Ana Sayfa Blog Sayfa 4545

Hayat değil ölüm kutsaldır bu topraklarda – Hakan Aksay

Adam konuşmasıyla, bizim alışageldiğimiz politikacılara pek benzemiyor. Bir şey derken gözleri fıldır fıldır oynamıyor. Savunduğu görüşler ne olursa olsun, içten görünüyor. Söyleyeceği şeyin çoğunluk tarafından yadırganmayacak, kendi partisinin politikasıyla ve liderinin keyfî tavırlarıyla çelişmeyecek sözler olmasını hesaplamaya çalışan ve çoğu kez yeterli zekâ, yetenek ve cesarete sahip olmadığı için bunu beceremeyip yuvarlak ve anlamsız konuşanlardan biri olmadığı izlenimini veriyor.

Ama kurduğu cümlelerden acayip bir senaryo ortaya çıkıyor. Başbakan’ın kendisini kurşuna dizdirmesini, astırmasını istiyor. Önem verdiği bir şeylerin gerçekleşmesi için öldürülmeyi hayal ediyor.

Konuşan Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman BaydemirBalçiçek İlter’in sunduğu Söz Sende programında, son zamanlarda Şam’a kaç saatte girileceği konusundaki bahisçilik merakıyla dikkat çeken Şamil Tayyar’ın, bu kez de cezaevlerindeki ölüm oruçlarına duyarsızlığını belli eden bir üslupla, ölüm orucuna Baydemir’in de katılması halinde daha çok ses çıkacağı iğnelemesinde bulunduğunu öğreniyoruz. Baydemir, Tayyar’a değil, Başbakan Erdoğan’a bir çağrısı olduğunu söyleyerek soru sahibini bağımsız bir siyasi şahsiyet saymadığını belli ediyor. Ve şöyle diyor:

– Bütün benliğimle, Rabbime duyduğum inançla size çağrıda bulunuyorum. Eğer bu ülkede kardeş kanının durması için, müzakere masası kurulması için bir kurbana ihtiyaç varsa, o kurban ben olurum. Eşim burada beni izliyor. Vasiyetim var. Kimse dava açmayacak. Savaş sonlandırılacaksa bu bayram sabahı beni kurşuna dizin! Darağacına asın! Canımı alın! Yeter ki müzakere masası kurulsun, yüz yıldır var olma mücadelesi veren bu halk özgürleşsin…

Ne kadar garip bir öneri bu! Ne kadar acı bir çağrı! Ve ne kadar korkunç bir yakarış!

Yıllardan 2012!..

Ve dünya liderleri arasına girme iddiasındaki bir ülkenin en büyük kentlerinden birinin belediye başkanı, son derece samimi görünen bir ifadeyle ölmek, daha doğrusu öldürülmek istediğini haykırıyor.

Dünyanın kaç ülkesinde böyle bir şeyle karşılaşabilirsiniz?

*       *       *

58 cezaevinde yüzlerce (belki 700 civarında, belki de yeni katılımlarla binlerce) insan, 12 Eylül 2012’den bu yana ölüm orucunda. Onlar da ölmek istiyorlar. Talepleri gerçekleşmezse yaşamlarından vazgeçeceklerini kanıtlamak için 45 gündür aç kalarak mücadele ediyorlar. Belki bugün-yarın bazıları için çok geç olacak. Ama onlar bunu göze almışlar.

Eylemleriyle en başta Türk-Kürt barışı için kilit rol oynayacağını düşündükleri Öcalan’ın şartlarının iyileştirilmesini, ona yönelik tecrit politikasına son verilmesini amaçlıyorlar. Ayrıca ana dilde savunma ve eğitim haklarını talep ediyorlar.

Talepleri için sahip oldukları en değerli şeyi, hayatlarını ortaya koymuşlar.

Bu, doğru bir mücadele yöntemi mi? Ölüm orucuna girerek iyi mi yapıyorlar? Yoksa hata mı ediyorlar? Her türlü amaca ulaşmak için temel öncelik ve en başta gelen şart, hayatta kalmak mıdır?

Ben bu sorulara uzaktan ahkâm keserek evet veya hayır diyecek hakkı kendimde görmüyorum. Ne kadar empati yapmaya çalışırsam çalışayım, bu insanları yeterince anlayamayacağımı sanıyorum.

Ancak şunu söylemeliyim: Hukuki ve siyasi haklar için, her türlü demokratik talepler uğruna insan hayatlarının iskambil kâğıtları gibi kolayca masalara serildiği bir ülkede yaşamanın ürkütücü olduğunu düşünüyorum. İnsanların kendi hayatlarından ne kadar hızlı ve kararlı adımlarla vazgeçebildiğini görmek bana acı veriyor. En beteri de, yüzlerce insanın hayatı tehlikedeyken, koskoca bir toplumun, iktidarın, medyanın bunu umursamaz bir havada davranması.

Ölseler ne olacak? Birkaçı ölüm orucunda hayatını kaybetse? Hatta birkaç yüz kişi ölse? Ne olur ki? 30 yıldır on binlerce insan kaybedip de hâlâ iç savaşın bitmesini yeterince istememiş bir topluma, iktidara, medyaya sahip değil miyiz?

Haydi, açık konuşalım: Biraz daha ölüm olsa bile hayatımıza devam etmenin, konuşup gülüşmenin, yiyip içmenin, eğlenip sevişmenin bir yolunu bulacağımızı bilmenin rahatlığını taşımıyor muyuz?

*       *       *

Ölüm öylesine doğal bir şey ki bu ülkede… Öbek öbek insanların öldürülmesi, onlar daha gömülmeden yenilerinin ölüme koşması o kadar sıradan ki…

Uludere’de öldürülen 34 kişiyle ilgili gerçekler 11 ayda ortaya çıkarılabildi mi? Bu vurdumduymazlık ile onları “dolap beygiri” olarak görenlerin önünde sevincinden takla atmaya hazır bir yığın “adam” olmasının arasındaki bağı görmüyor musunuz?

Ya Suriye’de düşürülen uçak? Oradaki tonlarca metal ve ileri teknoloji sizin olsun; öldürülen iki pilota sahip çıkan oldu mu?

Siyasetin ötesinde “insan” diye bir amaç var mı bu ülkede?

“Hayat” diye bir değer var mı?

Şehit cenazelerinde dökülen gözyaşlarının arasında oğullarını savaşa feda etmekten gurur duyan bunca ana ve baba varken, yaşamanın kutsallığından söz edilebilir mi?

Ama ölmek!.. Ölmek bir başka şeref bizde…

Bayrağımızdaki al kandan başlayıp, dinimizdeki vecibelerle devam edip, silahlı kuvvetlerde başımıza gelebilecek kazaya kadar her türlü durumda kutsal ölümler vardır bizim için.

Kutsal yaşam kuramadık 90 yıldır; ama kutsal ölüm “noktasında” hiçbir sıkıntımız yok.

Ölmek, yaşamaktan daha anlamlıdır bu topraklarda.

İktidarlar bunu pompalar, biz sorgusuz sualsiz kabulleniriz.

Sayımız çok, pek çok, on milyonlarca… Hamam böcekleri kadar çokuz. Ve iktidar açısından sadece birkaç yılda bir gün (seçimler sırasında) önem taşırız. Onun için sıradan günlerde “gerekirse” ölmemiz, hamam böcekleri gibi ezilip gitmemiz doğaldır.

Bu doğallıkla, becerebilirsek “şerefli bir ölüm” koparırız kaderin elinden, olmazsa daha banal bir yolla – mesela, incir çekirdeğini doldurmayacak bir tartışmada ya da “namus belası”na birbirimizi vurarak – ölürüz, öldürülürüz.

Bu topraklarda yaşamanın, aşkın, sanatın, bilimin pek bir önemi yoktur. Kutsal hayat olmaz bizde. Ama kutsal ölüm çeşitlerimiz çoktur.

 

Hakan Aksay – www.t24.com.tr

Ölümünün 20. yılında bir yeşil öncü: Petra Kelly (1)

Petra Kelly (1947-1992)

Yeşillerin simge isimlerinden, Alman Yeşiller Partisi’nin kurucularından, feminist, nükleer karşıtı, yeşil aktivist Petra Kelly, bundan 20 yıl önce, 1992’nin Ekim ayının birinci günü, bir cinayete kurban gitti. Ölümünün 20. yılında Petra Kelly’i hatırlamanın önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü Petra Kelly 68 kuşağının bir üyesi olmakla kalmayıp yepyeni bir siyasi hareket yaratan, yeşil hareketi var eden isimlerden biriydi. Erken ve şüpheli bir cinayet sonucunda kaybettiğimiz Petra Kelly’nin adı hem bir giz perdesinin arkasına gizlendi, hem de bu ölüm biçimi onun yapıp ettiklerini biraz çabuk unutmamıza neden oldu.

Petra Kelly ve Gert Bastian

Petra Kelly’nin ölümü ilk duyulduğunda, bilinmezliklerle dolu olay önce bir intihar olarak algılandı. Çünkü Kelly, kendi evinde, yatağında uyurken, birlikte yaşadığı sevgilisi Gert Bastian tarafından öldürülmüş, Bastian da intihar etmişti. Tanık yoktu. Hatta arkadaşları çifti yurtdışında sandıkları için aradan günler geçtikten sonra, ancak 18 Ekim’de bulundular. Petra Kelly, bugünden tam 20 yıl önce, 26 Ekim’de 5000 kişinin katıldığı bir cenaze töreniyle toprağa verildi.

Olayın ayrıntılarını bilmeyenler bunu hemen çiftin birlikte karar verdiği bir intihar olayı olarak algıladılar ve basına da öyle yansıttılar. Üstelik Yeşiller’in fundis (radikal) kanadından olan Kelly’nin parti içinde yaşadığı çatışmalar bilindiği için, insanlar bunu siyasi hayal kırıklığına bağlı bir intihar hikayesi olarak anlamayı da çok çekici bulmuşlardı. Oysa yapılan araştırmalar cinayeti Kelly’nin birlikte yaşadığı sevgilisi, Alman ordusundan emekli bir subay ve Yeşiller Partisi üyesi olan Gert Bastian’ın kasten ve tek başına işlediğini gösteriyordu. Bastian, Kelly’i öldürmeyi ve ardından intihar etmeyi kendi başına kararlaştırmış ve uygulamıştı.

Petra Kelly

Ama sanırım Petra Kelly bu merak uyandırıcı ölümünden  ziyade yaşamı, yaptıklarıyla ve fikirleriyle hatırlanmalı. Petra Kelly, yeşil hareketin siyasileşmesinin, savaş karşıtı ve feminist hareketle iç içe büyümesinin, nükleer karşıtı aktivizmin yeşil hareket içindeki öneminin ve parlamenter mücadeleyle sokak aktivizminin birbirini dışlamadan bir arada yapılmasının simgesi ve elbette inat, çalışkanlık ve gerçek siyasi aktivizmin bir örneği olarak hiçbir zaman unutulmamalı.

Çocukluğu ve Amerika yılları

Petra Kelly 12 yaşında

Petra Karin Lehmann, Almanya’nın güneyindeki Günzburg’da 29 Kasım 1947’de doğdu. Babası, Petra daha çok küçükken evi terketti. İlkokula Günzburg’da başlayan Petra, daha sonra Stuttgart yakındalarındaki Nellingen’deki Amerikan üssünde bulunan bir ilkokula devam etti. Annesinin Amerikan ordusunda çalışan bir subayla evlenmesinin ardından 1959’da ABD’ye taşındılar. Böylece Petra, 12 yaşında üvey babasının soyadını aldı ve Petra Kelly oldu.

Lise mezuniyet resmi (1966)

1966’da ABD’nin Virginia eyaletindeki bir liseden mezun olan Petra Kelly, Washington, DC’deki Amerikan Üniversitesi’nde siyaset bilimi okumaya başladı. Aynı yıl kendisinden 12 yaş küçük kardeşi Grace P. Kelly henüz 7 yaşındayken kansere yakalandı ve aile küçük çocuklarının radyoterapi görmesi için yeniden Almanya’ya döndü. Kardeşi Grace Kelly, 1970’de, 11 yaşında hayatını kaybetti.

1968

Petra Kelly ABD’de üniversitede politik olarak da aktif bir öğrenci oldu ve üniversitedeki yabancı öğrencilerin temsilcisi seçildi (seçim kampanyasında kullandığı afişlerde motosiklet üzerindeki bir resminin altında  “güçlü kadına oy ver” yazılıydı.) 1966’da üniversite kampüsünde çekilen “Yüz Yüze” adlı bir televizyon programında o zamanki başkan Lyndon Johnsson’un yardımcısı olan Hubert Humphrey’e sorular soran öğrenci temsilcisi, henüz 19 yaşındaki Petra Kelly idi. Sorular arasında Vietnam savaşı politikaları nedeniyle yönetime yönelttiği sert eleştiriler de vardı.

1968’de yapılan başkanlık seçimlerinde Richard Nixon’a karşı aday olması beklenen Demokrat aday Robert Kennedy suikaste uğrayarak yaşamını yitirince başkan yardımcısı Hubert Humphrey Demokratların adayı oldu. Petra Kelly 1968’de önce Robert Kennedy’nin, ardından  Humphrey’in kampanyasında çalıştı.

Petra Kelly aynı yıl iki önemli olaya daha tanık oldu. Martin Luther King’in Washington’da suikaste uğraması ve 1968’in Ağustos ayında Prag’da bulunan büyükannesinin yanında yaz tatilindeyken,  Çekoslovakya’da yaşanan Prag baharının Sovyet tankları tarafından ezilmesine tesadüfen tanıklık etmesi…

Amsterdam

1970’de üniversiteden mezun olduktan sonra Amsterdam Üniversitesi Avrupa Enstitüsü’nden bir burs alarak Avrupa’ya dönen Petra Kelly, Avrupa Topluluğu ve özellikle de Avrupa ülkelerinin siyasi entegrasyonu üzerine çalışmaya başladı. 1972’de 24 yaşında yazdığı bir makalenin başlığı “Bir çeşit Avrupa inşa ediyoruz, ama Avrupalılar nerede?” idi.

Kelly Avrupa Birliği’nin çok erken bir dönemi olan o yıllarda Avrupa’nın bir federasyona dönüşmesi fikrini savunuyordu. 1977’de Genç Avrupalı Federalistler (JEF) örgütünün dergisi Forum E (Europa)’nın editörlüğünü yapmaya başladı. Derginin Kelly’nin editörlüğünde çıkan ilk sayısının kapağında bir ayçiçeği ve “Nükleer Enerji, Hayır, Teşekkürler” yazısı görünüyordu. Bu sayıda Kelly’nin yazdığı yazı Avustralya’da Aborjinlerin yaşadığı yerlerdeki uranyum madenleri sorunuyla ilgiliydi.

Brüksel yılları

Kelly, Brüksel’de Avrupa Ekonomik ve Sosyal Komitesi’nde 1973’te asistan, 1974’te yönetici olarak çalışmaya başladı. Burada yaptığı çalışmalar arasında özellikle kadınların ekonomik ve sosyal statüsü ve iş yaşamına dair sorunlarla göçmen işçilerin sorunları önemli yer tutuyordu. Bu arada Şubat 1973’te üç yıl önce kanserden ölen kızkardeşinin anısına Grace P. Kelly Kanserli Çocuklara Destek Vakfı’nı kurdu.

Petra Kelly 1973’te Sosyal Demokrat Parti (SPD)’nin Brüksel’de Avrupa Komisyonu’nda çalışanların katıldığı yerel birimine üye oldu. Burada parti içinde bir kadın ağı oluşturdu. Ancak 17 Şubat 1979’da, kardeşinin ölüm yıldönümünde,  Başbakan Helmut Schmidt’e yazdığı bir açık mektupla SPD’den istifa etti. Mektupta vicdani bir karar olan istifasını kardeşinin ölüm yıldönümünde uyguladığını, çünkü partisinin ve Başbakan’ın çevre kirliliği ile sağlık riskleri arasındaki yakıcı bağlantıyı görmediğini ve adil davranmadığını belirtiyordu. Kelly istifa mektubunda ayrıca SPD’nin kadın düşmanı patriyarkal iktidar yapısını da eleştiriyordu.

Petra Kelly İrlanda'da bir antinükleer protestoda konuşurken (1978)

Petra Kelly aynı yıllarda nükleer karşıtı harekette ve çevre mücadelesinde de aktif roller almaya başlamıştı. Nükleer enerji konusunda ilk kez 1974’te ABD’nin en tanınmış tüketici hakları savunucusu olan avukat ve daha sonra Yeşiler’in başkan adayı olan Ralph Nader tarafından düzenlenen Nükleere Karşı Yurttaş Hareketi’nin Washington DC’deki üç günlük toplantısına katıldı. 1975’de Almanya’nın aşağı Ren bölgesinde kurulmak istenen Kalkar hızlı üretken nükleer santralının yapımına karşı düzenlenen mitingde konuşmacıydı. Ekim 1976’da ise Brokdorf’da yapımına başlanan nükleer santrale karşı düzenlenen sivil itaatsizlik eylemine katıldı.

Aynı yılın Kasım ayında Giessen kentinde yapılan AUD (Bağımsız Almanlar Eylem Grubu) yıllık kongresinde yaptığı konuşmanın başlığı ise şuydu: “Devlete, nükleer diktatörlüğe, erkek tahakkümüne karşı itaasizlik zorunluluğu; ya da ırzına geçilen dişil Avrupa!” Kelly Birleşmiş Millteler’in kadın yılı ilan ettiği 1975’te de feminist toplantılarda erkek egemen toplumu eleştiren konuşmalar yapmıştı.

Yeşiller kuruluyor

16-17 Mart 1979’da Frankfurt-Sindlingen’de Avrupa Parlamentosu seçimlerine girmek üzere oluşturulan alternatif listenin, yani “Diğer Politik Birlik: Yeşiller”in birinci sıra adayı Petra Kelly idi. Lukas Beckmann, Brüksel’deki işinden iki aylık izin alarak kampanyasını yürüten Kelly’nin bu çalışmasının, kapasitesini son sınırına kadar kullanan, yüksek stres ve aşırı iş yüküyle çalışan Kelly’nin politik hayatının başlangıcı olduğunu söylüyor.

Yeşiller Partisi'nin 3 kişilik ilk eşsözcüler grubu. En sağda parti sekreteri Rolf Stolz, ve eşsözcüler soldan sağa August Haussleiter, Petra Kelly ve Norbert Mann

Bu seçimlerde yeşil listeler Almanya çapında %3,2 gibi hatırı sayılır bir oy aldı. Almanya’da Yeşiller Partisi bu yeşil liste deneyimlerinin kazandığı başarıların ardından (özellikle Bremen’deki yeşil listenin eyalet parlamentosuna milletvekili sokması önemli bir ilkti) 13 Ocak 1980’de kuruldu. Kurucular arasında olan Petra Kelly, 1980-82 arasında partinin üç eşsözcüsünden biriydi. Kelly aynı yıl Brüksel’deki işini de bıraktı ve tamamen parti için çalışmaya başladı. Rotasyon ve parti sözcülüğü ile millevekilliğinin ayrılması ilkesini savunan Kelly milletvekili adayı olmak için 1982’de tekrar aday olmadı.

(Devam edecek)

Ümit Şahin – Yeşil Gazete

Başlıca Kaynaklar:

Petra Kelly – A Remembrance (Heinrich Böll Foundation, 2007)
Sara Parkin – The Life and Death of Petra Kelly (Pandora, 1994)
Mark Hertsgaard – Who Killed Petra Kelly? (Mother Jones, Jan-Feb 1993 issue)

Ben kediyim anne, bana kızma! – Bilge Öztürk

Bilge (solda) ve Maura Uganda'da

Kedi gibiyim. Şimdi ben Afrika’dayım ya, sanki Afrikalıymışım gibi hissediyom. Yani aslında Yambiolu* gibi… Dört ayı geçti bu arada buraya geleli. Bu arada çok şeyler oldu, Uganda’ya gittim örneğin, tatile ama. Afrikam çok güzel, inanılmaz, uçsuz bucaksız… Kampala’da bi kampta kaldım önce, bahçesinde evcil olmayan maymunlar vardı. Böyle oturup da yemeğinizi yerken, maymunlar oynuyo gözünüzün önünde, bi tanesi naylon dosya bulmuş onu kaçırıyo falan arkadaşlarından, ağaçların o dalından ötekisine ağzında dosyayla zıplıyo. Böyle ağzın açık izliyosun.

Sonra Uganda’nın ulusal parkına gittik, Murchison Şelaleleri’nin olduğu park, Doktor Maura ile. Bir nevi safari diyelim. Aslında önce baya kendime sordum doğru bir şey yapıyo muyum, yapmıyo muyum diye, yani hayvanların doğal ortamlarına giderek onları rahatsız etmiş olmucak mıyız falan diye düşünürken, giden arkadaşlarım hani öyle de çok zararlı bişi değil dediler. Güvendim arkadaşlara ve de gittim.

Yambio'da bir kedi olmak...

Aslında safari Uganda için önemli bir gelir kaynağı. Hani belki oralarda safari yapılmasa belki de oralara fabrika kurulcak, ne biliyim belki şimdi baktıkları gibi bakmıcaklar diye düşündüm. Ormanın içinde topraktan yol var, o yolun üzerinden ormanın içinde yol alıyosunuz arabayla, o sırada dünyanın süprizleri birbirini izliyo ardı sıra. Önce adını bilmediğim unutkan hayvan. Öyle unutkanmış ki, arkasını döndüğünde arkasında bi aslan olduğunu unuttuğundan aslana yem olacak kadar. Sonra ceylanlar, geyikler, zürafalar, aslan, gergedan, hipopotamus, türlü kuşlar ve de en sevdiğim filler… Filleri çok seviyom, çok güzeller, böyle hani ayakları en yere basan hayvanlar fillermiş gibi geliyo, hani dünyanın, toprağın en farkında olan, tabi bu da benim hayal dünyamın ürünü ya da belki de bi belgeselde duydum… Ertesi gün tekneyle şelaleye doğru yol aldık, Nil’in kollarından birinin üzerinde. İnanılmaz bir doğa, bence herkes Afrika’ya gelmeli, görmeli…

Yambio'da MSF (Sınır Tanımayan Doktorlar) ekibi

En son gün de yürüyerek şelalenin kaynağına gittik, nasıl çağlıyodu anlatamam, güzelliğine dayanamadım, mutluluktan ağladım, bi de korktum ya bişey olursa bu güzelliğe dedim, ya baraj yaparlarsa ya kötü bişi gelirse başına dedim… Sonra döndük Kampala’ya, ordan Jinja’ya geçtik. Jinja Nil’in doğduğu yer, oradan sonra 6000 km yol alarak Akdeniz’e dökülüyor ve Afrika’ya hayat veriyo. Orda da bi kampta kaldık, çadırda, hemen önünde çadırın küçük bi uçurum, uçurumun üzerinde uzun uzun ağaçlar, uçurumun dibinde ise yine Nil var. Hani ormanın içinde ya, gece sessiz sakin olur diyodum amanın geceleyin nasıl bir gürültü, nasıl bir cümbüş cemaat, dedim bu orman hayvanları baya eğleniyolar geceleyin… Sonra çadırınızdan çıkıyosunuz sabahleyin uyanınca, karşınızdaki manzara çığlık çığlığa ağaçtan ağaca atlayan maymunlar… Tüylerim diken diken oldu güzelliklerinden…

Yambio'da bahçecilik:)

Sonra ayrılma vakti geldi ve de evimize, Yambio’ya geri döndük… Çok özlemişim… Hani kedi olma durumu var ya, Uganda’yı çok sevdim ama gene de Yambio’yla karşılaştırıyodum, işte Yambio’da şu daha güzel, bu daha güzel diye Amaan hepsi çok güzel işte diyom sonra tabi… Hasret giderdik kamptakilerle, hastanedeki ekiple, çok heycanlandım gitmeden önce hastaneye hani iki hafta görüşmedik ya, ne güzel karşıladılar beni, sarıldık, özlem giderdik… Aslında hep bi yanım Afrikalı gibi hissettim, Afrika müziğini hep çok sevdim ne biliyim Afrika kıyafetlerini, belgesellerini falan hep çok sevdim hayatımda. Bi sürü Afrikalı arkadaşım da oldu hayatımda. Buraya gelince daha da bi ait hissettim kendimi. Basit hayat, az kıyafet, az tüketim, doğayla uyum, doğayla içiçe olmak, herkese selam vermek… Sabah yürüyüşe gidiyom arkadaşımla ve yolda gördüğüm herkese selam veriyom. İstanbul’a dönünce çok garip olcak, valla herkese selam vericem, burdakiler gibi gülen yüzlerle herkese selam vericem, bakalım neler olucak… Neyse işte burdayken Afrikayla ilgili filmler izliyom, okumaya çalışıyom, ne biliyim insanların hikayelerini öğrenmeye çalışıyom falan.

Doktor Belen ve bir bebek

Zorluklar var bu kıtada, hatta hani o turuncu yollar var ya, o turuncu yollar kanla karışınca almış bu rengi diyolar… Örneğin Güney Sudan’ın “kayıp oğlanları” hikayesi var. Bundan yıllar önce Sudan ikiye ayrılmamışken daha, Sudan’ın güneyinde yaşayan Müslüman olmayan küçük çocukların öldürülmesini emretmiş hükümet. Saldırgan gruplar gelip köyleri yağmalıyolarmış, sonra bi keresinde çocukları bi kulübenin içine koyup o kulübeyi yakmışlar bile ya da bazılarını hadım etmişler çocukları olmasın da çoğalmasınlar diye… Sonra bu çocuklar ailelerinden ayrılıp kilometrelerce yol gitmişler, kaçmışlar oldukları köyden ve de bu çocukların olduğu bir mülteci kampı oluşmuş, hep beraber orada binlerce çocuk yaşamaya başlamışlar… Annelerinden, babalarından, kardeşlerinden uzakta… Kimisi giderken yürümeye dayanamayıp hayatını kaybetmiş, kimisi açlığa, susuzluğa dayanamamış…

Yambio'nun çocukları

İşte bu kayıp çocuklarını arayan ailelerin isimlerinin olduğu listeler geliyomuş arasıra, heycanla hepsi arıyolar ailelerini falan, bazıları izlerini buluyo, bazıları bulamıyomuş falan… Neyse bu çocuklarla ilgili bi belgesel vardı, onu izledim. Belgeselde oğlu, anasına, kardeşine on sekiz yıl sonra kavuşuyodu, annesi mutluluktan bayılıyodu, şarkılar söylüyodu. Ne güzel de kavuşmuştu annesine, kardeşine… Ama tabii bu kayıp çocukların hepsi ailesini bulan o kayıp çocuk kadar şanslı değiller… Ve o kayıp çocuklar belki de hala o kampta yaşıyolar, aileleri ve geçmişleri kaybolmuş şekilde… İşte tüm bunları izlerken düşündüm, aileler ne kadar basit ve de çoğu zaman aslında gereksiz sebeplerle birbirlerini kırıyolar. Çocukları mutlu olmak için doğurmuyo mu insanlar, önemli olan mutluluğu düşünmek diye düşündüm yani Afrika’da ya da Türkiye’de ya da başka bi yerde işte… Hani ananem, çocuğunu kaybetmiş, yıllar geçti üzerinden, ananem hala ağlıyo…

Yambio'nun çocukları

Geçen gün akşam yemeği sofrasındaydık. Ben afiyetle yemeğimi yiyodum. Bizim kampın yanında bi bina var, oraya yerinden yurdundan edilmiş insanlar geliyomuş, evlerine dönmek için bir tür geçiş noktası, yani bulundukları yerden buraya geliyolar, buradan da evlerine dönüyolar. Oradan çocuk ağlamaları geliyo bazen. Bizim ekipten biri sormuş , niye ağlıyo bu çocuk diye, birisi belki de açlıktan demiş. İşte tam yemeğimden o güzel lokmaları aldığım anda bu hikaye beynime çakıldı, lokmalar ağzımda büyüdü, bi süre yiyemedim, belki de aç değildi çocuk, hani çocuklar ağlıyo sonuçta, hani yokluk bölgesi de diil burası ama yine de açlığı düşündüm.

Ben aslında gerçekten hiç aç kalmadım. Hani küçükken durumumuzun zor olduğu zamanlar olmuştu, hani öyle çeşitli yiyecekler alamadığmıız zamanlar olmuştu ama kötü de olsa yiyecek bişiler oluyodu evde. Üniversiteye giderken bazen akşam yemeğine kadar bişeyler yiyemeyebiliyodum, karnım falan gurulduyodu çünkü bazen harçlığım olmuyodu ama hani ona da açlık diyemem. Açlığın ne olduğunu bilmiyom. O yüzden kendimi aç bi çocuğun yerine koyamadım. Ama kendimi annesinin yerine koymaya çalıştım (biyolojik olarak anne olmadım ama manevi olarak anne diyen biri var bana, oğlum, onu çok seviyom, kıyamam ona)… Ne acı, çocuğun gözünün önünde acı çekiyo, açlıktan ağlıyo ve senin yapabileceğin şeyler çok sınırlı, kendi şehrinde bile yaşamıyosun, belki elin kolun bağlı, muhtemelen kendin de açsın, belki de çocuğun gözünün önünde hergün biraz daha eriyo. Yani belki dünyanın büyük bi kısmının çok yiyeceği var ama dünyada bazı insanlar aç! Belki de yanı başımızda! Belki de yanı başınızda!

Aç olmak zor, aç bir çocuğun anası olmak belki ondan zor. Bi yandan bizim memleketteki bazı anneleri-babaları düşünüyom. Çocuklarına biçok şey için kızıyolar, bazen hayatı zorlaştırıyolar falan. Anlamıyom bunu, çünkü çocukları mutlu olmak için doğurmuyolar mı, çocuklarının mutlu olmalarını istemiyolar mı diye düşünüyom. İşte ne biliyim önemli olan çocukların sağlıklı ve mutlu olması değil mi? Hani büyük şehirlerde bu değişiyo son zamanlarda ama örneğin kızın evlenmeden önce seks yaptıysa ve aile bunu öğrendiyse, ne biliyim çocuğun eşcinselse ya da ne biliyim çocuğun toplumun geri kalanından biraz farklıysa işte ne biliyim aktivistse, işte okulda iyi derece alamadıysa hayatı zorlaştırıyo aileleler, bazen hayatı bi yarışa dönüştürüyolar çocuklarına, her konuda iyi olman lazım, en iyisi sen olman lazım, bu kötü bu kaka, sen hep iyi olmalısın falan diye, iyi iş sahibi olmalısın, iyi para kazanmalısın, aile sahibi olmalısın, evlenmelisin, çocukların olmalı, çocuklarına bi sürü şey almalısın, hani en iyi kıyafeti giymeliler, bunu yaparsan onlar hakkımızda ne düşünür sonra larla geçiyo ömür bazen. İşte bu noktada şunu düşünemiyolar, ben bu çocuğu mutlu olsun, olalım diye doğurdum, önemli olan onun mutlu olması, önemli olan onun kendisi olup mutlu olması değil mi diye düşünmüyolar belki de…

Neyse diyeceğim şu ki, herkes elinde olanların farkında olsa keşke, elinde olanlarla ve kendisiyle mutlu olmayı bilse… Ve de kendi oluşturduğumuz saçma sapan kurallar zinciri içinde kendimizi kaybetmesek ve mutlu olmayı unutmasak. Yani hani anneysen, babaysan ve çocuğun hayattaysa sağlıklıysa bunun farkında olup mutlu olmayı öğrenmelisin diye düşünüyom. Hani ya çocuğun kayıp çocuk olsaydı ne olurdu o zaman?

Herkese sevgiler…

Bilge

Bu yazı ilk kez 18 Ağustos 2012’de yazarın Mavi Bilge adlı blogunda yayımlanmıştır.

*Yambio, Güney Sudan’ın bir kenti.

Uzun Dünya

Stephen Baxter ve Terry Pratchett

Bir kitap incelemesi kişisel itiraflar için uygun bir mecra değil ama Stephen Baxter ve Terry Pratchett’in kitabı Uzun Dünya (The Long Earth) hakkında yazmadan önce sanıyorum bir itirafta bulunmak durumundayım. Çocukluğumdan beri başka dünyalara, kimsenin gitmediği yerlere gitmek fikri hayallerimi süslemiştir. Bu o kadar az rastlanan bir durum olmasa gerek; ancak, itirafın kendisi de bu değil zaten. Yeşil Gazete’de sık gördüğünüz “Yeni Gezegen Bulundu” temalı haberlerin arkasında yüksek ihtimalle ben varım. Yani, “bu ne ya gazete mi okuyoruz, NASA basın bülteni mi?” diyerek sitem ettiyseniz tahminen haneme yazılmıştır. İtirafım buydu. Bunu aradan çıkarıp vicdanımı rahatlattıktan sonra gönül rahatlığıyla devam edebilirim. Her neyse, ikinci itirafım ise birinci itirafla giriş yapmamın asıl nedeninin bu yazıda kısaca tanıtmayı amaçladığım Uzun Dünya’nın ana temasını yeni ve başka dünyaların oluşturması ve benim konuyu buradan bağlama hesabım. Bir süredir “normal” gündemimiz içinde vicdan azabı çekmeden bu kitaptan bahsedebilmek için fırsat kolluyordum. Bu nasip olmadı ama normalimizin bir şekilde kesintiye uğradığı tatil günleri içine sıkıştırıverdim, affola. Daha fazla devam etmeden önce Uzun Dünya’nın henüz Türkçe’ye çevrilmemiş olduğunu ve yakın zamanda çevrilmesini temenni ettiğimi ekleyeyim.

Uzun Dünya bilim kurgu klişeleriyle oynayan bir kitap. Bilim kurgu hikayelerinde (veya daha sık rastlanır haliyle, uzay operalarında) başka dünyalara seyahat etmek için genel kabul gören seyahat biçimi uzay aracına binmek ve şık bir açılımı olan üç harfli kısaltma motorunu (FTL, HTL, GHN, vb.) çalıştırmak. Malum, elimizde ne uzay aracı var, ne de FTL motoru. Dolayısıyla, yaş artıp araya lojistik ve bütçe kaygıları girince, bana büyük keyif veren başka gezegen hayallerini kurmam giderek zorlaşmıştı.

Uzun Dünya’da ise dünyalar arası seyahat için uzay gemisi veya herhangi bir üç harfli kısaltmaya ihtiyaç duyulmuyor. Evde kolaylıkla yapabileceğiniz basit bir devre ve enerji kaynağı olarak da orta boy bir patates ile dünya değiştirmek mümkün. Dahası bu değişimi teorik olarak sayısız veya en azından sayılamaz defa yapmak mümkün. Her olasılık için farklı bir dünya var çünkü. Uzun Dünya ismi de buradan geliyor.

Daha da ilginci bu dünyalarda insan yaşamaması. Aslında bilim kurgu edebiyatında paralel dünyalar da uzay seyahatleri kadar işlenmiş bir klişe. Ancak, paralel evrenli hikayeler daha çok yine insanı merkez alan alternatif tarih kurgusu üzerinden ilerler. Uzun Dünya’da ise bu paralel dünyalar büyük ölçüde boş ve el değmemiş. Canlı hayat her dünyada farklı bir evrim süreci izlemiş. Bu yaklaşım sayesinde insan merkezcilik aşılıyor. Nasıl bir evrimsel kaza olduğumuzun farkına varıp irkiliyoruz (Bana bu oldu en azından).

Hikayenin sunduğu kaçış imkanını bir kenara bırakırsak diğer ilgi çekici noktası da tam burada belirginleşiyor. “Çatışmanın kaynağı içsel midir yoksa dışsal mıdır?” sorusu kitapta açıkça sorulmasa da ima ediliyor. Baxter ve Pratchett kaynak sıkıntısının ciddi bir çatışma kaynağı olduğunu kurguda hissettiriyorlar; ancak, tam anlamıyla Rousseau’cu bir mevkide oldukları da söylenemez. İnsanda kendinden gelen netameli bir durum olduğunu da hissediyoruz. Lakin bu his asla çiğ bir misantropi seviyesine kaymıyor. Diskdünya serisinde insanı, tüm falsolarına rağmen, hala sempatik gösterebilen Pratchett’in bu dengenin kurulmasındaki rolü yadsınamaz elbette.

Hikayeye ilişkin daha fazla ipucu vermeyelim. Uzun Dünya normale nispeten verimli bir şekilde ara vermek isteyenler için iyi bir seçenek (Gerçi bizim normale verimsiz ara vermek zor gözüküyor ama neyse). Kaynak sıkıntısı, nüfus artışı ve bunun gibi sorunların giderek artan bir sıklıkla gündeme geldiği bir ortamda rahatlatıcı bir etkisi de var. Metrobüste santimetrekare başına üç kişi düştüğünde ve/veya beton orman içinde tamamen kayıp hissedilen anlarda aniden bomboş bir dünyaya geçebilme fikri ilk bakışta çok çekici geliyor (hatta bazen ikinci, üçüncü ve dördüncü bakışlarda da çekici geliyor); ancak, Uzun Dünya’nın anti-sosyal kahramanı Joshua Valienté’nin de söylediği gibi, insan yakınlığı arıyor insan.

Beş yıldan fazla bir süredir Alzheimer ile mücadele eden Terry Pratchett’e ise Uzun Dünya vesilesiyle tekrar şapka çıkartıyoruz. Eksik olmasın. Bu yeni seri belki Diskdünya serisinin de tümüyle Türkçe’ye çevrilmesinin yolunu açar kim bilir?

Herkese iyi tatiller.

Niçin Yeşil Siyaset (I): Ekolojik Bilgelik – Erkan Bayır

Türkiye’deki mutsuzluğun kaynağında yer alan düşünsel ve politik tıkanıklığı aşmak isteyen insanlar olarak bir süredir yuva arayışı içindeydik. Bu yuva arayışı; her türlü fanatizmden ve dışlayıcı anlayışlardan uzak, birlikte yaşayabilmeye dayalı, ekolojik ve ideolojik kirlenmeden korunmuş, biyolojik ve sosyo-kültürel çeşitliliği ödüllendiren bir çevre arayışı olmanın çok ötesinde; bu çevrenin arka planında yer alan ilkelerin bir düşünce sistemi haline getirilmesini de hedefliyordu. İçinde yaşadığı çevreye bilerek ya da bilmeyerek zarar veren insanın ve toplumun çevre ile uyumlu olmayı öğrenmesi, yuva arayışının düşünsel adımlarından biriydi.

Yuva arayışında önemli bir aşamaya geldik. Yeşiller ve EDP, farklı toplumsal kesimlerden gelen insanları da içerecek biçimde bir birleşmeye doğru emin adımlarla yürüyor. Yeşiller’in ve EDP’nin verdiği uzun soluklu demokrasi mücadelesi; ekolojik siyaset, sınıf siyaseti ve ezilen kimlik siyaseti olmak üzere 3 ana eksene oturuyor. Bu yeni anlayışın teorik zeminini katılımcı bir yöntemle oluşturmak üzere, kurulacak olan yeni partinin programı ve metinleri, ilkeleri şeffaf ve çeşitliliği özendiren bir tartışmaya açık. Bu tartışmaya katkıda bulunmak üzere, yeşil siyasetin ortak paydalarını kendi perspektifimle ele alan yazılar yazmaya karar verdim.

* * *

Ekolojik bilgelik, “ekofelsefe” olarak da çevrilebilir. Ekolojik bilgelik, insanın ve toplumun içinde yaşadığı çevreyle etkileşiminin farkında olması ve bu etkileşimi sözlü veya yazılı olarak yeni kuşaklara aktarmasının yanı sıra, ekolojiyle felsefe-sosyoloji ve siyaset arasında köprü kurma yetisini de içerir. İnsanı ve toplumu yaşadığı çevreden soyutlayan ve insanın dışındaki canlıları önemsizleştiren türcü anlayışa karşı ekolojik bilgelik, insan türünün dışındaki türlerin de biyolojik çeşitliliğini ve varlığını sürdürme iradesidir. Ekolojik bilgelik, insanı diğer türlerin üzerinde konumlandıran yapay hiyerarşiye karşı çıkar, evrimsel olarak diğer canlılarla ortak kökene sahip olan insanı da doğayla iç içe tanımlar.

Ekolojik bilgelik, canlılar ve canlıların içinde yaşadığı yuva arasındaki etkileşime ve doğal dengeye önem verir. Farklı canlı türleri arasındaki ilişkiye gerekmedikçe müdahale etmemeyi ve dünyadaki kaynakların sınırlı olduğuna dair bilinci yaşam biçimi haline getirmek, ekolojik bilgeliğin gereklerinden biridir. “Bu gezegenden ne alıyorsak, aldıklarımızı aynı ölçüde geri vermeliyiz.” anlayışı, geri dönüştürülebilen evsel ve endüstriyel atıkların geri kazanımı, temiz ve yenilenebilir enerji yöntemlerinin yaygınlaştırılması gibi uygulamalar, insanın ve toplumun ekolojik bilgeliği için vazgeçilmezdir.

Ekolojik bilgeliğin ayaklarından biri, biyolojik çeşitliliğin ve kültürel çeşitliliğin korunması ve savunulmasıdır. Biyolojik ve kültürel miras, yalnızca bugün hayatta olan nesillere değil, bugün hayatta olmayan nesillere de aittir. Soyu tükenme tehlikesi ile karşı karşıya olan canlıların, dillerin, kültürlerin ve azınlıkların korunması, ekolojik bilgeliğe uygun davranan insanın ve toplumun en temel sorumluluklarındandır. Geçmişin izlerini taşıyan ve geleceğe miras bırakılacak olan biyolojik ve kültürel kaynaklar; biyolojik evrimi, jeolojik evrimi, antropolojik ve sosyolojik evrimi, linguistik evrimi açıklayabilmek için paha biçilmez bir değere sahiptir. Bu kaynakların piyasa mekanizmalarından ve ranta dayalı vahşi kapitalist ekonomik anlayıştan özenle korunması ve sakınılması gerekir.

Ekolojik bilgeliğin önemli bir parçasını “temiz ve yenilenebilir enerji” oluşturmaktadır. Enerji üretiminde çevreyi kirletmeyen yöntemlerin kullanılması gereklidir; ancak tek başına yeterli değildir. Ekosistemin dengesini bozan, dere ve nehirleri HES’lere hapseden, endemik bitki ve hayvan türlerine zarar veren, iklim ve bitki örtüsüyle uyumlu olmayan enerji üretim yöntemleri, “çevreyi kirletmese bile” reddedilmelidir. Temiz – yenilenebilir enerji üretimi ve enerji verimliliği, iklim değişikliğine ve küresel ısınmaya yol açan sera gazlarının salınımını azaltır. Sera gazlarının bir kısmı, aynı zamanda ozon tabakasına da zarar vermektedir. Ozon tabakasının zarar görmesi ve küresel ısınma sadece insan türünü değil, tüm canlı türlerini tehdit eder. Canlılığı tehdit eden gelişmelere karşı siyaset geliştirmek, ancak insanları ve diğer canlıları kapsayan bir ekolojik bilgelikle ve yeşil siyasetle olanaklıdır.

Ekolojik bilgelik, geri dönüşüm/kazanım ve atık yönetimi üzerine kuruludur. Doğadaki yarı ömrü çok uzun olan, yani doğaya karışması yüzlerce yıl süren maddelerden yapılan kullanım araç ve gereçleri, geri kazanılmadığı sürece doğayı kirletecektir. Doğadaki yarı ömrü uzun olmayan, ancak üretim aşamasındaki ağaç kesiminden dolayı doğaya zarar veren ahşap, kağıt ve selüloz ürünleri, geri kazanılmadığı sürece daha fazla ağaç kesimine neden olacaktır. Atık yönetimi, hem çöp depolama ve işleme tesislerinin maliyetini azaltır, hem doğaya verilen zararı en aza indirir, hem de çevre kirliliğine yol açan atıkların geri kazanımını sağlar.

Ekolojik bilgelik yalnızca tüketimin değil, üretimin de “doğaya uygun” olarak yapılması demektir. Doğaya ve toprağa zarar veren tarım, hayvancılık ve sanayi kesinlikle terk edilmeli; bunun yerine doğa ve toprak ile dost üretim yöntemleri geliştirilmelidir. Toprak kirliliğine neden olan ve canlı türleri arasında taşınarak ekolojik piramidin çeşitli basamaklarında biriken tarımsal ilaçların ve kimyasalların kullanımı yasaklanmalıdır. Gen havuzunu tehdit etme riski bulunan genetiği değiştirilmiş organizmaların kullanımı, laboratuvar araştırmaları ve sağlık için gerekli tıp/veterinerlik uygulamaları ile sınırlandırılmalıdır. GDO’lu ürünlerin tarım arazilerinde ve orman alanlarında kontrolsüzce kullanımı durdurulmalıdır. Üretimin daha küçük ölçeklerde yapılması, hem denetimi kolaylaştırır, hem de dev şirketlerin yerel üreticileri yok etmesini önler.

Ekolojik bilgelik, fosil yakıt kullanımının sınırlandırılmasını gerektirir. Fosil yakıt ihtiyacının azaltılması, toplu taşım olanaklarının özendirilmesiyle ve fosil yakıt kullanmayan araçların geliştirilmesiyle mümkündür. Elektrikle, hidrojenle ve biyodizelle çalışan araçlar, fosil yakıta duyulan ihtiyacı azaltır. Biyodizel ve biyoyakıt üretimi için kullanılacak tarım alanları, gıda üretimi için kullanılan verimli tarım alanlarını daraltmamalıdır. Bu yüzden, enerji verimliliği ve temiz-yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı büyük önem taşımaktadır.

Ekolojik bilgelik, yeşil siyasetin temel taşıdır. İnsanın ve toplumun içinde yaşadığı çevreye karşı sorumluluğu ve hesap verebilirliği, ancak ekolojik bilgelikle ve güçlü bir yeşil siyasetle gerçekleşir.

 

Erkan Bayır

twitter.com/erkanbayir

Hayvanların da bilinci var! E, günaydın…

Geçen ay bir grup bilim insanı The Cambridge Declaration on Consciousness (Cambridge Bilinç Deklarasyonu) adında bir bildirge yayınlayarak, hayvanların da bilince sahip olduğunu ilan etmişti. Hayvanlarla yakın ilişkisi olan herkes, hayvanların bilinçli kararlar verdiğini kendi deneyimlerinden gayet iyi bilir. Oysa “bilim” bugüne dek bilincin insan türüne mahsus olduğuna, hayvanların ise sadece içgüdüleriyle refleks davranışlar sergilediğini varsayıyordu. Neyse ki yeni araştırmalar herkesin bildiği bilginin bilimsel bir bilgi olarak kabul edilmesinin önünü açtı.

Peki bu bilgi ne anlama geliyor ve insankların hayvanlara olan davranışlarında neyi değiştirecek? Ya da değiştirecek mi?

Aşağıda konuyla ilgili iki yazıyı alıntılıyoruz. İlki doğa korumacı Bahtiyar Kurt’un blogundan, diğeri ise hayvan özgürlüğü hareketinin sitesi ALF’den bir çeviri.

 

Cambridge Bilinç Deklarasyonu

Bahtiyar Kurt

Hayvan Hakları konusunda çalışan, konuyu yakından takip eden ve bu alanda bir şeyler söylemekte olan herkesin bilmesi gereken bir bildiri geçtiğimiz yaz aylarında 15 bilim insanının imzasıyla yayımlandı. Adına da Cambridge Bilinç Deklarasyonu denildi (ing. The Cambridge Declaration on Consciousness).

Deklarasyon temelde insan dışı hayvanların da bilince sahip olduklarının altını çiziyor. Metnin can alıcı kısmı şöyle diyor (Çeviri Zulal Kalkandelen’in sitesinden alınmıştır. Tam makale için tıklayın):

“Aynı noktada buluşan ortak kanıtlar, hayvanlarda nöroanatomik, nörokimyasal ve nörofizyolojik bilinç durumlarının alt katmanlarının var olduğunu ve hayvanların kasıtlı davranışlar gösterme kapasitesi taşıdıklarını göstermektedir. Bunun sonucu olarak, elimizdeki kanıtlara göre, insan, bilinç oluşturan nörolojik altyapıya sahip tek canlı değildir. Aralarında bütün memeliler, kuşlar ve ahtapot gibi birçok canlının da bulunduğu hayvanda bu nörolojik altyapı bulunmaktadır.”

Bu girişimi ve imza atan tüm bilim adamlarına saygı duyuyorum. Kendi alanlarında yapabilecekleri en iyi şeyi yapmış durumdalar. Kimi zaman dünyada kararlar sadece böyle bilimselliği kanıtlanmış çalışmalara referansla ilerleyebiliyor. Evinde bir muhabbet kuşuyla yaşayan bir insan belki de bu deklarasyona çoktan vakıf, bu metne gülerek geçiyor ve “şimdi mi öğrendiniz” diyor olabilir. Ama söz konusu üst düzey karar vericiler olduğunda, muhabbet kuşunun insan arkadaşının lafı değil bu tür bilimsel çalışmalar daha etkili oluyor.

Kendi bakış açıma gelecek olursam (ki en heyecanla beklediğiniz bölüm bu, biliyorum)! Bence bir canlının bilincinin olması ya da olmaması onun hakkında vereceğim kararlar (yanlış anlamayın, haşa) ya da sahip olacağım düşünceler açısından hiçbir bağlayıcılığa sahip değil. Bence bilinç, evrimsel süreçte o canlılar için gelişmesi gerektiği için gelişmiş bir özelliktir yalnızca. Çitanın hızlı koşmasından, bülbülün güzel şarkı söylemesinden bir farkı yoktur. Bu nedenle tüm canlılar benim için benim kadar kıymetlidir ve eşit haklara sahiptir.

Bir canlının, örneğin bir gorilin, insan benzeri bir bilince sahip olması, bilince sahip olan başka bir canlı olarak benim ilgimi çeker, evet. Bu bilinçle birlikte nasıl bir yaşam sistemi, modeli oluşturduğunu görmek elbette farelerin yaşam şeklini öğrenmekten daha ilgi çekicidir benim için. Ama o kadar. Bu durum gorillere daha ayrıcalıklı davranmalıyım duygusunu bende uyandırmaz.

Öte yandan, insanlığın toplu hareket eden bir sistem olarak henüz bu düşüncelerin yakınından-uzağından dahi geçmediğinin de farkındayım. Bu nedenle, hayvan hakları konusunda yaşanacak gelişmelerin adım adım elde edileceğini biliyorum (ya da bir gün insanı/gezegeni vuracak bir katastrofi olacak ve her şey toptan değişecek). Bu nedenle bu deklarasyon oldukça önemli. Ve belki de önce şempanzeler, goriller, sonra fareler ve diğer türler insanlar nezdinde hak ettikleri haklarına kavuşacak. Ne yazık ki insan mekanizması günümüzde böyle çalışıyor.

Burada asıl soru şu: İnsan neden böyle bir canlı? Kendini tüm canlılardan daha gelişmiş ve zeki olarak görmesine rağmen neden kendine ve diğer canlılara bu şekilde muamelede bulunabiliyor? Yanıt şu soruda saklı olabilir mi: Biz gerçekten de bu gezegenin en gelişmiş canlısı mıyız?

Ankara, 22 Ekim 2012

————————–

Kartezyanizmin Sonu mu? Bilim Adamları Ortak Deklarasyonla İlan Etti: Hayvanların da Bilinci Var

Marc Bekoff

Arada bir konu satırını okuduktan sonra görmezden geldiğim bazı e-postalar alıyorum. Eminim bunu yapan sadece ben değilimdir, ama bugün tam tersini yaptım ve konu satırında “ Bilim Adamları İlan Ediyor: Hayvanların Bilinci Var” cümlelerini görünce hemen okudum. Gerçekten bunu şaka sanmıştım,  ama değilmiş.

Akademisyen arkadaşım Michael Mountan ; Cambridge, İngiltere’de yakın zamanlarda yapılan bir toplantının özetini yazmış,  bu özette şunlar söyleniyor:    “Bilim adamları ortak bir görüşe vardılar: İnsanlar bilinç sahibi tek canlı değil; öteki hayvanlar, özellikle memeliler ve kuşların da bilinci var.”  The Francis Crick Anma Konferansı’nda bir grup bilim adamı bu sonuca yol açacak türden bilgileri sundular.  Evlerinde evcil hayvanlarla yaşayan bilim adamlarının bunun bilmediğine inanmak zor. Ve elbette bir çok ünlü ve ödül sahibi alan araştırmacısı da seneler önce aynı sonuca ulaşmıştı.

Michael Mountain aslında zaten bildiğimiz bir konu hakkında en az benim ve diğer insanlar kadar kuşkulara sahipti. Bu konferansta konuşan 15 bilim adamının aslında yaban hayvanlarıyla sadece bir tek araştırma yapmış olması ilginç. Yaban hayvanlarıyla uzun süreli çalışmalar yapmış olan araştırmacıların neler düşündüğünü bilmek ilginç olurdu, mesela primatlarla, sosyal etoburlarla, su memelileriyle, sürüngenlerle ve kuşlarla çalışanlarla. Olsun, çok da şaşırtıcı olmayan sonuçları itibariyle bu bilim adamlarını kutluyorum, umarım bu bilgi insanlık dışı şekilde istismar edilen hayvanları korumak  için kullanılır.

Bazı insanlar “öteki hayvanların bilinç sahibi olduğunu bilmiyorduk” diyebilir, ama nörobiyoloji ve öteki hayvanların duygusal ve bilişseş hayatlarıyla ilgili bildiklerimiz düşünülürse bu yorum son derece naif bir yorum. Gerçekten de  nörobiyolojiyle, öteki hayvanların bilişsel ve duygusal hayatlarıyla elde edilen verilerle bilim adamları bu sonuca ulaştılar. Bu verinin doğru olduğunu kabul etmek için uluslararası öneme sahip  bilim adamlarının bir araya gelerek bize söylemesi mi gerekiyordu? Evet veya hayır, gene de teşekkür etmeliyiz onlara.

“Bu bilgi, bilim adamlarının hayvanlarla daha insancıl ilişkiler geliştirmesi için mücadele eden insanlar tarafından bir kanıt olarak kullanılacak çok önemli bir bilgidir “ diyen Michael Mountain’a katılıyorum. “ Bilinçli varlıklar olup biyolojik makineler olmadığını bildiğiniz hayvanlar üzerinde deney yapmak daha zor artık. Bu bildiride ortaya konan sonuçlardan bazıları bugüne dek esaret altındaki hayvanlar üzerinde deneyler yürüten bilim adamlarının ürünü; bu hayvanlar arasında yunuslar da var, yunuslar dünyada yaşayan en zeki türler arasında yer alıyor. Bu bilim adamlarının bildirisi esaret altında yaşayan hayvanlar üzerinde deneyler yapılmasına son verilmesi ve para kazanmak için başka yollar bulunması için uğraşılması önünde bir kanıt olarak kullanılacak”.

Cambridge Bilinç Deklarasyonu

Bilim adamları bununla yetinmeyip “Cambridge Bilinç Deklarasyonu” adında bir bildiri yayınladılar, bu deklarasyonda bir grup uluslararası bilim adamı resmen “ortak kanıtlar hayvanlarda nöroanatomik, nöorkimyasal ve  nörofizyolojik bilinç durumlarının alt yapıları var olup bunlarda kasıtlı davranışlar gösterme kapasitesi bulunduğunu göstermektedir. Söz konusu durumun sonucu olarak elimizdeki kanıtlara göre insanlar bilinç oluşturan nörolojik alt yapıya sahip tek canlılar değildir. Bütün memeliler, kuşlar ve ahtapot gibi daha bir çok canlının da bulunduğu bir çok hayvanda bu nörolojik altyapı bulunmaktadır” diyor. Bilim adamları his , duygu ve bilinç sahibi olduğu yönünde ciddi kanıtlar bulunan balıkları da bu listeye katabilirdi.

Peki, artık bildiğimiz (zaten bildiğimiz) bu bilgiyle ne yapacağız?

Şimdi bilincin hayvanlar aleminde yaygın olduğu konusunda hemfikir olan bilim adamları ve diğerleri ne yapacak acaba? Mesela biz sıçanların, farelerin ve tavukların empati davranışı gösterdiğini biliyoruz ama bu bilgi ABD’de Federal Hayvan Refahı Yasası’na katılmadı.

Hayvan bilişi ve hayvan duyguları hakkındaki bu verilerin ve daha nice bulgunun öteki hayvanları kullanmak ve onları istismar etmeye yönelik yasal düzenlemelere karar veren insanlar tarafından görmezden gelinmesine gerçekten şaşırıyorum.

Ancak 1 Aralık 2009 tarihinde  Avrupa Birliği’ne  üye ülkeler tarafından kabul edilen Lizbon Anlaşmasına göre  “ Birliğin tarım, balıkçılık, ulaşım ve iç Pazar, araştırma ve teknolojik gelişim ve uzay politikalarını oluştururken, Birlik ülkeleri ve Üye ülkeler, hayvanlar his ve duygu sahibi canlılar olduğu için hayvan refahının gerekliliklerini yerine getirmek için azami özeni gösterirken, bir yandan da üye ülkelerin hem yasamaya ait hem idari koşullarına hem de belirli dini ritüeller, kültürel gelenekleri ve bölgesel miraslarına gereken şekilde hürmet gösterir” deniyor.

Cambridge Bilinç Deklarasyonu ve Lizbon Anlaşması’nı alkışlamalı,  hayvanları  çoğu kez dehşet verici şekilde insanlık dışı araştırma ve deneylerden ve diğer istismar biçimlerinden  korumak için çok çabalamalıyız.

Son yazdığım yazılarda “gereksiz” ve “fazla” buldukları hayvanları öldürmekte sakınca görmeyen insanlar olduğundan söz etmiştim, meselâ bir hayvan refahçısı olan Oxford Üniversitesi’nden Marian Dawkins bunlardan biri, bu kadın  öteki hayvanların bilinç sahibi olup olmadığı konusunda emin değiliz şeklindeki iddialarını sürdürdü, Dawkins’e göre “bilinç konusunda hem şüpheci hem de agnostik olmalıyız…gerekirse militan bir agnostik olmalıyız; çünkü bir çok türün bir dereceye dek bilinç tecrübe ettiği olasılığını diri tutuyor. Bildiğimiz kadarıyla bir çok hayvan, (sadece zekiler ve açık açık duygusal olanlar değil) bilinç tecrübeleri yaşıyorlar.”

Belki de “Dawkins’in Tehlikeli Fikri” adını verdiğim şey  Cambridge deklarasyonu göz önüne alındığında rafa kaldırılacak. Bir çok hayvanla yakından çalışan ya da evinde hayvanlarla yaşayan hiç kimsenin hayvanların bilinci olup olmadığı konusunda kuşku duymasını kesinlikle anlamıyorum. Aynı şeyi sürekli tekrar etmek muhabbeti bozar derler, ama şüpheciliği ve kesinlikle agnostizmi bilim karşıtı ve hayvanlar  için de zararlı yapan bir çok bilimsel veri var artık. Şimdi, en sonunda Cambridge grubu bunun böyle olduğunu gösteriyor bize. Bravo! Bu yüzden hep beraber milyarlarca bilinçli hayvanın eğitim, gıda, bilim, eğlence ve giysi adına istismar edilmesine son verilmesi için bu bilgiyi kullanalım. Bu muhteşem canlılara yönelik davranışlarımıza şefkat ve empatiyi kazandırmak için onlar adına bildiğimiz bu bilgiyi kullanmak hepimizin boynunun borcu.

(Yeşil Gazete)

Kapağına bak, kitabını al!

Çok iyi bir kitap okuru sayılmam. Çocukluğumdan beri disleksi* kurbanı biri olarak konsantrasyonum zayıftır, zihnimi bir noktaya odaklayabilmem zaman alır. O nedenle kitap okumak, eğer kitap ilgi alanımda değilse, çok çekici değil ise benim için hep zor olmuştur. Bununla birlikte, genelde kitapların tasarımları herkeste olduğu gibi beni de iter veya çeker. Görsel hafızası ile duygularının peşinden giden bir insan olduğumdan mıdır bilinmez, kitapçıları gezip kitapları elime aldığımda kapaklarına uzun uzun bakarım. Sadece kitapçılardaki değil, arkadaşlarımın kütüphanelerindeki kitaplara da.

Yine böyle bir seyir anında, elimdeki kitabın kapağı beni büyüledi. Uzun uzun her detayına baktım inceledim. Sert kapaklı tabir ettiğimiz, küçük, tutumu kolay bir kitaptı. Üstelik inceydi de. Sıkıcı bile olsa çabucak bitirebilirdim, bu “kapak” kesinlikle yakınımda bir yerde olmalıydı. Ara sıra elime alıp uzun uzun bakmalıydım.

Söz konusu kapakta, pastoral bir görüntü vardı. Puf puf bir çizim, net olmayan yuvarlak hatlara sahipti. Sepya renkler içinde yer yer soluk kırmızılar, yeşiller bulunmaktaydı. Bu kare bir çayır görüntüsünün güzel bir ayrıntısıydı. Güttüğü koyunlara bir an için sırtını dönmüş genç bir çoban resmedilmişti. Üzerindeki kıyafetten ve şapkasından anlıyorduk ki bu çoban bir kız idi. Elinde bir sopa tutuyor, bir yandan da avucunun içinde sakladığı bir şeye merakla bakıyordu. Belki de çekirdek çitler gibi bir şeydi yaptığı. Üzerindeki kıyafet havanın soğuk olduğu hissini uyandırmaktaydı. Koyunlar ise sakin ve huzurlu havalarıyla, yumuk yumuk otlamaktaydılar. Bir hüzün hakimdi bu resmin bütününe.

Ve büyük bir ilgi ile sayfaları çevirdim. Yıllar önce ilgi ile şarkılarını dinlediğim punk rock’ın kraliçesi, şair Patti Smith’in yazdığı “Woolgatherers” – “Hayalperestler”, bahsettiğim kitap. Patti Smith tam da o resimdeki duyguyu verircesine kurmuştu cümlelerini. Zaten kendisinin ifadesiyle yaşamında tarifsiz bir hüznün hakim olduğu bir zamanda kaleme almıştı kitabın satırlarını ve kitap “üzerindeki ölü toprağını çekip almıştı”.  Aynı şekilde okurun da içini nedensiz bir neşe ile doldurmasını temenni ediyordu.

Bu bir anı kitabı. Smith’in çocukluk yıllarına ait anılarından parçalar sunuyor. Kitapta, yazarın annesini, anneannesini, daha büyük nenesini tanıyoruz. Kitabın yazıldığı evin bahçesini adeta görüyoruz ve bahçedeki ağacın altında dinleniyoruz.

Hemen herkese ait olabilecek sıradan anılar bunlar. Ama öyle sıra dışı bir şekilde sunulmuşlar ki insanın içini nedensiz bir neşe ile dolduruyor gerçekten de. Smith’in müstesna kelimeleri ve benzersiz cümle kurma tekniği ile yaşamın “an”larına, hüznün kollarında tarifsiz bir acının içindeyken bile ilham alınabileceğine (verilebileceğine de), çok güzel bir örnek.

Üstelik bunu doğa** ile çocuksu bir bağ kurarak yapıyor. Şiddetle okumanızı tavsiye ediyorum…

 

*Disleksi: Modern tıbba göre, öğrenme bozukluğu yaratan değişik bir algılama durumu. Dislektikler, sağlarını sollarını karıştırırlar, yazı yazarken harf atlarlar, sakardırlar, yol bulamazlar, dikkatlerini toplayamazlar. Bütün bunlar, toplumda aptallık, sarsaklık olarak değerlendirildiği ve bütün eğitim sistemi normallere göre yapılandırılğından, genel düzen, dislektikler için hayatı çekilmez hale getirir.

** Patti Smith’in Amerika’daki Yeşiller Partisinin yakın bir destekçisi olduğunu söylemeden geçmeyelim. Darısı “yeni” partinin başına!

Şehir trafiğinde motosiklet kullanımı (1)

Bu yazı, şehir içi trafiğinde ve günlük ulaşımlarında motor kullanan sürücülere yönelik hazırlanmıştır.

Büyük şehirlerde ulaşımda birinci tercihin toplu taşım olduğu konusunda hepimiz hemfikiriz. Yürümek ve bisiklete binmek gibi bireysel seceneklerin ne kadar kiymetli  olduğunu da biliyoruz. Otomobil uygarlığının doğayla uyumlu bir yaşam tarzlarınıı nasıl yok ettiğini, şehir kültürünün en önemli gereklerinden biri olan kişi başına her tür tüketimin sınırlandırılması gereğine nasıl aykırı olduğuna kuşku yok. Yollardan otoparklara, benzin istasyonlarından bakım servislerine kadar sehirlerdeki sınırlı yaşam alanları ne yazık ki otomobiller tarafından işgal edilmiştir. Büyükşehirlerde otomobiller tarafından işgal edilen bu yaşam alanlarını geri kazanmanın en azından bu işgali sınırlandırmanın yollarından biri de bireysel motosiklet kullanımının yaygınlaştırılmasıdır. Tüm bunların yanısıra büyükşehirlerde özellikle de istanbulda trafiği aşıp bir yerden biryere ulaşmanın motosiklet kullanımı dışında yolu da kalmamış gözüküyor. Ayrıca motosiklet kullanımının, bisikletin yerini tutmasa da keyifli ve eğlenceli bir seçenek olduğunu da dikkat çekmek isteriz.

Motor kullanımının yaygınlaşması; sadece kuryelerin değil amatörlerin de evden-işe/işten-eve ulaşımlarında motosikleti tercih etmesini sağlamak amacıyla bir rehber hazırladık.

Hepimizin malumu motor kullanmak araba kullanmaktan farklıdır. Başlangıç seviyesinde soranlara, daha önceden bisiklete binmediyse ve araba kullanma konusunda tecrübesizse, şehir içinde motora binmesini tavsiye etmiyoruz!

Motora hakim olmak ve motor üstünde yapılabilecek veya yapılamayacakları anlamanın en güvenli yolu, ehliyet aldıktan sonra, trafiğin olmadığı bir arazide kros motorla pratik yapmaktır. Bu amaca yönelik kurs ve eğitimler sürücünün motor hakimiyetini arttırır, sürüş tekniğini geliştirir. Tecrübeli bir ekipten alınacak eğitim sayesinde sürücü, birçok nahoş olayı ve kazayı kendi tecrübe etmesine gerek kalmadan öğrenir.

Ancak trafikte motor kullanmanın “yazılmamış” kuralları tamamen farklıdır.

MOTOR SÜRÜCÜSÜ

Motosiklet sürücüsü bir trafik analistidir.

Motora biner binmez etrafımızı, yol durumunu, hava şartlarını ve trafikteki diğer araçlar ile onların sürücülerini analiz etmeye başlarız.

Bu analiz, en başta kendi motorun sesini dinlemekle başlar.

Daha sonra etrafımız yani asfaltın ıslaklığını, yoldaki çukurları, yağış durumunu, trafiğin akışını, diğer araçları ve sürücülerini gözlemleriz. Ancak en önemli ve belki de en zor olanı, motor sürücüsünün kendisini değerlendirmesidir.

KENDİ MOTORUMUZ

Bu yazıda şehir içi trafiği ile ilgili motosikletleri ve teknikleri konuşacağız. Şehir trafiğinde bizim en çok tavsiye ettiğimiz araç scooter’dır. Yaklaşık 100 ile 250 cc arasında değişen büyüklükte motor hacimleri, şehir içi trafiği için idealdir. Bundan daha büyük motor kullanımı, sıkışık şehir trafiği için anlamlı değildir.

Arazide, uzun yolda veya yarış pistlerinden tamamen farklı olarak, şehir içinde ve sıkışık trafikte motor kullanımı söz konusu olduğunda, bir scooter motor seyrinin tüm ihtiyaçlarını rahatlıkla karşılar.

Scooter motorların genelde vitessiz yani otomatik olmaları, özellikle yeni başlayanlar için büyük kolaylık sağlar, diğer motorlara göre daha fazla taşıma kapasitesi olan motorlardır, yan çantalara gerek duymazlar, aks aralığının az olması motorun dengesini arttırır. Motorun küçük olması sayesinde daha kolay park yeri bulmak mümkündür. Aynı şekilde küçük hacimli motorları sayesinde yakıt tüketimini de en aza indirgerler.

Scooter’ların ön aralığı sayesinde kaza anında diğer tip motorlardan farklı olarak, ayak ve bacağın motorun altında kalması olasılığı daha zayıftır. Bu özellik, yağmur ve ıslak zeminde pantolon paçalarının ıslanmasına da engel olur.

Motora hakimiyet, çukur ve yol düzensizliklerinden en az etkilenme ve manevra açısından en önemli unsurlardan birisi tekerlek büyüklüğüdür.

MOTOR KULLANIMI

Sık sık sinyali kapatma pratiği. Arabalardan farklı olarak sinyaller genelde motorlarda açık kalır. Sinyal sesinin trafik gürültüsünden duyulmaması, sinyalin otomatik kapanmaması ve arabadakinden çok daha az olarak konsol kontrolü yapılmasını bunun sebepleri olarak sayabiliriz.  Dolayısıyla daha önce açıp kapattığımızı düşünmeksizin, sık sık sinyali kapama antrenmanı yapmak yararlı olur.

Motor kullanırken ön frene çok ve ani basmak durumunda, dengenin kaybedileceği ve düşme veya yatırma ile sonuçlanacağına dair yaygın bir inanış vardır. Bu sebeple yeni başlayanlara sadece arka frene basmaları öğütlenir. Bu şekilde alışkanlık haline geldiğinde yerleşip, bir daha düzeltmesi zorlaşacak bir uygulama olduğu için biz her iki frenin de dengeli olarak kullanılması gerektiğini düşünüyoruz.

Motoru durduran ön frendir.

Ancak çok ani olarak kullanıldığında, ön tekerlek açısı özellikle düz olmadığında düşmeye veya kaymaya sebep olabilir. Düşme başlarken ön freni bırakmanın,  dengeyi tekrar sağlamak için ilk şart olduğunu unutmamak gerekir.

Aynı şekilde banket, çukur veya yol üzerindeki düzensizliklere girerken ön fren sıkılıyorsa bırakmak, sadece arka frenle girmek gerekebilir.

SÜRÜŞ TEKNİKLERİ

Görünür olun!

Motosiklet kazası yaşamış diğer araç sürücülerin tamamı, motoru görmediklerini veya fark etmediklerini ifade ederler. Bu yüzden araçların aynaları ile diğer sürücü ile göz teması sağlayın. Bunu yapmayan/yapamadığınız sürücülerden mümkün mertebe uzak seyredin. Kör noktalarda uzun süre seyretmeyin, gerekirse korna ile uyarın!

Göz teması sağladığınız kişiyle (sürücü veya yaya) başınızla işaret vererek temas kurun.

Kendi etrafınıza bir “güvenlik çemberi” oluşturun.

Akan trafikte, tehlikeli hareketler yapan sürücülerden uzak durun, gerekirse araya trafiğin akışını benimsemiş, araç sürüşü güvenli olan bir veya birkaç araç girmesine izin verin. Eğer hiç yapamıyorsanız, bekleyin iyice uzaklaşsın, gerekirse sağa çekip oyalanın!

Öndeki aracı sağ veya sol lastiği hizasında takip edin.

Öndeki arabayı takip ederken tam ortada olunursa, iki teker arasından çıkan bir taş, çukur veya cisim dengenizi bozar; ani fren durumunda kaçacak koridorunuzu daraltır, sizi daha az görünür yapar, arkadan gelen tehlikelerden kaçmanızı zorlaştırır.

İki araç arasından ara koridora çıkarken, öne değil arka tarafa-bakınız! Aynı koridoru kullanarak gelen bir motorcuya çarpmak işten değildir.

Gerçi arkadan gelen motorcu da -eğer yeteri kadar tecrübeliyse- aynı sizin yaptığınız gibi şartları sonuna kadar değerlendiriyor olacak ve araba arasından çıkıyorsanız zaten sizi önceden fark edecektir. Ancak otobüs, minibüs gibi büyük araç arasından çıkıyorsanız kornaya basarak ve kollayarak ara koridora girmeyi ihmal etmeyin.

Ara koridor veya emniyet şeridi kullanıyorsanız, birkaç motor arka arkaya seyretmek güvenli olur. Önünüzde eğer bir motor daha varsa, onu geçmeye çalışmayın. Bırakın önden gidip yolu o açsın!

Çok rüzgarlı havalarda Boğaz Köprülerinde veya yüksek viyadüklerde otobüs veya minibüs gibi büyük araçların rüzgaraltında kalın ve köprüyü geçerken de aynı araçla aynı hızda seyredin. Benzer şekilde çevre yollarında seyreden kamyon veya TIR’ların hemen arkalarında oluşacak rüzgar kanalı da aynı etkiyi yaratır.

Mümkün mertebe TEM ve Fatih Sultan Mehmet köprüsünü kullanmayın.

Rüzgarlı havalarda, dengeyi sağlamak için belli bir hızın altında kullanmayın.

Trafikte, herhangi bir sebeple geri geri gelen aracın sizi göreceğini ve fark edeceğini düşünmeyin. Mümkünse kaçın, yoksa korna ile uyarın.

(Devam edecek)

Dr. Mehmet Erem

Not: Dr Savaş Çömlek, Dr Melih Ömür, Gürkan Bıyıklı, Abdullah Akış, Doğan Akçura, Erol Şar ve Ali Özer’in katkılarıyla…

Af Örgütü: “Açlık grevine katılan mahkumlar cezalandırılıyor mu?”

Uluslararası Af Örgütü 43. gününe giren açlık grevleri ile ilgili bir basın açıklaması yaptı. Açıklamada Türkiye’deki cezaevlerinde açlık grevine katılan mahkumlara kötü muamelede bulunulduğu haberlerinden duyulan endişe dile getirildi ve açlık grevine girenlerin cezalandırıldığı iddialarının soruşturulması istendi.

Örgütün bugün yayınlanan açıklaması şöyle:

“Uluslararası Af Örgütü, Türkiye yetkililerinin açlık grevi yapan mahkumların haklarına  saygı duyulmadığı yönündeki haberlerden dolayı endişe duymaktadır. Bazıları 12 Eylül’den bu yana olmak üzere ülke çapındaki onlarca cezaevinde yüzlerce mahkum hala açlık grevinde. Açlık grevleri PKK lideri Abdullah Öcalan’ın avukatlarıyla görüşmesine uzun süredir izin verilmemesini protesto etmek ve ana dilde eğitim hakkı talebi ile başlamıştı.

Açlık grevleri barışçıl bir protesto şeklidir ve Türkiye yetkililerinin, bu yöntemle protesto etme hakkı dahil olmak üzere, mahkumların ifade özgürlüğü hakkına saygı duyma yükümlülüğü bulunmaktadır.

Uluslararası Af Örgütü Silivri ve Şakran cezaevlerinde açlık grevinde olan mahkumların hücre hapsine konmaları ve Tekirdağ Cezaevi’ndeki gardiyanların, açlık grevine katıldıkları için mahkumlara kötü muamelede bulunduğu konusundaki haberlerden de endişe duymaktadır. Cezaevi yetkililerinin, kimi zaman, mahkumların içme suyuna ve bu suya eklenen şeker, tuz, vitamin ve diğer takviyelere erişimini kısıtladığı yönünde haberler bulunmaktadır.

Uluslararası Af Örgütü, Türkiye yetkililerine açlık grevindeki mahkumlara yönelik cezalandırıcı hiçbir tedbirin alınmaması ve işkence ile diğer kötü muamelelerin mutlak bir şekilde yasaklandığının güvence altına alınması çağrısında bulunuyor. Açlık grevindeki mahkumlara, nitelikli sağlık görevlilerine yeterli erişim ve ihtiyaç duydukları her türlü tedavi sağlanmalı. Türkiye yetkilileri Silivri, Şakran ve Tekirdağ cezaevlerindeki mahkumların kötü muamele gördükleri ya da açlık grevine katıldıkları için cezalandırıldıkları iddialarını hızlı, derinlemesine, bağımsız ve etkili bir şekilde soruşturmalı.”

(Yeşil Gazete)

Açlık grevleri insani bir krizdir

Türkiye yeniden cezaevlerinde yapılan açlık grevleri kriziyle yüzyüze. Son bilgilere göre 58 cezaevinde yaklaşık 483 tutuklu veya hükümlü, süresiz ve dönüşümsüz biçimde açlık grevi yapıyor. İlk başlayan 63 kişinin, bu yazı yayınlandığında, açlık grevindeki 40’ıncı günleri dolmuş olacak.

Çok geç olmadan

Açlık grevlerinin hangi şartlarda yapıldığını bütün detaylarıyla bilmiyoruz. Ancak her tür açlık grevinin sağlık üzerine kısa ve uzun vadede ciddi sonuçlara yol açacağına dair yeterince bilgi ve tecrübemiz var. Bu nedenle bu açlık grevlerinin çok geç olmadan, müzakereler ve insani çözüm yollarıyla sona erdirilmesi için her kesimin seferber olması gerek. Yani açlık grevlerinin yeni bir insani trajediye dönüşmesine izin vermemeliyiz.

Peki açlık grevleri ne gibi sağlık sorunlarına, hangi hastalık ve sakatlıklara yol açıyor? Bu soruların cevaplarını vermeyi amaçlayan bu yazı biraz soğuk ve tıbbi olacak. Ama amacım, meselenin ciddiyetiyle ve unutulmakta olduğu görülen bazı gerçeklerle ilgili olarak hafızaları biraz olsun tazelemek. Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nda işkence mağdurlarının yanı sıra yıllarca açlık grevi mağdurlarını da tedavi etmeye çalıştık. Ben 1996’dan beri vakfın gönüllü hekimlerinden biriyim. 2000’lerin başındaki açlık grevi dalgasında da rehabilitasyon uzmanı olduğum için TİHV İstanbul Şubesi’nde bir dönem profesyonel olarak çalıştım ve açlık grevlerinden dolayı sakat kalan yüzlerce insanın önemli bir kısmının tedavisini bizzat üstlendim veya takip ettim.

Ekim 2000 ile 2002 yılı sonları arasında yaşanan bu son büyük açlık grevi dalgasının sonunda, cezaevinden çıkıp bize başvuran açlık grevi mağdurlarının karşı karşıya kaldıkları sağlık sorunlarıyla ilgili bir bilimsel derleme de yaptık. Açlık grevi yapan mahkumların 59’u bu eylemler nedeniyle hayatını kaybetmişti. Ancak 2002 sonrasında açlık grevine devam eden kişilerden de ölenler oldu. Hayatını kaybeden bu 59 kişiye daha sonra ölenler ve grevleri bahane edilerek yapılan 19 Aralık cezaevi operasyonlarında öldürülen 32 kişi dahil değil. Operasyonlar sırasında kullanılan bombalar ve kimyasal maddeler nedeniyle yanan, sakat bırakılan insanları da unutmamak gerek.

Büyük ve uzun

2000-2002 eylemleri dünyada bilinen en büyük ve en uzun süreli açlık grevleri olduğu için, Paris’te 2005’te yapılan Uluslararası Hukuk ve Ruh Sağlığı Kongresi’nde sunduğumuz çalışma da, -ne yazık ki- dünyada bu alanda derlenmiş ve analizi yapılmış en geniş açlık grevi serisi idi.

Söz konusu dönemde açlık grevlerine yaklaşık 2000 mahkum katıldı ve sağlık nedeniyle yapılan (399. maddeye dayalı) ilk tahliyeler 2001’in Mayıs ayında başladı. Bu tarihi izleyen 2 yıl boyunca Türkiye İnsan Hakları Vakfı’na açlık grevlerine katıldıktan sonra geçici veya kalıcı olarak cezaevinden çıkabilen 563 mahkum başvurdu. Kongrede sunulan çalışmamıza en az 30 gün aralıksız açlık grevi yapan ve sağlıklı biçimde takip edebildiğimiz 311 kişinin verilerini dahil etmiştik. Bu kişilerin yaş ortalaması 29,8 idi ve yüzde 78’i erkekti.

Kaç gün?

Açlık grevi yapan kişilerin eylemi bıraktıktan sonra yaşamlarını sağlıklı olarak sürdürmeleri birkaç kritere bağlıdır. Bunlardan en önemlisi elbette süre. Ancak kaç gün açlık grevi yapıldığı kadar açlık grevi sırasında yeterli sıvı ve tuz, şeker ve B vitamini alınıp alınmadığı, ara verilip verilmediği ve açlık grevinin nasıl sona erdiği de önemli. Açlık grevi yapan kişinin isteği hilafına, zorla yapılan müdahaleler ve ilk beslenme sırasında yanlış tıbbi bakım da ölüm ve sakatlık riskini artırır.

Bizim çalışmamızda değerlendirmeye aldığımız 311 kişiden üçte ikisi kesintisiz açlık grevi yapmıştı, ortalama kesintisiz açlık grevi süresi 162 gündü ve eylemcilerden 102’sine (yüzde 33) zorla müdahele edilmişti. Tüm eylemciler su, tuz ve şeker, 242 kişi ise kısmen de olsa B vitamini takviyesi almışlardı. Buna rağmen sağ kalanlar ağır sakatlık ve hastalıklarla karşı karşıya kaldılar.

Bizim değerlendirmemizde uzun süreli açlık grevlerinin neden olduğu hastalık ve sakatlıklara ilişkin şu sonuçlar elde edildi: 311 kişi içinde 147 kişide görme bozukluğu, ışığa aşırı duyarlılık gibi göz bulguları; 169 kişide değişik düzeylerde amnezi (hafıza kaybı); 51 kişide dizartri (konuşma bozukluğu); 134 kişide denge ve koordinasyon bozukluğuna bağlı yürüme güçlüğü; 121 kişide ileri düzeyde zayıflık veya kas dokusu kaybı; 126 kişide periferik nöropati (çevresel sinirlerde hasar).

Açlık grevlerinden kaynaklanan en ağır hastalıklar merkezi sinir sistemi hasarına bağlı Wernicke Ensefalopatisi ve Wernicke-Korsakoff Sendromu’dur. Kalıcı olabilen denge ve yürüme bozukluğu, görme bozukluğu ve kısmi unutkanlıkla seyreden Wernicke ile de, buna ağır düzeyde hafıza kaybı ve psikoz bulgularının eklenmesiyle oluşan Wernicke-Korsakoff Sendromu ile de karşılaşmayı hiç istemeyiz. Çünkü özellikle Korsakoff’tan geri dönüş yoktur. Özellikle bu iki hastalık ileri derecede B vitamini eksikliğine bağlı. Açlık grevinin zorla sonlandırılması ve/veya yanlış tıbbi müdahale bu hastalıkların ortaya çıkma riskini arttırır.

Herkes harekete geçmeli

Bizim olgularımızın yarısında, yani 154 kişide Wernicke Ensefalopatisi veya bu hastalığın izlerine dair bulgular vardı. Ayrıca 30 kişi en ağır durum olan Wernicke-Korsakoff Sendromu’na yakalanmıştı.

Verilerin analizi sonucunda zorla müdahale edilen kişilerin Wernicke ve Wernicke-Korsakoff’a yakalanma olasılığı istatistiksel olarak çok yüksek bulundu. B vitamini kullanmayan kişilerin bu iki hastalığa yakalanma ihtimalleri de anlamlı olarak yüksek. Açlık grevi süresinin uzaması ile Wernicke hastalığı ve sinir harabiyeti arasında da güçlü ilişki vardı.

Sonuçta TİHV’de takip ettiğimiz 311 kişiden 73’ünde, yani yaklaşık dörtte birinde, hayatlarını bağımsız şekilde sürdüremeyecekleri düzeyde sakatlıklar kaldı. Tabii bu kişilerde Travma Sonrası Stres Bozukluğu ve depresyon da çok görülen hastalıklar arasındaydı.

Açlık grevleri ağır bir insani ve toplumsal krizdir. Hele ki kişinin isteği dışında açlık grevini sonlandırmaya çalışmak, zorla besleme gibi yolları düşünmek çok büyük bir hata olur. Hükümet yetkililerinin bu yönde beyanları olduğu görülüyor. En ufak insani kaygı taşımadan, bilimsel verileri görmezden gelerek aynı inatları, aynı hataları her seferinde tekrarlama ısrarına ne isim verilir bilemiyorum. On yıl önce yaşanan büyük bedelleri tekrar ödemeden, açlık grevlerini insani çözüm yolları ve diyalogla durdurmak için başta hükümet olmak üzere, herkesin üzerine düşeni yapması gerekiyor.
*Dr.

İlk olarak 21 Ekim 2012’de Radikal İki’de yayımlanmıştır.