Ana Sayfa Blog Sayfa 4885

Liseliler: Askere gitmiycez

Lise Anarşist Faaliyet, zorunlu askerliğe ve militarizme karşı Galatasaray Lisesi önünde basın açıklaması yaptı. Açıklamanın ardından Taksim Meydanı’na yürüyen gençlere çok sayıda kişinin alkışlarla destek verdiği görüldü. Eyleme geçtiğimiz günlerde vicdani reddini açıklayan sanatçı Nur Sürer de destek verdi.

Eylemde, “Reddet, diren, hayır de, askere gitme”, “Liseliler sokakta, vicdanları ayakta”, “Askere gitme, kardeş kanı dökme”, “Herkes bebek doğar” sloganları atıldı.

Zorunlu askerliğe tepki gösteren gençlerden 5’i vicdani reddini açıkladı. Vicdani retçilerin sayısı 149’a, liseli vicdani retçilerin sayısı 9’a yükseldi.

LAF adına açıklama yapan İlyada Erciş, vicdani red hakkıyla ilgili tartışmalara dikkat çekti, adaletsizliklerin sebebi olarak devleti işaret etti, “Bu yüzdendir ki vicdani red, savaşları ve adaletsizlikleri oluşturan devletlerden hiçbir zaman talep edilemez” dedi.

‘İTAAT ETMEYEN HAİN DİYE ÖĞRETİLDİ’

Erciş, okullardaki baskıcı uygulamalara dikkat çekti: “Okullarda; tek tip kıyafetle, nizami sıralarla disipline etmeye çalışarak, marşlarla ve Milli Güvenlik dersleriyle Türk olmanın yüceliğini, özellikle de öldürmenin meşruluğunu kafamıza kazıyarak bizleri itaatkar bireylere dönüştürmeye çalışıyorlar. Yıllardır ders kitaplarında devlete itaat etmeyen halkların isyanları bizlere ihanet olarak öğretildi” diye konuştu.

‘DİLSİZ, KAYBOLMUŞ YAŞAMLAR…’

Bölgede devam eden çatışmalara dikkat çeken Erciş, “Yıllardır süren savaş, kardeşlerimize sıkılan kurşunlar, gözü yaşlı analar, boşaltılan topraklar, dilsiz, savunmasız, kaybolmuş yaşamlar demek” şeklinde konuştu. Tutuklu vicdani retçi Muhammed Serdar Delice’nin “Kendimize hayali düşmanlar yarattık. Kürt kardeşlerimizi hedef aldık. Yıllarca bir takım yalanlarla kandırdık gençliğimizi” şeklindeki vicdani red beyanını hatırlatan Erciş, Delice’nin bir an önce serbest bırakılmasını istedi. Gençler, basın kuruluşlarına yönelik baskıları kınadı.

5 LİSELİ VİCDANİ REDDİNİ AÇIKLADI

Açıklamanın ardından 5 genç vicdani reddini açıkladı. Reddini mail yoluyla ulaştıran Cem Turgut, şunları kaydetti: “Doğduğum günden beri bir şeylerin ters gittiğinin farkındayım. Tek tip kıyafetler giyerek gittiğim o hapishanede bizim gibi olmayanların kötü olduğunu ve ölmeleri gerektiğini öğrenmek yerine oyunlar oynamak isterdim. Birkaç yıl sonra daha kötüsü olan kışlaya gelmemi ve bizden olmayanları acımadan, sorgulamadan öldürmemi isteyecekler benden. Vicdanım buna el vermiyor!”

‘DEVLET İÇİN ÖLDÜRELİM İSTİYORLAR’

Okan Şahin, şöyle konuştu: “Her gün gitmek zorunda olduğum okulda; öğretmenlerin otoritesiyle, disiplin yönetmelikleriyle beni bu devlete itaat edecek, yeri geldiğinde bu devlet için öldürecek ve ölecek bir birey haline getirmek istiyorlar. Özgürlük mücadelesi veren Kürt kardeşlerimi öldürmeyi reddediyorum, vicdani reddimi açıklıyorum.”

‘PARASI OLMAYAN ÖLÜME GÖNDERİLİYOR’

Bedelli askerlik yasasına tepki gösteren Oğul Akdoğan, “Parası olan zenginler bedelli ile askere gitmezken, bizim gibi parası olmayanlar, yoksullar, ezilenler ölüme gönderiliyor. Bu yüzden ne bedelli olacağım ne de bedel ödeyeceğim” dedi. Akdoğan, vicdani red açıklamasını şöyle sürdürdü: “Devlet beni askere göndermeye, kardeşlerimi öldürtmeye çalışıyor. Ve ben reddediyorum. İster orduda, ister okulda, ister başka bir yerde olsun; her yerde aynı köleleştirme politikasını izleyen devletin her türlü tahakkümünü reddediyorum.”

17 yaşındaki Abdülmelik Yalçın, tutuklu vicdani retçi Muhammed Serdar Delice için vicdani reddini açıkladı: “Cezaevi sürecinde hakaretlere, dayaklara ve işkenceye maruz kalıyor. Delice reddini açıklarken söylediği gibi, ben de ölmeyi ve öldürmeyi reddediyorum.”

‘NE İMANIM NE VİCDANİM KALDIRIR’

Bir Müslüman olarak savaşçıl kimliği İslamiyet ile bağdaştıramadığını söyleyen Yusuf Akşeker ise, “Bunu ne imanım ne de vicdanım kaldırır. Gelgelelim 30 senedir bu ülkede insanlar birbirini kırmakta. Şahsen bu kirli savaşta vefat edenleri ne kahraman ne de şehit olarak görüyorum. Annelerin üzülmemesinden yanayım” dedi.

Akşeker, sözlerini şöyle sonlandırdı: “İnsana yakışmayacak şekilde muamele görmeyi ve etmeyi, askeri otorite altında ıslah edilmeyi, 318. maddeyi ve beni asker yapmaya çalışan tüm yasa ve tüzükleri TC ordusunda herhangi bir amaçla da olsa bulunmayı bir Müslüman olarak vicdanen reddediyorum!” (ETHA)

Odatv davası bugün görülüyor

Odatv Davası‘nın ikinci duruşması bugün Çağlayan Adliyesi’nde görülecek.

10 gazetecinin tutuklu yargılandığı Odatv davasının ikinci duruşması bugün yapılacak.

22 Kasım’da başlayan ve redd-i hakim taleplerinin incelenmesi için ertelenen Oda TV davasının duruşmalarına, İstanbul Çağlayan Adliyesi’nde devam edilecek.

Aralarında HaberVs Editörü Ahmet Şık ve Gazeteci Nedim Şener‘in de bulunduğu, Soner Yalçın, Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan, Doğan Yurdakul, Müyesser Uğur gibi gazetecilerin yargılandığı Oda TV davası Türkiye Gazeteciler Sendikası, Gazetecilere Özgürlük Platformu, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti gibi meslek örgütlerinin yanısıra yabancı meslek örgütleri tarafından da yakından izleniyor.

“Ahmet ve Nedim’in Gazeteci Arkadaşları” (ANGA) İstanbul Özel yetkili 16. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülecek Odatv davasında kamuoyunu, hak savunucuları ve gazetecileri adaletin takipçisi olmaya çağırıyor.

“Her sabah yeni bir gözaltı haberiyle uyanıyoruz” diye başlayan ANGA açıklaması “Oda TV davasında sadece gazeteciler değil halkın haber alma özgürlüğü de yargılanıyor. Bu davada sanık sandalyesinde kitaplar, haberler, yazılar var. Bu davada hâkim önüne ‘ifade özgürlüğü’ çıkarılıyor” sözleriyle devam ediyor. Kamuoyuna çağrı için bir video da hazırlayan ANGA, “Sadece gazetecilere değil, düşünceye ve gerçeğe özgürlük talebiyle” haber alma, haber verme, fikir açıklama ve muhalefet etme hakkını savunmak isteyen herkesi 26 Aralık Pazartesi saat 12:30’da Çağlayan Adliyesi’ne bekliyor.

Odatv davası için ABD’li bilir kişi raporu da ‘virüs var’ dedi

Odatv davasında tutuklu gazetecilerin bilgisayarlarına virüs yerleştirdiği iddialarına bir delil de yurtdışından geldi.

Boğaziçi, ODTÜ ve Yıldız Teknik Üniversitelerinin ardından ABD’de FBI’ya bilirkişilik yapan Joshua Marpet de verdiği raporda bilgisayara “fishing” yöntemi ile virüs yerleştirildiğini teyid etti.

Bu duruşmada ayrıca tutuklu gazetecilerin mahkeme salonunda görsel bir sunum da yapacağı belirtildi.

Sanık avukatları Celal Ülgen ve Hüseyin Ersöz, salonda sunum yapabilmek için perde ve barkovizyon talebinde bulundu.

Duruşmayı ayrıca uluslararası gazetecilik örgütlerinin de takip etmesi bekleniyor.

28 Aralık: “Büyük Anadolu” yargılanıyor

28 Aralık Çarşamba günü, Büyük Analolu Yürüyüşü yargılanıyor. Büyük Anadolu Yürüyüşü destekçilerinden gelen dava çağrısı şu şekilde:

ANADOLU’YU VERMEYECEĞİZ DAVASI’NA ÇAĞRI

 

Onlar,  doğanın ve içindeki yaşamların çığlıklarını duyup da susanlar,

korkunç katliamı görüp de seyredenler,

gerçekleri bilip de örtenlerdir.

 

Onlar, temiz su ve besin kaynaklarımızı paraya dönüştürenler,

karınlarınızın parayla doyduğunu sananlar,

beyinlerimizin petrolsüz çalışmayacağını düşünenlerdir.

 

Onlar, sınırsız tüketim isteklerine ihtiyaç der,

acımasızlıkların tümüne ‘hayatın kuralı bu’ der geçerler.

 

Onlar,  suni ihtiyaçları için her şeyi yok eder,

yaşam hakkı nedir bilmezler.

 

Onlar, kapımıza dayanmış olan kuraklığın, kıtlığın, yok oluşun ve zulmün sebebidirler.

 

SEN DE ONLARDAN OLMA!

 

Kendini doğanın sahibi değil bir parçası olarak gören bizler yargılanıyoruz. Hem de şirketlerin doğayı talanına sessiz kalmadığımız için yargılanıyoruz. Gereksiz tüketim ve para hırsı yüzünden, doğaya zarar veren faaliyetlerle yaşamlarımız yok edilmesin istiyoruz. İçinde var olduğumuz doğayı ve onun hassas dengesini tehdit eden, manifestomuzda sıraladığımız ilkeleri ve talepleri karşılamayan, ulusal veya uluslararası yasa, sözleşme, antlaşma ve bunların uygulamalarının tümünü reddediyoruz. Yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan doğamızın kadim dengesini, sağlıklı ve mutlu bir yaşamın birinci şartı olarak görüyoruz.
Talancıların tahakkümüne, sömürünün meşrulaştırılmasına karşı çıkan herkesi 28 Aralık’da yargılanacak 23 arkadaşımızın duruşmasına katılmaya çağırıyoruz.

 

ARKADAŞLARIMIZI VERMEYECEĞİZ!

 

ANADOLU’YU VERMEYECEĞİZ!

 

Duruşma Bilgileri:

28 Aralık Çarşamba Saat 9:15

Ankara Adliyesi 3. Asliye Ceza Mahkemesi Duruşma Salonu

Küba binlerce tutukluyu serbest bırakıyor

0

Küba Devlet Başkanı Raul Castro, hükümetin önümüzdeki günlerde insanî nedenlerle 2,900 tutukluyu serbest bırakacağını açıkladı.

Tutuklular arasında 25 ülkeden 86 yabancının bulunduğunu belirten Castro, af kararında Papa’nın gelecek yıl Küba’ya yapacağı ziyaretin de rolü olduğunu söyledi.

Haberlere göre, aralarında siyasi suçlular da bulunmakla birlikte, erken tahliye edileceklerin çoğu yaşlı erkeklerle kadın tutuklular. Cinayet, uyuşturucu madde kaçakçılığı ve casusluktan hüküm giyenler af dışında tutuluyor.

Devlet Başkanı Raul Castro, parlamentoda yaptığı konuşmada,  Amerikalı Alan Gross’un durumuna değinmedi. Adada Amerikan hükümeti adına taşeron iş yapan Gross, Kübalılara yasak haberleşme ve iletişim aletleri verdiği gerekçesiyle yargılanmış ve 15 yıl hapse mahkûm olmuştu.

Amerikalı yaşlı işadamına ağır hapis cezası verilmesi, iki ülke arasındaki ilişkilerin daha da kötüleşmesine yol açtı.

Küba’da ne kadar siyasi tutuklu bulunduğu kesin olarak bilinmiyor.

(VOA)

Ali Tezel’den istifa ve yeni düzenlemeye yönelik açıklamalar

0

SGK uzmanı Ali Tezel tartışılan düzenlemelerle ilgili sosyal medyada açıklamalarda bulunup, CHP üyeliğinden istifa ettiğini duyurdu.

SGK uzmanı Ali Tezel CHP’nin  doğruyu söylemediğini ve eksik bilgi verdiğini iddia etti. Tezel, ard arda yaptığı açıklamalarla yeni düzenlemeyi anlattı. Tezel, iki ayrı düzenleme olduğunu ve yapılan değişikliklerle yeni emekli maaşlarının durumlarını sıraladı.

 

“CHP Grup Başkanvekili Emine Ülker Tarhan, milletvekili emekli aylıklarında yapılan düzenlemeye grup olarak onay vermedik diyor ama doğruyu tam söylemiyor eksik, yanlış ve samimi değil…”

“Vekil aylıklarında iki düzenleme oldu. Birinci düzenlemede CHP dahil tüm grup başkan vekillerinin onayı, oyu ve imzası var.”

“İlk düzenleme ile sosyal güvenlik reformu ile getirilen eski çalışan yeni çalışan, eski vekil yeni vekil ayrımından sadece vekilleri kurtardılar. Millet reformun kucağına terkedildi buna CHP de destek verdi.”

“Yani 1.10.2008 gününden sonra vekil olanlar reform!!! sebebiyle SSK ve Bağ-Kur’lular ve memurlar gibi 300-500 lira emekli aylığı alacaklardı.”

“Bir düzenleme ile yeni vekil ile eski vekili denkleştirdiler ama millet için eski işe giren yeni işe giren ayrımı devam ediyor. Buna onay verdiler.”

“Reform kötü ise vekiller gibi millet de reformdan kurtarılmalıydı.”

“Mesela bugün emekli SSK’lı 1000 lira emekli aylığı alıyorsa çocuklarımız 65 yaşına gelip emekli olduğundan sadece 279 lira emekli aylığı alacaklar.”

“Mesela, eski memur 975 lira 1 EKim 2008 den sonra işe giren yeni memur ise 400 lira emekli aylığı alacak o da 65 yaşında.”

“Eski subay albay olursa 3200 lira emekli aylığı alacak yeni subay albay olur da emekli olursa 700 lira emekli aylığı alacak o da 60 yaşında.”

“Eski İşçi 1000 lira yeni işçi 279 lira, eski esnaf 800 lira yeni esnaf 279 lira alacak.”

“Eski vekil 5000 yeni vekil 1200 alacaktı ama tüm partilerin onayı ve oyuyla buna CHP ve grup başkan vekili dahildir eski vekil yeni vekil ayrımı kaldırıldı hepsinin 5000 e çıkarıldı.”

“Sonra bir önerge daha verildi ve 5000 değil 8040 lira olsun dendi burada CHP’nin gurp olarak onayı yok ama chp li vekillerin imzası var oyu var.”

“CHP açıklamaları ile biz grup olarak onay vermedik dedikler yer burası.”

“Bu sebeple işin esası sosyal güvenlik reformundan!!! Sadece vekilleri kurtarıp, milleti reformla başbaşa bırakma konusunda tüm partilerin imzası ve oyları var işin esası da burası. Yoksa, vekil emekli aylıkları 5000 olmuş 8000 olmuş konusu önemli değil.”

“Son yapılan düzenleme ile milletvekili emekli aylıklarında yapılan değişiklikte, hem teklif metninde hem de oylamada imzaları olan CHP vekilleri ile aynı konumda olmamak için parti üyeliğinizden istifa ediyorum. Ali TEZEL”

 

Yeşil Gazete

Kimlik aslında bir sincap sorunudur – Doç. Dr. Cihan Camcı

Sorunlar çözümsüz göründüğünde, söz dağarının yenilenmesi gerekir. Siyasette diyaloğun anlamı budur. Kürt sorunu da tıpkı sincap sorunu gibi, çözümsüzlüğün aşılması için yeni bir söz dağarcığının referans kabul edilmesini bekliyor.

Kürt sorununda yaşadığımız tıkanmayı anlamak için ünlü yararcı filozof James’ten öğrendiğim bir sincap öyküsü anlatmak istiyorum size. Bu hikâye birbirimizi anlamamamızın en çok neden kaynaklandığını anlatıyor bence. Hikâye şöyle: Bir ağacın üzerinde bir sincap duruyor. Bir öğrenci de ağacın diğer yanında. Öğrenci sincabı görmek istiyor ama sincap hızlı hareket ettiği için, kendisini görmek için ağacın etrafında dönen öğrencinin hareketiyle birlikte o da ağacın üzerinde dönüyor. Böylece sincap, öğrenci ile kendisi arasındaki ağacı, görünmesini engelleyecek biçimde hep koruyor. Öğrenci sincabı görmek için ağacın etrafında dolaşıyor; 360 derece dönerek yine aynı yere dönüyor ama sincabı göremiyor. Sincap da ağacın üzerinde 360 derece dönüyor ve öğrenciyle arasında hep ağaç oluyor, öğrenci sincabı hiç göremiyor.
Soru şu: Öğrenci sincabın etrafında döndü mü? Sincap ağacın üzerinde, öğrenci de ağacın etrafında dönüyor. Ama acaba öğrenci sincabın etrafında da dönmüş oluyor mu? Bir grup döndüğünü, diğer grup dönmediğini savunuyor. Her iki görüşteki grup da kendi görüşünden emin, sorun çözümsüz görünüyor. James’e göre ise sorun aslında sincabın etrafında dönmekten ne kastettiğimize, sincabın etrafında dönmek sözünden ne anladığımıza bağlı olarak değişir. Eğer sincabın etrafında dönmekten sincabın bulunduğu yerin önce doğusu, sonra kuzeyi, batısı, güneyi ve yine doğusunda bulunmayı anlıyorsak, evet, öğrenci sincabın etrafında dönmüştür. Ama eğer sincabın etrafında dönmekten sincabın önce sağında, sonra önünde, solunda, arkasında ve sonra yine sağında bulunmayı anlıyorsak, o zaman öğrenci sincabın etrafında dönmemiştir.
Tartışmanın çözümsüzlüğü birinci grubun sincabın etrafında dönmekten kuzey, güney gibi yönleri referans almasına ve ikinci grubun da bunu referans aldığını varsaymasına, ikinci grubun ise dönmekten sincabın sağı, solu gibi yönleri referans almasına dayanıyor. İki taraf da kendi kullandığı söz dağarındaki referansın geçerli ve doğru olduğundan emin olduğu için diğer tarafın ne demek istediğini anlamıyor.

Ne kastediyoruz
Siyasette üzerinde tartıştığımız sorunlar çözümsüz göründüğünde, bu genellikle söz dağarının yenilenmesi gerektiği anlamına gelir. Siyasette diyaloğun anlamı budur. Kürt sorunu da tıpkı sincap sorunu gibi, çözümsüzlüğün aşılması için yeni (yararlı diye okuyun!) bir söz dağarcığının taraflarca referans kabul edilmesini bekliyor. Bu referansın işe yaraması için önce Kürt sorunu derken ne kastettiğimize bakmalıyız. Eğer Kürt sorunundan kimlik sorununu kastediyorsak, hiçbir etnik ya da başka kimliğin diğerinden ayrıcalıklı olamayacağını açıkça kabul etmeli, kimlik nedeniyle ayrımcılığa uğramış olanlara açık bir özür borçlu olduğumuzu görmeliyiz.
Hiçbir farklı kimliğin kendisini ayrımcılığa uğramış hissetmemesi için, anayasal vurgu dahil, sürekli ve koşulsuz etik ev ödevimiz olduğu açıktır. Ancak eğer Kürt sorunundan, sözgelimi demokratik özerklikten, farklı kimliğe sahip olanların siyasi otonomi hakkını kastediyorsak, sincabın etrafında dönmeyi başka türlü –etik değil siyasi- anlamalıyız. Elbette siyaset etik ödevimizle ilişkilidir. İşte Kürt sorunundaki çözümsüzlük bu ilişkinin iki tarafça farklı referanslarla anlaşılmasından kaynaklanıyor.

Yerel yönetim özerkliği
Kürt siyasetinin –ki aslında yalnızca Kürtler ayrımcılığa uğradıkça meşrudur- referansına göre kimlik konusundaki koşulsuz etik talep ile siyasi talep aynı kategoridedir. Siyasi otonomi talebi etik bir sorunla iç içe geçmiş, sincabın etrafında dönmekten ne anladığımıza ilişkin söz dağarımız, uzlaşmaz görünen referanslar nedeniyle tıkanmıştır. Sincabın etrafında dönmeyi öyle bir tarif edelim ki kimlik sorunu ile siyasi otonomi arasındaki ilişkiyi yeni bir söz dağarında anlayalım; bu bize üzerinde uzlaşabileceğimiz ortak bir referans sağlasın. Bence yerel yönetimlerin özerkliği, üzerinde uzlaşabileceğimiz en yararlı söz dağarıdır. Dilin de hayal gücü gibi sınırsız oluşundan yararlanarak, bu özerklikle zenginliği hepimize katkıda bulunacak Kürtçe çevirileri, feodal yapıyı kıracak eğitsel reformları, Hevjîn gibi farklı renklerin özgürleşmesini hayal ediyorum. Demokratik özerklik, neden bu yeni söz dağarı içinde bağlamsallaşmasın? Yerel yönetimlerin özerkliğine koyduğumuz çekinceler, yüksek seçim barajı (Kürt barajı diye okuyun) gibi anti-demokratik engelleri kaldırarak, yeni referansımızın oluşması için samimi olduğumuzu gösterelim.
Yerel yönetim özerkliğine çekince koyan, Kürt barajını düşürmeyen demokrasi şampiyonlarının ezberini bozan biri –Yoksa zaten var mı öyle bir siyasi lider?- kimlik sorunu ve siyasi temsil arasındaki ilişkiyi yeni bir söz dağarcığında düşünebilmenin önünü açabilir.
Kimlik sorunu koşulsuz samimiyet ister ama siyasi temsil başka bir kategoridir. Siyasi temsilde adaletsizliğe uğradığını düşünenlere kimlik konusunda bu samimiyetin gösterilmesi, siyaset ile etik ilişkisini doğru kurma, sincabın etrafında dönmeyi doğru –ki aslında yararlı demektir- anlama olanağıdır. Etik –ki aslında samimiyet demektir- ev ödevimize buyurun buradan başlayalım.


Radikal – Doç. Dr. Cihan Camcı: Akdeniz Üniversitesi

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetayV3Date=24.12.2011&ArticleID=1073431&CategoryID=132

Hrant olsaydı! – Can Dündar

Aralık 2004’te Doğu Konferansı ekibiyle Erivan’a gitmiştik; Hrant Dink başımızda…
İlk durak, Erivan Üniversitesi’ydi.
Aramızda Ermenistan başkentini ilk kez gören çoktu. Ermeni aydınların çoğu da ilk kez bir Türk delegasyonla karşılaşıyordu.
Gergindik.
Tam lafa girecekken bir Ermeni öğrenci ayağa kalktı ve salondakileri, “soykırımda katledilenler anısına” saygı duruşuna davet etti.
Buz gibi bir hava esti. Erivan kanadı hazırola geçti. Ama bizim ekip, emrivaki sevmezdi.
Aydın Çubukçu “Madem öyle, 1915’te ölen herkes için saygı duruşu yapalım” dedi.
O zaman kalktık.
Oturur oturmaz Hrant söz aldı ve çıkıştı ev sahiplerine:
“Biz buraya entelektüel bir çaba için geldik, ama militan bir tavırla karşılaştık.”
2001’de, Fransa “soykırım”ı tanıdığında ne demişti:
“Şimdi Paris’e gideceğim, Concorde Meydanı’nda bir taşın üzerine çıkıp ‘Soykırım olmamıştır’ diye bağıracağım. Sonra Ankara Güven Park’ta bir taşa çıkacağım ve ‘Soykırım yapılmıştır’ diyeceğim.”
* * *
Gerçeğe ancak böyle ulaşılır; fikrin önündeki bariyerler (bazen can pahasına) tamamen temizlenerek…
Hrant yaşıyor olsa, yine Fransa’yı ilk eleştirenlerden biri olurdu muhtemelen…
Ama “Soykırım vardır” diyeni “Türklüğe hakaret”ten yargılayan Ankara’nın, “Soykırım yoktur” demeyi suç sayan Paris’e “ifade özgürlüğü” dersi vermesine gülerdi herhalde…
Bunca gazeteciyi hapse tıkanların insan haklarından dem vurmasını, Dersim katliamı için “Zulümdür, cinayettir” sözünü hatırlatanların, 1915’in yüz binlerce kurbanı için tek kelime etmemesini kınardı.
“Tarihinizle o kadar gurur duyuyorsanız Dersim için niye özür dilediniz” diye sorardı.
* * *
Tamam, ne deyip ne diyemeyeceğimize burnunu sokan Sarkozy ile hesaplaşalım.
Ama daha kaç kuşak, bu yükün altında yaşayacağımızı da konuşalım.
Mustafa Kemal, “Nutuk”un en başında, “Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti”nin kuruluş amaçları arasında, “Doğu illerindeki zulüm ve cinayetler”i yapan ve yaptıranların süratle cezalandırılmasını talep etmekte bulunduğunu hatırlatır.
Ermenilerin Müslüman ahaliye karşı uyguladığı “pek gaddarane hareketler”le birlikte “tehcir esnasında yapılan kötülükler”e değinip bunlarda “milletin kesinlikle parmağı olmadığını” vurgular.
Kendisini ve milletini, bu vahşetin sorumlularından ayırır.
O halde biz neden bu “kötülükler”in sorumlularını sahiplenip “Atalarımıza laf söyletmeyiz” havasına giriyoruz.
Teşkilat-ı Mahsusa’nın 1910’lardaki silahşörleri, 1990’larda şahsi çıkar için cinayet işleyen özel timcilerin atası değil mi?
Ben şahsen, katliam emrini vermiş Türklere, katliama ortak olup mülke konmuş Kürtlere, “fırsat bu fırsat” diye kan dökmüş Ermenilere, Türk diplomatlarına acımasızca kıymış ASALA katillerine karşı, bu “mezalim”e ortak olmayan, o cehennemde komşusunu saklayan, ölenlerin acısını yüreğinde duyan Türkleri, Kürtleri, Ermenileri ata sayıyorum.
Onlar için ortak bir saygı duruşuna kalkmak bu kadar mı zor?

Türkiye çözecek bu sorunu – Hasan Bülent Kahraman

Tamam, Fransa‘nın yaptığı yasayı kabul etmek insan gerçekliğine aykırı, tıpkı İsviçre’de geçerli olan yasa gibi, akıl dışı ama Ermeni konusunda Türkiye için her şey bununla sınırlı mı kalmalı?
Bu yasa neresinden baksanız yanlış. Soykırım sözcüğünün içerdiği hukuksal anlama Ermeni konusunda ulaşılmamış olmasının payı var bu yanlışta. Türkiye’nin yüz yıl önce yaşanmış bir büyük, çok büyük ve çok acı olaydan ötürü bugün soykırım gerçekleştirmiş bir ülke olmakistememesi, buna direnmesi de anlaşılacak bir şeydir. Ama o kavramla yüz yüze gelmemek gayreti bugün Türkiye’nin yaptıklarını, mesela her yıl nisan ayında Amerika‘da kapı kapı dolaşıp Soykırım Yasasının meclisten geçmesini engellemek için Yahudi lobisiyle birliktegirişimde bulunmaya cevaz verir mi derseniz ona da cevabım hayırdır.
Biz eğer büyük devletsek o zaman o yasayı engellemek için de daha vakur davranmak zorunda değil miyiz?

***

Bu sorunun malum yanıtı da evetse o zaman oturup işin gerçeğini kurcalamaktan başka çare yok. Bugün karşımızda duran bu dev gibi sorunu kavramanın iki yolu var.
Birincisi, bileceğiz ki, bu olaylar 1915‘te başladı. O tarihte Osmanlılar savaşa girmişti. Savaşı yitireceklerini seziyorlardı. İttihat ve Terakki yola bir Osmanlılık idealiyle çıkmış ve Balkan devletlerinin kendisinden kanlı bir biçimde koptuğunu görünce ayakları suya ermiş ve anlamıştı ki, yükselen milliyetçi akımları durdurmak imkânı yoktur. O zaman geriye onların da çok gecikmiş bir milliyetçilik duygusuna ve politikasına sarılmaktan başka yapacak bir şeyi kalmıyordu. 1912 Türk Ocakları, Turan hayalini, ırk/etnisite temelinde bir devlet tasavvurunu ideolojik hale getirmenin aracıydı ve maalesef başarılıydı.
Ermeni katliamı bu çerçevede gerçekleşti. Tamam, doğrudur, onlar da büyük hatalar yaptılar. Onlar da o sırada hâkim hale gelmiş “megalo idea”nın peşine düştüler, Ruslarla işbirliğine girdiler, çete kurdular, katliam yaptılar. Fakat bunların hiçbirisi onlara dönük olarak sürdürülen politikayı meşru göstermez.
Nasıl gösterebilir? Talat Paşa ölümlerin, sürgünlerin, zulümlerin kararını gayet sistematik olarak veriyor ve Anadolu’yu Ermenilerden arındırmanın imkânı olarak onları topyekûn ortadan kaldırmayı görüyordu, Bahattin Şakir‘le birlikte. Nedeni Yahudilere uygulanan politikanın aynıdır: Anadolu’nun “yerli” halkı onlardı. Anadolu ticareti ve burjuvazisi onlardan oluşuyordu. Giderlerse, yok olurlarsa o birikim Türklere geçebilecekti.
Öyle de oldu. Bu plan uygulandı. O boşluğu “Türkler” doldurdu. Ama kaybolan birikimi yeniden sağlamak hiç değilse bir 50 yıl sürdü, yerine de tam koyuldu mu emin değilim fakat gerçek bundan ibaret olmasa, Doğu’da süren bir “savaş hali” için Batı’dan, Karadeniz’den, Orta Anadolu’dan insan sürülmezdi. Politika budur, amaç budur, yöntem budur.

***

Şimdi gelelim işin ikinci yani hukuki ve vicdani yanına.
Talat Paşa‘nın katliam kararı veren kişi olarak sonradan 1916‘da mahkeme kurdurması çok mu kabul edilecek bir şeydir? İngilizlerin savcılık soruşturması yapıp işi orada bırakması, yargı sürecine gerek yoktur demesi çok mu vicdan rahatlatıcıdır? Yüz yıl sonra yargımızı bunların üstüne oturtmak bizi çok mu rahatlatacak?
Doğruysalar bile bunları bırakalım. Varalım, Ermenilerin yanlışlarını yok saymayalım. Soykırım sözcüğünü hiç ağzımıza almayalım, alınmasına karşı çıkalım. Ama şu yaşanan 1915 gerçeğini yok saymayalım. 1915’te 1.5 milyon olan bir nüfusun yüz yılda 50 bine düşmesininnedenlerinden başlayarak bu konu üstünde düşünelim.
Ermenilerle Türkler arasında sorun yoktur. Bu kesindir. Ermenilerin arayışı, beklentisi, vurgusu devlete dönüktür. Devlet, yanlış bir tarih yaratmamalıdır, bir tarihin yalan ve yanlış biçimde aktarılmasının aracısı olmamalıdır. Bu kabul edilemeyecek bir ayıptır. Böyle bakınca sorunun birbilinç- hafıza- kimlik sorunu olduğu anlaşılıyor.
Sorun, yani, bizim sorunumuzdur. T.C. devletinin sorunudur. Eğer Türkiye’de devlet somut bir biçimde Ermeni sorununu çözmek için bir adım atar, bir girişimde bulunursa, inandırıcı olursa, dünyada, şimdi Fransa’nın yaptığı türden parsa toplama girişimlerine en çok karşı çıkanlar gene Ermeniler olacaktır. Bu da bir o kadar kesindir.
Biz ulustan devlete gitmedik. Devletten ulusa gittik. O nedenle de Kürt’ü, Ermeni’si, Yahudi’si, Alevi’si ile gereksiz yere ve çok uğraştık. Şimdi bunları onarma dönemi. Başbakan’ın Dersim özrü 100 yıllık derin devlet, bendenizin tabiriyle kara devlet tarihinin dönüm noktasıdır.

***

Bir dönemeci insan bir vadiye kavuşmak için almalı.

 

Hasan Bülent Kahraman – Sabah

“Ekolojik tarım, ekolojik yaşama paraleldir”

Sofralara gelen yiyeceğin sağlıklı olup olmadığı, üretim sürecinde doğaya zarar verip vermediği her daim kafaları kurcalayan bir durumdur. Bir yandan GDO’lu yiyecekler tehditi yükselirken, diğer yandan da bir alternatif olarak organik pazarların sayısı gitgide artıyor. İşte burada da tartışma yeni bir boyuta geçiyor ve organik pazarlara yönelik olarak çeşitli olumlu ve olumsuz görüşler ortaya çıkıyor. Özellikle basına çıkan haberlerde, internet sitelerinde, e-gruplarda organik ürün sektörü için “Anneleri Sömüren Sektör”, “sahtekârlık” gibi tabirler kullanılıyor. Bu konuyu ekolojik yaşamı destekleme derneği olan Buğday’a sorduk. İşte yanıt:

Öncelikle bütün bir organik ürün sektörünü ve sayısı 40 bine yakın (2009 yılında 35.560 üretici ve 501.641 ha alan) organik tarım çiftçi ve üreticisini zan altında bırakan ve maddi-manevi zarara uğramasına neden olan bu tür haberler, gazeteciliğin araştırmacılık ve objektiflik ilkeleriyle ters düşmektedir. Çünkü bu haberler belgelere ve tarafsız uzman görüşlerine değil, dedikodulara dayanmaktadır. İsterseniz dedikodulara inanırsınız, isterseniz konvansiyonel çiftçilerden çok daha az kazanmayı, pazar bulamama riskini göze alarak Anadolu’da yıllardır doğayı ve insan sağlığına zarar vermemek için ekolojik/organik tarım yapan insanların çabalarına saygı duyar, bu konuda yıllardır emek veren saygın kurum ve uzmanların çalışmalarını dikkate alırsınız.

Ekolojik (organik, bio) tarım, en basit tabiriyle, üretiminde, işlenmesinde ve paketlenmesinde insan ve çevre sağlığına zararlı kimyasallar kullanılmayan üretim şeklidir. Türkiye’de ekolojik tarım sektörüne yönelik uygulamalar ve kurallar, 5262 numaralı “Organik Tarım Kanunu” ve “Organik Tarımın Esasları ve Uygulamasına İlişkin Yönetmelik” ile belirlenmiştir. Ülkemizde organik tarım yapmak isteyen gerçek ve tüzel kişiler bu kanun hükümlerine uymak zorundadır.

Tarım ve Köyişleri Bakanlığı tarafından yetkilendirilmiş Türkiye’deki 19 yetkili kontrol ve sertifikasyon kuruluşu, çiftliklerde haberli ve habersiz denetimler, laboratuar analizleri yaparak ekolojik ürünlerde insan sağlığına zararlı kimyasallar kullanılmadığından emin olduktan sonra ekolojik ürün sertifikasını verir. Her üreticinin üretimine yönelik arazi, depo, ürün ve miktar (hasat ve stok) verileri kayıt altında tutulmakta, her bir parti satış ayrıca belgelendirilerek tam bir izlenebilirlik sistemi uygulanmaktadır. Tüm ekolojik ürünlerin bu sıfat ile işlenmesi, taşınması, depolanması ve pazarlanabilmesi için süresi geçerli ekolojik sertifikasının bulunması gereklidir. Bunun dışında tüm işlenmiş ürünlerde ayrıca Tarım Bakanlığı üretim izni zorunluluğu da vardır.

Ne yazık ki bazen rekabet ortaminda kâr amacı güderek, bazen de konu hakkinda yeterince donanıma sahip olmadan (tıp alanında uzman olmak tarım alaninda uzman olmayı getirmemektedir), hiçbir dayanağı olmadan, tüm organik üreticileri hedef alan açıklamalarda bulunanlar, kanuna uygun ve kontrollü üretim yapan kuruluşları zan altında bırakıyor.

Organik tarım yöntemlerine ya da organik tarımın ne şekilde uygulandığına yönelik eleştiriler eğer dedikodulara değil, çok yönlü bir araştırmaya ve tarafsız belgelere dayanıyorsa bu saygıyla kabul edilir. Ama insanlar herhangi bir belgeye dayanmayan olumsuz eleştirilerin ardından mail mesajları veya gazete yazılarında kendi ürünlerini pazarlıyorsa bu saygıyla karşılanabilecek bir durum olmaz. Bu ancak haksız yere rekabet etmeye calışan etik olmayan bir ticari girişim olarak algılanabilir. Yapılanları kötüleyerek, kendine kişisel/kurumsal rant sağlamak, bugüne kadar organik tarımın gelişmesi yolunda emek veren kişilere saygısızlık anlamına gelir. Bu durum, aynı zamanda da doğa dostu organik tarımı yaymak için her türlü fedakarlığı gösteren, emek veren insanların ekmeğinden de çalmak olarak da algılanabilir.

Her üretim ve hizmet sektöründe kötüye kullanmalar, hatalar, kusurlar, gözden kaçanlar olmuştur ve ne yazık ki olacaktır. Ama birkaç kişi veya kurum yüzünden koskaca bir sektörü hedef almak, bir cok insanın sağlıklı beslenmesinin güvencesi olan bu ürünlere yönelik güveni sarsmak sektöre, dürüst üreticilere ve saglikli beslenmek isteyen tuketiciye zarara verir. Üstelik gerçek ve sağlıklı gıdaya ulaşmak bu kadar zorken, piyasada pek çok ürünün nereden geldiği, içeriğindeki katkı maddeleri, GDO’lu olup olmadığı tartışılırken, tezgâhlar tonlarca zirai ilaç kullanılan ürünle doluyken; talep eden herkesi kapsayacak bir alternatif sunmadan ekosisteme, toprak, su ve canlı sağlığına verilen desteği, insanlarda haksız yere bir şüphe yaratarak engellemek, doğa dostu üretim ve kullanım yolunda verilen çabalara zarar verir. Bu çabalar sadece bugünler ve  sadece kendi sağlığımız için değildir. Ekolojik tarım sektörünün gelişimi ve yaygınlaşması gelecek kuşaklara da yaşanabilir bir dünya, ekosistem, toprak ve su kaynağı bırakmak anlamına gelir. Gerçek belge ve bilgilere dayanarak bugün yapacağımız tercihler gelecek nesillerin yani torunlarımızın hayatı demektir. Bunu lütfen unutmayalım.

Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği olarak Türkiye’de doğa dostu üretim ve kullanım yöntemlerinin yaygınlaşması yolunda çaba gösterirken, ekolojik yaşamın ve buna paralel olarak ekolojik tarımın yaygınlaşması ve doğa dostu tarım yapan çiftçinin pazar bulması için çalışan bir sivil toplum kuruluşu olarak dedikodularla değil, objektif araştırmalar ve belgelerle iş yapıyoruz.”

Bu tartışmalara platform olmayı sürdüreceğiz.