Ana Sayfa Blog Sayfa 4404

İskenderun’da Termik Santraller ve kirli oyunlar

0

İskenderun’un körfezinde  denize sıfır noktada ve ormanlık alanda ‘Demirçelik İhtisas Organize Sanayi Bölgesi (OSB) olarak kurulup, Tosyalı Holding ile Atakaş Gurubu’na tahsis edilen 800 dönümlük arsaya  iki ayrı şirket tarafından 2 ayrı termik santral kurulacak. Her iki santralin inşaat çalışmaları başladı. Bu alanın 700 metre yakınına  ise yakında bitmesi planlanan bir termik santral daha kuruluyor.

İskenderun OSB’de yapılan Yazıcı Termik Santrali ile birlikte 2. Organize Sanayi Bölgesi’ne de iki termik santralin yapılması halinde, kuş uçuşu 700 metre mesafede 3 termik santral olacak. Termik santrallere gerekçe olarak da ‘tesislerde üretilecek elektrik enerjisinin, Türkiye’nin artan elektrik ihtiyacını karşılamasında önemli bir rol oynaması’ olarak gösteriliyor. Yaklaşık olarak 5.000 MW kurulu güç hedeflenen termiklerde yakıt kömüre dayalı olacak.

Fosil yakıtlardan olan kömür en çok kirlilik  yaratan çevre yıkımını onarılmaz hale getiren, yaşam-tarım alanlarını zehirleyen, su kaynaklarını  kirleten insan sağlığını ciddi şekilde tehdit eden yakıtlardan. Her üç santralde kullanılacak olan yakıtın kömür olması endişeleri arttırıyor. İskenderun körfezinde termik santral kurulması amacıyla yapılan başvuru sayısı ise daha da ürkütücü. Bugüne dek İskenderun körfezinde kurulmak üzere başvuru yapılan santral sayısının 36 olduğu iddia ediliyor. Hatay valisi Cemalettin Lekesiz’in öncülüğünde başlatılan Termik Santral faaliyetlerinin konuşlandırılacağı alanın ilginç bir geçmişi bulunuyor.

 

Oyunun Oyunu

İskenderun Körfezinde inşası başlayan ve iki holdinge tahsis edilen alan yakın geçmişe kadar ormanlık alandı. Bu alan İsdemir çalışanlarının lojmanlarına bitişik olan ve çalışanların ailelerinin yoğunlukla kullanıldığı bir mesire alanıydı. İsdemir kurulurken mesire amacıyla kullanılmak üzere Orman Bakanlığına bila bedel bağışlanmıştı. AKP’nin iktidara gelmesinin ardından Orman bakanlığı bir gece yarısı bu alanı “ orman vasfını yitirmiştir” raporuyla Maliye Bakanlığına tahsis etti. Maliye bakanlığı da bu değerli denize sıfır araziyi 1 tl karşılığında ikinci Organize Sanayi bölgesine devretti. İkinci OSB yönetimi Vali Cemalettin Lekesiz’in teşviki ve yönlendirmesiyle yine 1 tl semolik bedelle Tosyalı ve Atakaş adlı iki holdinge devretti. Bu iki holding bu alanın kendilerine tahsisi ile birlikte aslında çok önceden planladıkları gibi Termik Santral faaliyetlerini başlattılar.

Yetkililerin 2. OSB’de hazırladığı arsayı önceden belirlenen kişilere tahsis ederken, termik santral kurulacağını halktan  gizlemeye çalışmışlar.  Ne yazık ki bu oyuna Hatay Valisi Celalettin Lekesiz katılarak el birliği ile gerçekleri halktan gizlemişler.  Anılan holdinglere arsaların tahsisinde 1 Tl gibi sembolik bir rakam alınmasına gerekçe sanayi yatırımları ve 3000 i aşkın istihdam gösterilmişti.  Oysa arsalar iki firmaya Temmuz 2011’de tahsis edilirken, bugün termik santral yatırımını başlatan firmalardan birinin  ( Tosyalı Elektrik Enerjisi Üretim Sanayi ve Ticaret A.Ş.) 2010 yılında kurulduğu ortaya çıktı. Yani bugün termik santral kurulmak istenen arazi kamu mallarının ince bir işçilikle talan anlayışının somut bir göstergesidir.

Tosyalı Holding’in Kaçak Toplantısı

İskenderun OSB’de düzenlenen toplantıda ilk olarak Tosyalı Elektrik Enerjisi Üretim Sanayi ve Ticaret A.Ş.’nin ‘Tosyalı İskenderun Termik Santrali Entegre Projesi’nin endüstriyel atık (kül) depolama alanı tesis edilmesi ve işletilmesi halkın görüşüne sunuldu. Termik santral projesini Tosyalı Holding adına hazırlayan Çınar Mühendislik, kurulacak termik santralin 1.236 MW gücünde olacağını, saatte 432 ton kömür yakacağını, saatte 12 ton kireçtaşı kullanılacağını, soğutma suyu olarak denizin kullanılacağını söyledi. Kullanılacak kömürden çıkacak küllerin yüzde 85’inin ‘uçucu kül’, yüzde 15’inin de ‘taban külü’ olacağını, 800 milyon dolara mal olup, kullanım ömrünün 30 yıl olacağını ve 36-48 ayda tamamlanacağını belirtti. Uçucu külün asit yamurlarıyla yaşam alanlarına zehir saçacağına ilişkin itirazların dillendirilmemesi için Toplantıya halk yerine firma işçileri alındı. Azganlık beldesinde kurulacak termik santralin toplantısı Sarıseki’de yapılınca halkın olmadığı toplantıya yalnızca firma işçileri ile yakınları katılmış oldu.

Toplantıda termik santralden çıkacak küllerin ise Payas’ın Sincan köyü yakınlarına veya İskenderun’un Akarca bölgesinde depolanacağı belirtildi. Ancak bu alanlar için henüz ÇED raporu dahi alınmadığı gizlendi. İlk toplantının rahatça kontrol edilebilmesi ikincisinin de hızla yapılmasına zemin hazırladı.

İkinci toplantı Atakaş Holdinge

Bu toplantı da tıpkı birinci toplantıda olduğu gibi  Çevre ve Şehircilik Hatay İl Müdürlüğü’nden ÇED Şube Müdürü Turgut Toma başkanlığında yapıldı. Teknik bilgilere boğulan duyuru toplantısı aynı sonuçlarla bitirildi. Atakaş Elektrik Enerjisi Üretim A.Ş. tarafından İskenderun 2. Organize Sanayi Bölgesi’nde yapılması öngörülen Atakaş Termik Santrali  Projesinin 660 MW gücünde ve 700 milyon liraya mal olacağı, tesisin çalışması sırasında saatte 235 ton kömür ve 10.2 ton da kireç taşı kullanılacağı duyuruldu. Her iki toplantıda işletme sırasında kullanılacak istihdama vurgu yapıldı. Kamoyu aslında 2. Organize sanayi Bölgesinde “ demirçelik ihtisas” niteliğinin kaldırıldığına dair bir karar alındığını bu toplantılarda duydular. Böylece olası tepkileri engellemek amacıyla  halka “ ali cengiz tiyatrosu” izlettiler. Toplantı mekanı bile termik Santralin kurulacağı beldede değil Sarıseki beldesinde yapıldı.

Arsa Tahsisi’nde OSB Yönetim Kurulu’nun imzası yok

Herşeye rağmen 2. OSB’ye termik santraller kurulacağı haberi  tepkilere yol açtı. Tepkiler üzerine İskenderun 2. OSB Yönetim Kurulu üyesi ve Azganlık Belediye Başkanı Halil Demir, kendisi ve Azganlık’daki beş Yönetim Kurulu üyesinin termik santral için arsa tahsisi kararından haberdar olmadığını söyledi. Demir, “Böyle bir karara imza atmadım. Benim karardan haberim yok, bilgim yok, imzam da yok. Sadece benim, Azganlık’taki dört arkadaşımızın da haberi yok. Benim ve arkadaşlarımın böyle bir karara imza atması da mümkün değil. Onlar yarın çekip giderler, ama bizler burada yaşamaya devam edeceğiz” dedi. Ancak bu beyanın ardından tepkiler biraz daha yoğunlaşınca adeta görünmez bir el devreye girerek bu beyanın aksine bir açıklama gazetelerde yer aldı ve Belediye başkanı ve 2.OSB yönetim Kurulu başkanının telefonları kapandı. Bu haber hazırlanana kadar Halil Demir’den bir beyan alınamadı.

İki  Holdinge Özel OSB Talanı

Yaklaşık 800 dönümlük denize sıfır arsanın, 1 Temmuz 2011 tarihinde Tosyalı Holding ile Atakaş Grubuna tahsis edildiği İskenderun Kaymakamlığı’nda yapılan toplantıyla açıklanmış, ayrıntılı bilginin ise 4 Temmuz 2011 tarihinde açıklanacağı ifade edilmişti. Ancak, ‘kişiye özel OSB’ olarak adlandırılan alanda, arsaların hangi gerekçelerle iki firmaya verildiği, aradan geçen 18 aylık süre içerisinde açıklanmamıştı. 800 dönüme yakın arsanın iki firmaya tahsis edilmesiyle, bölgede yatırım yapmak isteyen ve başvuruda bulunan 80’den fazla yatırımcıya da kapılar kapatılmıştı.

Arsanın iki firmaya tahsis edilmesinden bir ay önce (2 Haziran 2011) tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan Bakanlar Kurulu kararnamesiyle hazine arazilerine yapılacak OSB’lere teşvik getirilmiş, Hatay’da yüzde 70 ile yüzde 90 arasında teşvik alacak il kapsamına alınmıştı. Uygulamada ise yüzde 90 hibe belirlenirken, yüzde 10’luk arsa bedelinin de işletmelerin faaliyete girmesi sonrası alınması kararlaştırılmıştı. Böylece metrekaresi 750 dolar olan arsanın tümü  1 liraya iki holdinge  tahsis edildi.

Böylece doğa harikası İskenderun şehri  halkın onayı olmadan, doğacak kirlilik ve tahribat  gizlenerek Termik Santral kıskacına alınıyor.

Bülent Akbay- Gazihan Çağlar

 

Sol ve Siyaset “Eşitliğe Feda Edilen Özgürlük”

Yeşiller Sol ve Gelecek tarafından düzenlenen BEBDA’nın (Bilgiye Erişim ve Birlikte Değerlendirme Atölyeleri) bu yılki ikinci toplantısının konusu Türkiye’de Sol ve Siyaset, Ahmet İnsel ve katılımcılarla gerçekleşti; siyaset kavram olarak ele alındı, dönemlere göre siyaset anlayışı, solun siyasetteki konumu irdelendi. Yeşil ve solun siyaseti, alternatif ekonomi, toplum bazında ele alınırken hayvan hakları ve doğa hakları tartışıldı.

Editörlere Mektup: Bir Beyaz Türk’ün “Ermeni Diasporası”yla İmtihanı – Görkem Daskan

bu yazı ilk olarak azadalik.wordpress.com sitesinde yayınlanmıştır

 


Sırrı Sakık’ın geçtiğimiz ay gündemi ve kamuoyunu meşgul eden nevi şahsına münhasır özrünü takiben Azad Alik blog’unda yayımlanan “Özür Dilemek ‘Bildiğiniz Gibi Değil’” başlıklı yazı bu özrü ve genel olarak kamusal alanda dilenen benzer özürlerin nasılını nicesini mercek altına alıyordu. Aynı mecrada daha önce yayımlanmış olan ve Ermeniler, Kürtler, Aleviler gibi toplumsal grupların Türkiye’deki statüko ile çatışmasını insan hakları perspektifinden değerlendiren diğer eleştirel yazılar zaman içerisinde yakın tarihli kişisel bir özür deneyimimin hazırlayıcı altyapısını oluşturmuşken, bu son yazı yabana atılmayacak fikir ve önerileriyle bana bu deneyimimin sağlamasını yapma imkânı verdi.

Bu yazıda bu özrümün özünü teşkil eden kişisel bir hikâyeden, spesifik olarak Ermeni Diasporasından birisi ile birkaç yıl öncesine tarihlenen ilişkimden söz edeceğim ve biraz itiraflarda bulunacağım. İtiraf kültürü pek gelişmemiş ve itirafın bir acizlik göstergesi olarak algılandığı, güya kusur işlemeyenlerin ve özrü kabahatinden büyük olanların ülkesinde bu yazıyı yazmak başta beni düşündürse de sonra feminizmin o meşhur “Kişisel olan politiktir” düsturunu kerteriz alarak anlatmaya karar verdim. Kim bilir, belki bu öyküde kendinden de bir şeyler bulan okuyucular çıkar.

 

İtiraflar

Onunla birkaç yıl önce bir iş sebebiyle İnternet ortamında tanışmıştım.Tanışıklık hızla sanal bir arkadaşlığa dönüştü. Her gün birbirimize saatlerce yazdık, yetinmedik mektuplar, kartpostallar yolladık, telefonda konuştuk ve sonunda buluşana kadar ortalama beş ay süren sanal ama bir o kadar gerçek bir maceraya atıldık beraber. Ermeni konusu önümüze gelmekte gecikmedi ama başlarda sevdiğimiz kitaplar, filmler ve diğer şeyler üzerine uzun uzadıya tartışmalarımız öylesine bir karşılıklı güven ağı örmüştü ki aramızda, şimdi birbirimizi karşılıklı sınayacak olduğumuz bu konunun üzerinde yükseleceği zemin bizce yeterince sağlamdı.

Acaba sahiden öyle miydi?Çok geçmeden anladık ki bu konuda birbirimizin dilini konuşmuyorduk. Ben, itiraf etmeliyim ki, Hrant Dink öldürülene kadar Ermeniler ve tarihte başlarına gelenler konusunda kayda değer hiçbir şey bilmiyordum. Fethiye Çetin’in “Anneannem” kitabı pek çok insan için olduğu gibi benim için de bir “konuya giriş” kitabı olmuştu. O dönemde yeni yayınlanmış olan “Ağrı’nın Derinliği” (Ece Temelkuran) ve “Baba ve Piç” (Elif Şafak) gibi kitaplar da kaçınılmaz olarak (gerçekten kaçamıyordunuz, çünkü her yerdeydiler) okuduklarım arasındaydı. (Henüz Aras Yayıncılık’ın Türkçesini de bastığı olağanüstü Ermenice edebiyatı örnekleriyle tanışmamıştım maalesef.) Aynı günlerde Taner Akçam’ın “Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu” kitabını da okumuştum ama yazarın diğer kitaplarını keşfetmeyi erteleyecektim çünkü eserlerindeki titizlik ve ciddiyet, konunun boyalı basında ele alınış biçimine kıyasla içimdeki beyaz Türk’ü fazlaca ürkütmüştü. Oysa konuyla ilgili Radikal 2’de çıkan yazılar, başta Baskın Oran’ın ve Ahmet İnsel’inkiler olmak üzere, akıl danışmanım ve kılavuzumdu. Diaspora ile kendi sınırlı diyaloğumda işler her sarpa sardığında, çıkışı dönüp Ahmet İnsel ve Michel Marian ile söyleşi kitabı “Ermeni Tabusu Üzerine Diyalog”da aramaya çalışacak ama kendi tarafım adına dişe dokunur bir cevap bulamayacaktım. İnsel felaketle yüzleşmek ve acıları paylaşmaktan bahsediyordu ama kendisi soykırıma soykırım diyemiyor, kitabın editörlüğü ise soykırımdan Marian’ın ailesine düşen pay ile İnsel’in ailesinin Balkanlar’dan Anadolu’ya göçünü görelileştirerek neredeyse eşitliyordu. Sonuç olarak kitap, iddia ettiği gibi “karşılıklı konuşmaya bir davet” olmaktan ileri gidemiyordu. Tabii bu “birbiriyle konuşma” metaforu; Diaspora, Türkiye ve Ermenistan Ermenileri ile Türkiye Türklerini yan yana getirme konusundaki muhtelif kültürel çabada sıkça kullanılan ve olumlu anlam yüklenen bir metafor. Bu “ne pahasına olursa olsun konuşalım” iradesi Türk tarafının temelde yıllardan beri söylediğinin aynını söylemeye devam edip, gene de Ermenilerle yan yana gelebilme lütfundan dolayı liberal Türklerde sanki haddizatında bir ilerlemeymiş gibi bir algı yaratıyor.

Bu arada 19 Ocak 2007 sonrasında duyarlı ve az buçuk entelektüel her Türk gibi ben de iflah olmaz bir “Hepimiz Ermeniyiz”ci kesilmiştim ve daha önce hayatımda bir tane bile Ermeni tanımamış halimle, bu şekliyle Ermeniler hakkında en doğru ve hayırhah olanı yaptığıma yürekten inanıyor, kendimle içten içe gururlanıyordum. Hem ben ve babam, sanırım gıyabında imzaladığım annem de, bir gece “Ermenilerden Özür Diliyorum” kampanyasına imza atmamış mıydık? Öyle sanıyordum ki konuyla ilgili bütün görevlerimi yerine getirmiştim; içim rahat, sırtım pekti ve dolayısıyla karşımdaki bu geneliyle iyicil ve candan, ama konusu açılınca tedirgin, temkinli ve düşünceli bir hale bürünen diasporalıyı dize getirmek için gereken performatif donanıma fazlasıyla sahiptim. Kültürel çeşitlilik konusu, azınlık nostaljisi, hoşgörü romantizmi, şu bu: Rifat N. Bali’nin “Tarz-ı Hayattan Life Style’a” kitabından fırlamış gibiydim. Velhasıl, öyle miydi, böyle miydi, soykırım mı demek lazımdı, başka bir şey mi, “Süryani ve Rum Soykırımı mı, onlar da nereden çıktı şimdi?” derken, bir dargın bir barışık geçen beş ayın sonuna geldik ve önceden planladığımız gibi buluşmak üzere kafamızda soru işaretleri ve kaygılarla İstanbul’un yolunu tuttuk. O Avrupa’nın göbeğinden geliyordu, ben İzmir’den.Gidiş yolunda bile cep telefonlarımıza sarılıp birbirimize uzun uzun laf anlattığımızı hatırlıyorum.Yol boyunca elimin altında Fuat Dündar’ın “Modern Türkiye’nin Şifresi” vardı.Dersimi çalışmaya nihayet başlamıştım ama hâlâ duygusal bir kavrayış noktasındaydım. Sadece üzülmek, ama hep çaresizce üzülmek zorunda kalmak, hakiki anlamda öfkelenme ve sorgulama seçeneği bırakılmaması ve bunu yaptığın takdirde göze alman gereken bedellerin lafının bile edilmemesi yani o derece gayrimeşru sayılması, örtük öfkemin gerçek muhatabını şaşırıp durmama ve neticede sorunlu bir şekilde deşarj olmama neden oluyordu. Kendimi parçası saydığım sıradan liberal Türkler olarak bu kadar üzülmemizin sebebi bence gerek güncel edebiyat gerekse siyasal eleştiri yazılarında hep duygusal istismara maruz kalmamızdı. Duygular bu alanda hep başroldeydi, akıl ise modası geçmiş ama gerçekte hiçbir zaman hakkı verilmemiş bir araç.Şahsi fikrime göre soykırımın faillerinin pozitivist insanlar olduklarına imanla soykırımın eseri olan sorunların hallinin kalp ve vicdan sahibi olmak vb. duygu-yoğun olgusal kalıplarla mümkün olacağı inancı yatıyordu bu aklın(!) arkasında. Oysa ortada Ermenilerin kırımını önceleyen bir hak mücadelesi var olduğu gibi, soykırım, 1915’ten sonra da farklı biçim ve şiddette sürmeye devam etmişti ve biz bu konuda hiçbir zaman yeterince akılcı olamamıştık.


Peki ikimizin konuyla ilgili alıp veremediği şey, anlaşamadığı nokta neydi?Aslında cevabı çok basitti. Ben, bugün Ermenilerin çok iyi bildiklerini varsaydığım bir şekilde, Ermenilere karşı işlenen suçlarla ilgili olarak beyaz Türklerin yaygın olarak gösterdiği -sofistike- inkâr ve savunma mekanizması örneklerini bıkıp usanmadan tek tek sergiliyordum, o da sabırla bana olayları ve olguları doğru bildiği gibi anlatmaya çalışıyor ve her şeye rağmen tanışıklığı resmiyete dökmemizde hiçbir sakınca olamazmış gibi iyimser bir tablo çiziyordu. Tabii böyle olmasının, yani benimle görüşmesinde hiçbir beis görmemesinin ya da en azından durumun bana öyle gözükmesinin temel sebebi aslında benim ona habire karmaşık mesajlar verip duruyor olmamdı.Çünkü ben anlayışlı pozlar takınıyor, “seçmeci bir üslupla” bazı noktalarda onunla hemfikir oluyor, bazı konularda ise pazarlık etmek istiyordum.Temelde konuyla ilgili Türkçe yazının liberal olma iddiasındaki seçkin örneklerinden ortaya bir çeşitleme yapıyordum. Soykırım ve sonrasında devam eden hak gaspları ve hukuksuzluğun köküne inmek yerine etrafında daireler çiziyordum. “Acının ortaklığı”, “vicdan sahibi olmak”, “yeni bir dil geliştirmek” gibi Ermenilerin çoğunluğunu hiç de ilgilendirmeyen (dahası onlara saygısızlık eden) afili ifadeler telaffuz ediyor, yarım yamalak dilenmiş bir özürle böbürlenip özürden daha fazlasına ve asıl ondan sonra yapılması gerekenlere akıl erdiremiyordum çünkü işte entelektüel olarak beslendiğim insanlar, yapıtlar ve kampanyalar ortadaydı. Bu süreçte okuduğum her şeyi eşit ölçüde sorunlu ve sorumlu bulduğumu iddia etmiyorum. Mesela Çetin’in “Anneannem”inin soykırım ertesinde Ermenilerin durumunu -yerinden ederek, öldürerek, din değiştirmeye zorlayarak ve mallarına el koyarak varlıklarının ortadan kaldırılmasını- kısa ve yakıcı bir kişisel tanıklık olarak ortalama Türkiyeli okurla buluşturması açısından önemli bir eser olduğunu düşünüyorum, keza Dündar’ın kitabı gibi resmi ideolojinin cesurca dışına çıkan tarihsel çalışmaların da öyle. Fakat gelin görün ki çoksatanlar listesine giren başka birçok eser, bana sorarsanız yukarıda sözünü ettiğim duygusal istismara başvurarak, orta sınıflara konu hakkında sınırlı bir tarihsel perspektif sunmakla beraber sadece üzülme ve “keşke olmasaymış” dedirtmek suretiyle içlerini rahatlatma şansı verdi. Ama bu okur-yazar çevresinde kimse Ermenilerin geçmişte, bugün ve gelecekte haklarının saklı olduğunu ve bu inanılmaz yıkımı onlara reva gördüğümüz için ilk gerçek adımı, eğer bir barışma istediğimizi varsayıyorsak, Türkler olarak kayıtsız şartsız bizim atmamız ve bunu onlara hükmederek değil, alabildiğine mülayim bir üslupla konuşarak yapmamız gerektiğini söylemedi. Diasporalı tanışım ise benim özensizliğimle tezat bir şekilde her argümanımı titizlikle ele alıp bana sahih bir makale, bir görsel, bir anekdotla karşılık vereyim derken helak oluyordu ve böylece günün sonunda birbirimize olan merakımızı ve asimetrik de olsa diyaloğumuzu her daim diri tutmuş oluyorduk. (Henüz pes etmemiştik ama beş “canımızdan” bir ikisini çoktan kaybetmiştik.) Beğenmeyip hakir gördüğüm ve beslendiğim düşünsel kaynakların da o nazarla baktığını bildiğim milliyetçiler gibi “Esas siz bizi kestiniz” diye kestirip atamamak ne zordu! Hakeza “Evet, onu ve daha fazlasını yaptık. Çok pişmanız ve özür dileriz. Eğer kabul ederseniz şimdi gereken neyse yapmak isteriz” diyememek de öyle… Öyle ortalarda bir yerlerde kulaç atarken ben daha, buluştuk.

O kadar yol tepip gitmenin, başımızı sokacak sıcak bir yer bulmanın ve sanırım ilk görüşte beklentileri karşılamanın sarhoşluğuyla ilk birkaç günü harikulade geçirdik. Kiliseler, kitapçılar gezdik, yeni insanlar tanıdık; bendeniz Ermeni mutfağıyla (topik!) tanıştım.Yazı dilinin o tavizsiz ve köşeli ruhu yerini yüz yüze olmanın getirdiği, sertlikleri yumuşatıp ışıldatan gülümseyişlere ve “çok haklısın”lara bıraktı. Ancak bir iki güne kadar keyifler gene kaçmaya başladı. İstiklal Caddesi’nin epeyce iç kısmında kalan Üç Horan Kilisesi’nin görkemli giriş kapısı karşısında gizleyemediğim heyecanımı “Bir Avrupa şehrinde olsaydı ana cadde üzerinde olur, böylece herkes hayranlıkla izlerdi” diyerek söndürmüştü.Hayır, hesapta -ve lafta- halden anlıyordum ya, ne olmuştu da şuncacık gücenikliğe bile bozulur olmuştum şimdi? (Kâğıttan kaplanlara karşı mağduriyetinin altını koyultanların kendinden yapısal olarak daha güçsüz olanlara cömertliğinin de bir sınırı vardır elbette.) Fırtınadan önceki sessizlikte birbirimize inceden laf sokmaya başladık, sonra imalar ima olmaktan çıktı, kalın kafalılığımın onda neden olduğu öfkeyi aşan bir yerden hareketle canımı yaktı ve -voilà!- cinler, periler, heyheyler hep birden tepeme üşüştü. Gözüm karardı ve İngilizcede dendiği gibi bir (ya da birkaç) “sahne” yaşandı.

İşini gücünü bırakıp oralara kadar gidip üzerine “yenilmiş” olmanın, aptallığına doyamamanın can sıkıntısı insanın içine katran gibi çöküyor, seni de beraberinde dibe doğru çekiyor. Beraber son anımızda odayı terk etmeden önce deli danalar gibi eşyalarımı toplarken halimden korkmasın diye -her zamanki sözde anlayışlı havalarda (ve tabii entelektüel Türk olarak her daim patron koltuğundaki konumumla karşılaştırın)- “Merak etme, sana bir şey yapmayacağım” demem üzerine ona, çat diye “Zaten beceremezsin” cevabını yapıştırması… Kapıyı çarpmadan çıkıp onu daha da sinir etmek isterken o hışımla kendimi dış merdivenlerin başında dengemi kaybetmiş halde bulmam ve kalbim göğsümde küt küt atarken arkamda çarpılmayan kapının sessizliğinin kulaklarımda gitgide büyüyüşü… Her şey geride kalıyor.

Kendine Aşık Uykucular

Bir süre Ermeniler hakkında hiçbir şey duymak istemedim. O süre boyunca kışkırtılmış olduğuma, aslen haklılığıma inanıyordum. Üzerime çok varılmıştı. Dahası, bel altından vurulmuştu (hani o yumuşak karnıma yediğim kroşe), o yüzden aşırı tepkimi aylarca buna bağlayarak kabul ettirdim aklıma. Bence ben ona bu yüzden kızmıştım; yoksa duygularımın Ermeniler ve diaspora konusundaki gerçek düşüncelerimle, neyi -acıyı, öfkeyi veya başka bir şeyi- ne kadar hissetmeleri ve istemeleri gerektiğini ancak biz Türklerin tayin edeceğine içten içe inanmam –inandırılmam!– ile bir ilgisi yoktu, olamazdı. İzmir’e ayak basar basmaz dostlarıma sığındım, psikolog arkadaşlarımdan destek istedim.Haklı olduğumu duymak istiyordum.Suratlarındaki çoğun çaresiz ifadeyi unutamıyorum, koca koca açılmış ve gözbebekleri endişeyle yanıp sönen gözlerle yüzümü tarayışlarını.Bu konuyla böylesi bir kompozisyonda daha önce hiç karşılaşmamışlardı şüphesiz. Korku ve bilgisizlik kadar yılgınlık ve ilgisizlik de asılıydı havada. Ne diyeceklerini bilemediler; psikoloji ilminin sınırları bile kafayı yemiş olduğum teşhisini koymaya yetmedi, böylesi bir tabunun körleştiren gücü karşısında…

Beni Ermeni konusuyla barıştıran şey, eğer yeni kurulan tatlı dostlukları ve gezegenlerin esrarengiz devinimlerini saymazsak, Azad Alik ve Armenian Weekly sitelerinde okuduğum alışılagelmedik yazılar oldu. İlk anmam gereken, Ayda Erbal ve Talin Suciyan’ın Ermenilerin “yüzyıllık yalnızlığı” ya da terk edilmişliğine ilişkin One Hundred Years of Abandonment” başlıklı yazısı[1](bu yazıyı bir ana- ya da babayiğidin bence acilen Türkçeye çevirmesi gerek.) Keza İstanbul (aslında Türkiye) Ermenilerinin özünde neden “diasporada” varsayılmaları gerektiğini (ve tam da bu yüzden onları Diaspora Ermenilerine karşı bir alternatif olarak niçin daha çok “bizden” sayamayacağımızı) tartışan bir yazı da Vartan Matiossian imzalıydı. Diasporalı arkadaşıma diyaloğumuzun başlarında “bir perspektif” olsun diye İngilizcesini (“Deep Mountain”) önerdiğim Ece Temelkuran kitabı “Ağrı’nın Derinliği”ne ve yazarına dair Burcu Gürsel imzalı söylem analizi (fikrimce Türkçeye çevrilmesi gereken bir yazı daha) de bu gözümün açılması ya da aydınlanma diye tabir ettiğim süreçte yararlandığım çalışmalardandı. Temelkuran romantizmi damak tadım için her zaman fazla şekerli olmuştu ama kitabında Diaspora Ermenilerini nasıl tedaviye muhtaç stereotipler olarak resmettiğini ve suç, hak ve adalet gibi şakası olmayan kavramları hissi, kalbi düzeylerde tartışmanın teorik olarak yanlışlığını ve güdüklüğünü neden sonra görebildim. Bu kitap daha sonra Erbal ve Suciyan’ın makalesinde tartışılacak olan “romantik Anadolu miti” üretiminin iyi bir örneğiydi. Yazar kendini (ve benzerlerini) diğer Türklerden (“solcu” olduğu için) soyutlayarak soykırımın tarihsel sorumluluğundan bağışık tutuyor, Türkler ve Ermeniler arasındaki kültürel ve fiziksel benzerlikleri (“aynı kökten gelmek”) öne sürerek[2]ve Anadolulu/Ortadoğulu olmaya nedense özel/özcü bir önem atfederek bu iki grubun dünyanın geri kalanından farklı bir çözüm bulmalarını öneriyordu. (Burada eser miktarda yabancı düşmanlığı -Amerika “yalan”dır, Türkler ve Ermenilerin Türkçe konuşmak dururken sonradan öğrendikleri yabancı bir dilde anlaşmaları ise fena-, her şeyin başının para olduğu iması ve sorunun bir “erkeklerin dünyası” sorunu olması iddiası gibi kaçış noktaları da vardır.) “Ağrı’nın Derinliği”nin “Ağrı’mız” denerek ithaf edildiği ve yazarının kitapta sık sık imdadına yetiştirdiği bir Hrant Dink figürü de vardır ki bir Ermeni’nin başka Ermenilere karşı nasıl olur da öznel bir hizaya getirme aracına dönüştürülebildiğini görmek açısından ibretliktir.

Nitekim bir karınca kadar kararlı, dön dolaş aylarca bu yazıları okudum durdum; bir sırrı ağır ağır çözer gibi, orada öylece duran kendinden emin, yalansız ve vakur meramı anlamaya çalıştım. İki yıl önce tırstığım Taner Akçam ve diğerlerini okudum.İnsanlarla daha az konuştum, kendi içime daha çok döndüm, onu ve olanları önce giderek daha az düşündüm (çünkü dışına çıkmış ve yabancılaşmıştım) ve bir noktadan sonra tekrar giderek daha çok düşünmeye başladım, ama bu sefer içimde ne kızgınlık vardı ona karşı, ne de ihtiras. Geriye pişmanlık ve utanç kalmıştı.Gelgit gibi bir şeydi.İçindeyken farkında değildim ama bir gün, deyim yerindeyse sular çekilince, geride bunları buldum.

Arada onun en sık konuştuğu, yaşadığı ülkedeki yaygın dili öğrendim.Yakınlarda bir gün oturup ona bu dilde bir mektup yazdım ve ondan özür diledim. Varoluşuyla ilgili bu belki en temel meselede onu ve onun namına Ermenileri ve diasporayı talep ettikleri gibi sayıp tanımamakta ısrar etmiş, onun bu en özel haklılığına kibirle defalarca dil uzatmıştım; üstelik bütün bunları dost ayağına yatarak yapmıştım. Dışarıdan “uzlaşma” yanlısı görünüyordum ama asıl niyetim, bu iki kişilik ilişkiyi bile kendim yönetmek ve bildiğimi okumaktı.Ağırbaşlılıkla dinleyip doğruları öğrenmek yerine, yüzbinlerce insanın milyonlarca diğerinin geçmiş deneyiminden süzdüğü acı yaşam bilgisini değersizleştirme, bir toplu delilik gösterisi olarak görme ve yansıtma menziline girmeme ramak kalmıştı. Bu konuda beni yaya bırakmayan geniş bir Türkçe yazın rezervi vardı ne de olsa. Hepten Ermeni düşmanlığı güden ırkçı ve milliyetçiler “bizden” olamayacak kadar bayağı oldukları için, daha ziyade rafine olanları, mesela Diaspora Ermenileri ile bazı Türkleri aynı hastalıktan -yani milliyetçilikten- mustarip ilan edenleri kastediyorum. (Tabii bu bakış açısına göre milliyetçiliğin kendisi ve her türlüsü, her koşulda kötü ve kurtulmak gereken bir illettir ama tam da bu noktada kendi gizli milliyetçiliğimizin, konformizmimizin, başkaları adına ve tepeden konuşuşumuzun ayırdında olmayız.) Bir alt-literatür olarak Hrant Dink’in ölümü sonrasında kaleme alınan “müspet” yazılar külliyatını da burada anmam gerek. Armenian Weekly’de benim hikâyemden tam üç yıl önce (2008) yayımlanan bir analizde (İngilizce) 19 Ocak’tan sonra hâsıl olan “ikramiyeden” pay kapmaya talip olanlara, Türkiye Ermenilerinin “rehin alınmış” olma niteliğine ve bu yüzden geliştirdikleri hayatta kalma mekanizmalarına işaret ediliyordu. Velakin biz o esnada Türkiye’de diasporayı ne çeşit bir ucubeye benzetsek de (sanki diasporadakilerle diğer Ermeniler arasında organik bağlar yokmuş gibi) onu (bizim) Ermenilerle olan ilişkimizden diskalifiye etsek diye uğraşıyorduk. Bu noktada iğneyi gene kendime batırmam gerekiyor: birkaç yıl önce üyesi olduğum İzmir menşeli bir derneğin web sitesi için, artık izi olmayan ama hatırladığım kadarıyla Hrant Dink ve Uğur Mumcu’yu aynı idealin savunucularıymış gibi yan yana getirdiğim içli bir yazı yazmıştım. Ne büyük gafletti.

Özür mektubumu temize çekmeyi, dolmakalemin kıvrımları gözüme arzu ettiğim kadar kararlı ve fakat tehditsiz görününceye kadar sürdürdüm. Sonunda hiçbir cevap almayacak olsam dahi pişmanlığımı son damlasına kadar kâğıda dökmek kişisel olarak sağaltıcıydı. Mektubu yolladıktan sonra yine kederlendim gerçi.Bazı konular vardır ki sizi hayat boyu kederlendirebilir; rahata erdiğinizi sandığınız anlarda bile keder, hicap ve yetersizlik duygusu kol kola gider.

İşte ne tesadüftür ki ben bu mektubu gönderdikten kısa bir süre sonra Sakık’ın malum özür olayı meydana geldi, olayın sanal âlemdeki yankıları ışığında kendi teşebbüsümü gözden geçirdim ve diasporalı arkadaşım ölçülü bir cevap göndererek özrümü kabul ettiğini hissettirdi. Yaşamımın son birkaç yılına damga vuran bu olaya şimdi dönüp baktığımda şunu görüyorum: Hatalarım şüphesiz benim eserim ve onlardan yalnızca ben mesulüm, ama davranışlarımın arkasında, toplumun bir bireyi olarak bu mevzuda kasten cahil bırakılışımın ve en az onun kadar önemli olarak yanlış bilgilendirilişimin, dolduruluşumun da payı vardı. Resmi ideolojiye meydan okuyor görünüp diasporayı ve onun içinden yazanları yok sayarak, itibarsızlaştırarak geçmişi, bugünü ve yarınıyla Ermeni sorunu hakkındaki algımızı tekelleştirenlerin yaptığına takiye, bu yollarla bir barışma gerçekleşmesini ummalarına ise hüsnü kuruntu denir. Nitekim sadece birkaç yıl önce, o vakte değin konular hakkında okumuşluğum ve sağduyuma olan güvenimle diasporadan gelen biriyle ne sevgili ne de dost olmayı başarabilmiştim, üstelik onun onca gayreti ve iyi niyetine rağmen. İlişkimizi kırıp attıktan sonra okuyup öğrendiklerim sayesinde ise bu hatamdan dolayı nedamet duymayı becerebildim.Bana bu basireti kazandıran, büyük ölçüde diasporadaki yazarların yazdıkları oldu.

Son olarak, sıradan bir Türk olarak konu hakkında söz ve eylem üretenlere naçizane seslenmeme izin verin.Eğer Türkler ve Ermeniler arasında bir gün hakiki bir barış olmasını yürekten diliyorsak, bunun, kendi tecrübemden yola çıkarak söylüyorum, kendi ajandamızı (üstelik üzerinde iyi düşünülmemiş ve mesnetsizse) dayatarak ve diasporayı dışlayarak (ya da ayrıştırarak) gerçekleşmeyeceğini bilmek gerek. (Tabii eğer dileğiniz bu değil de günü kurtarmaksa daha beter sonuçlara vesile olunduğunu bu yazıda göstermeye çalıştım.) Homojen olmayan bir topluluk olarak diaspora içinden bizim duygusal lakırdılarımıza gönül indiren birilerinin çıkması Türkler olarak doğru yolda olduğumuz ve geri kalanların da patolojik oldukları anlamına gelmiyor.Bizde konuyla ilgili yapılan çalışmaların kuramsal sığlığını göz önüne aldığımızda düşünsel ve duygusal olgunluk açısından çok daha gelişmiş olduğunu düşündüğüm diasporanın geçinemediğimiz kesimlerini muhatap almanın (ve onlardan bu konuda feyz almanın) bizler açısından çıtayı yükselteceğine inanıyorum. Her ne kadar siyasal iktidarı, muhalefeti ve toplumunun büyük kesimiyle bu noktadan henüz uzak olsak da…

Görkem Daskan – http://azadalik.wordpress.com

E-posta: [email protected]


[1]Ermenilerle üst perdeden bir sesle diyalog kurmak isteyen Türklerin (üstelik ilerici olanlarının) muhataplarını güçsüzleştirilmiş Türkiyeli Ermeniler arasından seçerek “iyi Ermeni-kötü Ermeni” ikiliği yaratmaları ve bu güçsüzleştirme, kurban etme sürecinin, dolayısıyla 1915’in döngüselliğinin kendisi yazının tartıştıklarından sayabileceğim birkaçı. (Bu noktada aklıma diasporalı arkadaşımın duduk sesinden nefret etmesi geliyor, çünkü muhtemelen Ermenilerle ilgili olarak Türk medyasında görebileceğiniz her yazıklanma fırsatında, fonda bu enstrümanın “patetik” sesini duyabilirsiniz.)

[2]Erbal ve Suciyan’ın makalesi ise bu noktada bize şu önemli soruları soruyor: Sadece bize benzeyeni (ya da bizimle aynı olanı) mi sevip sayarız ve eğer birbirlerine benziyorduysalar, o zaman niye yok ettiler? (İç sesim: ve o halde niye hâlâ ediyoruz?)

 

Barış mı? – Metin Yeğin

Henüz aralık ayında FARC-EP gerilla komutanları, barış delegeleri ile görüşüp geri döndüğümüzde, burada müzakereye ilişkin hiçbir şey yoktu ve sert çatışmalar oluyordu. Kolombiya için ise FARC-EP gerillası ve Kolombiya devleti, resmi müzakereler sürdürüyordu. Uluslararası gözlemciler ile birlikte neredeyse her gün toplanan müzakereciler, meseleleri tartışmak üzere, bir ajanda ortaya çıkarıyorlardı. Gerilla müzakere sürecine samimiyetini göstermek için 20 Ocak’a kadar tek yanlı ateşkes ilan etmişti. Kolombiya hükümeti ise saldırmaya devam ediyordu. Baştan, her iki tarafta, hiçbir koşulda müzakere masasından kalkmayacağız kararı aldığından, bir yandan devletin saldırıları devam ederken, öte yandan müzakere yürüyordu. Burada ise barış ya da müzakere için, ortalarda görünen hiçbir şey yoktu. O zaman bana sorduklarında, ben burada barışı daha yakın gördüğümü söylüyordum. Çünkü ‘barış’ın ortaya çıkması için en önemli unsurlardan biri olan, uluslararası durum, özellikle Türkiye hükümetini çok zorluyordu. Bana kalırsa bu durumu bu kadar geç kavramaları da çok salakçaydı ya her neyse. Bunu da yazmıştım hatırlarsanız birkaç kere 1.5 yıl önce, 6 ay önce filan…

Ne garip bu yazdıklarım sanki milattan önce gibi geliyor ama henüz üstünden sadece 2 aydan biraz daha fazla süre geçti. Kolombiya gerillası FARC-EP, tek yanlı ilan ettiği ateşkes kararını, hükümet saldırılarına devam edince, sürenin sonunda kaldırdı. O gün ilk olarak bir havaalanına saldıran FARC-EP 8 polisi öldürdü. Hükümet zaten terörle (!) mücadeleye devam ediyordu. Ancak her iki tarafta müzakerelerin devam ettiğini, bir karşılıklı görüşmeler sonucunda ortaya çıkan ajandanın tartışılmasının, başarılı bir şekilde sürdüğünü açıkladılar. Bu arada Türkiye’de ise uzun anlatmaya gerek duymadığım ‘İmralı süreci’ gelişti. Dışarıdan gördüğümüz kadarıyla 3-4 mektup ve iki heyet sonrası, herkes birden yeniden barış havasına girdi. Dedim ya, yukarıda yazdığım, iki paragraf arası, en uzun tarafından baksanız bile sadece 2 ay. Her şey ama her şey, bu kadar basit ve kolay mı? Habur sınır kapısından girişler olduğunda da herkes mutlu iken ‘Ah ben gamlı baykuş’ diye yazmıştım. Yanlış anlamayın, ben her şeyi biliyorum iddiası filan değil ama dünyanın diğer tarafında yaşanılanları aktarıyorum ve bunu mutlaka yazmak zorundayım. Çünkü her boşa çıkan umut gerçek bir barışı daha uzağa itiyor. Bu yüzden barış ancak ve ancak aşağıdan yukarı doğru inşa edilebilir.

Yazının başı ile bu geldiğimiz nokta da çelişki varmış gibi gelebilir. Hayır, tekrar etmek gerekirse burada ‘barış’ı daha yakın görüyorum. Bütün bu söylediklerim, yaşadığımız bu sürecin önemini azaltmıyor. El Salvador FMLN gerilla lideri Roberto Canas; ‘Müzakere için masaya oturduğunuzda onların karşısında sadece delegelerin değil halkın var olduğunu göstermek gerekiyor. Çünkü siz gücünüzü ondan alıyorsunuz’ diyordu. Süreç ya da müzakere ne derseniz deyin, onun başlaması ‘barış’ için sadece umutlanıp kenarda durmak değil, daha fazla mücadele edilmesini gerektiriyor. Çünkü masa bu mücadelenin toplamından başka nedir ki?

Uluslararası durumun ve Kürt hareketinin direnişinin getirdiği bu noktada, hükümetin iyi niyetli olup olmadığını düşünmek bile bir saflık bence. Tabi ki hükümet iyi niyetli değildir ve Kürt hareketini tasfiye etmek isteyecektir. Hatta HDK heyetine Sinop’ta yapılan saldırının, Karadeniz’de düzenlenen eylemlerin, kesinlikle bir hükümet tertibi olduğunu düşünüyorum. Kendi tanımlamalarına göre ‘aman süreç bozulur, kendinize çeki düzen verin.’ saldırılarıdır bunlar. Hükümetin, Kürt hareketini, ‘Demokratik Özerklik’ yani özgür komünler, yani radikal katılımcı bir demokrasi talebini, imha etmek istemeleri çok normal. Ben de onların, teoliberal politikalarını, karikatür demokrasilerini yerin dibine sokmak istiyorum. Ancak müzakere süreci bir olgular toplamıdır. Siz onları beğenin ya da beğenmeyin onların üzerinden yürür her şey.

Müzakere ya da ‘barış’ iyi niyetlerle değil, mücadele ile ortaya çıkıyor. Her şeyin bu kadar kolaymış gibi görünmesi, beni ürkütüyor doğrusu. İnşallah bir umut oyunu değildir bu…

Metin Yeğin – Özgür Gündem

Ankara’da demokrat, Taksim’de otokrat olunmaz

Taksim Meydanında yayalaştırma adı altında başlatılan düzenleme projeleri oluşan toplumsal muhalefete rağmen adım adım devreye sokuluyor.

Tarlabaşı- Elmadağ tünelinin inşası sırasında arkeolojik eserlerin bulunmasına rağmen yapım faaliyetleri devam ediyor. Meydanda Taksim Topçu Kışlasının ihya edilmesi niyetiyle yapılması planlanan proje ise hukuk oyunları ile sürdürülmeye çalışılıyor.

Taksim Kışlasının yeniden inşası projesi geçtiğimiz günlerde ilgili Koruma Kurulunun bağımsız uzman üyeleri tarafından oybirliği ile reddedilmişti. Bunun üzerine meseleyi şahsi meselesi gibi gören Başbakan Recep Tayyip Erdoğan “ reddi reddettiklerini” belirterek Üst Kurulu devreye sokacaklarını söylemiş, gerekirse kurulları tümüyle ortadan kaldırabileceklerini ima etmişti.

Çoğunluğu bürokratlardan oluşan Koruma Yüksek Kurulu beklenen kararını dün açıkladı. Yüksek Kurul yerel Koruma Kurulunun aksine Kışla Projesinin yapımında sakınca görmedi. Bu durumda Taksim Gezi Parkına sahip çıkmaya çalışan İstanbulluların karşı çıkmasına rağmen Taksim Kışlasının inşaatı her an başlayabilir.

Koruma Yüksek Kurulunun kararı üzerine bir açıklama yapan Taksim Platformu Bağımsız Kurul kararına uyulmasında, projenin durdurulmasında ısrarcı olacaklarını belirterek müzakere ve demokratik katılım taleplerini yinelediler.

Taksim Platformunun basın açıklaması şöyle :

TAKSİM’DE OTOKRAT ANKARA’DA DEMOKRAT OLUNMAZ!

Koruma Yüksek Kurulu, Gezi Parkı yok edilerek yapılmak istenen kışla inşaatını onayladı deniyor.

Taksim’de bir düzenleme gerekir ama yöntem bu olamaz diyerek bir yılı aşkın süredir müzakere talep eden tüm sivil toplum yapılanmaları yok sayılarak…

Halktan gelen 70 binin üzerinde imza yok sayılarak…

Aylarca çalışan 2 Numaralı Bölge Koruma Kurulunun kararları ve uzmanların görüşleri, önerileri, talepleri, hepsi yok sayılarak… Sadecebürokratlardan oluşan “üst” kurulla çıkan bir karar! Koruma Yüksek Kurulu kimi, neyi koruyor?

İstanbul’un en önemli kamusal alanı Ankara’dan alınan kararlarla ve kapalı yöntemlerle geliştirilen bir inşaat projesi ile elimizden alınmak isteniyor.

Demokrasisi olan ülkelerde yönetimler böyle önemli projelerde alternatifler geliştirirler, halka danışırlar. İşe inşaatla başlamak yerine, önce yönetim anlayışı geliştirirler.

YİNE BİR 28 ŞUBAT… NE DEĞİŞTİ? SİNCAN’DA YÜRÜYEN TANKLAR YERİNE TAKSİM’DE İŞ MAKİNALARI!

Taksim’deki kışla projesi Başbakan’ın 28 Şubat takıntısıyla, başarısız bir şehircilik uygulaması olarak mı tarihe geçecek?

TAKSİM BU ŞEHRİN MEYDANI ve TAKSİM HEPİMİZİN DİYENLER!

Şehrin en önemli kamusal alanı bu tür dayatmacı yöntemlerle güncellenebilir mi?

28 Şubat’tan kalan bu zihniyetin kalıntıları ve takıntıları içinde yaşayarak demokratikleşme olabilir mi?

TAKSİM YENİ ANAYASA SÜRECİNİN EN BELİRGİN SİMGELERİNDEN BİRİDİR. TAKSİM’DE MÜZAKERE OLMAZSA, ANAYASA’DA NASIL BİR UZLAŞMA OLABİLİR?

Müzakere ve demokratik katılım talebimizde ISRARCIYIZ. ÇÜNKÜ TAKSİM HEPİMİZİN!

(Yeşil Gazete)

Hükümet: İmralı zabıtları elimizdeki verilerle birebir örtüşmüyor

Hükümet kanadı, İmralı görüşmesi tutunaklarının yayımlanmasını ‘İkinci Oslo’ olarak nitelendirdi.

Milliyet’te Namık Durukan imzasıyla yayımlanan haberde verilen “İmralı görüşme tutanakları”na hükümet kanadından açıklama geldi. Hükümet kaynakları, “Gazetede yer alan metin bizim elimizdeki verilerle birebir örtüşmüyor” dedi.

Milliyet gazetesinde yayımlanan Abdullah Öcalan, BDP Grup Başkan Vekili Pervin Buldan, İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder ve Diyarbakır Milletvekili Altan Tan’ın Cumartesi günü İmralı’da yaptığı görüşmenin tutanakları hakkında hükümet kaynakları, “Gazetede yer alan metin bizim elimizdeki verilerle birebir örtüşmüyor” dedi. Radikal’den Ömer Şahin‘e bilgi veren kaynaklar, Abdullah Öcalan’a atfedilen bazı sözlerin İmralı yapılan görüşmede geçmediği, daha önceki görüşleri de içeren bir derleme olduğunu savundu. İlgili bakanlıklar ve MİT’in gazetede yer alan sözler ile İmralı görüşmelerinin resmi tutanağını karşılaştırmalı olarak incelemeye aldığı öğrenildi. İnceleme sonrası gerekli görülürse bakanlık tarafından bir açıklama yapılması düşünülüyor.
Milliyet Gazetesi’nin yayınladığı İmralı “görüşme tutanağı” AKP kanadında “İkinci Oslo” olarak da görüldü. Bu yayının sürece zarar verdiğini öne süren iktidar çevrelerinde, İmralı’ya giden heyette yer alan Altan Tan ile bir TV kanalı arasında yaşanan gerilime de dikkat çekildi. Öcalan’ın, Altan Tan, Gültan Kışanak ve Aysel Tuğluk’la ilgili söylediği iddia edilen sözlerin böyle bir tutanağı yayınlatmaya yol açtığını savunanlar da bulunuyor.

(t24.com.tr)

BDP-Öcalan görüşmesinin tutanakları yayınlandı

Abullah Öcalan ile BDP Grup Başkan Vekili Pervin Buldan, İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder ve Diyarbakır Milletvekili Altan Tan’ın Cumartesi günü İmralı’da yaptığı görüşmenin zabıtları yayımlandı.

Görüşmede “Başkanlık sisteminin düşünülebileceğini” söyleyen Öcalan, “Biz Tayyip (Erdoğan) Bey’in başkanlığını destekleriz. Biz  AKP ile bu temelde bir başkanlık ittifakına girebiliriz” dedi. “Tek taraflı çekilme olmayacak. Çekilme parlamento kararı ile olacak, TBMM onaylayacak” ifadesini kullanan Öcalan, “Çekildiğimiz anda gerillayı daha da büyüteceğiz. çekilirsek gerilla biter görüşüne katılmıyorum” dedi. Öcalan, özerklik konusunda da “Kürtler kendi kendilerini yönetecektir. Şu anda yasa dayatırsak büyük alerji yaratır. İleride olabilir” diyerek “AB Yerel Yönetim Özerklik Şartı’na şerh kaldırılırsa meselenin önemli ölçüde çözüleceğini” ileri sürdü.

Namık Durukan imzalı habere göre, Öcalan, kendisiyle görüşmeye gelen BDP milletvekillerini de uyardı. Öcalan, “Hepiniz muallaktasınız. Sakine Gibi. Bir daha kendi öz savunmanın hazırlamadığınız bir yere gitmeyin. Size bir vurduklarında on vuramayacaksınız, devlete güvenmeyin” dedi. “AKP’yi 10 senedir ayakta tutanın kendisi olduğunu” iddia eden Öcalan, MİT krizini “darbe” olarak niteledi ve “Başbakan vatana ihanet suçundan tutuklanacaktı” dedi. Kandil, Avrupa ve BDP için hazırladığı mektuplarda çözüm için “3 aşama ve 10 ilke önerdiğini” söyleyen Öcalan, “Bu yazı üzerine cesaretle tartışacaksınız” ifadesini  kullandı.

İşte Durukan’ın Milliyet’te “İmralı Zabıtları” başlığıyla yayımlanan (28 Şubat 2013) haberi:

‘23 Şubat 2013 görüşme notları’ başlığı altında oluşan görüşme notları, Abdullah Öcalan’ın, “Tarihi önemde bir toplantıya başlıyoruz. Nasıl bir yöntem izleyelim?” sözü ile başlıyor. Heyetten “Size nasıl uygunsa” yanıtı alan Öcalan, çözüm süreci ile ilgili değerlendirmelerinin ve önerilerinin yanı sıra BDP heyetindekilerle özel konularda sohbet de ediyor.

Abdullah Öcalan’ın, İmralı’da BDP Grup Başkan Vekili Pervin Buldan, İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder ve Diyarbakır Milletvekili Altan Tan’la yaptığı, bir MİT yetkilisinin de hazır bulunduğu görüşmenin tutanakları özetle şöyle:

Hayatımız söz konusu

“Kandil’e BDP’ye ve Avrupa’ya üç nüsha mektup yazdım. Heyet ile dünden beri yoğun olarak tartışıyoruz. Özal’dan beri teşebbüs içerisindeyim, akim (akamete uğradı, kesintiye uğradı) kaldı. Şimdi akamete uğramaması lazım. Uğrarsa, tırnak kesilirse felaket olur. Türklerde bunu bilmeli; başarısızlık orta ve üst düzey savaş, isyan, kaos hepimizin hayatı söz konusudur. Şimdi kadar yaşadıklarımız deveden kulak kalır. Kesin başarı hedefi ile sonuçlanması lazım. Yeni diyalog sürecine yükleniyorum. Dostlarımızın ve halkımızın eski kalıp mücadeleleri bir kenara atmaları lazım.

Rejim değişikliği

Eski yaşam alışkanlıkları top yekun bırakmak gerekir. Neden, çünkü bu bir rejim değişikliği olacak. Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet, 1950 çok partili hayata geçişten çok daha önemli, bu hepsinden daha derinlikli olacak. Başarılı olursak, yepyeni bir Cumhuriyete… Radikal demokrasi, tam demokrasi, Anadolu ve Mezopotamya’nın tam demokratikleşmesi, hazırlığım bu yönde. Şimdiye kadar olanlar ısınma hareketi idi. Bütün felsefi ve örgütsel birikimimi bu yönde PKK’yi hazırlamak ve dönüştürmek için kullanıyorum. Bu en köklü adım. Demokratik kurtuluş ve demokratik yaşam süreci. ben bu deyimi rast gele seçmedim. Zamanında söyledim anlamadılar. Anlamış olsaydılar, Ergenekon olmazdı, AKP bunları diyor ama çok yüzeysel bakıyor. Benim çok inatçı olduğumu biliyorsunuz. Ben ilk günden demokratik Cumhuriyeti savundum, onlar beni anlamadılar; “APO’yu bitirdik” dediler. Stratejik hatalar yaptılar. Ergenekon’u saptılar umarım bu sefer böyle olmaz. Onun için benimle oynanmayacağını özellikle AKP’ye anlatmalısınız. AKP’lilerle konuşun anlatın. Siz Meclis’tesiniz size çok görev düşüyor. Anlamlı bir uzlaşmaya gidilseydi (Ecevit döneminde) ne Ergenekon ne AKP olmazdı. Metiner saçmalıyor, ‘Apo sıkıştı’ diyor. Propaganda ile oyunu karıştırıyor. Kendisini düzene satmış, kendisini rezil etmiş, AKP’yi 10 yıldır ayakta tutan benim. Derhal bu söylemi terk etmesi lazım. Biz AKP’yi çıkartan gücüz.”

Kendini düzene satmış

–  Metiner saçmalıyor, “APO sıkıştı” diyor. Propaganda ile oyunu karıştırıyor. Kendisini düzene satmış, kendisini rezil etmiş, AKP’yi 10 yıldır ayakta tutan benim. Derhal bu söylemi terk etmesi lazım. Biz AKP’yi çıkartan gücüz.

Ha biz ha Sakine

–  Sırrı: Bize gelen bilgide, “Sakine’nin tutumunun ve katılımının iyi olduğu, dağ adına Avrupa’da görevli olduğu, işini tamamlayıp geri dönüş için Paris’e gittiğinde bu olayın olduğu… Tutumunun ve katılımının iyi olduğu” bildirildi.

–  Öcalan: Ha bizi vurmuş, ha Sakine’yi vurmuşlar. Çok karanlık bir olay. Ankara’ya gelmiş (Ömer Güney) Çankaya’da büro tutmuş. Sterk “MİT kaynaklı” demiş. Mümkün değil ama düşüneceksin. Milyonda bir de olsa düşüneyim, MİT var mı? MİT de şaşırdı. Demekki darbe hala devam ediyor.
(Sırrı’ya dönerek) Sinop olayı rast gele mi organize mi?

–  Sırrı: Organizeydi başkan. Çünkü ancak bir reklam ajansı grafiği ile önceden hazırlanmış pankartlar ve bildiriler vardı. Sosyal medya üzerinden bize dönük kampanyalar başlatıldı. Darbe Araştırma Komisyonunun görevi bittikten sonra, Özel Harp Dairesi ile ilgili, Gladyo ile ilgili, Kürdistan bölgesi hariç özellikle Karadeniz’i deşifre eden bilgiler geldi. Burada Karadeniz’de gladyonun yaptığı işler başlığı altında TAYAD’lı ailelere dönük linç girişimi de vardı. Orada anlatılan, yapılan ve biçimler ne ise hepsini Karadeniz’de gördük. Bu yönüyle örgütlü ve organizeydi.

Savunmanızı hazırlayın

–  Öcalan: Siz de muallaktasınız. Tıpkı Sakine gibi. Bir daha kendini öz savunmanın hazırlamadığınız hiçbir yere gitmeyin. Size bir vurduklarında on vuramayacaksınız, gitmeyin, devlete güvenmeyin. Biliyorsunuz ki Ahmet Türk’ü iki kez vurdular, bir Samsun’da, bir İzmir’de… Sakine’ye yapılan hepimize yapılabilir. Bu özel harbe ayrıca geleceğiz.
(Çay geldi)

AKP’ye iktidarı sunduk

–  Öcalan: Hükümet kesin vesayetten kurtuldu mu hesaplaşma tam olarak yapıldı mı? Tayyip’in Hükümet mekaniği, Kürt hareketine vurduğu kadar kendisine izin veriliyor, alan açılıyor vesayet kurumu, güç odakları tarafından. Sayın Başbakan zekice bu mekaniği teşhis etmiş ve iyi kullanıyor. Komplonun bir parçası değil. Danışıklı demiyorum ama Başbakan komplonun parçasıdır demiyor ama, bu yöntemi bir iktidar aracı olarak görüyor. PKK’ya vurarak yerini sağlamlaştırıyor. Kendime kızıyorum, 2001-2004’te biz eylemi ‘tak’ diye kestik. Hükümet anlamadı, ‘terör bitti’ dediler. (Altan Tan’a dönerek) Sayın Altan bilirsin İslamcıların 40 yıllık rüyasıydı, rüyalarını gerçekleştirdik. Biz AKP’ye iktidarı altın tepside sunduk. Bize bir teşekkür etmedikleri gibi 2. Atatürk rolüne soyunup daha çok üstümüze geldiler, ezmeye çalıştılar. Benim demokratik kriterlerim var bunu anlattık, bir baktık ki AKP hegemonya kurmak istiyor, 1923-40-50 CHP yerine AKP…

Hegemonya kurmak istiyor

Türkiye’nin ihtiyacı olan tam evrensel demokratik kriterlere uymazsan, PKK’ye karışmam dedim. Bunu PKK hareketinin zorluklarını bilerek söyledim. Hegemonya kurmak istediler, biz bu hegemonyaya karşı çıktık. AKP, iktidarı gökten inmiş sandı. Bizim sınıf ve halk savaşımızın ne kadar amansız olduğunu bilmiyordu. Ben Deniz Baykal’ın taktiğini boşa çıkardım. AKP hegemonya istiyor. CHP’nin yerine geçmek istiyor. İzin vermeyiz. AKP’ye korkunç ranta imkanı çıkar. Ben buna alet olmam. Tek şartım hegemonik olmaması. Biz eskisine doyduk, yeni kambur istemeyiz.

Başbakan tutuklanacaktı

AKP’nin çıkışları yanlıştır. Son bir buçuk yılda büyük bir savaşa yüklendiler. Nihai tasfiye operasyonları yaptılar. Sayın Başbakanı buna inandıran ekip (2011’de) PKK’yi bitireceğiz’ dedi. 10 bin kişiyi (KCK) içeriye aldılar, Bu güç MİT’e de darbe planladı. Ben hemen devreye girdim, ‘bu darbedir’ dedim. Ergenekon’dan farkı yok. Başbakan MİT’e darbe yapılınca sıranın kendisine geldiğini gördü, Başbakan vatana ihanet suçundan tutuklanacaktı. (Durdu yeniden söze başladı) Genelkurmay Başkanının (İlker Başbuğ’u kastetti) tutuklanması da budur. O güce Cevat Öneş ‘darbe’ dedi. Bu yüzden ben devreye girdim, yardımcı olayım dedim.

İsyan etsek bir türlü…

(Biraz durdu yeniden başladı.) Sakine’yle sizin (Sinop’u kastederek) aynıdır. KCK’ye her operasyon ayaklanma ve isyana davetiyedir/teşviktir. BDP ve benim temkinli yaklaşımım engelledi. İsyan etmem beklendi. İsyan etsek bir türlü, etmesek bir türlü.

Her KCK’lının içeri alınması bir ayaklanma sebebidir. İsyan çıkarmıyoruz. 10 bin kişi alındı. Bu da bir nevi darbedir. En son siz alınacaktınız biz karşı hamle geliştirdik. En son parlamento grubu kalmıştı. Darbe şekil değiştirdi ama hala devam ediyor. Yeni darbe Brüksel ve ABD’de planlanıyor. Türk-Kürt ilişkilerini yeniden tanımlamam işlerine gelmiyor. Sanırım bu çıkışımız işe yarayacak. Benim üzerimde planları var. Doğan Güreş Londra’dan döndü ‘bana yeşil ışık yakıldı’ dedi, 4 bin köy yakıldı. İşadamlarını götürdüler. (Pervin’e işaret ederek)

Darbeyi önledim

Metiner, ‘Sıkıştı’ diyor. Yanlış söylüyor. Sıkışma yok, darbeyi önledim. Bir darbe var, fakat derinliğini tam fark edemiyorum. MİT’i düşürseydiler. Türkiye’de tüm kaleler düşmüş olacaktı. Hakan Fidan tutuklansa, sonra sıra Başbakan’a gelecekti. Benim bu süreci canlandırmam, darbeyi engelleme sorumluluğu… Darbeyi önleyebileceğimi fark ettim ve süreci başlattım.

Düşürülmek isteniyor

Türkiye’de 3 koldan paralel devlet çalışması var. Bu ilişkileri sabote edilmeye başladı. Sıradan lobiler değil. ABD’de Yahudi, Ermeni ve Rum lobileri stratejik ve taktik müdahale ediyorlar. Her 3’ü de Anadolu çıkışlıdır. Sözde bir hükümet var, sözde bir parlamento var. CHP ve MHP paralel devletin izdüşümleridir, basit aletleridir; AKP’ye de, medya ve işadamlarına da sızmışlar. Sadece MİT kalmış, hedeflenen bizim geliştirdiğimiz diyalogdur. MİT Müsteşarı düşürülmek isteniyor. Emre Uslu, Mehmet Baransu MİT’i hedef aldılar,. arkalarında devasa bir güç var.

Florida kontrgerilla merkezidir. Abdullah Çatlı iki kez gitti. Papa, Palme… Sakine bu tür grupların işidir. Yeni gladyo tam anlaşılamıyor. Çözüm adına yapılan her şeyi sabote ettiler. Sakine olayı bende düşük bir tereddüt uyandırdı. Net değil. Sakine Avrupa’da barışı temsil ediyordu. Hala aydınlatılamadı.

2. Atatürk olma sevdası

İşte siz. ABD-İsrail-İngiltere’nin talepleri vardı, o zaman da MİT bu işe yatmadı. Tansu Çiller’in 2. Atatürk olma sevdası vardı. Beni de bomba ile öldürmek istediler. Doğan Güreş-Tansu Çiller işbirliği de oradan (İngiltere’den) icazet almıştı. Sonuç olarak böyle bir durum yaşadık.

Gülen, Nur hareketine sızdı

Cemaatin merkezi ABD’dir. Benim buraya alınmamla birlikte Fethullah da ABD’ye alındı. Bir yazar (yazarın adını hatırlayamadı) ‘Fethullah Gülen, Nur hareketine sızdı’ diyor. ‘Kesin bilmiyorum, Kemalistlerin sızması’ diyor. Nur hareketini inceleyin, Saidi Nursi eski Nurs köyündendir. Eski bir Ermeni köyüdür. Teşkilatı Mahsusa’ya girdi, sonradan Mustafa Kemal ile takıştı. Fethullah Gülen ABD’de yaşıyor. 120 devlette okul açmış, para nereden. Florida kontrgerillanın eski merkezidir, Türkeş ve Latin Amerika’daki kontrgerilla, orada yetiştirildi. Yeni merkez ise Utah’tadır. Emre Uslu vs. orada eğitildi. Sağda ve solda örgütleri kontrgerilla ele geçirdi.

Başarısızlıkta ben yokum

–  Sırrı: Gruptaki arkadaşların da selamı var, bir diyeceğiniz var mı?

–  Öcalan: Ben sorumluluk üstlenmem. Süreç başarısız olursa ‘Apo öldü’ diyeceksiniz. Ben yokum. BDP ve PKK’nın beni kullanmasına izin vermem.

–  Sırrı: Rojava (Suriye’nin Kürt bölgesi) için bir aktarımınız olacak mı?

–  Öcalan: Suriye’de Kürtler iki tarafla da görüşsünler, kim haklarını verirse onunla çalışsınlar. Suriye Demokratik Kurtuluş Cephesi olsun. Kürt, Arap, Türk, Türkmen hepsi. Suidi Selefiler çok tehlikeli, Esad ise küçük burjuva diktatörlüğüdür. Kürtler (Suriye’deki Kürtleri kastederek) Barzani’nin emrine giremez. Onun çizgisi farklı. Kürtler mutlaka bir öz savunma gücü oluşturmalı.

–  Pervin: Başkanım sizden bir parça almak istiyorum.

–  Öcalan: (Elindeki kalemi Pervin’e vererek) Hatta size bir şey imzalayabilirim. (Heyetin üç üyesine ayrı ayrı duygularını ifade eden birer cümle yazarak birer kart imzalayıp verdi)

Fidan yalnız bırakılmamalı

Öcalan, “Kirli işler dönemini Baykal, AKP’ye devretti. Baykal tarihi hata yapmıştır. Tayyip Bey kurnaz çıktı. Deniz Baykal’ı kullandı. Ergenekonun bizden beklentisi 2002’den itibaren savaşı tırmandırmamızdı. Ben AKP’nin tam olarak oturması ve olgunlaşması için bilerek bekledim, sabrettim. AKP anlar dedik. AKP darbe ile uğraşırken başını belaya/derde sokmayalım dedik. Onlar darbelerle uğraştılar. 2007, 2009 hatta 2011’e kadar seçim hesapları, oy hesapları yaptılar. Ben geri çekildim. Benim çekilmem AKP’nin istismarından dolayıdır. KCK de PKK de dürüst ve fedakardır ama savaşı tam yapamadı, yetersiz kaldı; barış meselesinde de dirayetsiz kaldılar. Sıkıldım geri çekildim. Onlara ağır kelime kullanmıştım. Süreci esastan bozan güç kim diye baktım. Savcının… 7 Şubat MİT’e darbesi… Ben bir darbeyi sezdim. Cezaevi müdürüne ‘Hakan Bey’i (MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı kastediyor) yalnız bırakmamak gerekir’ dedim. Sözlü, yazılı iletişime geçtim, 5 ay önce tekrar kanal açıldı, diyalog başladı” diye konuştu.

 

Öcalan örgütten de dert yandı:

 

PKK bile beni anlayamıyor!

–  Sırrı: Sayın Başkan Kandil diyor ki; Karşılık ateşkesle bir geri çekilme söz konusu olacaksa bile en az 2 yıllık bir süreye ihtiyaç var.
–  Öcalan: (Sırrı’ya dönerek) PKK bile beni anlamıyor. Beni bir ağabey ve baba gibi görüyor. Endişelerini paylaşıyorum. Benim dosyalarım  (hazırladığı mektuplara vurarak) endişelerini giderecek bir çatışmasızlık öneriyor. Şimdi burada ne var?
Birinci Belge: Demokratik Barış Sürecine Felsefi Bakış: Bu toplam 10 maddeden oluşuyor.
İkinci Belge: Demokratik Çözüm Planı: Bu da toplam 10 maddeden oluşuyor. Buna kısa bir giriş de diyebiliriz
Üçüncü Belge: Demokratik Barışın Eylem Planı: 3 aşamalıdır. Birinci aşama 7 madde, ikinci aşama 5 madde. Üçüncü aşama 7 madde.

Nevruz’da ilan edeceğim
Eylem Planı’na bir sayfalık ek yazdım. İkinci ek 4 sayfalık paralel devletle ilgili sorulara cevaplar. Değerlendirme 3 yaprak, 6 sayfa Kürt Sorununda Barış  ve Demokrasi Süreci Hakkında Kısa Değerlendirme.
Ben 3 aşama ve 10 ilke öneriyorum. Bu yazı üzerine cesurca tartışacaksınız. Bunu Kandil’e ve Avrupa’ya götüreceksiniz. Kendi aranızda iş bölümü (heyeti kastederek) yaparak, Kandil ve Avrupa’ya bu görüşmeyi anlatın. Daha önce 3 hafta demiştim ama 2 hafta içerisinde gelirse, görüşlerimi revize ederim. Eşbaşkanlarla görüşürsem iyi olur. Eğer eşbaşkanlara tavır devam ederse yine bu heyet gelir. Newroz’a bunu ilan etmek istiyorum. İlanı ben yapacağım.
(Sırrı’ya dönerek) Kolektif haklar ve Kürt reformu yasası yapılacak. Biz demokratik özerklikte ısrar edersek, bu sabote olur.
–  Sırrı: Sayın Başkan süreci tıkayacak olan da sürecin önünü açacak olan da sizin koşullarınız. Buna dönük yetkililerle görüşmelerinizde bir takviminiz, bir mutabakatınız var mı?
–  Öcalan: (Önce cevap vermek istemedi sonra) Ben PKK’nin yetersizliğine karşı da inisiyatif kullanacağım. Ne PKK’nin sandığı, ne AKP’nin sandığı gibi bir çekilme olur. Akdoğan (AKP Parti Ankara milletvekili, Başbakan Erdoğan’ın Başdanışmanı Yalçın Akdoğan’ı kastediyor) milat diyor. Bu kendini kandırmadır. Felakete neden olur. Mektubun cevası gelecek. Karar verip ilan edeceğim. Kandil karamsar, aşarlarsa iyi olur. Akdoğan kendisine güveniyorsa onunla konuşabilirsiniz. Bunu yapmazlarsa daha da gelişkin bir gündemle karşılaşırlar.
(Sırrı’ya dönerek) Peki bu çekilen yere JİTEM’in ve korucuların dolmaması için komisyonlar mı olmalı, yoksa akil adamlar mı olmalı.
–  Sırrı: Parlamentonun böyle bir yetkisi ve işlevi yok.
–  Öcalan: Komisyonlar kurulacak. Hakikat komisyonu da kurulacak. Akil adamlar denetiminde olacak. Çekilme o zaman olacak. Köylere geri dönüş olacak. Bunları yapmazlarsa geri çekilme olmaz. Çekildiğimiz alanda gerillayı daha da büyüteceğiz. Çekilirsek gerilla biter görüşüne katılmıyorum. Suriye var, İran var. Şu an Suriye’de 50 bin, Kandil’de 10 bin, İran’da 40 bin var.

Hepimiz özgür olacağız

–  Sırrı: Sizin konumunuz ne olacak?
–  Öcalan: (Gülerek) Ne ev hapsi, ne de af bunlara gerek kalmayacak. Herkes, hepimiz özgür olacağız. Şunu bilin ki bu hamlem komployu boşa çıkaracaktır. Ben komployu aşıyorum. Başarılı olursam, Ne KCK tutuklusu kalır ne başkası. Bu olmazsa 50 bin kişiyle halk savaşı olacak. Ölen ölecek, ben karışmıyorum. Yalnız, herkes bilmeli ki, ‘Ne eskisi gibi yaşayacağız, ne de eskisi gibi savaşacağız’. Kendime güveniyorum. Şunu iyi bilin devlet de ben de vazgeçemeyiz. Tarihi bir barış ve demokratik yaşama geçiş.
Kandil onların savaş sistemine katılmadığım için… Bu yüzden onlara kızıyorum.
Umarım AKP’de bizi yanlış anlamaz. Yanlış anlarsa felaket olur. Buna rağmen AKP diktatoryasını bize dayatırsa kabul etmeyiz.
–  Sırrı: Başkanım her şeyi konuştuk. Bir de başkanlık meselesi var. Kamuoyu bu konuda çok hassas. Osman Kavala’nın size selamları var. Totaliter bir yapıya dönüşmesinden endişe ediyorlar.

Başkanlığını destekleriz

–  Öcalan: Başkanlık sistemi düşünülebilir. Biz Tayyip Bey’in başkanlığını destekleriz. Biz AKP ile bu temelde bir başkanlık ittifakına girebiliriz. Yalnız Başkanlık ABD’deki gibi olmalı, devlet meclisi gibi bir senato. İkincisi, bir de halklar meclisi. Bunun adı demokratik meclis de olabilir. Bu da ABD’deki gibi temsilciler meclisi gibi olabilir, Rusya’daki alt duma gibi olabilir. Bu da ABD’deki gibi temsilciler meclisi gibi olabilir, Rusya’daki alt duma gibi olabilir. İngiltere’deki avam kamarasının Türkiye versiyonu gibi. Esas olarak HDK’yi parlamentoya uyarlamak gibi düşünebiliriz. HDK demişken, çok planlı ve örgütlü işler yapmalısınız. Biraz bürokratik ve hantal kalıyor. Ertuğrul’a söyle ben hala Dev-Genç’in çizgisindeyim. (gülerek) O anlar… 40 yıldır Türk solunu taşıyorum. Daha fazla kendilerine güvenmeliler. Daha fazla kitleselleşin, dar kalıyorsunuz. Seçime BDP mi HDK’yle mi gireceksiniz siz karar verin. Adayları halkın en popüler olanından seçin. Seçime giderken HDP ile gidereseniz eş başkanlar değişebiler.
–  Pervin: Kürt basınını takip etme şansınız var mı? Özgür Gündem, Azadiye Welat gibi.
–  Öcalan: Evet. Özgür Gündem okuyorum. Kendilerini yormuyorlar, biraz kendilerini yorsunlar. İmzalar zenginleşsin. Kadın sayfasını da okuyorum. Ama sürekli katliamlar ve ölümlerden bahsediyorular, oysa özgürlükler de işlenebilir.
–  Sırrı: Son günlerde sanatçıların duyarlı çıkışları var. Mesela Kadir İnanır bayağı etkileyici oldu.
–  Öcalan: Hepsini selamlıyorum, saygılarımı gönderiyorum. Şunu görmeliler, bizim siyasi faaliyetimiz bir sanattır.

Önder’in senaryosu

–  Sırrı: Bilge Köyü katliamı üzerinden Kürt meselesini anlatan bir senaryo üzerinde çalışıyorum.

–  Öcalan: Çok iyi olur.

‘Burunlarından fitil fitil çıkarır’

PKK beni bir ağabey, bir baba gibi görüyor.
* * *
Eylem Planı’nı Nevruz’da ilan etmek istiyorum.
* * *
PKK’nın yetersizliğine karşı inisiyatif kullanacağım.
* * *
Kandil karamsar, aşarsa iyi olur.
* * *
Komisyonlar kurulacak. Akil adamlar denetiminde olacak. Çekilme o zaman olacak.
* * *
Ne ev hapsi ne de af. Hepimiz özgür olacağız.

Öcalan: (Altan Tan’a dönerek) Sen sağdaki örgütleri bilirsin. Kontrgerilla ABD merkezlidir. Yargı ve emniyeti ele geçirdiler. MİT askerlerden güçlü çıktı, savcı çağırdı gitmediler. Bana göre bir direniştir. Erdoğan bunların burnundan fitil fitil çıkarır. İnşallah diyelim.

Namaz kılıyordum

İslam kirletildi, bugün Türkiye’de hat safhadadır, İslam’ın özü adalet, hukuk ve tasavvuftur (Altan Tan’a dönerek) kirlenmeyi önleyin. Sizi nasıl markaja aldılar biliyorsun. Kürtler dindardır. İlk dönemlerde namaz kılıyordum, 33 sure ezberlemiştim. Köyün imamı Müslüm hoca ‘Sen böyle gidersen uçarsın’ diyordu. Kimse kusura bakmasın, ben İslam’a sol jargonla bakmam. Kürt halkının da dini inancı kuvvetlidir. 1969’da Kısakürek’in gizli bir toplantısına gittim.

Gizli bir İslam var

İngilizler İslam’ı kullandılar, Osmanlı’yı yıktılar. Mursi de yeni imalatları. Eskiden general imal ediyorlardı, şimdi de imam imal ediyorlar. Generallerin de faydası yok, imamların da faydası yok. Cemaatin adı kullanılıyor. İslam’ı kullanan kapitalist tekelci işadamları Başbakan’ın ağzına idamı veriyorlar. Bunlar barışı istemiyorlar. Kürtlerin yaşadığı gizli bir İslam var.

Kürtler yer arıyorlar

–  Altan: Tarikatlarda örgütlendi.

–  Öcalan: Geliştirin benden daha iyi biliyorsun.

–  Altan: Tam olarak tarif ettiğiniz güçler kimlerdir?

–  Öcalan: Ermeni lobisi etkili. 2015’le gündem olmak istiyorlar.
(Sırrı’ya dönerek) Sen Adıyaman’dan bilirsin. Aslında Türkmenlerin tarihine daha çok yoğunlaşmanız lazım. Babai isyanları çok önemlidir. Bu bir Selçuklu ayrışmasıdır. Kurmançiler da Türkmenler de sınıf olarak en altta kalanlardır. Solcular, tarihi milliyetçilere bıraktılar.

–  Sırrı: Babai isyanları bu ülkede resmi tarihte en az incelenen olaydır. Baba İshak da biliyorsunuz Adıyamanlıdır. Bir tek  Ahmet Yaşar Ocak’ın Babailerle ilgili bir tek çalışması var.

–  Öcalan: Anadolu İslamlaştıktan sonra, bin yıllık bir Hıristiyanlık öfkesi var. Rum, Ermeni, Yahudi, Anadolu’da hak iddia eder. Laiklik, milliyetçilik kisvesinde elde ettiklerini kaybetmek istemiyorlar. Aslında Sırrı Sakık’ın Kafkaslardan geldiler sözü doğruldu ama açıklayamadı.

Kürtler kendilerine yer arıyorlar. Kürtlerin devletten dışlanmaları son yüzyıldır. Abdülhamit bile onlara yer verdi. Mustafa Kemal de başta yer verdi. Devreye giren İsrail lobisi, Ermeni ve Rumlar, ‘Kürtler ne kadar dışlanırsa o kadar başarılı oluruz’ diyorlar. Bu paralel devlettir. Bin yıllık bir gelenektir.

Birgül Ayman kimdir?

Türklerin karşısına ne kadar Kürt çıkarırsak, o kadar Türk koparırız. Kürtlerle Türkler karşı karşıya gelirse, taviz alırız diyorlar. Türk Kürdü ezmeli, Kürt Türkü vurmalı. Birgül Ayman kimdir? MHP, CHP katı laik bir mezheptir. Faşist CHP olduğu gibi duruyor. CHP ve MHP ulusalcılığı, Hitler milliyetçiliğinin aynısıdır. Zaten kuruluş tarihi de aynıdır. Anayasanın önüne de bunlar dikilecekler.

İstismar etmeyelim

(Sırrı cebindeki kağıdı çıkartarak, bilgi aktarmak istiyor ve kendisine uzatıyor)

–  Pervin : Hareketin göndermiş olduğu iki ayrı mesaj var. Eşbaşkanlara iletilmiş. Biz mi okuyalım, siz mi okumak istersiniz’ deyip; yazılı kağıtları başkanın eline veriyor.

–  Öcalan: ‘Yetkilinin alması gerekir, istismar etmeyelim’ diyerek Sırrı’ya geri veriyor.
(Sırrı ‘Ben aktarayım’ diyerek kağıtları alıyor)

–  Öcalan: Özetleyin.
(Sırrı önce hareketin görüşlerini özetleyerek okudu. Adından partinin görüşlerini aktardı)

–  Öcalan: (Hareketin 16.02.2013 tarihli öneriler metnin 4. maddesi okunurken gülerek) Klasik kaygılar.

(Daha sonra aktarım bitinceye kadar dinledi. Hareketin 14.01.2013 tarihli öneriler 4. maddesi olan ‘Yeni Anayasa’da Kürtlerin halk olarak varlığını kabul eden bir ibarenin olması iyi olacaktır’ belirlemesine karşılık) Anayasada devlet öyle tanımlanamaz. Devletin etnisitesi ve dini olmaz. Hukuki bir realitedir anayasa. Bu konuda Habermas’ın görüşlerine ihtiyacımız var.

Kürtlerin varlığı

–  Sırrı : Anayasada en büyük tartışma vatandaşlık tanımında yaşanıyor. Kandil diyor ki mutlaka Kürt halkının varlığı zikredilmeli, çünkü azınlıklar denilince gayrimüslimler anlaşılıyor, ki bu doğru bir tespit.

– Öcalan: (Sırrı’nın sözünü keserek yeniden araya girdi) Vatandaşlık maddesini sana yazdırıyorum, ‘Özgür iradesiyle Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlılığını ifade eden her birey Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır’

(Biraz durup yeniden)

Türk ulusçuluğu faşist

Burada Türkiye Cumhuriyeti de olmayabilir sadece Türkiye’de olabilir. Ulus aidiyeti ile devlet aidiyetini karıştırmayın. Bunu CHP ve MHP dedirtiyor. Sizin Türk ulusçuluğu dediğiniz faşist bir örgütlenmedir. Alet olamayız. Devlete aidiz, ama Türk ulusçuluğuna ait değiliz. Türk ulusçuluğu bu ülkenin yüzde 10’unu bile karşılamaz. Millet, Arap, Türk ve Kürdü de kapsar. Ama millet-i hakime değil.

Millet kavramı hem kolektiftir, hem bireyselliği içerir (Altan’a dönerek) Millet İslam enternasyonalizmini ifade eder. Peygamber, ‘Arabın Aceme üstünlüğü yoktur’ diyor. Evrensel kavramlara gidelim. Tekilden uzağız. Ortak bir milletin üyesiyiz. Bu Türk ulusçuların kastettiği şey değil. Böyle ele aldığımız zaman bunu Türk ulusalcıları da kabul edebilir.

Hedefimiz ne? Kürt Türk ilişkilerinin özgür bir temelde anayasal bir ifadeye kavuşturmak istiyorum.

BDP milletvekilleri Pervin Buldan, Altan Tan ve Sırrı Süreyya Önder 23 Şubat’ta İmralı Adası’na giderek Abdullah Öcalan’la görüştü.  BDP’liler ile Öcalan arasındaki görüşmede bir de MİT görevlisi bulundu.

Kürtler kendi kendini yönetecek

Peki biz ileride ne yapacağız. Kürtler kendilerini özgürce ifade edecek ve yönetecektir. Şu anda yasa dayatırsak büyük alerji yaratır. İleride olabilir. Mesela AB yerel yönetim özerklik şartı ki buna şerhi kaldırırlarsa bu mesele önemli ölçüde çözülür.

–  Sırrı: Sayın Başkan izniniz olursa bir konuyu açıklığa kavuşturmak istiyorum.

–  Öcalan: Nedir?

–  Sırrı: Bu sanıldığı gibi bağlayıcı bir metin değildir. Teknik bir metindir.

–  Öcalan: Niye, birinci ve ikinci maddesinde mali ve idari özerklik var.

–  Sırrı: Sayın Başkan. Buna şerhin kaldırılması tek başına yetmiyor. Bunun iç hukuka dönüştürülmesi gerekiyor. Bunun yolu da anayasa da düzenlemek. Sanıldığı gibi bu haliyle bir bağlayıcılığı yok. Bir teminat da içermiyor.

(Bu açıklamalar üzerine biraz düşündü, önündeki mektupları karıştırdı. Sonra tekrar söze başladı)

–  Öcalan: Tavrımız şu olacaktır, ana ilke olursa biz kullanırız. Siz ister yasa çıkartın, ister çıkartmayın. İspanya’nın bütünlüğü içinde milliyetler ve bölgelerin demokratik hakları ve dayanışmaları garanti edilir. Dün yine tartıştık. Tarihsel ve kültürel kimlikler miras zenginliğimizdir. Kendilerini özgürce ifade etmeliler, ki bu örgütlenme ve yönetmeyi de içerir ve yaşamaları bir haktır ve garanti edilir.

(Sırrı’ya dönerek)

Sırrı bize lazım. Bizim kıymetlimiz. (Sırrı’ya dönerek) Ben seni bana söylendiği zaman başka bir Adıyamanlı Sırrı ile karıştırdım. Sen siyasaldaydın değil mi?

–  Sırrı: Evet

–  Öcalan: Kaç girişlisin?

–  Sırrı: 1979 girişliyim.

–  Öcalan: Ha o sen değilsin. O bizim zamanımızda, sadece ders çalışan xımıl biriydi.

–  Sırrı: Sayın Başkan siz Adıyaman’a ilk geldiğinizde ben 14-15 yaşındaydım. Siz geldiniz Hasan Yorulmaz’ı sordunuz. Ben sizi Hasan Yorulmaz’a götürmüştüm.

–  Öcalan: Evet. Benim Adıyamanlı çok kıymetli arkadaşlarım vardı şehit düştüler.

–  Sırrı: Mehmet Emin Taştan.

–  Öcalan: Evet.

–  Sırrı: Aziz Bilgiç.

–  Öcalan: Evet.

–  Sırrı: Sabri de bizim devredendi.

–  Öcalan: Evet, Sabri çok değerli bir arkadaşımızdır. Sen Mükerrem Kemertaş’ı çok seviyorsun. Seni de çok severim ama Turan Engin’i daha çok severim, Esas beni etkileyen Aram Tigran’dır. Onun sesi beni kendime getirir.
Büyük kadın kahramanlar var. Yaşamın kutsallığı önemlidir. Kölelikten vazgeçilmelidir. 8 Mart mesajı olarak bu söylediklerimi, bu çerçevede açarsınız. Kadını özgür almayan bir halk özgür alamaz. Kadının tam özgürleşmiş hali tanrısallıktır. Şehit düşen kadın kahramanları anıyorum.
Şimdi siz bana biraz izin verin. Bu vereceğim mektuba Kandil’in endişelerini cevaplayan bir ek yazacağım.

(Heyette bulunan 3 kişi odadan çıktık. 15 dakika sonra tekrar çağırdı bizi)

–  Öcalan: Ben bunu yetkiliyle size ulaştıracağım. Size vermeliler. Çünkü vermezlerse süreç devam etmez.

–  Pervin: (Ayağa kalkarak, yetkiliye hitaben) Ne zaman vereceksiniz?

–  Yetkili: Ben ileteceğim, size verirler.

–  Öcalan: Bana yönelttiğiniz bütün soruların cevapları ve Kandil’in endişelerini giderecek her şey bu mektuplarda var. Şimdi eklerini yazacağım. Karşılıklı görüşmeler devam edecek.
(Tekrar oturarak görüşme devam etti)

–  Öcalan: Devlet düzeyinde karşılıklı olarak diyalog içindeyiz. Karamsar olmayın., AKP buna ne kadar hazır, ne kadar ciddiler bunu bana siz getireceksiniz. Anti terör yasası, siyasi partiler yasası, seçim barajı… Toplantılarımızda cesurca tartışıp bana getireceksiniz. Bir ya da iki hafta içinde eleştirisel bir cevap bekliyorum. Bu bir taslaktır, dayatma değildir.
Çekilmeden çekilmeye fark var. tek taraflı bir çekilme olmayacak. Çekilme parlamento kararı ile olacak. Başbakanın dediği çekilsinler onlara karışmayız demesiyle olmaz. TBMM onaylayacak, çekilme komisyonla olacak.

(t24.com.tr)

Yeşiller/Sol, “28 Şubat’ı unutmuyoruz!”

Yeşiller ve Sol Gelecek postmodern darbe olarak nitelendirilen ve 28 Şubat 1997’de irtica ile mücadele gerekçesi ile alındığı açıklanan MGK (Milli Güvenlik Kurulu) kararlarının 16. yıldönümünde yazılı bir basın açıklaması yayınladı.

Yeşiller/Sol’un eşsözcüleri Sevil Turan ve Arif Ali Cangı’nın imzalaru ile yayınlanan basın açıklamasında, “Türkiye’nin bir daha darbelerle karşılaşmamasının yolu, demokrasinin, özgürlük ve eşitlik anlayışının, demokratik ve bağımsız bir yargı sisteminin yerleşmesi ve kökleşmesidir” vurgusu yapıldı.

Basın açıklamasının tam metni şu şekilde;

28 Şubat’ı unutmuyoruz!

Bugün 28 Şubat, bir darbe girişiminin, postmodern darbe olarak adlandırılan tankların sokaklarda yürütüldüğü bir askeri müdahalenin 16. yıldönümü.

Türkiye son 52 yılında çeşitli darbeler ve darbe girişimleri yaşadı. Türkiye demokrasisi, askerin, ordunun hazırladığı cuntalarla kesintiye uğradı; doğal gelişimi içinde, sivil yollardan, halkın mücadelesi ve müdahalesi ile kendini geliştirmesine izin verilmedi. Militarizm sınırsızca terör estirdi. Kamu eliyle silahlandırılmış görevliler, ellerindeki silahları topluma ve siyaset alanına yönelik bir tehdit olarak kullandı.

Darbecilerin gerekçeleri farklı olsa da, amaçları hep aynı idi: Askeri vesayeti ve menfaat zincirini sürdürmek. Bu nedenle, 12 Mart Darbesi’nde 27 Mayıs’ın, 12 Eylül Darbesi’nde 12 Mart’ın, 28 Şubat postmodern Darbesi’nde 12 Eylül’ün, 27 Nisan Muhtırası’nda 28 Şubat’ın izlerini gördük.

Toplumdaki uyanışın önünü kesmek, siyasal rejimin sermayeye, askeri ve sivil bürokrasiye, uluslararası güçlere hizmet etmesini sürdürmek uğruna yapılan darbelerin bedelleri hem toplum hem de siyasal sistem açısından çok ağır oldu.

Türkiye halen darbelerin kalıntıları ve sonuçları ile boğuşuyor. Bu nedenle de darbecilerin hesap vermesi, üç-beş cuntabaşının değil, bütün sorumluların yargılanması; darbe kalıntısı anayasa, yasa, kurum, yönetmelik ve uygulamaların tasfiye edilmesi için sürdürülen mücadele demokrasi taleplerinin de vazgeçilmez parçasıdır.

Darbe yapanların ve teşebbüs edenlerin yargılanması demokrasi anlayışının gelişebilmesi ve kalıcılaşması bakımından vazgeçilmezdir. Demokratik parlamenter rejimi lağvetmeye veya askıya almaya yönelik tüm darbeci teşebbüsler cezalandırılmalıdır.

Öte yandan adil bir yargılama, darbeci bile olsalar herkes için gereklidir. Yargı sistemi adil bir yargılamaya izin verecek şekilde ve evrensel demokratik hukuk ilkelerine, AİHM içtihatlarına dayanarak işlemelidir. Bu çerçevede adil yargılama ilkelerine ve evrensel demokratik hukuk ilkelerine titizlikle riayet edilmelidir.

Türkiye’nin bir daha darbelerle karşılaşmamasının yolu, demokrasinin, özgürlük ve eşitlik anlayışının, demokratik ve bağımsız bir yargı sisteminin yerleşmesi ve kökleşmesidir.

28 Şubat 2013’te, Türkiye’nin darbeler tarihini bir kez daha hatırlıyoruz.

Demokratik, ekolojist, eşitlikçi ve özgürlükçü bir değişimin siyasi temsilcisi olarak, darbelerin ve darbe girişimlerinin bir daha asla yaşanmaması için hak ve özgürlüklerimizi geliştirme mücadelesine sarılıyoruz.

Sevil Turan – Arif Ali Cangı
Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi Eşsözcüleri”

(Yeşil Gazete)

Schalke’nin Drogba oynamasın talebine UEFA’dan ret

UEFA Schalke 04 Kulübü’nün Didier Drogba hakkında yaptığı linans itirazı konusunda karar verdi.

Schalke 04 Kulübü daha önce yaptığı başvuru ile Didier Drogba’nın Şampiyonlar Ligi’nde geçerli lisansa sahip olmadığını iddia etmişti. İlgili madde uyarınca takımlar, Şampiyonlar Ligi kadrolarını en geç 1 Şubat’ta teslim etmek zorunda.

Drogba’nın bu tarihte lisansının olmadığına dikkat çeken Alman kulübü, FIFA’nın Drogba için 12 Şubat’ta geçici lisans verdiğini, dolayısıyla Galatasaray’ın 1 Şubat’ta lisanssız bir futbolcunun ismini bildirdiğini iddia etmişti.

UEFA yaptığı açıklama ile Schalke’nin konuyla ilgili yaptığı itirazı reddetti.

Schalke 04’den resmi açıklama

Öte yandan Schalke 04, UEFA’ya yaptığı Didier Drogba başvurusunun reddedilmesi üzerine açıklama yaptı.

Schalke 04’ün resmi sitesinden yapılan açıklamada şu ifadelere yer verildi:

“Sonuç: Başvuru olumsuz sonuçlandı. Schalke 04 kararı kabul etmiştir ve başka başvuruda bulunmayacaktır.

Galatasaray’ın resmi sitesinde çıkan haber ve basında çıkan haberlerde Didier Drogba’nın Galatasaray’a transferinin ardından Şampiyonlar Ligi’nde oynamasının kurallara uygun olup olmadığı konusunda başvuru yapılmıştı. Drogba’nın bu maçlarda oynatılmasının legal olup olmadığının anlaşılabilmesi için tek yol bu başvuruyu yapmaktı.

UEFA’nın soruşturmasının ardından Drogba’nın Galatasaray’da Şampiyonlar Ligi’nde oynamasının uygun olduğuna karar verilmiştir.”

(Eurosport)

UEFA’dan seyircisiz maçta seyirci sahaya yanıcı madde attı cezası

UEFA, Fenerbahçe’ye seyircisiz olarak oynanan BATE Borisov maçında sahaya saha dışından paraşütle atılan yanıcı maddeler nedeniyle bir maç seyircisiz oynama cezası, BATE Borisov ile oynanan ilk maçta rakibine kasıtlı olarak peşpeşe iki defa tekme atan Raul Meireles’e de gördüğü kırmızı kart sebebiyle üç maç ceza verdi.

Ayrıca kurul, iki yıl içinde saha olayı yaşandığı takdirde Fenerbahçe’yi Avrupa’dan men edeceğini açıkladı.

Fenerbahçe Kulübü de konuyla ilgili şu açıklamalarda bulundu:

“UEFA Kontrol ve Disiplin Kurulu, cezamız nedeniyle seyircisiz oynadığımız Bate Borisov maçında, stadyum dışından atılan yabancı maddeler nedeniyle, Son 16 Turu’nda oynayacağımız Viktoria Plzen maçının seyircisiz oynanmasına karar vermiştir.”

(Eurosport)