan, Argos, Defter, Adam Sanat gibi dergilerin yayımlandı.

Seyhan Erözçelik Türkiye Yazarlar Sendikası (TYS) ve PEN üyesiydi.

(edebiyathaber.net)