Serçelerin bile başı dönüyor – Ayşegül Devecioğlu

Diyarbakır’a son gidişimde orada epey uzunca bir süre kalmayı düşünüyordum. Batman havaalanından şehre gelen otobüsten iner inmez, sonradan olma bir hemşerinin göstermelik rahatlığıyla İstasyon caddesindeki minibüs durağının önündeki kursîlere çöküp, çay ısmarladım.

Şehrin uzun bir yolculuktan yeni dönmüş sıradan bir sakini gibi kaldığım evden birkaç gün dışarı çıkmadım. Hasanpaşa’nın iş bilir bir edayla sunduğu geçmiş zaman,  kahvaltıcılardaki ardı arkası kesilmeyen tabak kalabalığı, Yanık Çarşı’nın Çin’den gelmelerine rağmen otantik cazibelerini yitirmeyen kumaş bolluğu, Dağ kapı’da caminin önünde gün boyu görevli bilirkişiler topluluğu olarak tünemiş ahali… Şehrin kalbinin buralarda attığına defalarca tanık olmuştum ki, şimdi hepsini “dışarıdan gelenlere” bırakıyordum.

Sıcağın kavurduğu uzak caddelerden oraların yerlisi sayılmanın gizli gururuyla geçiyordum. Şehri kandıramayacağımı biliyordum elbette. Şehirlikten çıkmamış bir şehri kimse kandıramaz.

Kimi kez acı acı soruyordum kendime ne biliyordum ki şehir hakkında; belki benim durumumdakilerden -sayımız çok kalabalıktı- biraz daha fazlasını. Sonra övünçle, bedenimde çoktan yer edinen, o tanıma sığmaz şeyi hissediyordum. Ne bildiğimi bilemez, hiçbir soruya cevap veremezdim. Zamanı geldiğinde nasılsa öğrenecektim. Bunun için şehre minnet duyuyordum.

Üçüncü günüm dolmadan ancak aileden olanların katılabileceği bir düğüne davet edildim. Dış mahallelerde bir sanayi sitesinde kurulmuş bu düğün salonlarına daha çok yoksullar rağbet ediyor.  Yan yana dizilmiş büyükçe binalar dışarıdan sıradan işyerlerine benziyor ve daha çok da fabrikayı andırıyor; mermer merdivenlerinde ya da kapı girişlerindeki birkaç süs olmasa…  Ya da onlara rağmen…

Düğünü yapılan da yoksul bir gençti, ömür boyu bedel ödeyecek olan ağabeyi hem kendisine, hem ailesine eziyet olsun diye sürüldüğü uzak ilde, yıllardır hapisteydi. Hapistekine, kardeşinin evleneceği söylenmiş ve göremeyeceği düğün için rızası alınmıştı. Annesi oğlunun hapis yatmasa, çoktan evlenmiş olacağını, küçüğün büyüğün sırasını aldığını düşünüp üzülmüş ama bedel ödeyen oğlun, bedel ödeyen anası olarak kederini saklamıştı.

İçerdeki, uzak düğünün düşünü kurmuştu ve kendini damat olarak hayal etmekten çok yakınlarıyla bu sevinci paylaşamamak, büyüdüğüne tanık olmadığı küçük kardeşinin yanında olamamaktan dolayı hayıflanmıştı. Kendisini düşünmüyor oluşu, onaylanan, ondan beklenen bir şeydi.  Bu duyguyu anlamak da, anlamamak da zalimlikti…

O gece amacına doğru, insanı aşan bir sükûnet ve kararlılıkla ilerleyen şeyi, halay çekenlerin ağır adımlarında bir kez daha yakaladım. Davulun tekdüze ritmine uyarak, sonu hiç gelmeyecekmiş gibi, aynı omuz ve el hareketleriyle aynı adımları atan kalabalık, mor benekli ışıkların oynaştığı mermer zemine gözle görünmeyen harflerle kayıt düşüyordu: Gelmekte olan çok uzun bir zamandır bekleniyordu, onu durdurmak, önüne çıkmak, mevsim dönümünü engellemek kadar olanaksızdı.

Damat için söylenen bir şarkıyla durulan halaya,  belki babası hayatta olmadığından damadın annesi, çantasından çıkardığı kırmızı, yeşil, sarı pullu üç mendili oğluna doğru defalarca sallayarak eşlik etti. Daha üçüncü parçada Oramar’a geçildi ve gece boyunca, elbisesine paralar takılmış damadın, gelinin,  işyeri arkadaşlarının ve sıradan komşuların da aralarında bulunduğu altın takılı, mini etekli, rengârenk tuvaletler içindeki kadınlarla, günlük giysileri içindeki erkeklerin oluşturduğu ağırbaşlı halay ekibi, dünyanın en doğal şeyini yapıyormuş gibi, “dağdakilere” sayısız kereler selam yolladı.

Birkaç gün sonra kaldığım evin önündeki caddede kısa bir yürüyüş yapmak için dışarı çıktım.

Dürümcü ile marketin arasındaki yas evi boştu.  Kapının önünde iki cılız ağacın koruduğu minik boşlukta birkaç yaşlı adam plastik sandalyelerde oturmuş gelip geçenleri izliyordu.

İki dükkânın arasındaki bu yas evi kabul edilmesi zor bir dünyevilikte. Çoğalan ve başıboş hale gelen ölüme, onu sadece yerli yerine koyarak meydan okuyor.  Taziyesiz gün geçmeyen şehirde yas evi, kalabalık misafirleri, çevre köylerden gelen ve günlerce kalan konukları ağırlayamayacak kadar ufak konutların görevini üstleniyor.  Ev, insanı rahatsız eden sadelikte dört duvardan ibaret.  Sarıya boyanmış boş duvarlarda ne bir resme, ne bir duaya rastlanıyor. Yalnızca boş, çok büyük bir oda, büyükçe bir masa ve sandalyeler. Gerisini anonim bir yas bütün ihtişamıyla tek başına dolduruyor. Bu anonimlik,  yaşlıktan ya da hastalıktan da olsa, her ölümü, bütün zaman kiplerinde hüküm süren ortak bir kaderle birbirine bağlıyor. Ne ölümleri o kaderden söküp almak mümkün artık, ne de doğumları…

Belki, birkaç gün sonra, 14 Temmuz’da, televizyonda şehrin sakinlerine reva görülen zulmü izlerken kalp krizi geçirip hayatını kaybedecek yaşlı adam için de bir yas evinde taziye kurulacak. Ve doktor ölüm nedeninin kalp krizi olduğunu tıbben kanıtlasa da, yas evi bütün sadeliğiyle onu yalanlayacak.

Diyarbakır’da ölümle kurulan bu rabıta, hayatta kalabilmeyi sağlıyor ve şehir böylece ölüm kadar güçlü diğer şeylere tutunabiliyor.

Temmuz’un ön dördü yaklaşırken,  tecrübeli bir şehir sakini gibi, mobil telefon bayilerinde, kahvelerde, marketlerde, marka giysiler satan mağazalarda Öcalan’ın özgürlüğü için yapılacak mitingle ilgili konuşmalara kulak kabartıyordum.  Gece boyunca uçaklar ve helikopterler geçiyor, gündüzleri şehrin sokaklarında panzerler ve tomalar dolaşıyordu. Şehir düpedüz işgal ediliyordu. Sonra birden görünen şehir ile görünmeyen şehir birbirine karıştı ve her şey bir yanılsamaya dönüştü.  Diyarbakır’ı ele geçirmenin artık olanağı yoktu.

14 Temmuz’da gece yarısı, oturma eylemi yapılan Sümer Park’ın önünde, tomanın içinden çıkıp, göbeğini hafifçe salarak kaldırıma tek başına oturmuş, mavi gömleğinin yakasını açmış, serinlemeye çalışan bir polis gördüm. Ortada başka panzer kalmamıştı. Çevre mahallelerde yanan lastiklerin kokusu bulut gibi havada asılıydı. Ara sokaklar devrilmiş çöp bidonlarıyla kapatılmıştı. Polis kendini birkaç saat önce zulmettiği şehre emanet etmişti. Her şeyi,  saati dolunca bitiveren bir oyuna dönüştüren bu rahatlık,  gündüz yaşanan şiddet kadar çirkin ve haksız görünüyordu.

Şehirde oturan polisler, evlerine dönmüşlerdi, coplanan ve gazlanan komşularıyla aynı mahallelerde, aynı apartmanların farklı dairelerinde yemeklerini yiyor ve sıcaktan yakınıyorlardı. Eve dönerken uğradıkları bakkalda, kendilerinin de bir parçası olduğu saldırıyı ve şehrin olağanüstü direnişini gösteren Nûce TV’ye göz atmışlardı.  O gece, gözaltına alınacaklarını bildikleri için hastanelere gidemeyen yüzlerce Diyarbakırlı, yaralarını direnmiş olmanın gururuyla sardı.

Diyarbakır’da Temmuz’un 14’ü daha şimdiden bir milat olarak adlandırılıyor, siyasetçilere has bir tez canlılık ve adlandırma merakından değil bu… İki dünyalı şehirde zaman baş döndürücü bir hızla akıyor ve her şey, şehrin rengine ve sesine bürünüp elle tutulur bir yoğunluk kazanıveriyor. Ertesi gün herkes 14 Temmuz’un neden bir milat olduğunu konuşulmadan ve söylenmeden biliyordu.

O akşamüstü eski bir dost, bize, yaz akşamlarına has çok hafif bir esintiye şehirde verilen ismi açıkladı. Söylediği deyim, Diyarbakır’ın yerlileri tarafından biliniyor ve kullanıyor. Buna rağmen, diğer şeyler gibi, bu da söylenir söylenmez bir sırra dönüşüyor ve duyduğunu başkalarına anlatmak insanda şehre ihanet ettiği duygusu uyandırıyor.

Gece,  Ofis’teki kahvelerde çevre illerden getirilmiş tomalar ve panzerlerin emniyet müdürünün kızının düğünü nedeniyle kaldıklarını duydum. İki şehir birbirine karışmış olduğundan müdürün kızının düğünü “hiçbir yerde” yapıldı.

Diyarbakır’da “görünmeyen” öyle bir hacme sahip ki,  herkesin ikisinde birden yaşadığı dünyaların akıl almaz geçirgenliği bütün canlıları sersemletiyor. İki dünyalılık şehrin gerçek sakinlerini diğerlerinden kesin biçimde ayırıyor, bunu taklit etmek, buna sonradan sahip olmak olanaksız.

Ama herkes, devlet için çalışanlar bile, bu bilgiyi kendisine saklıyor.  Sadakatten, korkudan ya da başka herhangi bir şeyden değil, hiçbir kelimeyle anlatamayacaklarını bildiklerinden.  Hem saklanan, hem ortada olan,  istense de istenmese de taşınan bu ortak bilgi, hangi tarafta yer alırsa alsın, şehirdekileri kendiliğinden “bölücü örgüt” üyesi yapıyor.

Birkaç gece sonra, sıcaktan kaçıp, birkaç arkadaşımla birlikte Kırklar Dağı’na gittim.

Dağa dikilmiş heyula gibi bloklar adeta yabancı bir uygarlığın orayı terk ederken geride bıraktığı kalıntıları andırıyor. Arkadaşlarımdan biri, “dağa ayıp oldu” dedi ve bu sade gerekçe karşısında, kent mimarisi ve kent tarihi açısından yöneltilen eleştiriler anlamsızlaşıverdi. Heyula ile ilgili söylentilerden biri de Dağdaki “Ziyaret’in” eninde sonunda bu işten sorumlu olanları çarpacağı yolunda ki, aslında kısmen gerçekleşmiş sayılır.

Aşağıda Hevsel bahçeleri, ekini kaldırılmış tarlalar, kenarda yakılmayı bekleyen anızlar…

Manzara güneşin batmasıyla karardı. Ova yöreye özgü bir mucizeyle denize dönüştü ve “karşı sahilin ışıkları”, sevinçle oyuna katılarak bir de göz kırpmaya başladı. Rüzgâr çok uzaklardan, çok yakında söylenmiş kelimeler taşıdı.

Diyarbakır çevremizde, o çok sıcak yaz gecesinin her zerresindeydi. Şehrin dışındaki yüksek güvenlikli hapishanede kalanlar, gerçekliğini çoktan kaybetmiş bir tutsaklığı sürdürüyorlardı.  Duvarların bir yalandan, bir yanılsamadan ibaret olduğunu, orada kalanlar kadar, onları orda tutanlar da biliyordu. Sınır çizgileri buharlaşıyor, duvarlar her gün daha şeffaflaşıyor, şehrin ortasındaki karakol sanki kendiliğinden seraba dönüşüyordu.

Son gece, şehrin tepesindeki lokantada, tanınmış saz heyeti, olağanüstü zengin yöresel repertuarının arasına Ciwan Haco’nun çok sevilen bir şarkısını da sıkıştırdı.  Lokantadakiler 14 Temmuz için kadeh kaldırdı. Anneler ve anneanneler adına sitemi hak eden şarkı, buna pek de aldırmadan karanlığa doğru yavaş yavaş yayıldı.

Diyarbekir mala mina,
Diyarbekir cihê mina
Cihê bav û kalê mina
Ev mesken û paytexta mina *

Diyarbakır, ne kaybedilmiş, ne de kazanılmış. Bir eşik, usulca, geri dönüşsüzce geçilmiş, zaman ele avuca sığmıyor, serçelerin bile başı dönüyor. Şehir çok eskiden neyse o, hep orada.

* Diyarbakır evimdir; Diyarbakır yerimdir; Babamın ve dedemin yeridir;  Meskenim ve başkentimdir

Ayşegül Devecioğlu _ www.bianet.org

 

İLGİLİ HABERLER

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Balık ekmek yemekle olmaz, Marmara’nın suyunu için!-Mehveş Evin

Ne yazık ki müsilaj felaketini balık yemek, denize girmek, denizin yüzeyini temiz görmeye indirgemek, bu büyük ekolojik krizi durdurmanın önündeki en büyük engel.

Marmara Denizi’ndeki kirlilik sorununa bir çözüm: Agroekoloji – Bülent Şık

Agroekolojik yöntemler sulardaki nitrat kirliliğini azaltıcı bir sonuç doğurur ve bu da içme suyu kaynaklarının korunması anlamına gelir.

Örgütlü sessizlik – Arat Dink

Zeki Tekiner, dört ay önce başka bir silahlı saldırıdan şans eseri ölümcül bir yara almadan kurtulmuştu. Vali’yi olayın siyasi boyutu olduğuna ikna edememişlerdi. Dostları Nevşehir’den bir süre uzaklaşmasını istediler. O, “Bana Nevşehirliden zarar gelmez” dedi, kaldı. Su, tanıdık akıyor, değil mi?

Marmara Denizi’ndeki müsilaj kirliliğinde kömürlü termik santrallerin etkisi incelenmeli- Pelin Cengiz

İstediğiniz kadar yüzey temizliği yapın, bir yeri temizlerken diğer taraftan atık devam ediyorsa buna temizlik denir mi?

Marmara’nın ölümü: İstanbul kolera salgınına hazır mı – Bülent Şık

Denizdeki müsilajin kolera salgını getirmesi mümkün. Ama her şeye rağmen devam etmekten ziyade durmayı, onarmayı öne çıkarmalıyız. İnsan, bitki, hayvan ve çevre sağlığını bir bütünün birbiriyle ilişkili parçaları olarak görmeye çalışarak çözümler arayacağız.

EN ÇOK OKUNANLAR