Ana Sayfa Blog Sayfa 4621

Çanlar Yunanistan için çalıyor

Almanya’da Bavyera Eyaleti Maliye Bakanı Markus Soeder, Yunanistan’ın Avro Bölgesi’ni yıl sonuna kadar terk etmesi gerektiğini söyledi ve AB’den daha fazla yardım almamasını istedi. Soeder, borçlarını ödeyemeyen diğer ülkelerin de Avro Bölgesi’nden çıkarılması gerektiğini ekledi.

Merkel hükümeti ise Soeder’in ifadelerini tepkiyle karşılaştı. Ancak, kısa süre önce Almanya Ekonomi Bakanı Philipp Roesler de benzer ifadeler kullanmış ve Yunanistan’ın IMF, Avrupa Merkez Bankası ve Avrupa Komisyonu’ndan oluşan Troika’nın şartlarını karşılayamazsa, yardımların kesilmesi çağrısında bulunmuştu. Roesler, Yunanistan’ın Avro Alanı’ndan çıkmasının oluşturabileceği olumsuz etki ihtimalinin de azaldığını savunmuştu.

rt.com

Mitt Romney pervaneleri durduracak mı?

ABD’de Kasım ayında yapılacak başkanlık seçimleri öncesi, Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adayı Mitt Romney, seçilmesi halinde rüzgâr santrallerine vergi indirimi desteğini kaldıracağını açıkladı. Cumhuriyetçi Parti’nin kampanya sözcülerinden Shawn McCoy, kısa süre önce benzer bir açıklama yapmıştı.  Bu açıklamadan birkaç gün sonra, McCoy’un sözleri, Romney’nin kampanya ofisinden teyit edildi ve enerji piyasasında mevcut desteklerin kaldırılarak “eşit şartlar oluşturulmasının” hedeflendiği ifade edildi.

Mitt Romney, hali hazırda fosil yakıt sektörüne verilmekte olan 40 milyar dolarlık desteğin sürdürülmesini savunuyor. Öte yandan, Romney’nin rüzgâr santrallerine yönelik planı, kendi partisi dahil olmak üzere birçok kesimden tepki gördü. Amerikan Rüzgâr Enerjisi Birliği yöneticisi Denise Bode, mevcut destek yıl sonunda yenilenmezse, 37 bin kişinin tehlikeye gireceği uyarısında bulundu.
Guardian

En – Ömer Madra

Bu yazbahar aylarında herşey en oldu.

Temmuz ayının son günlerinde, yeryüzünün en kırılgan ekosistemlerinden biri olan Kuzey Kutup Dairesi içindeki Grönland’ın yazlık buz örtüsü, kayıtlı tarihte gelmiş geçmiş en büyük hızla ve en büyük oranda eriyip yok oluverdi!

Buz yüzeyinin erimesi sadece 4 günde yüzde 40’tan yüzde 97’ye çıktı! Yani neredeyse buzların tamamı erime sürecine girmişti! Bu o kadar görülmemiş birşeydi ki, uydu verilerini inceleyen iklim bilimciler ve gözlemciler resmen şaşı bakıp şaşırdılar. Ama, ne yazık ki, ve elbette, göstergeler doğruydu!

Bu arada, adanın batısında ve Kuzey kutup dairesinin içinde bulunan Kangerlussuaq kasabasında 10 Temmuz günü sıcaklık 24,6 santigrad derece olarak ölçülmüştü ve bu ölçülen en yüksek sıcaklıktı: Danimarka Meteoroloji Enstitüsü verilerine göre kasabanın Temmuz ortalama sıcaklığı daha önceleri en yüksek 16,3 derece ölçülmüş. 30 yıllık ortalamanın 8 derece üstü! Bir dünya rekoru. Ve çok muhtemelen, bu daha bir başlangıç!

Bu benzeri görülmemiş erime durumuna tepki veren Grönland ve Avrupa Birliği liderleri de derhal kolları sıvamışlar tabii. Ve ne yapmışlar beğenirsiniz? Grönland Başbakanı ile AB Komisyonu Başkanı’nın karşılıklı oturup pişmiş kelle gibi sırıttıkları fotoğraftan da anlaşılacağı üzre, atik davranmışlar ve mezatı açmışlar bile. Üstüne üstlük, bunu “hammadde diplomasisi” gibi şahane bir isimle vaftiz etmişler ki, tadından yenmez. Hızla eriyip giden buz örtülerinin altında yatan nadir elementleri, altın, gümüş ve bakırları, yakut, zümrüt ve safirleri, ve ha evet, bir de petrol, doğaz gaz ve kömürü söküp çıkarmaları için dünyanın dört bir yanındaki maden şirketlerine haber salmışlar, tellal çıkartmışlar. Abilerim ablalarım, şu elimde görmüş olduğunuz elementler çok nadir… Topu topu 17 tane kaldı! Bilgisayarına, cebine, İHA’na, uçağına, helikopterine, roketine… Duyduk duymadık deme! Yeni yüzyılın en önemli haraç mezat satışı başlıyor! Batan geminin malları bunlar! Haydi, bir tane de sen al, yavrunu sevindir!…”

***

Ondan az önce, Kuzey Yarıküre, tarihin en sıcak Mayıs ayını yaşamıştı. Bu demekti ki, bütün dünyanın sıcaklığı, 20 yüzyıl sıcaklık ortalamasını peş peşe 327 aydır (27 küsur senedir!) aşmaktaydı. Ki, böyle bir şeyin şans eseri (tesadüf) olması ihtimali 3.7 x 10-99 olarak ifade ediliyor matematik olarak. Kaçta kaç, diye sorarsanız, kâinattaki yıldızların sayısından hayli fazla bir rakam çıkıyor: “o kadarda 1”lik bir ihtimal yani! Sakın, “kaçmış bakayım o sayı?” diye sormayın. En düşük denemez belki teorik olarak, ama hayli küçük bir ihtimal olduğunu kabul etmemiz gerekecek herhalde.

ABD’de Colorado’da tarihin en büyük orman yangınlarının alevleri ortalığı gerçek bir cehenneme çevirirken, ülkedeki toplam ilçe sayısının üçte birinden fazlasında en sıcak gün rekorları 3,215 kere peş peşe kırıldı.

Meteorologlar bu baharın ABD’de kayıtlara geçmiş en sıcak bahar olduğunu bildirdiler; ama dahası da var: eski rekor öylesine tuz buz edilmişti ki, bu sıcaklık rekoru ile, kayıtlara geçmiş tüm mevsimlerin ortalamasına tarihteki en büyük farkı atmış oluyorduk.

Tam bu sıralarda, Suudi meteoroloji merkezleri Mekke’de 43 derece sıcağa rağmen yağmur yağdığını bildirdiler ki, bu da gezegenin bilinen tarihindeki en sıcak ortamdaki sağanak yağışı olarak kayıtlara geçiyordu. (O sıcaklıkta bir duş yapmaya dayanabilir miydik diye de sormayın lûtfen; cevabı bilmiyorum çünkü – aslında bu bir cesaret meselesi.)

Haziran’da  Kuzey Buz Denizi’nde bu ay bakımından tarihin en düşük buz seviyesi kaydedildi ve bunun şimdiye kadar görülmüş en yüksek oranda (neredeyse % 95 ihtimalle), insanların fosil yakıt (petrol, kömür, doğal gaz) yakmalarından kaynaklandığı tespit edildi. Aynı ay içinde ABD’de  Florida’yı bu mevsimin en erken “adı konmuş” tropik fırtınası Debby vurdu; New Mexico, tarihin gördüğü en büyük orman yangınlarına sahne oldu, Colorado tapu kadastro kayıtlarında görülmüş en tahripkâr yangınına tanık oldu ve bu yangın öyle uzak masal ormanlarında değildi, çağdaş kent gerçekliğinin ta içine kadar girmişti: 346 ev bir anda yanıp kül oldu; bu esnada arabasıyla ara yollarda tam gaz kaçarken “dikiz aynamda cehennemi gördüm” diyen felaketzedeler vardı…

***

Korku filmlerinden fırlamış gibi karşımıza çıkan bir başka şoke edici “olay”ın varlığını da yine bu sıralarda öğreniverdik işte: Küresel ısınma yüzünden artık öylesine güçlü, gök gürültülü fırtınalar olmakta ki, bunlar kilometrelerce öteden stratosfere su buharı püskürtüyor, o da daha önceden attığımız kloroflorokarbonları tetikleyip, ozon tabakasını tahrip eden kimyasal reaksiyonlar doğuruyordu: Doktor Frankeştayn’ın yıldırımların çakıp durduğu karanlık laboratuvarı gibi! Ozon ise, malûm, yeryüzünde hayatta kalmanın ana unsurlarından biri. İnsanları, hayvanları ve bitkileri (tarım ürünlerini) güneşin morötesi (UV) ışınlarından koruyor. Ozon yıkılırsa, bir cilt kanseri salgını bile söz konusu olabilir! Buradaki ‘en’ ne peki? Çok basit: “En önemli konu,” diyor bilimciler, “geleceğin iklimi ile kimyanın bu bağlantısı işte.” Kısacası, iklim değişikliği “kimyamızı değiştiriyor”!

Bir başka tür korku filmi de Temmuz sonu Hindistan’da vizyona girdi: Elektrikler kesildi ve bir anda 300 milyon insan karanlıkta kaldı! Büyük keşmekeş yaşandı, saatler sonra elektrikler geri geldi. El Cezire’nin Delhi muhabiri, Doha’daki merkezden kendisine “yeni bir kesinti var mı?” diye soran arkadaşına şöyle dedi. “Yok canım, ne münasebet! Gerçi ülkenin gördüğü en büyük kesintiydi, ama artık hepsi geride kaldı.” Bu sözlerin üstünden 1 saat geçmemişti ki, yeni dalga geldi: “En Büyük kesinti – 2” Bu kez 600 ilâ 700 milyon insan (nüfusun yarıdan fazlası) elektriksiz kaldı! Kontrol-komuta merkezleri, bilgisayarlar, klimalar, asansörler, teleferikler, lunaparklar, buzdolapları durdu, trafik kördüğüm, tren ve metrolar felç oldu, uçaklar yerde, işçiler madenlerde mahpus kaldı.

Geleceğe ayna tutan fütüristik bir filim gibiydi herşey. Dumanlı bir ayna. Sanayiciler yeni kömürlü santral ve nükleer enerji istedi. Peki kesinti nedendi? Aşırı sıcaklarda şebekeye yüklenmekten, küresel ısınmanın zayıflattığı musonların baraj sularını besleyememesinden. Bir de, sistemin iflasından!  8 yıl öncesinin meşhur “Hindistan Parlıyor!” reklam sloganı, parıltısını biraz kaybetmiş gibiydi sanki.

***

Gene ay sonunda çok taze bir araştırma sonucu çıktı: Tropik ormanlardaki biyolojik çeşitlilik kaybı ürkütücü boyutlara varmıştı. Bu ormanlar, yeryüzündeki en zengin “arazi”leri oluşturuyordu. Yokedilmeleri, diğer faktörler arasında biyoçeşitliliğe en çok zarar vereniydi.

Çin’de başkent Beijing’i son 60 yılda vuran en ağır –ve belki de en tuhaf– sağanak yağış sonucunda 77 ölü, düzinelerce kayıp, onbinlerce evsiz… Son 60 yıl lafı tam doğru değil aslında, çünkü kayıtların tutulmasına ancak 61 yıl önce başlanmış. Yani, bu kadim başkentin kurulmasından bu yana görülmüş en ağır yağmur da olabilir pekâlâ! Ay sonunda Kuzey Kore’nin Anju şehrinde iki gün kesintisiz sağanak yağış: Sonuç: Şehrin tarihindeki en büyük felaket. Bu ayki yağışların sonucunda ise 90 ölü, 60 bin evsiz ve açlık tehlikesi. Soru: Ülkenin 1990’larda yaşanan ve 1 milyon kişinin hayatına mal olan o en büyük açlık ve kıtlık krizi tekrarlanabilir mi?

Ayrıca, bu kez sadece Kuzey değil başı belada olan: Kore yarımadası, kuzeyi ve güneyi ile en az yüz yıldan beri gördüğü en büyük kuraklığı yaşıyor. Sel ve kuraklık atbaşı koşmakta. Küresel iklim değişikliği. Japonya da kendi tarihinde gördüğü en büyük sağanak yağışlarının getirdiği yıkımlarla baş etmeye uğraşıyor. Rusya’nın Karadeniz bölgesindeki âni seller resmen tsunamiye benzer etki yarattı, evleri çatılarına kadar su bastı ve Krimsk şehrinin tarihinde gördüğü en ağır yıkıma yol açtı: 144 ölü, evinden olan sayısız insan.

Afrika’dan iki yıldır gelmekte olan kötü haberler berdevam. Batı’da Sahel, Doğu’da –insanlığın da doğduğu–  Afrika Boynuzu, muhtemelen tarihteki en büyük kuraklık, kıtlık ve açlık kriziyle boğuşuyor. Bu yazbahar aylarında yağmurlar bir türlü gelmedi. Aslında, önüm-arkam, sağım-solum sobe: Güney’de de Zimbabwe, en verimsiz hasat döneminde.Gıda yardımına ihtiyaç duyanların sayısı tarihteki en yüksek seviyesine gelirken, bu oran son 1 yılda en büyük artışı gösterdi: % 60. Doğu Afrika’nın o müthiş zengin çeşitlilikteki orman örtüsündeki kayıpsa en yüksek noktasına ulaşmış durumda: 9 yılda yüzde 9’dan fazla orman kaybı var! Ve, muhtemelen bu da daha başlangıç!

Yazbahar aylarında Amerika Birleşik Devletleri’nde son yarım yüzyılın en büyük kuraklığı hüküm sürüyor. Dünyanın en büyük mısır, buğday, soya ihracatçısının ürün yetiştirdiği bölgelerde topraktaki nem oranı tarihteki en düşük seviyelerden birine, yani dibe vurmuş durumda. Mükemmel ve en iyi mısır kategorisine giren ürün oranı, tarihteki en düşük seviyelerden birini yakalamış. Daha da kötüsü, yağmurlara rağmen kuraklık şartlarının birçok bölgede sürdüğü haberleri de geliyor: Bu gidişle belki de 1930’lardaki korkunç Toz Çanağı (Dust Bowl) yıllarından beter bir rekora gidecek, en kötü noktaya tırmanacak. Mısır fiyatları birbuçuk ay içinde yüzde 50’ye yakın artışla gelmiş geçmiş en yüksek seviyeye çıktı. Zaten yükselen gıda fiyatlarının da mısırın peşinden en yükseğe çıkması da beklenmekteydi.

Yalnız modern çağların en büyük kuraklık dönemine giren ABD’de değil, bütün dünyada hızla kötüleşen bir gidişat bu. Bir piton yılanının avını süper yavaş gösterimle ağır ağır boğup suyunu çıkarması gibi, büyük bölgeleri mahvedecek bir kuraklık sözkonusu. Ve daha yeni başlıyor. Dahası, kötüye giden, yalnız halihazırdaki gıda durumu değil, dünya gıda sisteminin ta kendisi.

Mısır, buğday, soya fiyatları yükselirken, bir yandan da dünyanın en büyük emtia şirketleri olan Cargill ve Glencore’un spekülasyonları ile daha da fırlayacak fiyatlar. Önümüzdeki yıllarda kendini gösterecek olan etkilerini de çoğumuz küresel ısınmayla asla ilişkilendiremeyeceğiz. Halklar ayaklanacak, ama biz bunlara, din savaşları, etnik savaşlar, göçlere karşı savaşlar, terör filan diye bakacağız.

***

En kötüsü de şu: Dünyanın başı fena halde belada, ama siyasi liderlerin bu berbat durumu kavradığına dair en ufak bir belirti görünmüyor. Nüfus, enerji, su politikaları konusunda yeni tedbirler almak üzere duruma uyum sağlamak belki de tek çare. Zaman bitiyor. Yükselen gıda fiyatları, yayılan gıda ayaklanmaları, her yerde çatırdayan siyasi istikrar. Dünya, tüm bunların altında yatan yönetilemez bir kıtlık krizine çoğu insanın kavradığından çok daha yakın olabilir.

Türkiye’nin bu mevsim en taze rekorlarına bir göz atarsak, manzara-i umumiye şöyle: Temmuz sonlarında Meteoroloji Genel Müdürlüğü başkent Ankara’nın, tarihinin en sıcak gününü yaşadığını açıkladı. Ayrıca, Ankara dışında, Bolu, Çankırı ve Kırıkkale illerinde de tarihlerinin en yüksek sıcaklık değerleri ölçülmüştü. Haber 86 yıllık sıcaklık rekorunun kırıldığı şeklinde veriliyor idiyse de, bu tam doğru sayılmazdı aslında. Yalnızca kayıtlar 1926’da tutulmaya başlamıştı.Yoksa, bölgenin takriben 4,500 yıl önce Hatti medeniyetinin kurulduğu günlerden bu yana en sıcak günü gördüğünü, hatta rekorun onbinlerce yıl geriye götürülebileceğini de söylemek pekâlâ mümkün.

Aynı günlerde kuraklık konusunda gazetelerde şöyle bir haber vardı: “Küresel ısınma çiftçileri kırıp geçiriyor. ABD’de son yılların en şiddetli kuraklığı yaşanırken, Türkiye’nin Doğu Anadolu Bölgesinde çiftçiler, hayvanlarına yedirecekleri yeşil ot bulamıyor. Bütün bunlar tarihin en büyük gıda krizine davetiye çıkarırken… Doğu Anadolu Tarımsal Üreticiler ve Besiciler Birliği (DATÜB) Başkanı kendinden örnek veriyordu: “Yeşermeyen buğdaylar Haziran aylarında toprağın altında yoğurt halini aldı ve ‘tohumlar kesti’…Yani ürün tamamen kullanılmaz hale geldi. Uzun yıllardır hiç görülmemiş bir şeydir bu bölgede.” Aynı günlerde Giresun Ziraat Odası Başkanı da, geçen yıl iklim yüzünden tarihin en düşük rekoltelerinden birini yaşayan fındıkta bu yıl tam toparlanma olurken, gene sıcak vurabileceğini belirtti.

Kuraklığın yanı sıra, iklim değişikliğinin “korkunç” ikizi fırtına ve seller de eksik değildi Türkiye’de Temmuz ayının ilk haftasında Samsun apansız yağış ve sel sonucu bir trajedi’ye sahne oldu. Kentin, tarihinde gördüğü en büyük felaketlerden biri olan selde köprüler yıkıldı, evler sular altında kaldı, çocuklar annelerinin “gözü önünde” boğuldu, toplamda 12 kişi hayatını kaybetti. TMMOB, suçlu ve sorumlunun doğa değil, DSİ, SASKİ, TOKİ, büyükşehir  ve ilçe belediyeleri olduğunu belirtti, ama insan kaynaklı iklim değişikliği raporlarını es geçti.

***

Yeryüzü iklim krizi alarmında nüfus, enerji ve su politikalarının baştan başa gözden geçirilmesinin en âcil öncelik olduğu dünyanın önde gelen uzmanları tarafından belirtilirken Türkiye’de Başbakan en az 3 (hatta bazen 5) çocuk politikasının savunuculuğunu yapmaya yazbahar aylarında da devam ediyor; Tarım Bakanı, Doğu Anadolu’da “bir kısım kuraklık” yaşanmakla birlikte ABD’deki krizin Türkiye’yi etkilemesine “izin verilmeyeceğini” söylüyor; Orman ve Su işleri Bakanı çeşitli baraj, gölet ve HES’lerin toplu temel atma töreninde “en az 2070 yılına kadar” suyumuz olduğunu ilan ediyor; Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Türkiye’nin dünya büyüme hızından da fazla büyüdüğünü, enerji sektörününse ülke büyüme hızından da hızlı (%10 üzerinde) büyüdüğünü belirtip, Allah’a hamd ediyordu.

Öte yandan, İSO’nun Temmuz sonunda açıklanan 2011 araştırmasına göre ülkenin en büyük sanayi kuruluşlarının uğraşı alanları, hemen tamamen fosil yakıt ve enerjiden ibaretti. İlk 5, sırasıyla şöyleydi: petrol, otomotiv, otomobil, elektrik, otomotiv. En kârlı şirketlerin temel uğraşı alanları ise gene sırasıyla şunlardı : petrol, elektrik, petrol,  kömür-maden, demir-çelik. Bu listeye bakıldığında Türkiye’nin iklim değişikliğine karşı politikalar geliştirme performans indeksinde dünyadaki tüm ülkeler arasında en son sıralarda yer almasına şaşmalı mıydık, yoksa “En Büyük Türkiye, Başka Büyük Yok!” diye naralanmalı mıydık, bilmek zordu.

Ama, bildiğimiz birşey varsa, burada da her şey daha yeni başlıyordu.

***

Yazın ortasında, Temmuz ayının son gününde çokuluslu petrol şirketlerinin en büyük beşinin ikinci çeyrek kârları açıklandı. Para tarihinin gördüğü bu en büyük ve en kârlı 5 şirketin (BP, Chevron, ConocoPhillips, ExxonMobil ve Royal Dutch Shell) bu yıl toplam dakikada 236,000 dolar kazandığı anlaşıldı! Yani, saniyede 3993 dolar! Yılın her saniyesinde. Her yılın. Yeni binyılın başından beri 1 trilyon dolardan daha fazla kâr eden bu 5 kardeşin küresel ısınmayı durdurmak üzere yeldeğirmenleri, rüzgâr gülleri ya da güneşin altın ışınları peşinde koşacaklarını düşünmek de kolay değil doğrusu. Düşünsenize, 10 saniye düşünseler, 40 bin dolar “kayıp”ları olacak!

Bill McKibben’ın, Rolling Stone dergisinin Ağustos sayısındaki yazısında (“Global Warming’s Terrifying New Math”) dediği gibi, “fosil yakıt şirketleri, sistemli bir şekilde gezegenin fiziki sistemlerinin temeline dinamit koymaktalar.” (Onları bunu yapmamaya ikna etmenin yolu belki vardır, ama biz bunu bilmiyoruz.) “İnsanlığın şimdiye kadar yüzyüze kaldığı en büyük mesele bu” diye devam ediyor McKibben. “Ne kadar yakabileceğimizi biliyoruz, kimin daha ne kadar yakmayı planladığını da biliyoruz. İklim değişikliği jeolojik bir ölçek ve zaman çerçevesi içinde işler, ama bu doğa’nın nesnel, gayrişahsi bir kuvveti değildir; matematik hesabı ne kadar dikkatli yaparsan, işin, özünde, bir ahlak meselesi olduğunu anlarsın; düşmanın adı var yani: o Shell.”

Dolayısıyla, şurası açık ki, artık tek yol var önümüzde, düşmanla kafa kafaya mücadeleye girişmek. “Totaliter kapitalizm” diye adlandırabileceğimiz dünya sistemini yöneten bu sektörle, yani yeryüzünün en güçlü ve en zengin sektörü ile mücadelenin gerçekçi olmadığını düşünmek, pek çoğumuz için ilk bakışta çok normal. Ama, sadece ilk bakışta. Yoksa, ikinci kez başımızı kaldırıp etrafımıza ve dünyaya şöyle bir daha “alıcı gözüyle” baktığımızda bambaşka bir manzara görmemiz pekâlâ mümkün. Bütün bu kavurucu sıcak dalgalarının, korkunç orman yangınlarının, tufan gibi akan sular ve sellerin, boa yılanı gibi sıkan o boğucu kuraklığın arasında dünyanın dört bir tarafında ve elbette kendi ülkemizde de patlak veren bir vatandaş ayaklanmaları zincirinin halka halka genişlemekte olduğunu görmek hiç de zor olmayabilir. Kömürü, petrolü gazı yerin dibinde tutmak, ortak varlığımız olan dereleri, ormanları, dağları bu canavarların elinden kurtarmak ve haysiyetli bir yaşam sürdürebilmek için hukuka, hukukun yetersiz kaldığı yerlerde sivil itaatsizliğe başvurmaya, otoriteye başkaldırmaya, velhasıl sıkı bir kavgaya girişmeye gittikçe daha hazırlıklı ve istekli insan kitlelerini görmek için büyük çaba harcamaya da gerek yok aslında.

***

Büyük bir sistem krizinin içinde olduğumuz konusunda dünyanın önde gelen düşünür ve yazar çizerlerinin tereddüdü yok. Bunlardan biri, ekonomi politik ve tarih çalışmalarıyla önde gelen düşünür, yazar ve aktivist Gar Alperovitz. O,  görülmemiş derecede değişik bir tarihî döneme, hatta “tarihin en önemli ânı’na (moment)”girmiş olduğumuzu söylüyor yakın zaman önceki bir konuşmasında. (“We are Laying Groundwork for the ‘Next Great Revolution”)

Tarihte sistemlerin herşeyden önce serveti kontrol edenler tarafından tanımlandığını, yüzde 1’i oluşturan servet sahiplerinin artık kesinlikle yönetemez olduğunu, iklim değişikliğiyle de, işsizlikle de, yoksullukla da başedemez hale geldiğini söylüyor Alperovitz. Bunun sistemi faşizme götürecek büyük bir tehlike içerdiğini kabul etmekle birlikte, ömrü hayatında ilk kez milyonlarca insanın da artık isyan halinde olduğunu gördüğünü belirtiyor. Sistem krizi içinde toplumsal olarak bundan sonraki büyük dönüşümün, hatta devrimin temellerini adım adım attığımızı söylüyor: Her yerde küçük küçük yapılmakta olan binlerce yerel eylemi, servetin mülkiyet yapısını değiştiren, ekonomiyi yeşilleştiren bu hareketleri, “bir sonraki devrimin prehistoryası (ön tarihi)” olarak adlandırıyor.

“Temelleri atılmakta olan bu şey,” diye sürdürüyor Alperovitz, “eski geleneklerin ötesinde hayli demokratik bir yeni sisteme geçiştir: Sürdürülebilir, iklim değişikliğini engellemeye girişen, ama aynı zamanda mülkiyet yapısını değiştiren ve serveti demokratikleştiren bir dönüşüm süreci.”

Ve, konuşmanın sonuna doğru, çok önemli, yepyeni bir en geliyor önümüze: “Bugüne kadar söylediklerimden çok daha radikal birşey söylemek istiyorum size,” diyor Alperovitz. Duyacağınız en radikal şey olacak bu. İşte söylüyorum: Bence umut var.”

Yazbahar aylarında ABD’nin binbir yerinde, Washington’da, Ohio’da, New York eyaletinde, Montana’da, Texas’ta, Vermont’ta, Alaska’da, Kanada’da, Kuzey Buz Denizi’nde, Çukçi Denizi’nde, Çin’de Siçuan’da, Jiangsu’da, Japonya’da Tokyo’da, Hindistan’ın sayısız orman ve dağlarında, Türkiye’de Sinop’un Gerze’sinde, İzmir’in Aliağa’sında, Antalya’nın Çıralı’sında, Köyceğiz’in Yuvarlakçay’ında, Tunceli’de, Rize’de görüyoruz bu umudu ve görmeye devam edeceğimiz şüphesiz.

***

Küresel iklim değişikliği asıl şimdi başlıyor, bu doğru.

Ama büyük mücadele de asıl şimdi başlıyor.

En güzeli de bu zaten.

(Açık Radyo)

Denizlerimiz ölüyor durdurun bu kıyımı! – Mehveş Evin

 

Bu yazı, başta Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı olmak üzere, denizlerle ilgilenen herkese açık bir çağrıdır: Denizlerimiz can çekişiyor. Son şansımız, Bakan’ın önünde duran karar!

Balığın ve deniz canlılarının hızla tükendiği tek yer, İstanbul Boğazı değil. Bir zamanlar kilolarca ve yüzlerce çeşit balık tutulan bereketli Ege ve Akdeniz sahilleri kan ağlıyor. Gökova Körfezi’nde, balıkçılıkla geçinen kasabalarda bile durum içler acısı. Bunun nedenlerini daha sonra ayrıntılarıyla anlatacağım…

Durumun vahametini anlayabilmeniz için küçük bir örnek vereyim: Akyaka’nın meşhur balık ekmekçisi bile artık kendi yöresinin balığını satamıyor. Sorunca öğreniyoruz, yediğimiz balık, Norveç mezgitiymiş! Balıkçılığın merkezi olan bir yerde durum böyleyse, büyük şehirlerdeki vaziyeti siz hesaplayın…

Evet sevgili okur! Bizim, Boğaz’ın lüferi, av yasağı, imza kampanyasını yazdığımız son birkaç yıl içinde, denizlerdeki katliam bitmedi… Tarım, Gıda ve Hayvancılık Bakanlığı bazı önlemler almaya çalıştı, mesela boy yasağı zar zor 20 santime çıkarıldı. Geçen yıl bunun için bakanlık bünyesinde Balıkçılık ve Su Ürünleri Genel Müdürlüğü (BSGM) kuruldu.

Artık böyle gitmiyor
Bu müdürlük, çoktan yapılması gereken hamleyi yaptı ve 2012-2016 su ürünleri sirkülerinin konuşulacağı toplantı öncesinde tüm muhatapların görüşlerini topladı. Balıkçılardan tutun akademisyenlere, meseleye dair alınan görüşler bir rapor haline getirildi.
21 Haziran’da Ankara’da yapılan toplantıya ilk defa kıyı balıkçısı da katıldı. Bu çok önemliydi, zira denizleri tüketen kıyı balıkçısı değil, endüstriyel ve yasadışı balık tutanlar… Toplantı, BSGM’den Durali Koçak’ın şu sözleriyle açıldı: “Tüm amacımız, balığın öncekinden daha az tutulmasını sağlamak ve canlılara en azından bir kere üreme şansı vermek. Çünkü hepimiz gördük, artık böyle gitmiyor ve deniz bitiyor.”
Koçak’ın bu sözlerine katılmayanlar, elbette endüstriyel avlanan gırgırcılardı.

Derin gırgırcı lobisi
Peki denizleri koruma amacıyla hazırlanan bu sirkülerde neler vardı? Özetle, rezerv alanların kurulması, belli yerlerde 30 metre derinlikten az bölgelere av yasağı getirilmesi ve dalyanların av zamanlarıyla ilgili düzenlemeler.
Elbette bu bazılarının hiç işine gelmedi!
SürKoop Başkanı Ramazan Özkaya’ya göre, sirküler korumacı bir biçimde kurgulandı ve akademisyenlerden alınan görüşlerle desteklenerek geçen hafta bakanlığa yollandı. Şimdi denizlerin belki de son şansı olan bu tebliğ, müsteşarların önünde. Fakat lobiciler, sirkuleri delmek için elinden geleni yapıyor.
Bu arada sivil toplum kuruluşları tarafından, sirkülerin bozulmadan bakanlıktan geçmesi için imza kampanyaları düzenlendi ve toplanan     800 dilekçe bakanlığa ve bürokratlara yollandı. Anlayacağınız son söz  Bakan’da.
Hassasiyetini bildiğimiz Bakan Eker’e buradan sesleniyoruz: Denizlerimiz, memleketimiz ve çocuklarımız için lütfen bilim dünyasının görüşlerini ve kıyı balıkçılarının çığlığını dinleyin… Çıkarları uğruna çirkin pazarlıklar yapanları değil!

Fikir Sahibi Damaklar, sadece kampanya yapmakla kalmadı. Ankara’daki toplantıyı izleyip korumacı kararların çıkması için bakanlığı dilekçe yağmuruna tuttu.

Karar vericiler büyük balıkçıyı dinliyor

Sualtı Araştırmaları Derneği SAD’ın kurucu üyesi, AFAG (Akdeniz fokunu araştırma grubu) koordinatörü Cem Orkun, Ankara’daki su ürünleri sirküleri toplantısıyla ilgili bazı bilgiler verdi:

* Sorun sadece balıkların aşırı avlanması değil. Bin civarında deniz canlısına besin kaynağı olan deniz eriştesi (latincesi Posidonia oceanica) sığ sularda gırgırla avlanma yüzünden yok oluyor.

* Bu çiçekli ve endemik bitki sadece Akdeniz’de bulunuyor. Toplantıda Geleneksel Balıkçılar Derneği ile birlikte, gırgır avının 50 metreden daha sığ sularda yapılmamasını destekledik. Zaten AB mevzuatında da 50 metredir.

* Gırgır lobisiyse bu sınırı     18 metreye kadar düşürmek istedi. Sonunda ‘ortasını bulalım’ denildi ve 30 metrede karar kılındı. Ancak lobinin baskısı sonucu tebliğde tekrar         18 metreye inebilir. Bu da bahsettiğim bitkiler ve onlarla beslenen deniz canlıları için bir felakettir.

* Beş sivil toplum derneğinin desteklediği kıyı balıkçıları, bazı alanların, mesela İstanbul’da Adalar’da 1 km’lik bir rezerv alanı oluşturulmasını teklif etti. Yani kıyı balıkçıları dahil kimsenin avlanmamasını.

* Böyle bir rezerv alanı yaratmanın, balık sayısı ve boyunu yüzde 100 artırdığı bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Ancak karar vericiler büyük ölçekli balıkçıları dinliyor. Bu nedenle tartışılan rezerv alanı kabul edilmeyebilir.

 

Mehveş Evin – Milliyet

Sırf yapabiliyorsunuz diye – Andrew Finkel

İşte kimilerini eğlendirecek, kimilerinizi ise ürkütecek bir hikâye. Taraf’ın yanı sıra New York Times’ın internet edisyonunda da bir köşem var. Birbirinden farklı kitlelere seslendiğimi bilsem de konu bazen kaçınılmaz olarak aynı oluyor. Bu konulardan biri, Yenikapı’da yapılacak olan bir milyon kişilik miting alanını duyunca yaşadığım şaşkınlıktı. Planı itici yapan, sadece tarihî yarımadaya vereceği hesaplanmamış zarar değil, durup dururken, bir anda ortaya çıkmış olmasıydı.

Yenikapı’yı geliştirmek için uluslararası bir yarışma düzenlediler, belli ki belediye istememişti. Yarışma bölümleri arasında miting alanı diye bir şeyden söz edilmiyordu. Aslına bakılırsa bu, Peter Eisenman,Charles Jencks ya da Hollandalı Mecanoo gibi prestijli uluslararası ortakları olan Türk firmalarının, büyük bir zaman ve para harcayacağı detaylı şehir planlarının daha mürekkebi kurumadan geçersiz olacağı anlamına geliyordu.

O yüzden, “kim Yenikapı gibi, metro kazılarında insanlık tarihindeki en önemli alanlardan biri olduğu ortaya çıkan bir yeri deforme etmek ister” sorusunun yanıtını aradığım bir yazı yazdım. Hükümetin bunu güç gösterisi için yaptığı sonucuna ulaştım. Anlamlı olduğu için değil “yapabildikleri için” yapıyorlardı. Okyanusun öte tarafındaki editörlerim, köşeye “İstanbul’u Yok Etmek” başlığını attılar. Fotoğraf editörleri de, İstanbul’u sönük gösteren bir fotoğraf bulmak için sanırım arşivleri karıştırdı.

Yenikapı fotoğrafı kullanmadılar. Onun yerine Zorlu Centre’ın inşaat hâlindeki fotoğrafını seçtiler. Biraz mahcup oldum. Şans eseri Londra’da binanın mimarı Emre Arolat’ın bir konferansına katılmıştım. Konferans Charles Jencks ile onun arasında geçen ikili bir sohbete dönüştü. Nazik ve duyarlı bir adama benziyordu. Doğru bir tesbitle, İstanbul’un üzerindeki laneti, demokratik planlamadaki başarısızlığın bir sonucu olarak tanımladı. Kenti ilgilendiren bütün kararlar, ta Ankara’da alınıyordu. Üçüncü Köprü, Nâzım Planı’nda yer almıyor bile ama tabii ki bu ve bunun gibi İstanbul’un geleceğini planlamak için atılan her türlü adım bir şakadan ibaret.

İşin ironik tarafı, eğer İstanbul gerçek anlamda demokratik olarak yönetilseydi, Zorlu Centre gibi devasa ve dayatmacı bir bina asla inşa edilmezdi. Kentin en kalabalık noktalarından birindeki bu koca yapıya kaç kişinin girip çıkacağı hakkında bir fikri olanınız var mı? Yoktur herhâlde. Üçüncü Köprü için kaç yüz bin ağacın katledileceğini bilen de yok. Kimse bunun hangi trafik sorununu çözeceğini etüt etmedi. Karadeniz kıyısı boyunca devasa bir kentleşmeye ve İstanbul’u yaşanmaz hâle getirecek geri dönüşü olmayan bir iklim değişikliğine yol açıp açmayacağı üzerine çalışan da olmadı.

Ergenekon Davası’nın her nüansını sanki dünyanın en önemli meselesi gibi haber yapan bu gazete bile, cuma günkü baskısında, üçüncü havalimanı haberini sanki yeryüzündeki en doğal olaymış gibi işledi. En iyi bildiğim Avrupa kenti Londra’da, hükümetin Heathrow Havalimanı’na üçüncü bir pist inşa etmesi bile sözkonusu olamaz, çünkü halkın protesto gösterileriyle kıyameti koparacağını bilirler. Daha fazla hava trafiği gürültüsünü kimse istemez. Ama ne hikmetse İstanbul’da kimse üçüncü havalimanının tam olarak nerede olacağını, hangi sorunlara çözüm getireceğini ve hangi yeni sorunları yaratacağını bilmiyor. Yetkililer niye endişe etsin ki o zaman. Yapar da yaparlar, ne de olsa yapabiliyorlar.

Ergenekoncular meğer ne ahmakmış. Ülkeyi gerçekten ele geçirmek isteselerdi, tek yapmaları gereken TOKİ’de bir iş bulmaktı. İstanbul hâlihazırda idari emirle yönetiliyor; sıkıyönetimin kibar biçimiyle yani.

 

Andrew Finkel – Taraf


 

Küresel ısınmanın korkutucu yeni matematiği – Bill McKibben

Küresel felaket anlamına gelen ve gerçek düşmanı ortaya koyan üç basit sayı

350.org’un kurucusu, Amerikalı yazar ve aktivist Bill McKibben’ın Rolling Stone dergisinde ve commondreams.org’da yayınlanan “Global Warming’s Terrifying New Math: Three simple numbers that add up to global catastrophe – and that make clear who the real enemy is” başlıklı yazısının tamamını Mahir Ilgaz’ın Yeşil Gazete için yaptığı çeviriyle sunuyoruz.

Eğer Colorado’daki dev yangınların fotoğrafları veya klimanızın sebep olduğu elektrik faturanız hala sizi ikna etmeye yetmediyse, iklim değişikliği ile ilgili bazı sindirimi zor sayılara buyrun: Haziran ayında ABD’de 3215 ayrı yüksek sıcaklık rekoru kırıldı veya egale edildi. Haziran, kuzey yarımküre için kayıtlardaki en sıcak Mayıs ayının hemen ardından ve tüm gezegen için 20. yüzyıl ortalamasının aşıldığı birbirini takip eden 327. ay olarak kayda geçti, ki bunun şansa olma ihtimali 3.7 x 1099, yani evrendeki tüm yıldızların toplam sayısının hayli üzerinde.

Meteorologlar, bu baharın ulusumuz için en sıcak bahar olduğunu belirttiler. Hatta, “kayıtlardaki mevsim ortalamalarından en fazla sapma yaşanan mevsim” olarak eski rekor ezildi. Aynı hafta Suudi Arabistanlı yetkililer Mekke’de 42.8 derecelik sıcaklığa rağmen yağmur yağdığı haberini geçtiler, gezegenin tarihindeki en sıcak yağış.

Tüm bunlar liderlerimizin pek dikkatini çekemedi ama. Geçtiğimiz ay, 1992’deki çevre zirvesinin 20. yılı için yapılan tekrarda bir araya gelen dünya ulusları hiçbir şey başaramadılar. 20 yıl önceki zirve için Rio’ya giden George H.W. Bush’un aksine, Barack Obama katılmadı bile. Britanyalı gazeteci George Monbiot’nun sözleriyle “20 yıl öncesinin kıvançlı ve kendine cüretli toplantısının hayaleti gibiydi”, kimse fazla umursamadı, adımlar “bir zamanlar yığınların izdihamıyla dolu olan” boş koridorlarda ayak sesleri yankılanıyordu. 1989’da sıradan okuyucu için iklim değişikliği hakkında yazılmış ilk kitaplardan birini yazdığım için ve o tarihten beri bu ısınmayı yavaşlatmak için etkisizce çaba gösterdiğim için kendinden emin bir şekilde mücadeleyi fena ve hızlı bir şekilde kaybetmekte olduğumuzu söyleyebilirim. Kaybediyoruz çünkü her şeyden önce insan medeniyetinin içinde olduğu tehlikeyi inkar etmeye devam ediyoruz.

Küresel ısınma hakkında düşünmeye tenezzül ettiğimizde dahi savlarımız ideolojik, teolojik ve ekonomik oluyor. Ancak, içinde olduğumuz açmazın ciddiyetini kavrayabilmek için sadece biraz matematiğe ihtiyacımız var. Yaklaşık bir senedir, ilk olarak Birleşik Krallık’taki mali analistler tarafından yayımlanan kavraması kolay ve çarpıcı bir aritmetik analiz, henüz geniş kamuoyuna yansımasa da, çevre konferansları ve dergilerinde boy gösteriyor. Bu analiz iklim değişikliği hakkındaki alışılagelmiş siyasi düşüncenin büyük kısmını altüst ediyor ve üç basit sayıya ilişkin tehlikeli – nihai kertede hala umut olmasına rağmen neredeyse umutsuz – durumumuzu anlamamıza imkân sağlıyor.

İlk Sayı: 2° Derece

Eğer film Hollywood tarzı bitseydi, 2009’daki Kopenhag iklim konferansı iklim değişikliğini yavaşlatmak için verilen küresel mücadelenin doruk noktası olacaktı. Dünya ülkeleri önde gelen bir iklim iktisatçısı, Sir Nicholas Stern’in deyişiyle, “neyin tehlikede olduğu göz önüne alındığında, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana gerçekleştirilen en önemli toplantı”da Aralık kasveti içinde Danimarka’da bir araya gelmişti. O dönem Danimarka enerji bakanı olan ve konferansa başkanlık eden Connie Hedegaard şöyle özetliyordu: “Elimizdeki tek fırsat bu. Bunu heba edersek, yeni ve daha iyi bir fırsat elde etmemiz yıllar sürebilir. Eğer başka bir fırsat olursa tabii.”

Elbette ki bu fırsatı kaçırdık. Kopenhag nefes kesici bir başarısızlıkla sonlandı. Birlikte küresel karbon salımlarının %40’ından sorumlu olan ABD ve Çin dramatik indirimlere gitmeye hazır değildi, dolayısıyla konferans, son gün dünya liderlerinin gelmesine kadar, iki hafta boyunca amaçsızca süründü. Kayda değer kargaşa içinde, Başkan Obama kimseyi kandırmayan “Kopenhag Mutabakatı”nın yazılması için öncülük etti. Tamamen gönüllülük esasına dayanan mutabakat kimseye herhangi bir taahhüt getirmiyordu. Devletler karbon salımlarını azaltma niyeti açıklasa bile herhangi bir uygulama mekanizması öngörülmemişti. Öfkeli bir Greenpeace yetkilisi “Kopenhag, bu akşam bir suç mahali” diyor ve ekliyordu: “suçlular havalimanına kaçıyor”. Manşetler aynı acımasızlıktaydı: “KOPENHAG: ZAMANIMIZIN MÜNİH’İ Mİ?”[1] diye soruyordu biri.

Mutabakatta yine de önemli bir sayı yer alıyordu. Birinci paragrafta “küresel sıcaklıklardaki artışın 2 santigrat derece altında kalması gerektiği üzerine bilimsel görüş” resmi olarak tanınıyordu. Bir sonraki paragrafta ise “küresel derecedeki artışın 2 santigrat derecenin altında tutulması için küresel salımlarda derin kesintilere gidilmesi konusunda hemfikiriz” ifadesi yer alıyordu. Mutabakat 2 derece konusunda ısrarcı olarak 2009’da sözüm ona Büyük Ekonomiler Forumu, G8 tarafından onaylanan pozisyona sadık kalıyordu. Basmakalıp bilgiyse, işte basmakalıp bilgi. Bu sayı, ilk olarak dönemin Almanya çevre bakanı, şimdiyse aynı ulusun merkez sağ Şansölyesi Angela Merkel tarafından yönetilen 1995’deki bir iklim zirvesinde öne çıkmıştı.

Bağlam: Şu ana kadar gezegenin ortalama ısısını yaklaşık 0.8 santigrat artırdık ve bu artış bilim insanlarının tahminlerinin çok ötesinde tahribata yol açtı (Kutuplardaki yaz buzullarının üçte bir yok oldu, okyanuslar yüzde otuz daha asitli ve sıcak hava soğuk havaya oranla daha fazla su buharı tuttuğundan dolayı okyanusların üzerindeki atmosfer şok edici bir şekilde yüzde beş daha nemli ve bu da yıkıcı sellerin oluşması için gerekli ortamı hazırlıyor). Tüm bu etkiler göz önüne alındığında, artık birçok bilim insanı iki derecenin çok hafif bir hedef olduğu görüşünü benimsiyor. Fırtınalar konusunda dünyanın başlıca uzmanlarından MIT’den Kerry Emanuel’e göre “Bir derecenin üzerindeki herhangi bir hedef kumar demek” ayrıca “sıcaklık arttıkça bahisler iyice zorlaşıyor”. Bir dönem Dünya Bankası’nın baş biyoçeşitlilik danışmanı olan Thomas Lovejoy işe durumu şöyle ifade ediyor: “0.8 derecede bugün yaşadıklarımızı yaşıyorsak, 2 derece basitçe çok fazla”. Gezegenin en önde gelen iklim bilimcisi, NASA’dan James Hansen ise daha da açık: “Uluslararası müzakerelerde üzerinde konuşulan 2 derecelik ısınma hedefi aslında uzun vadeli felaket reçetesi anlamına geliyor”. Kopenhag zirvesinde küçük ada devletleri adına konuşan bir sözcü bu ülkelerin birçoğunun 2  derecelik bir sıcaklık artışını kaldıramayacağı uyarısını yapmıştı: “Bazı ülkeler ortadan kaybolacak”. Aynı zirvede, gelişmekte olan ülkelerin temsilcileri, 2 derecenin kuraklıkla boğuşan Afrika için bir “intihar ahdi” anlamına geleceği konusunda uyarıldıklarında birçoğu “”Bir derece, bir Afrika” diye bağırmaya başlamıştı.

Bunun gibi son derece sağlam şüphelere rağmen siyasi gerçekçilik bilimsel verilerin üstesinden geldi ve dünya 2  derece hedefi üzerinde anlaştı. Hatta iklim değişikliği konusunda dünyanın üzerinde anlaştığı tek şeyin bu olduğunu söylersek haksızlık etmiş olmayız. Kıssadan hisse, dünyanın karbon salımlarının yüzde 87’sinden fazlasından sorumlu toplam 167 ülke iki derece hedefini kabul eden Kopenhag Mutabakatını imzaladı. Sadece birkaç düzine ülke anlaşmayı reddetti, gelirinin büyük kısmını petrol ve gaz ithalatından kazanan Kuveyt, Nikaragua, Venezüella ve hatta Birleşik Arap Emirlikleri bile mutabakatı imzaladı.  Hâlihazırda Dünya gezegeninin resmi konumu, sıcaklığı 2 dereceden fazla artıramayacağımız şeklinde. En düşük ortak paydaların en düşüğü. 2 derece.

İkinci Sayı: 565 Gigaton

Bilim insanlarının tahminlerine göre, yüzyıl ortasına kadar, insanlar,  2 derecenin altında kalmak için makul bir umut taşıyarak atmosfere fazladan 565 gigaton karbon dioksit pompalayabilirler (Bu durumda “makul” beşte dört ihtimal anlamına veya bir altıpatlarla Rus ruleti oynamaktan az kötü ihtimale denk geliyor).

Bu küresel “karbon bütçesi” fikri yaklaşık on yıl önce, bilim insanları güvenli bir şekilde daha ne kadar petrol, kömür ve gaz yakılabileceğini hesaplamaya başladığında ortaya çıktı. Dünyanın sıcaklığını şu ana kadar 0.8 derece artırdığımız için ilk bakışta hedefe yarıdan az bir oranda yaklaştık. Ancak bilgisayar modellerinin hesaplamalarına göre aslında CO2 artışını şu an durdursak dahi, daha önceden saldığımız karbon atmosferi ısıtmaya devam edeceği için sıcaklık fazladan bir 0.8 derece daha artacak. Bu ise iki derece hedefine dörtte üç oranında yaklaştığımız anlamına geliyor.

Bu sayılar ne kadar doğru? Kimse tam olarak kesin olduklarını iddia etmiyor ancak, çok az kişi genellikle doğru olduklarına karşı çıkıyor. 565 gigatonluk rakam, geçtiğimiz on yıllar içinde tüm dünyadan iklimbilimciler tarafından oluşturulan en gelişmiş bilgisayar benzetim modellerinden birinden elde edildi. İklim Değişikliği Üzerine Uluslararası Panel’in (IPCC) bir sonraki raporunu hazırlama çalışmaları dâhilinde oluşturulan en son iklim benzetim modelleri tarafından da doğrulandı. Atmosfer Araştırmaları Üzerine Ulusal Merkez’den Avustralyalı iklimbilimci Tom Wigley “Sayılar geldikçe bakıyoruz da hemen hiçbir şey değişmemiş” diyor. “Veri setinde eskiden 20 model varken şimdi 40 civarında model var; ancak, sayılar henüz hemen hemen aynı. Geçtiğimiz on yılda fazla bir şey değiştiğini düşünmüyorum, Sadece, ince ayar yapıyoruz” diye ekliyor. Lawrence Berkeley Ulusal Laboratuarı’ndan William Collins de meslektaşına katılıyor: “Bu yeni tur benzetimlerin sonuçları oldukça yakın olacak. İklim sistemi üzerine elde ettiğimiz yeni bilgilerden bize bir şey düşmeyecek”.

Dünya ekonomilerinden de medet yok. Mali krizin zirvesine çıktığımız 2009 yılındaki bir yıllık ara dışında her yıl atmosfere rekor oranda karbon salmaya devam ettik. Uluslararası Enerji Ajansı’nın (IEA) Mayıs sonunda yayımladığı yeni rakamlara göre geçen yıl CO2 salımları bir önceki yıla oranla yüzde 3.2’lik bir artışla 31.6 gigatona çıktı. ABD’de kış ılık geçtiği ve kömürlü termik santrallerin bir kısmı doğalgaza dönüştürüldüğü için salımlar bir miktar düştü; Çin büyümeye devam etti, dolayısıyla karbon salımı (ki yakınlarda ABD toplam rakamını geçmişti) yüzde 9.3 arttı; Japonlar Fukushima sonrası nükleer santrallerini kapattılar, bunun bir sonucu olarak salımları yüzde 2.4 arttı. İngiltere’deki Tyndall İklim Değişikliği Araştırmaları Merkezi’nin başı Corinne Le Quéré, “Daha fazla yenilenebilir enerji kullanmak ve enerji verimliliğini artırmak için çabalar var. Ancak, artan sayılar gösteriyor ki bu çabaların etkileri marjinal kaldı” diye durumu ifade ediyor. Aslında, araştırma üstüne araştırma, karbon salımlarının yılda yüzde üç civarında büyüyeceğini ve bu devam ederse bugünün anaokulu öğrencilerinin liseden mezun olacağı 16 yıl içinde 565 gigatonluk hakkımızı tüketeceğimizi ortaya koyuyor.

IEA’nın baş ekonomisti Fatih Birol “Yeni veriler 2 derece hedefinin tutturulması ihtimalinin giderek azaldığına ilişkin yeni kanıtlar ortaya koyuyor” diyor ve hatta ekliyor “Bu verilere baktığımda eğilimin 6 derecelik bir artış ile birebir örtüştüğünü görüyorum.” Bu bilim kurgudan fırlama bir gezegen anlamına gelir.

Yeni veriler elde, Rio konferansına katılan herkes bizi tekrar iki derece hedefi yoluna sokacak alışılageldik uluslararası çaba çağrısını törensel bir şekilde yeniledi. Maskaralık Kasım’da Katar’da yapılacak bir sonraki BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Taraflar Konferansı’nda (COP) devam edecek. Katar’daki 18. COP olacak, birincisi 1995’de Berlin’e yapılmıştı ve o tarihten beri süreç temelde hiçbir başarıya ulaşamadı. Normalde fikirlerini ifade etmekte tereddüt etmeleriyle bilinen bilim insanları bile sadece veri sağlamaya yönelik doğal tercihlerini aşmaya başladılar. William Collins  acı bir kahkahayla “Mesaj 30 senedir net ve bizim kanıtları detaylı bir şekilde sunmak için elimizde gerekli tüm imkânlar ve bilgisayar gücü mevcut. Mevcut yolda ilerleyeceksek eğer bu bilim dünyasının sunduğu kanıtların bütünlüklü bir değerlendirmesi yapılarak sürdürülmeli” dedikten sonra duraklıyor ve birden sözlerinin kaydedildiğini hatırlayarak ekliyor “Kanıtların daha bütünlüklü bir değerlendirmesi demeliyim elbette”.

Ancak, şimdiye kadar bu çağrıların hemen hiçbir etkisi olmadı. Çeyrek yüzyıldır bulunduğumuz yerdeyiz: Bilimsel uyarıyı takip eden siyasi atalet. Kayıt dışı konuşan bilim insanları arasındaysa durumdan tiksinti duyan bir açık sözlülük hâkim. Kıdemli bir bilim insanı şu örneği veriyor “Hani bu yeni sigara paketleri var ya? Hükümetlerin gırtlaklarında delik olan insanların resimlerinin üzerine basılmasına zorladığı hani? Benzin pompalarında benzer bir şey olmalı”.

Üçüncü Sayı: 2,795 Gigaton

Geçtiğimiz yaz Londra merkezli bir mali analist ve çevreci grubu olan Carbon Tracker Initiative tarafından hazırlanan ve yatırımcıları iklim değişikliğinin portföyleri için oluşturduğu potansiyel riskler konusunda bilgilendirmeyi amaçlayan bir raporda altı çizilen bu sayı ise en korkutucu olanı ve içinde bulunduğumuz ikilemin siyasi ve bilimsel boyutlarını ilk defa bir araya getiriyor. Sayı, fosil yakıt şirketlerine ve fosil yakıt şirketi gibi davranan ülkelere (Kuveyt veya Venezüella aklınıza gelsin) ait kömür, petrol ve gaz görünür rezervlerindeki karbon miktarını temsil ediyor. Kısaca, halen yakmayı planladığımız fosil yakıtlar anlamına geliyor. Buradaki anahtar nokta ise bu yeni sayının yani 2795’in 565’den büyük olması. Beş kat daha büyük.

Eskinden muhasebe devi PricewaterhouseCoopers’a danışmanlık yapmış bir çevreci olan James Leaton tarafından yönetilen Carbon Tracker Initiative, dünyanın büyük enerji şirketlerinin rezervlerinde ne kadar petrol, gaz ve kömür olduğunu bulmak için hissedar veritabanlarını inceledi. Ortaya çıkan sayılar mükemmel sayılmaz – araştırma kaya gazı gibi sıra dışı enerji kaynaklarındaki artışı tam olarak kapsamıyor veya kömür rezervleri, petrol ve doğalgaza göre çok daha serbest raporlama tekniklerine tabi olduğu için bu rezervleri tam olarak gösteremiyor. Yine de en büyük şirketler için sayılar neredeyse tam: Örneğin Rus Lukoil veya Amerikan ExxonMobil’in stoklarındaki her şeyi yaktığınızda atmosfere 40’ar gigatonluk karbon dioksit salınıyor.

İşte tam da bu nedenle 2795 gigaton sayısı bu derece önemli. İki santigrat dereceyi trafiğe çıkabileceğiniz yasal alkol limiti gibi düşünün – örneğin 50 promillik limit gibi. 565 gigaton 50 promilin altında kalarak tüketebileceğiniz alkolü temsil ediyor, gecede iki bira mesela[2]. O halde 2795 gigaton ne? Bu, fosil yakıt sektörünün açık ve içilmeye hazır olarak masaya koyduğu 10 bira şişesi işte.

Şu anda iklimbilimcilerin güvenli addettiği miktarın beş katı görünür petrol, kömür ve doğalgaz rezervi var. Kötü kaderimizi engellemek için bu miktarın yüzde 80’ini yer altında kilitli tutmak zorundayız. Bu sayılardan haberdar olmadan önce bu kader sadece muhtemeldi. Şimdiyse, çok büyük bir müdahale olmazsa, neredeyse kaçınılmaz.

Evet, bu kömür ve petrol teknik olarak hala yerin altında. Ancak, ekonomik olarak şimdiden çıkarılmış gibi muamele görüyor. Hisse değerleri hesaplanırken kayda alınıyor, şirketler bunları göstererek teminat veriyorlar, devletler bu varlıklardan olacak dönüşü hesaplayarak bütçe yapıyorlar. Büyük fosil yakıt şirketlerinin neden karbon dioksitin denetim altına alınmasını engellemek için bu kadar canla başla mücadele ettiği daha net anlaşılıyor. Bu rezervler, şirketlerin onlara değer bahşeden birincil varlıkları. Bu nedenle Kanada’daki katran kumullarından petrol çıkarmaya uğraşıyorlar, denizin kilometrelerce dibine kuyular kazmaya çalışıyorlar veya kayaları patlatarak arasında sıkışmış gazı çıkarmak istiyorlar.

Exxon veya Lukoil’e iklimi mahvetmemek için rezervlerini çıkaramayacakları tebliğ edilse bu şirketlerin değeri çakılırdı. Eski bir JP Morgan yöneticisi olan ve şimdi Capital Institute’u yöneten John Fullerton’un hesaplarına göre bugünün piyasa değerleri temel alındığında görünür rezervlerdeki bu 2795 gigaton karbonun değeri yaklaşık 27 trilyon dolar. Yani, bilim insanlarını dinleyip bu rezervlerin yüzde 80’ini yer altında tutsanız, yaklaşık 20 trilyon dolar değerinde varlığın üzerini çiziyorsunuz demek. Elbette ki bu değerler üç aşağı beş yukarı oynayabilir, ama karbon balonu emlak balonunu minik gösteriyor. Balon patlamayabilir, tüm bu rezervleri yakabiliriz ve yatırımcılar mutlu mesut devam ederler. Ancak, bunu yaparsak gezegen yok olur. Sağlıklı bir fosil yakıt şirketi bilançonuz veya nispeten sağlıklı bir gezegeniniz olabilir. Fakat şimdi bize sayıların da gösterdiği gibi ikisi aynı anda olamaz. Kendiniz hesaplayın: 2795, 565’in beş katı. Gerisi hikâye.

Başta da söylediğim gibi şimdiye kadar küresel ısınmayı durdurmaya yönelik çevreci çabalar başarısız oldu. Gezegenin karbon dioksit salımları, özellikle gelişmekte olan ülkeler Batı’nın sanayisini taklit ettikçe (ve yerini aldıkça), yükselmeye devam ediyor. Zengin ülkelerde bile salımlardaki küçük düşüşler, yukarıdaki üç sayının dayatmasını kırmak için gerekli statüko kırıcı atılımların umudu olamıyor. Almanya, enerji kaynaklarını değiştirmek için ciddi gayret gösteren ender büyük ülkelerden biri. Mayıs sonunda güneşli bir Cumartesi günü, bu kuzey ülkesi neredeyse kullandığı elektriğin yarısını kendi sınırları içindeki güneş panellerinden elde etti. Bu küçük bir mucize sayılır ve sorunlarımızı çözmek için gerekli teknolojiye sahip olduğumuzu ortaya koyuyor. Fakat irademiz eksik. Almanya bir istisna; kaide ise hep daha fazla karbon.

Bu başarısızlık şeceresi hangi stratejilerin işe yaramadığı konusunda epey bilgimiz olduğu anlamına geliyor. Yeşil gruplar, bireysel yaşam tarzlarını değiştirmek için çok vakit harcadılar: artık bir ikon haline gelen eğri büğrü tasarruflu ampulü milyonlar kullanıyor; ancak, elektrik emen yeni nesil televizyonları da milyonlar kullanıyor. Çoğumuz yeşil bir yaşam sürme konusunda temelde ikircikliyiz: Sıcak yerlere ucuz uçak biletlerini seviyoruz ve başkaları vazgeçmediği sürece bizim de bunlardan vazgeçmeye niyetimiz yok. Hepimiz bir şekilde ucuz fosil yakıttan fayda sağladığımız için iklim değişikliğiyle mücadele etmek kendinle mücadele etmek gibi oluyor. Sanki eşcinsel hakları mücadelesinin sadece evanjelist vaizlerden veya köleliğe karşı mücadelenin köle sahiplerinden oluşması gibi.

İnsanlar ki bu doğru, hayatlarındaki bireysel değişikliklerin CO2’nin atmosferde artmasıyla ilgili belirleyici bir etkisi olmadığını algılıyorlar. 2010 yılında ABD’de yapılan bir anket geri dönüşümün yaygın olduğunu ve ankete katılanların yüzde 73’ünün kâğıt tasarrufu yapmak amacıyla faturalarını internet üzerinden ödediğini ortaya koydu. Ancak, “sadece yüzde dörtlük bir kesim elektrik ve su kullanımını azaltmış ve sadece yüzde üç hibrid araçlara geçmişti”. Önümüzde yüz yıl olsa muhtemelen hayat tarzlarını gerçekten işe yarayacak kadar değiştirmek mümkün olabilirdi fakat sorun tam da bu. Zamanımız yok.

Daha etkin bir yöntem elbette ki siyasi sistem içinden çalışmak olurdu; çevreciler yine sınırlı kazanımlar ile bunu da denedi. Uyarılarının kaale alınacağı ve içinde olduğumuz tehlike konusunda ikna olacakları umuduyla sabırla siyasetçiler nezdinde lobi çalışmaları yürüttüler. Bu yöntem bazen işe yarar gibi de göründü. Örneğin, Barack Obama kendinden önceki tüm başkanlara kıyasla iklim değişikliği meselesini seçim kampanyası içine daha fazla dâhil etti. Demokrat Parti’den Başkan adaylığı kesinleştiği gece destekçilerine, seçilmesinin “okyanusların yükselmesinin yavaşlayacağı ve gezegenin iyileşmeye başlayacağı” an olacağını söyledi. Hatta bir önemli değişimi de başardı: otomobiller için uyulması zorunlu yakıt verimliliğinde artış. Çeyrek yüzyıl önce atılsa çok büyük önemi olacak bu adım şimdi anlattığım sayıların yanında ne yazık ki çok küçük bir başlangıç olarak kalıyor.

Bu noktada etkili adım fosil yakıt endüstrisinin yakmak istediği karbonun büyük bölümünü güvenli bir şekilde yer altında tutmaktan geçiyor, bu karbonun yanma hızında küçük değişikliklere gitmekten değil. Ayrıca Başkan, hala yankılanan “del, bebeğim, del”[3] çığlıklarının etkisinde kalmış olacak, kaya gazı ve madencilik faaliyetlerine yüklenmeye de devam ediyor. Obama yönetiminin İçişleri Bakanı daha yakınlarda Wyoming’deki Powder Nehri Havzasının önemli bir bölümünü kömür çıkarma faaliyetlerine açtı. Havzada toplam 67.5 gigaton karbon (veya güvenli bir şekilde yakılabilecek karbon kotasının yüzde onundan fazlası) değerinde kömür bulunduğu tahmin ediliyor. Mart ayındaki bir konuşmasında ifade ettiği gibi kutuplarda ve derin denizlerde petrol arama çalışmaları için de aynısını yapıyor: “Delebildiğimiz her yeri deleceğimize dair size söz veririm… Bu benim taahhüdüm”. Obama ertesi gün, Cushing, Oklahoma’da güneş ve rüzgâr enerjisi üzerine çalışma sözü verirken aynı zamanda fosil yakıt geliştirilmesi sürecinden de bahsediyordu: “Burada, kendi evimizde, daha fazla petrol ve doğalgaz üretilmesi her zaman ‘yukarıdakilerin hepsi’ enerji stratejimizin bir parçası olmuştur ve olmaya devam edecektir”. Bu görünen rezervlerdeki 2795 gigatonluk stokla da yetinmeyip buna daha da fazla eklemek için çaba göstermek demek.

Bazen ironi Borat ölçeğine çıkıyor: Haziran başında Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, iklim değişikliğinin yarattığı artan hasarı birinci elden görmek amacıyla bir Norveç araştırma gemisi üzerinde kısa bir seyahat gerçekleştirdikten ve gördüklerini “iç karartıcı” olarak niteledikten sonra şöyle konuşuyordu: “Küresel ısınmanın kutupları üzerindeki etkilerine dair öngörüler bugün elimizdeki verilerin gerisinde kalıyor”. Ancak, Dışişleri Bakanı’nın İskandinavya’ya asıl seyahat nedeni diğer kutup dairesine komşu ülkelerin dışişleri bakanları ile bir araya gelmek ve Batı devletlerinin kutuplar eridikçe ortaya çıkacak 9 trilyon değerindeki petrolden (90 milyar varil veya 37 gigaton karbon) payını almasını sağlamaktı. Geçtiğimiz ay Obama yönetimi Shell’e kuzey kutbunda petrol aramak için delme izni vereceğini açıkladı.

Hidrokarbon rezervleri olan her ülke aynı ikileme düşüyor. Diplomatik geleneğiyle tanınan liberal bir demokrasi olarak Kanada’nın, 2012 yılına kadar karbon salımlarını ciddi şekilde azaltmasını gerektiren, Kyoto Protokolü’nü imzalaması şaşırtıcı karşılanmamalı. Ancak, petrolün fiyatı artınca Alberta eyaletinin katran kumulları birden çekici hale geliverdi. NASA iklimbilimcisi James Hansen’in Mayıs ayında söylediği gibi katran kumullarında 240 gigatona kadar karbon (veya 565 gigatonluk kotamızın neredeyse yarısı) bulunuyor ve bu da Kanada’nın Kyoto altındaki taahhütlerini anlamsız kılıyor. Geçtiğimiz Aralık ayında Kanada hükümeti taahhütlerini yerine getirmediği için cezalarla karşılaşmadan önce Kyoto’dan imzasını geri çekti.

Bu ikiyüzlülük ideolojik yelpazenin her tarafında aynı şekilde tezahür ediyor: Kopenhag zirvesi sırasında yaptığı konuşmada Rosa Luxemburg, Jean-Jacques Rousseau ve Mesih İsa’dan alıntılar yapan Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez, iklim değişikliğinin bu yüzyılın en yıkıcı çevre sorunu olduğunun altını çizdi. Aradan çok geçmemişti ki baharda, Venezüella devlet petrol şirketiyle uluslararası bir şirketler birliği arasında Orinoco katran kumullarının işlenmesi üzerine bir anlaşma imzaladı. Orinoco rezervleri Alberta’dan da büyük; birlikte 565 gigatonluk limiti tamamen dolduruyorlar.

İklim değişikliği ile mücadele etmek için kullandığımız yöntemler şu ana kadar sadece aşamalı ve aksak değişimler ile sonuçlandı. Hızlı ve kökten dönüştürücü bir değişim için bir toplumsal hareket inşa etmemiz gerekiyor ve hareketler kendilerini karşısında konumlandıracakları bir düşmana ihtiyaç duyarlar. John F. Kennedy’nin dediği gibi “Yurttaş hakları mücadelesi Bull Connor’un[4] varlığından ötürü Tanrı’ya şükretmeli. Mücadeleye Abraham Lincoln kadar faydası dokundu”. Bugüne kadar iklim değişikliğinin eksikliği de görünür düşmanların varlığıydı.

İklimle ilgili tüm bu sayıların acı ve faydalı bir şekilde billurlaştırdığı mesele ise gezegenin aslında, hükümetler veya bireylerden çok daha aktif, bir düşmanı olduğu gerçeği. Bu ağır matematik egzersizinden sonra fosil yakıt sektörüne başka bir gözle bakmalıyız. Dünya üzerinde başka hiçbir öznenin olmadığı kadar aldırışsız haydut bir sektör bu. Gezegen üzerindeki medeniyetin yaşamasının karşısındaki Bir Numaralı Halk Düşmanı bu sektör. Şirketlere karşı mücadelenin gedikli liderlerinden ve şu anda iklim kriziyle ilgili bir kitap yazmakta olan Naomi Klein’ın sözleriyle: “Birçok şirket faaliyet gösterirken çürümüş eylemlerin altına imza atar; korkunç maaşlar öderler ya da insanları terhanelerde süründürürler vb. Biz de bu gibi faaliyetlerini sonlandırmaları için onlara baskı yaparız. Ancak, bu sayıların ortaya koyduğu gerçek, fosil yakıt sektörü söz konusu olduğunda, gezegeni mahvetmenin iş modelinin ta kendisi olduğu. Yaptıkları iş bu zaten.”.

Carbon Tracker raporuna göre Exxon mevcut rezervlerini kullanırsa iki derecelik ısınmayla aramızdaki mesafenin yaklaşık yüzde yedisini tüketecek. Onu hemen arkadan BP izliyor, Rus Gazprom, Chevron, ConocoPhillips ve Shell de yaklaşık yüzde üç ila dörtlük rezervle takip ediyor. Carbon Tracker raporunda sıralanan 200 firma arasından bu altı firmanın rezerv toplamı, 2 derecenin içinde kalabilmemiz için aşmamamız gereken sınıra bizi yüzde 25’den fazla yaklaştırıyor. Rus madencilik devi Severstal kömür şirketleri arasında başı çekiyor. Severstal’i BHP Billiton ve Peabody gibi şirketler izliyor. Sayılar insanı sersemletici boyutta. Gezegenimizin fizik ve kimyasını değiştirebilecek kudret bir tek bu sektörün elinde ve bunu kullanmayı planlıyorlar.

Küresel ısınmanın bilincindeler; sonuçta dünyanın en iyi bilim insanlarından bazıları bu sektörde istihdam ediliyor ve aldıkları kutuplarda petrol çıkarmak için aldıkları izinlerin kullanılabilmesi kutup buzullarının erimesine bağlı. Yine de amansızca daha fazla hidrokarbon peşinde koşuyorlar; Mart’ın başlarında Exxon yönetim kurulu başkanı Rex Tillerson, Wall Street analistlerine şirketinin 2016 da daha fazla petrol ve doğalgaz aramak için 37 milyar dolar (yani günde 100 miyon dolar) harcayacağını açıkladı.

Dünya üzerinde Tillerson’dan daha umursamaz birisi yok. Geçtiğimiz ayın sonlarında, Colorado’daki yangınların tepe noktasına ulaştığı gün New York’ta yaptığı bir konuşmada küresel ısınmanın gerçek olduğunu söylerken “sorun mühendislik çözümleri olan bir mühendislik sorunu” diyerek geçti. Ne gibi çözümler sorusu akla geliyor. Tillerson’a göre “Ekinlerin yetişme bölgelerini değiştiren hava koşullarındaki değişimler gibi şeylere uyum sağlarız”. Bunu, Kentucky’de çiftçilerden rekor sıcaklar altında mısır tanelerinin oluşmaması haberleri gelirken ve küresel gıda fiyatlarında ciddi artış tehlikesi bulunurken söylüyordu. “İnsanların ‘Bunu durdurmamız gerekiyor’ demek için kullandığı korku yaratma yöntemlerini kabul etmiyorum” diye de ekliyordu. Elbette etmez. Etseydi, rezervlerini yer altında tutması gerekirdi. Bunun da ona bir maliyeti olurdu. Sorun bir mühendislik sorunu değil, sorun bir açgözlülük sorunu.

Kârlı bir damar bulduktan sonra hür irade sahibi insanlardan ziyade etkin robotlar gibi bunu çıkarmaya devam etmenin bu şirketlerin doğasında olduğunu iddia edebilirsiniz. Ancak, Yüksek Mahkeme’nin kararlarında görülebileceği gibi[5], aslında bir nevi insan sayılıyorlar. Hatta nakit miktarlarında baktığımızda fosil yakıt sektörünün bizlere oranla çok daha fazla hür iradeye sahip. Bu şirketler basitçe, aç bir dünyanın ihtiyaçlarını gidermiyorlar, aksine o dünyanın sınırlarını çiziyorlar, ihtiyaçlarını belirliyorlar.

İnsanlar kendi hallerine bırakıldıklarında karbonu denetlemeyi seçerek uçurumun kenarında durabilirler. Yeni bir ankete göre Amerikalıların üçte ikisi 2050’ye kadar karbon salımlarını yüzde 90 kesmeyi öngören uluslararası bir anlaşmaya destek veriyor. Ancak, kendi halimize bırakılmıyoruz. Koch biraderlerin, örneğin, toplam 50 milyar dolarlık servetleri var ve bu onları en zengin Amerikalılar listesinde Bill Gates’ten sonra ikinci sıraya oturtuyor. Paralarının büyük bölümünü hidrokarbonlardan kazandıkları için bu karbonu denetlemeye yönelik herhangi bir sistemin karlarını azaltacağını biliyorlar ve haberlere göre bu yılın başkanlık seçimlerinin sonucuna etki edebilmek için 200 milyon dolar harcamayı planlıyorlar. ABD Ticaret Odası’nın siyasi harcamaları 2009 yılında tarihte ilk defa hem Cumhuriyetçi hem de Demokrat partinin ulusal komitelerinin harcamalarını geçti. Takip eden sene Oda’nın harcadığı paranın yüzde 90’ından fazlası birçoğu küresel ısınmanın varlığını reddeden Cumhuriyetçi adaylara gitti. Çok değil, kısa bir süre önce Oda, ABD Çevre Ajansı’na karbonu denetlememe çağrısında bulundu. Bilim insanları haklı çıkar da gezegen ısınırsa, Oda’ya göre “toplumlar daha sıcak iklimlere davranışsal, fizyolojik ve teknolojik değişim süreçleriyle uyum sağlayabilirler”. Radikal talepler dediğimizde, fizyolojimizi değiştirme talebini herhalde en tepeye koymak gerekir.

Çevreciler anlaşılabilir bir şekilde bugüne kadar siyasi gücüne saygı duydukları fosil yakıt sektörünü karşılarına almaktan çekindiler; bunun yerine bu devleri kömür, petrol ve doğalgazdan vazgeçmeye ve kendilerini “enerji şirketlerine” dönüştürmeye ikna etmeyi umdular. Hatta bazen bu strateji işe yarar dahi gözüktü – “gözüktü” kısmına vurgu yapmak gerekli. Yüzyıl başlarında BP, güneşe benzer bir logo benimseyerek ve bazı doğalgaz tesislerine güneş panelleri koyarak kendisini “Petrol Ötesi” olarak konumlandırmak için kısa süreli bir çaba gösterdi. Ancak, alternatif enerji kaynaklarına yönelik yatırımları hidrokarbon arama yatırımlarının çok küçük bir kesimi olmaktan öteye gidemedi ve zaten birkaç yıl içinde yeni CEO’ların “ana faaliyet” alanına dönme ısrarları sonucunda bu yatırımlardan vazgeçildi. BP güneş enerjisi bölümünü geçtiğimiz Aralık kapattı. Shell güneş ve rüzgâr alanındaki faaliyetlerine 2009’da son verdi. Yüzyılın başından bu yana en büyük beş petrol şirketi 1 milyar dolardan fazla kar elde ettiler. Petrol, kömür ve doğalgazda bu kadar kar varken rüzgâr ve güneş ışınları peşinde koşmanın bir anlamı yok.

Bu kârın büyük bir bölümü tarihsel bir kazadan kaynaklanıyor: Tüm işletmeler arasında bir tek fosil yakıt sektörünün ana atık maddesini, yani karbon dioksiti, bedelsizce etrafa atmasına izin veriliyor. Başka kimsenin böyle bir ayrıcalığı yok; eğer bir restoran sahibiyseniz birisine çöpünüzü götürmesi için ödeme yapmak zorundasınız çünkü sokakta biriktirseniz her taraf sıçan dolar. Ama fosil yakıt sektörü haklı tarihsel sebeplerden dolayı farklı: Çeyrek yüzyıl öncesine kadar kimse CO2’nin tehlikeli olduğundan haberdar değildi. Şimdi karbonun gezegeni ısıttığı ve okyanusların asitlilik oranını artırdığını anladığımıza göre karbonun bedeli temel sorun haline geliyor.

Karbona, doğrudan vergi veya diğer yöntemlerle bir fiyat biçtiğiniz zaman küresel ısınmaya karşı mücadeleye piyasaları da dâhil edersiniz. Exxon saldığı karbonun atmosfere verdiği zarar için bedel ödemek zorunda kaldığı vakit ürünlerinin fiyatı artacaktır. Tüketiciler daha az fosil yakıt kullanma yönünde kuvvetli işaretler alırlar. Benzin istasyonuna her uğrayışta bakkala gitmek için yarı askeri bir araca ihtiyaç olmadığı anlaşılacaktır. Kirletmeyen enerji kaynakları artık eşit şartlarda var olacaktır. Tüm bunlar vatandaşlar iflasa sürüklenmeden yapılabilir; oluşturulacak “ücret ve pay” sisteminde kömür, doğalgaz ve petrole yüklü vergiler koyularak elde edilen gelir bir havuzda toplanabilir ve bu havuzdan her ülkede her kişiye katma karbon maliyetindeki payları için bir çek gönderilebilir. Temiz enerji kaynaklarına geçen birçok kişi bu sistemden karlı çıkacaktır.

Sadece bir sorun var: Karbona bir bedel biçmek fosil yakıt sektörünün kârlılığını düşürecektir. Neticede, “Karbonun fiyatı ne kadar yüksek olmalı?” sorusunun cevabı “İki derece hedefini aşmamıza yol açacak rezervlerin güvenli bir şekilde yer altında kalmasını sağlayacak kadar yüksek” olarak verilebilir. Karbona ne kadar yüksek bir fiyat biçilirse bu rezervlerin o kadarı ekonomik değerini yitirir. Mücadele en nihayetinde, sektörün bu özel kirletme avantajını korumayı başarması veya iktisatçıların deyişiyle bu dışsallıkları içselleştirmelerini sağlamamız üzerine.

Fosil yakıt sektörünün iktidarının kırılıp kırılamayacağı o kadar net değil elbette. Carbon Tracker raporunu kaleme alan Britanyalı analistlerin nispeten alçakgönüllü bir hedefi vardı: Sadece yatımcılara iklim değişikliğinin enerji şirketlerinin hisse fiyatları üzerinde ciddi bir risk oluşturduğunu hatırlatmak istemişlerdi. Diyelim ki nihayet büyük bir felaket oldu (Manhattan’ı dev bir fırtına vurdu veya Ortabatı tarımı büyük bir kuraklık ile tamamen mahvoldu), bu durumda sektörün büyük siyasi gücü dahi yasamacıların karbonu denetlemesinin önüne geçemez. Birdenbire Chevron’un görünen rezervleri ciddi değer kaybeder ve hisse çakılır. Carbon Tracker raporu bu riski göz önüne alarak, yatırımcıları rizikolarını azaltmaya ve alternatif enerji sahasında yapacakları büyük yatırımlarla kendilerini korumaya almaları konusunda uyarıyordu.

HSBC’nin İklim Değişikliği Merkezi’ni yöneten Nick Robbins’in sözleriyle “Düzenli ekonomik evrim süreci, şirketlerin ellerindeki varlıkların bazılarının devamlı olarak kullanılamaz hale gelmesi anlamına gelmektedir”. “Filmli fotoğraf makinelerini veya daktiloları düşünün. Soru bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği değil. Gerçekleşecek. Emeklilik fonları internet şirketi balonu patlaması ve kredi krizinden ciddi şekilde etkilendi. Bundan da etkilenecek”. Yine de petrol sektörünün rekor karlarından nemalanan yatırımcıları ikna etmek kolay değil. Carbon Tracker’dan James Leaton durumu iç çekerek şöyle açıklıyor: “Balonların ortaya çıkmasının sebebi, herkesin kendisini en iyi analist olarak görmesi. Herkes uçurumun kenarına gelip diğerleri düşerken son anda geri çekilebileceğini zannediyor”.

Dolayısıyla, kendini koruma içgüdüsü yüksek ihtimalle fosil yakıtlar karşısında tek başına dönüştürücü bir etken olamayacak. Ancak, ahlaki öfke bir dönüştürücü meydan okuma olabilir. Bu yeni matematiğin gerçek anlamı da bu. Gerçek bir hareketin yükselişine makul bir temel olabilir.

Öfkenin bir sektörü temel değişikliklere zorlamasıyla ilgili şirketler tarihinde nispeten yeni bir örnek mevcut. 1980’lerde Güney Afrika ile iş yapan şirketlere yönelik tecrit çağrısı söz konusu olan. İlk olarak üniversite kampüslerinde başlayan daha sonra belediyeler ve eyalet hükümetlerine sıçrayan bu hareket sonucu nihai olarak 155 kampüs, 80’den fazla şehir, 25 eyalet ve 19 vilayet, apartheid rejimiyle bağlantılı şirketlere yönelik bağlayıcı iktisadi eylemlere başvurmuştu. Başpiskopos Desmond Tutu “geçtiğimiz yüzyılın en parlak başarılarından bir tanesi apartheidin son bulmasıydı” diyor “ancak, uluslararası baskı özellikle de 1980’lerin tecrit hareketinin baskısı olmasaydı başarıya ulaşamazdık” diye ekliyor.

Fosil yakıt sektörü elbette ki daha dişli bir rakip; şirketleri değişime zorlasanız bile fosil yakı şirketi gibi davranan tüm egemen devletlerle de uğraşmak için bir strateji belirlemek gerekiyor. Ancak, üniversite öğrencileri için bağlantı bu durumda daha da bariz. Eğer üniversitelerinin bağış portföyünde fosil yakıt hissesi varsa o zaman eğitimleri, alacakları diplomaları kullanabilecekleri bir gezegen bırakmayacak yatırımlar tarafından destekleniyor anlamına geliyor (Aynı mantık dünyanın en büyük yatırımcıları konumundaki ve üyeleri gelecekte emekliliklerinin “keyfini çıkaracağı” için teorik olarak gelecekle ilgili olan emeklilik fonları için de geçerli). Investor Network on Climate Risk kuruluşunun kurucularından ve eski bir apatheid karşıtı aktivist olan Bob Massie’ye göre “İklim krizinin ağırlığı göz önüne alındığında kurumlarımızdan gezegeni yok eden şirketlerin hisselerinden vazgeçmelerini talep etmek sadece doğru olmakla kalmaz, etkili de olur”. Massie, “mesaj basit: Artık yeter. İklim değişikliğinden kar edenlerle bağlantıları hemen kesmeliyiz” diyor.

Hareketler ender olarak önceden kestirilebilir sonuçlara sahiptir. Ama fosil yakıt sektörünün siyasi itibarını zayıflatacak her kampanya, sektörün özel kirletme avantajının kaldırılması ihtimalini artırır. İklim mücadelesinde Başkan Obama’nın tek göze çarpan başarısı olan otomobillerin yakıt verimliliğinin artırılması hamlesini ele alalım. Bilimsinsanları, çevreciler ve mühendisler on yıllardır benzer politikaları savunuyorlardı fakat Detroit[6] ciddi mali baskı altına girene kadar bunu savuşturabilecek siyasi güce sahipti. İnsanlar soğuk matematik gerçeği, yani fosil yakıt sektörünün gezegenin fiziksel sistemlerinin sistematik olarak altını oyduğu gerçeğini kavrayabilirse sektörün siyasi gücüne anlamlı bir darbe vurulabilir. Exxon ve benzerleri ücret ve pay sistemine olan itirazlarından vazgeçebilir; hatta bu defa samimi olarak gerçek enerji şirketleri olma kararı alabilirler.

Yine de, böyle bir kampanya mümkün olsa bile başlatmak için çok fazla beklemiş olabiliriz. Gerçek anlamda fark yaratabilmek için, yani iki derece ısınmanın altında kalabilmek için, karbon fiyatlandırmasını Washington’da başarıp bu başarıyı tüm dünyada benzer başarılara kaldıraç olarak kullanabilmek gerekir. Şu anda ABD’de ne olduğu, salımların en yüksek hızla arttığı Çin ve Hindistan’ı (Haziran ayı başlarında araştırmacılar, Çin’in yüksek ihtimalle salımlarını yüzde 20’ye varan oranlarda daha az bildirdiği sonucuna vardılar) etkilemek için çok önemli. Anlattığım üç sayı yıldırıcı; hatta temelde imkânsız bir geleceği dahi belirliyor olabilirler. Ama en azından insanların karşı karşıya olduğu en büyük sorun ile ilgili entelektüel bir netlik sağlıyorlar. Ne kadar daha fazla yakabileceğimizi biliyoruz ve kimin daha fazla yakmayı planladığını biliyoruz. İklim değişikliği jeolojik bir ölçek ve zaman aralığında faaliyet gösteriyor ama kişiler üstü bir tabiat kuvveti sayılmaz; hesabı ne kadar dikkatli yaparsanız, sonuç o kadar netleşiyor: Bu sonuçta ahlaki bir sorun. Düşmanı tanıdık ve ismi Shell.

Öte yandan, sayılar dalga dalga gelmeye devam ediyor. Rio konferansı ağır aksak sona sendeledikten sonraki hafta Kuzey kutbundaki deniz buzulu seviyesi o tarih için kaydedilen en düşük seviyeye indi. Geçtiğimiz ay tek bir hafta sonu içinde, mevsimin isim verilen fırtınalarından dördüncüsünün kaydedilmiş en erken geliş tarihinde, tropik fırtına Debby Florida’da 50 santime yakın yağış bıraktı. Aynı sıralarda, New Mexico tarihindeki en büyük yangın devam ediyordu ve Colorado’da kayıtlarındaki en yıkıcı yangın Colorado Springs’de 346 evi kül ediyor ve bir hafta önce Fort Collins’de kırılan rekoru kırıyordu. Bu ay ise, bir sıcak dalgası Ortabatı’da Dust Bowl’dan[7] bu yana kırılmamış sıcaklık rekorlarını kırıp bu yılın mahsulünü tehdit ederken, biliminsanları küresel ısınmanın aşırı sıcak ve kuraklık ihtimalini dramatik olarak artırdığını ortaya koyan yeni bir çalışmanın sonuçlarını açıkladılar. Büyük bir sayı mı istiyorsunuz? İşte size büyük sayı: Bu ay içinde tahıl şeridi olarak bilinen bölgede bir katrilyon mısır tanesinin polenlenmesi gerekiyor. Sıcaklıklar, ortalamaların bu derece üzerinde seyrederse bu olamayacak. Aynı bizler gibi ekinlerimiz de Holosen çağına uyum sağlamış durumda, hani şu tozumuzda bırakarak terk ettiğimiz 11.000 senelik iklim istikrarı dönemi.

Bu yazı Rolling Stone dergisinin 24 Temmuz 2012 sayısında yayımlanmıştır.

Çeviren: Mahir Ilgaz – Yeşil Gazete


[1] Çevirenin notu: İkinci Dünya Savaşı öncesinde İngiltere ve Fransa’nın Hitler Almanya’sı karşısında geri adım attığı anlaşmaya atıfta bulunuluyor.

[2] Çevirenin notu: Sayılar Türkiye’ye uyarlanmıştır. Yasal alkol limitini geçmeden tüketilebilecek alkol miktarı temsilidir.

[3] Çevirenin notu: “Drill baby drill” – ABD’de Cumhuriyetçi Parti başkan adaylarının 2008 seçim kampanyasında kullandıkları slogan.

[4] Çevirenin notu: ABD yurttaş hakları mücadelesi sırasında Afrika asıllı ABD vatandaşlarına uyguladığı şiddetle tanınan bürokrat

[5] Çevirenin notu: Şirketlerin tüzel kişi sayılması ve buna ilişkin haklarına atıfta bulunuluyor.

[6] Çevirenin notu: ABD otomobil sektörünün merkezi sayılan şehir.

[7] Çevirenin notu: Toz çanağı olarak bilinen, 1930’larde yaşanan ve ABD’nin tarım arazilerini etkileyen kuraklık ve ekolojik felaket.

(Yeşil Gazete)

Klavyenin Lord’u: Jon Lord – Alper Akyüz

Jon Lord

Rock klavyesinin efsane ismi Jon Lord önceki hafta 71 yaşında pankreas kanserine bağlı rahatsızlıklardan dolayı yaşamını kaybetti. Rock deyince gruplarda belirleyici olan daha çok vokal ve distortion efektli elektrikli gitar olsa da Jon Lord liderlik ettiği grup ve albümlerde müzik bigisi ve klavyenin atmosfer oluşturucu etkisini kullanarak bazen ön planda, bazen de arka planda belirleyici rollerde oldu. Kendisiyle Classic Rock dergisi için son röportajı yapan Lee Marlow’a kendisini “Sadece Leicester’dan ana-babası kendisini piyano derslerine postalayacak kadar öngörülü olabilmiş bir adamım” olarak tanımlasa da gerçek bir yaşayan efsaneydi.

Jon Lord ve Hammond org

“Hard Rock” deyince ilk akla gelen grup Deep Purple ise ilk akla gelen klavyeci de Jon Lord olmuştur. Grubun tarzında (ve sonrasında genel olarak hard ve progressive rock klavyecileri arasında) en etkili olan unsurlardan birisi, onun küçük yaşlardan başlayan klasik müzik eğitimini blues birikimiyle birleştirmesinden oluşan özgün tarzı oldu. En popüler parçalarını Ian Gillan’ın gruba solist olarak katılmasıyla 1970 sonrasında üretse de Jon Lord’un besteciliği ve klavyesi 1968 tarihli ilk Deep Purple albümü Shades of Deep Purple’da ve izleyen Deep Purple ve The Book of Taliesyn albümlerinde progressive tarza daha yakın bir şekilde ön plandaydı. Bu albümlerdeki parçalarda Rimsky-Korsakoff’un Şehrazat’ı gibi klasik müzik motiflerini ve orkestrasyonu özenle kurulmuş enstrümantal giriş ve parçaları şarkılara başarıyla yedirmekteydi. Bu ilk dönemin Deep Purple’ı ticari başarıya da ulaştıran temel çalışması ise Kraliyet Filarmoni Orkestrasıyla birlikte canlı çalınıp kaydedilen Jon Lord bestesi “Grup ve Orkestra için Konçerto” olmuştur. Bu beste aynı zamanda rock grupları ile klasik müzik orkestralarının ilk ortak çalışmasıdır ve daha sonraki benzerlerine örnek olmuştur. Bu konser aynı zamanda Deep Purple’ın bünyesine Ian Gillan ve basta Roger Glover’ı kattığı ve davulda Ian Paice, Ritchie Blackmore ve Jon Lord ile birlikte efsane kadrosunun ilk kez ortaya çıktığı çalışma olmuştur.

Bu dönemin hard rock albümlerinde ve en çok girişindeki gitar rifiyle bilinen ünlü Smoke on the Water parçasında bile arka plandaki Hammond klavye oldukça belirleyicidir, ancak bununla birlikte blues yapısı daha ön plana çıkar. Özellikle aynı albümdeki Lazy parçası kendisinin görkemli ve hatta gotik bir atmosfer yaratan Hammond org solosuyla başlar; aynı org çok geçmeden eğlenceli bir blues motifine geçiş yaparak mizahi sözleriyle eğlenceli bir parçaya evrilir. Child In Time gibi grubun başka bir köşe taşı parçasında ise Hammond org vokalde Ian Gillan ile tonu giderek yükselen bir düet yapar ve birlikte hüzünden isyana doğru tırmanırken klavye başrolden arka plana doğru çekilir ve yerini Ritchie Blackmore’un gitarına bırakır; ancak daha sonra yeniden aynı tema ile yerini geri alacak ve klasik müzik eserlerinin tekrarlanan ve sonunda aynı temaya geri dönen yapısını bir rock parçası içinde başarıyla uygulayacaktır.

Grubun sonraki kadrolarının oluşumunda ve bestelerdeki katkısı da hiç eksilmemiştir. Daha sonra Whitesnake’i kuracak olan David Coverdale ile Deep Purple bünyesindeki vokal düetleriyle hayranlık uyandıran Glenn Hughes’un ölümünün ardından söylediği gibi “Jon [grubun sonraki kadrosuna] katılmam için beni ikna eden kişiydi ve o erken dönemlerde benim için bir baba figürüydü (…). Müziği yaşayacak ve birlikte This Time Around’u yazdığımız için çok mutluyum”.

Grubun kuruluşundan 2002’deki emekliliğine kadar Ian Paice ile birlikte iki sabit elemanından birisi olan Jon Lord, müzikal birikim açısından açık bir lider olsa da vokalde Ian Gillan’dan David Coverdale, Glenn Hughes ve Joe Lynn Turner’a, gitarda ise Ritchie Blackmore’dan Steve Morse’a diğer üyeler arasındaki çatışmaların dışında kalabildi. Blackmore ile müzikal çekişmesi ise yaratıcılığına yaradı ve ayrılıklara yol açan diğer çatışmaların aksine grubun müziğini üst düzeye taşıdı. Halen turne ve albüm çalışmalarını sürdürmekte olan grubun web sitesinden yapılan açıklamada ise “Sevdiğimiz bir dostumuzu, kardeşimizi ve harika bir müzisyeni yitirdik. Saygınlığı ve zarafeti hepimizi etkiledi. Müziği bir ilham kaynağıydı ve bizi hayal bile edemeyeceğimiz yerlere taşıdı.” deniyordu.

Deep Purple sonrasında ise rock çalışmalarına ek olarak klasik formda çeşitli eserler besteledi ve yayımladı. Resmi web sitesinde hala yer alan duyuruya göre ise 1969’da bestelediği klasik eseri ‘Grup ve Orkestra için Konçerto’ya son halini vererek Liverpool Filarmoni Orkestrası ve Bruce Dickinson, Joe Bonamassa ve Steve Morse gibi isimlerin katılımıyla stüdyo kaydı yapıldı ve önümüzdeki Eylül’de albüm olarak yayımlanacak.

Lord’un tarzı ve besteleri kendisinden sonra müzik sahnesine atılmış gruplar ve müzisyenler üzerinde de kalıcı etkiler bıraktı. Accept’ten Peter Baltes’in dediği gibi “Ronni James Dio’nun vokallerin ustası olması gibi Jon da Hammond orgun kralıydı ve gerçekten en iyisiydi.” Başka bir efsane vokalist olan Iron Maiden’dan Bruce Dickinson’a göre ise “Jon’a müzisyen olarak bir çok atıf yapılacaktır, çünkü tabii ki eşsiz ve öngörülü bir yorumcu, besteci ve son olarak orkestra şefiydi. Umarım övgüler aynı zamanda çok geniş ve cömert bir kalbe sahip olan çok zeki ve sağlam bir adam olduğunu belirtmeden geçmez.”

Metallica’dan Lars Ulrich ise bir çoğumuzun duygularına tercüman oluyor. “Babamın 1973’te Kopenhag’da konserlerine götürmesinden bu yana Deep Purple hayatımdaki en sabit, sürekli ve ilham verici müziksel varlık oldu. Benim için var olan herhangi bir gruptan çok daha fazla anlam ifade ettiler ve kişisel şekillenmemde çok büyük bir rol oynadılar. Bu yüzden yıkılmış, üzgün ve mahvolmuşun ötesinde duygular içerisindeyim. Hepimiz ‘eşsiz’, ‘türünün tek örneği’ ve ‘öncü’ gibi sıfatları üzerinde çok düşünmeden ortaya atma suçunu işleyebiliriz, ama kendisine bunlardan daha fazla yakışan başka söz yok ve basitçe söylemek gerekirse hard rock tarihinde Jon Lord gibi başka bir müzisyen de yok. Hiç kimse. Nokta.”

Classic Rock ve diğer haber sitelerinden derlenmiştir.

Yeni gıda krizi yolda

ABD son elli yılın en ağır kuraklığını yaşarken analistler durumun küresel bir gıda krizine doğru gitmesi ihtimali olduğu uyarısını yapıyorlar. ABD’nin tahıl kuşağı olarak bilinen bölgesinde sıcaklıklar 40 derecenin üzerinde seyrederken binlerce hektar alandaki ekinler mahsul vermiyor.

ABD’nin ürettiği mısır ve soya fasulyesinin büyük ölçüde bioyakıt, hayvan yemi ve işlenmiş gıda hammaddesi olarak kullanılmasına rağmen uzmanlar bu ekinlerdeki fiyat artışının buğday ve pirinç gibi insanlar için birincil gıda malzemelerinin fiyatına artış yönünde baskı yapabileceği değerlendirmesinde bulunuyor. Mısır fiyatları arttıkça özellikle besicilerin buğdaya yönelmesi fiyatları yukarı çekiyor.

Haziran ayından bu yana buğday fiyatlarının yüzde 50 arttığı ifade ediliyor. ABD tahıl kuşağı Avrupa, Çin, Mısır ve Meksika gibi dünyanın bir çok farklı bölgesine ciddi oranda ihracat gerçekleştiriyor. Dolayısıyla, bu bölgedeki dalgalanmalar dünyada büyük yankı buluyor. Birçok uzmana göre “Arap Baharı” olarak bilinen ayaklanmaların
arkasında 2010 yılındaki gıda fiyatı artışları da bulunuyor.

Mevcut kriz karşısında buğday üreticisi ülkelerin düşen mahsule önlem olarak ihracata sınırlama getirme ihtimali piyasalarda gerginliğe yol açıyor. 2010 yılında Rusya benzer bir sınırlama getirmiş ve gıda piyasalarında ciddi dalgalanmalar oluşmuştu. Rus yetkililer henüz mevcut kriz için benzer bir önlem öngörülmediğini söyleseler dahi spekülatörler şimdiden bu ihtimale göre pozisyon almaya başladı.

Öte yandan, dünyanın en gelişmiş tohum teknolojisine, birinci sınıf ihracat altyapısına ve çiftçilerin erişimine açık geniş kredi olanaklarına sahip ABD tarımının dahi küresel ısınma karşısında düştüğü durum dünyanın geri kalanı için karamsarlığa sebep oluyor.

todayonline.com ve the economist’den derlenmiştir.

(Yeşil Gazete)

Ve tarihin döndüğü gün, Oscar Pistorious bugün sahne alıyor

Bugün 12.35’te ekranların karşısında olun. Eğer ekran karşısında olur iseniz hem Londra 2012 olimpiyat oyunları atletizm branşında 400 metre yarışına hem de dünya tarihindeki bir dönemece tanıklık etmiş olacaksınız. Saat 12:30’da Güney Afrikalı atlet Oscar Pistorious yarışacak. Oscar Pistorious’un doğuştan 2 bacağı da dizinin üstüne kadar yok. Daha önceki olimpiyatlara değilde hemen ardından start alan Paralimpiks’e katılan Pistorious bu sene Olimpiyatlara katılıyor. Dünya tarihinde olimpiyatlara katılan ilk ampute atlet olacak bugün Oscar Pistorious.

Pistorius geçmiş yıllarda koştuğu bir kaç yarışla Olimpiyat barajını aşmış ancak 2012’de yaptığı dereceler Olimpiyat A barajı için yetmemiş ve kelimenin tam anlamıyla onu barajın kıyısından (0,22 saniye kadar) döndürmüştü. Olimpiyat hayalleri geçmişte olduğu gibi yine suya düşmüştü ancak ülkesinin atletizm federasyonu imdadına yetişti. Güney Afrika 4×400 bayrak takımında ve 400 metrede yarışmaya layık bulunan 25 yaşındaki atlet tarihte Olimpiyat’a katılan ilk ampute atlet olma onuruna erişti.

Atletin yarışlarda kullandığı Cheetahs isimli J şeklindeki karbon fiber protezleri geliştirenBiomechatronics Group’un direktörü Hugh Herr, onun bu başarısının spordan öte anlamlar taşıdığını söylüyor: “Bugün spor için elbette harika bir gün. Ancak daha da ötesi eşit haklar için mücadele eden herkes için harika bir gün bu.”

Ampute bir atletin sporun en prestijli sahnesinde yer alacak olması elbette insanları heyecanlandırıyor. Ancak aksini düşünenler de var. Karbon fiber protezlerin zıplama hareketinde Pistorius’a haksız avantaj sağladığı iddiaları daha önceden olduğu gibi Olimpiyat’la beraber yine gündeme gelecek gibi. Öyle ki, 2008 yılında bu iddialar yüzünden Uluslararası Atletizm Federasyonu, Pistorius’u yarışmalardan men etmişti. Ancak aynı yıl Uluslararası Spor Tahkim Mahkemesi’ne (CAS) başvuran atlet bu kararı geri aldırmayı başarmıştı. Çünkü yapılan araştırmalar, protezin bacağa göre hafif olsa da, normal bir atlete göre kalça hareketini sağlamak için ortalama dört kat daha fazla enerji harcattığını ortaya çıkarmıştı.

İki fibula kemiğinden yoksun doğan ve yalnızca 11 aylıkken dizlerine takılan protezlerle önce yürümeyi, sonra koşmayı öğrenen Pistorius imkansız diye bir şeyin olmadığının canlı kanıtı. Protezlerin şeklinden dolayı takılan ismiyle ‘Blade Runner’, spora ve insana farklı açılardan bakmamızı sağlıyor.

(Eurosport, Yeşil Gazete)

 

Serçelerin bile başı dönüyor – Ayşegül Devecioğlu

Diyarbakır’a son gidişimde orada epey uzunca bir süre kalmayı düşünüyordum. Batman havaalanından şehre gelen otobüsten iner inmez, sonradan olma bir hemşerinin göstermelik rahatlığıyla İstasyon caddesindeki minibüs durağının önündeki kursîlere çöküp, çay ısmarladım.

Şehrin uzun bir yolculuktan yeni dönmüş sıradan bir sakini gibi kaldığım evden birkaç gün dışarı çıkmadım. Hasanpaşa’nın iş bilir bir edayla sunduğu geçmiş zaman,  kahvaltıcılardaki ardı arkası kesilmeyen tabak kalabalığı, Yanık Çarşı’nın Çin’den gelmelerine rağmen otantik cazibelerini yitirmeyen kumaş bolluğu, Dağ kapı’da caminin önünde gün boyu görevli bilirkişiler topluluğu olarak tünemiş ahali… Şehrin kalbinin buralarda attığına defalarca tanık olmuştum ki, şimdi hepsini “dışarıdan gelenlere” bırakıyordum.

Sıcağın kavurduğu uzak caddelerden oraların yerlisi sayılmanın gizli gururuyla geçiyordum. Şehri kandıramayacağımı biliyordum elbette. Şehirlikten çıkmamış bir şehri kimse kandıramaz.

Kimi kez acı acı soruyordum kendime ne biliyordum ki şehir hakkında; belki benim durumumdakilerden -sayımız çok kalabalıktı- biraz daha fazlasını. Sonra övünçle, bedenimde çoktan yer edinen, o tanıma sığmaz şeyi hissediyordum. Ne bildiğimi bilemez, hiçbir soruya cevap veremezdim. Zamanı geldiğinde nasılsa öğrenecektim. Bunun için şehre minnet duyuyordum.

Üçüncü günüm dolmadan ancak aileden olanların katılabileceği bir düğüne davet edildim. Dış mahallelerde bir sanayi sitesinde kurulmuş bu düğün salonlarına daha çok yoksullar rağbet ediyor.  Yan yana dizilmiş büyükçe binalar dışarıdan sıradan işyerlerine benziyor ve daha çok da fabrikayı andırıyor; mermer merdivenlerinde ya da kapı girişlerindeki birkaç süs olmasa…  Ya da onlara rağmen…

Düğünü yapılan da yoksul bir gençti, ömür boyu bedel ödeyecek olan ağabeyi hem kendisine, hem ailesine eziyet olsun diye sürüldüğü uzak ilde, yıllardır hapisteydi. Hapistekine, kardeşinin evleneceği söylenmiş ve göremeyeceği düğün için rızası alınmıştı. Annesi oğlunun hapis yatmasa, çoktan evlenmiş olacağını, küçüğün büyüğün sırasını aldığını düşünüp üzülmüş ama bedel ödeyen oğlun, bedel ödeyen anası olarak kederini saklamıştı.

İçerdeki, uzak düğünün düşünü kurmuştu ve kendini damat olarak hayal etmekten çok yakınlarıyla bu sevinci paylaşamamak, büyüdüğüne tanık olmadığı küçük kardeşinin yanında olamamaktan dolayı hayıflanmıştı. Kendisini düşünmüyor oluşu, onaylanan, ondan beklenen bir şeydi.  Bu duyguyu anlamak da, anlamamak da zalimlikti…

O gece amacına doğru, insanı aşan bir sükûnet ve kararlılıkla ilerleyen şeyi, halay çekenlerin ağır adımlarında bir kez daha yakaladım. Davulun tekdüze ritmine uyarak, sonu hiç gelmeyecekmiş gibi, aynı omuz ve el hareketleriyle aynı adımları atan kalabalık, mor benekli ışıkların oynaştığı mermer zemine gözle görünmeyen harflerle kayıt düşüyordu: Gelmekte olan çok uzun bir zamandır bekleniyordu, onu durdurmak, önüne çıkmak, mevsim dönümünü engellemek kadar olanaksızdı.

Damat için söylenen bir şarkıyla durulan halaya,  belki babası hayatta olmadığından damadın annesi, çantasından çıkardığı kırmızı, yeşil, sarı pullu üç mendili oğluna doğru defalarca sallayarak eşlik etti. Daha üçüncü parçada Oramar’a geçildi ve gece boyunca, elbisesine paralar takılmış damadın, gelinin,  işyeri arkadaşlarının ve sıradan komşuların da aralarında bulunduğu altın takılı, mini etekli, rengârenk tuvaletler içindeki kadınlarla, günlük giysileri içindeki erkeklerin oluşturduğu ağırbaşlı halay ekibi, dünyanın en doğal şeyini yapıyormuş gibi, “dağdakilere” sayısız kereler selam yolladı.

Birkaç gün sonra kaldığım evin önündeki caddede kısa bir yürüyüş yapmak için dışarı çıktım.

Dürümcü ile marketin arasındaki yas evi boştu.  Kapının önünde iki cılız ağacın koruduğu minik boşlukta birkaç yaşlı adam plastik sandalyelerde oturmuş gelip geçenleri izliyordu.

İki dükkânın arasındaki bu yas evi kabul edilmesi zor bir dünyevilikte. Çoğalan ve başıboş hale gelen ölüme, onu sadece yerli yerine koyarak meydan okuyor.  Taziyesiz gün geçmeyen şehirde yas evi, kalabalık misafirleri, çevre köylerden gelen ve günlerce kalan konukları ağırlayamayacak kadar ufak konutların görevini üstleniyor.  Ev, insanı rahatsız eden sadelikte dört duvardan ibaret.  Sarıya boyanmış boş duvarlarda ne bir resme, ne bir duaya rastlanıyor. Yalnızca boş, çok büyük bir oda, büyükçe bir masa ve sandalyeler. Gerisini anonim bir yas bütün ihtişamıyla tek başına dolduruyor. Bu anonimlik,  yaşlıktan ya da hastalıktan da olsa, her ölümü, bütün zaman kiplerinde hüküm süren ortak bir kaderle birbirine bağlıyor. Ne ölümleri o kaderden söküp almak mümkün artık, ne de doğumları…

Belki, birkaç gün sonra, 14 Temmuz’da, televizyonda şehrin sakinlerine reva görülen zulmü izlerken kalp krizi geçirip hayatını kaybedecek yaşlı adam için de bir yas evinde taziye kurulacak. Ve doktor ölüm nedeninin kalp krizi olduğunu tıbben kanıtlasa da, yas evi bütün sadeliğiyle onu yalanlayacak.

Diyarbakır’da ölümle kurulan bu rabıta, hayatta kalabilmeyi sağlıyor ve şehir böylece ölüm kadar güçlü diğer şeylere tutunabiliyor.

Temmuz’un ön dördü yaklaşırken,  tecrübeli bir şehir sakini gibi, mobil telefon bayilerinde, kahvelerde, marketlerde, marka giysiler satan mağazalarda Öcalan’ın özgürlüğü için yapılacak mitingle ilgili konuşmalara kulak kabartıyordum.  Gece boyunca uçaklar ve helikopterler geçiyor, gündüzleri şehrin sokaklarında panzerler ve tomalar dolaşıyordu. Şehir düpedüz işgal ediliyordu. Sonra birden görünen şehir ile görünmeyen şehir birbirine karıştı ve her şey bir yanılsamaya dönüştü.  Diyarbakır’ı ele geçirmenin artık olanağı yoktu.

14 Temmuz’da gece yarısı, oturma eylemi yapılan Sümer Park’ın önünde, tomanın içinden çıkıp, göbeğini hafifçe salarak kaldırıma tek başına oturmuş, mavi gömleğinin yakasını açmış, serinlemeye çalışan bir polis gördüm. Ortada başka panzer kalmamıştı. Çevre mahallelerde yanan lastiklerin kokusu bulut gibi havada asılıydı. Ara sokaklar devrilmiş çöp bidonlarıyla kapatılmıştı. Polis kendini birkaç saat önce zulmettiği şehre emanet etmişti. Her şeyi,  saati dolunca bitiveren bir oyuna dönüştüren bu rahatlık,  gündüz yaşanan şiddet kadar çirkin ve haksız görünüyordu.

Şehirde oturan polisler, evlerine dönmüşlerdi, coplanan ve gazlanan komşularıyla aynı mahallelerde, aynı apartmanların farklı dairelerinde yemeklerini yiyor ve sıcaktan yakınıyorlardı. Eve dönerken uğradıkları bakkalda, kendilerinin de bir parçası olduğu saldırıyı ve şehrin olağanüstü direnişini gösteren Nûce TV’ye göz atmışlardı.  O gece, gözaltına alınacaklarını bildikleri için hastanelere gidemeyen yüzlerce Diyarbakırlı, yaralarını direnmiş olmanın gururuyla sardı.

Diyarbakır’da Temmuz’un 14’ü daha şimdiden bir milat olarak adlandırılıyor, siyasetçilere has bir tez canlılık ve adlandırma merakından değil bu… İki dünyalı şehirde zaman baş döndürücü bir hızla akıyor ve her şey, şehrin rengine ve sesine bürünüp elle tutulur bir yoğunluk kazanıveriyor. Ertesi gün herkes 14 Temmuz’un neden bir milat olduğunu konuşulmadan ve söylenmeden biliyordu.

O akşamüstü eski bir dost, bize, yaz akşamlarına has çok hafif bir esintiye şehirde verilen ismi açıkladı. Söylediği deyim, Diyarbakır’ın yerlileri tarafından biliniyor ve kullanıyor. Buna rağmen, diğer şeyler gibi, bu da söylenir söylenmez bir sırra dönüşüyor ve duyduğunu başkalarına anlatmak insanda şehre ihanet ettiği duygusu uyandırıyor.

Gece,  Ofis’teki kahvelerde çevre illerden getirilmiş tomalar ve panzerlerin emniyet müdürünün kızının düğünü nedeniyle kaldıklarını duydum. İki şehir birbirine karışmış olduğundan müdürün kızının düğünü “hiçbir yerde” yapıldı.

Diyarbakır’da “görünmeyen” öyle bir hacme sahip ki,  herkesin ikisinde birden yaşadığı dünyaların akıl almaz geçirgenliği bütün canlıları sersemletiyor. İki dünyalılık şehrin gerçek sakinlerini diğerlerinden kesin biçimde ayırıyor, bunu taklit etmek, buna sonradan sahip olmak olanaksız.

Ama herkes, devlet için çalışanlar bile, bu bilgiyi kendisine saklıyor.  Sadakatten, korkudan ya da başka herhangi bir şeyden değil, hiçbir kelimeyle anlatamayacaklarını bildiklerinden.  Hem saklanan, hem ortada olan,  istense de istenmese de taşınan bu ortak bilgi, hangi tarafta yer alırsa alsın, şehirdekileri kendiliğinden “bölücü örgüt” üyesi yapıyor.

Birkaç gece sonra, sıcaktan kaçıp, birkaç arkadaşımla birlikte Kırklar Dağı’na gittim.

Dağa dikilmiş heyula gibi bloklar adeta yabancı bir uygarlığın orayı terk ederken geride bıraktığı kalıntıları andırıyor. Arkadaşlarımdan biri, “dağa ayıp oldu” dedi ve bu sade gerekçe karşısında, kent mimarisi ve kent tarihi açısından yöneltilen eleştiriler anlamsızlaşıverdi. Heyula ile ilgili söylentilerden biri de Dağdaki “Ziyaret’in” eninde sonunda bu işten sorumlu olanları çarpacağı yolunda ki, aslında kısmen gerçekleşmiş sayılır.

Aşağıda Hevsel bahçeleri, ekini kaldırılmış tarlalar, kenarda yakılmayı bekleyen anızlar…

Manzara güneşin batmasıyla karardı. Ova yöreye özgü bir mucizeyle denize dönüştü ve “karşı sahilin ışıkları”, sevinçle oyuna katılarak bir de göz kırpmaya başladı. Rüzgâr çok uzaklardan, çok yakında söylenmiş kelimeler taşıdı.

Diyarbakır çevremizde, o çok sıcak yaz gecesinin her zerresindeydi. Şehrin dışındaki yüksek güvenlikli hapishanede kalanlar, gerçekliğini çoktan kaybetmiş bir tutsaklığı sürdürüyorlardı.  Duvarların bir yalandan, bir yanılsamadan ibaret olduğunu, orada kalanlar kadar, onları orda tutanlar da biliyordu. Sınır çizgileri buharlaşıyor, duvarlar her gün daha şeffaflaşıyor, şehrin ortasındaki karakol sanki kendiliğinden seraba dönüşüyordu.

Son gece, şehrin tepesindeki lokantada, tanınmış saz heyeti, olağanüstü zengin yöresel repertuarının arasına Ciwan Haco’nun çok sevilen bir şarkısını da sıkıştırdı.  Lokantadakiler 14 Temmuz için kadeh kaldırdı. Anneler ve anneanneler adına sitemi hak eden şarkı, buna pek de aldırmadan karanlığa doğru yavaş yavaş yayıldı.

Diyarbekir mala mina,
Diyarbekir cihê mina
Cihê bav û kalê mina
Ev mesken û paytexta mina *

Diyarbakır, ne kaybedilmiş, ne de kazanılmış. Bir eşik, usulca, geri dönüşsüzce geçilmiş, zaman ele avuca sığmıyor, serçelerin bile başı dönüyor. Şehir çok eskiden neyse o, hep orada.

* Diyarbakır evimdir; Diyarbakır yerimdir; Babamın ve dedemin yeridir;  Meskenim ve başkentimdir

Ayşegül Devecioğlu _ www.bianet.org