Ana Sayfa Blog Sayfa 4204

Yargıdan Çanakkale’ye iyi haber

Yapımı süren termik santrallerin tehdidi altındaki Çanakkale’ye yargıdan iyi haber geldi.

Çanakkale’de yayınlanan Çağdaş Demokrat gazetesinin haberine göre Alarko-Cengiz Holding ortaklığının Karabiga’nın hemen yanı başına kurmak istediği kömürlü termik idare mahkemesi tarafından durduruldu.

Mahkemeye göre Karabiga’daki termik santral projesi hukuka uygun değil.

İdare mahkemesinin kararıbirçok termik sntral davasına emsal olabilecek şekilde. Karar gerekçesinde

“…tesisin etki alanı içerisinde bulunan; tarım arazilerine, doğal yaşama, yerleşim yerlerine ve insanlara, denizden alınacak olan deniz suyunun tekrar denize verilmesi nedeni ile deniz ve dolayısıyla deniz içerisindeki yaşama ve genel olarak çevreye olumsuz etkilerinin olacağı ve bunların ÇED raporunda yeterli ölçüde öngörülmediği, bu etkilerin bertarafı için gerekli taahhütlerin bilimsel ve teknik verilere dayanmadığı, tesiste boşaltılacak kömürün boşaltılması ve kırılması sırasında çevre açısından önemli olumsuzluklar oluşacağı anlaşıldığından ÇED’in hukuka uygun olmadığına…” deniliyor.

Karar Çanakkale’deki çevre savunucuları tarafından sevinçle karşılandı.

Yıllardır yaptıkları toplantı, yürüyüş ve eylemlerle evlerinin yanı başında kömürlü bir termik santral istemediklerini dile getiren Karabigalıların mücadelesi açısından verilen bu karar son derece önemli ve  hem Çanakkale’deki hem de Türkiye’nin dört bir yanında sürdürülen çevre mücadelelerine meşruiyet kazandırıyor.

Yeşil Gazete, Çanakkale Çağdaş Demokrat

Genelkurmay’dan Ergenekon açıklaması

Ergenekon davasıyla ilgili açıklama yapan Türk Silahlı Kuvvetleri, “sabır” ve “adil yargılanma ilkesi” vurgusu yaptı.

Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesindeki açıklama dört maddeden oluşuyor.

Ergenekon davasında görev başındaki ve emekli bazı TSK personellerinin de cezaya çarptırıldığı hatırlatılan açıklamada şöyle deniliyor: “TSK mensupları ile ilgili soruşturma ve kovuşturmalar yakından takip edilmekle birlikte sabır, metanet, soğukkanlılık ve aklıselimle hareket edilerek yanlış anlaşılmalardan daima kaçınılmaktadır.”

Söz konusu personelin ve ailelerinin yaşadığı üzüntünün “derinden hissedildiği” belirtilen açıklamada : “TSK olarak; bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da, hukukun üstünlüğüne saygının gereği olarak, adil yargılanma ilkesi çerçevesinde, söz konusu yargılamanın hakkaniyete uygun, kesin bir hükümle neticeleneceğine inanmaktayız.” denildi

 

Kadıköy Saraçoğlu’ndan Taksim Gezi’ye selam, “Sık bakalım Sık bakalım”

Fenerbahçe’nin Avusturya’nın Red Bull Salzburg takımını Kadıköy Şükrü Saracoğlu Stadı’nda 3 – 1 mağlup ederek Şampiyonlar Ligi Play Off turuna kaldığı maçın son dakikalarında tribünlerden Gezi Direnişi protestoları yükseldi.

Fenerbahçeli, futbolcuların deplasmandaki maçta sergiledikleri gol sevinci de Gezi Direnişine atfedilmiş daha sonra ise golü atan Baroni tarafından başka bir amaçla yapıldığı belirtilmişti

Karşılaşmanın 81’inci dakikasında, önce “Her yer Taksim, her yer direniş” sloganını atan sarı-lacivertli taraftarlar, ardından “Sık bakalım, sık bakalım biber gazı sık bakalım” tezahüratı yaptılar.

http://www.youtube.com/watch?v=F9QRBLyK5Ag

Tribünlerden 84’ncü dakikada ise “Hükümet istifa” sesleri yükseldi. Bu tezahüratlara Genç Fenerbahçeliler Grubu haricinde bütün stat katıldı.

Selçuk Yula unutulmadı

Kalp krizi sonucu hayatını kaybeden Fenerbahçe’nin efsane futbolcusu Selçuk Yula, sarı-lacivertli takımın Salzburg ile oynayacağı maçta unutulmadı.

Fenerbahçeli futbolcular, Şükrü Saracoğlu Stadı’nda oynanan Red Bull Salzburg karşılaşması öncesi, ön tarafında ‘Kalbimizdesin büyük kaptan’, arka tarafında ‘Selçuk Yula 9’ yazan tişörtlerle ısınmaya çıktılar. Ayrıca futbolcular, formalarının koluna UEFA’dan alınan izinle siyah bant taktılar.

Almanya Yeşiller’inden eğitimde vejetaryen yemek önerisi: ‘Veggie-Day’

Almanya’da Yeşiller Partisi okul yemekhanelerinde öğrencilere haftada 1 gün vejateryen yemek verilmesini önerdi. Yeşiller, eylül ayında yapılacak federal meclis seçimlerinin ardından iktidara gelmeleri halinde, ‘Veggie-Day’ olarak adlandırdıkları et ve et ürünlerinin yer almadığı menülerin hazırlanacağı yemekhane gününü uygulamaya koymayı hedeflediğini açıkladı.

Yeşiller Partisi’nden Katrin Göring-Eckardt, perşembe günleri okul yemekhanelerinde öğrencilere vejetaryen yemek sunulmasını önerirken, birçok kent ve şirkette bu yönde uygulamalar olduğunu anlatırken, “Her gün iki hamburger yemeye gerek yok” dedi. Göring – Eckardt, bir Alman vatandaşının yılda ortalama 60 kilogram et tükettiğini, bu oranın azaltılmasının endüstriyel hayvancılık ve gıda skandallarının azaltılması bakımından da önemli bir adım olacağını vurguladı.

Öte yandan Yeşiller’in bu önerisine diğer siyasi partiler kuşku ile yaklaştı. Hıristiyan Sosyal Birlik Partili (CSU) Almanya Tarım ve Tüketiciyi Koruma Bakanı İlse Aigner, dengeli bir beslenmeye ihtiyaç bulunduğunu, et tüketiminin de sağlıklı beslenmenin önemli bir parçası olduğunu söylerken Hür Demokrat Parti’nden Rainer Brüderle de, Yeşiller Partisi’nin önerisini eleştirirken, bu önerinin arkasından “Elyaf günü, bisiklet günü ve yeşil tişört gününün mü geleceğini sordu.

Katrin Göring-Eckardt

Almanya’da Sağlık sigortası Techniker Krankenkasse, şubat ayında yayımladığı raporunda Almanya’da vatandaşların, özellikle de erkeklerin önerilen miktarın üzerinde et ve et ürünleri tükettiğine dikkat çekmişti. Çevre örgütleri, et tüketiminin yüksek düzeyde olmasının yalnızca insan sağlığı ile ilgili olmadığı, hayvancılık için daha fazla arazi kullanımına yol açtığı ve atmosfere zararlı sera gazı salınımını da tetiklediği uyarısında bulunduğu hatırlatıldı.

 

Hatay’da orman yangını Amanos dağlarını kapladı

Hatay’da önceki gün sabaha karşı başlayan ve kısa sürede Amanos Dağları’nı saran orman yangınında şu ana kadar 1000 hektar kızılçam ormanı zarar gördü. Yerleşim bölgesinden uzaklaştırılan yangın henüz kontrol altına alınamadı.

Hatay merkeze bağlı Gülderen köyü yakınlarında ormanlık alanda önceki gün sabaha karşı çıkan ve rüzgarın etkisiyle hızla yayılan yangın devam ediyor. İki gündür yanan ve merkeze bağlı Serinyol beldesi yakınlarındaki ormanlık alana kadar yaklaşan Amanos Dağları’ndaki yangın, 3 uçak, 8 helikopter ve çevre illerden gelen çok sayıda ekibinin çabalarına rağmen alevler bir türlü kontrol altına alınamıyor.

1000 hektarlık kızılçam ormanın zarar gördüğü yangında, arazinin oldukça dik ve engebeli olması bazı bölgelerde karadan müdahaleyi zorlaştırıyor. Geniş bir alanda devam eden yangında, sarp ve engebeli bölgelere uçak ve helikopterlerle, düz alanlara da karadan yoğun olarak müdahale devam ediyor. Rüzgarın ters esmeye başlamasıyla Karlısu beldesi ile Gülpınar ve Oğlakören köylerini tehdit eden alevler karadan ve havadan yapılan müdahalelerle bertaraf edildi. Yerleşim yerlerinden uzaklaştırılan alevler bu kez de Amanosların zirvesine doğru ilerliyor.

 

Ergenekon var mı? – Oya Baydar

İnsanız, unutuyoruz; hele de işimize gelmeyen, hatırlamaktan huzursuz olduğumuz şeyleri daha kolay, daha çabuk unutuyoruz. Zihnimiz hafızamıza değil, hafızamız zihnimize hükmediyor çoğu zaman. Daha önemlisi, insan hafızası son derece seçici, kendisine yansıyan her şeyi değil sadece bazılarını saklıyor. Bu yazının başlığı “Hafıza-i beşer nisyan ile malûldür” (insan belleği unutma özürlüdür) de olabilirdi. Ergenekon davası kararlarından sonra yazılanlara, söylenenlere bakınca, bu sözün ne kadar doğru olduğunu bir kez daha düşündüm.

Ergenekon davası tartışmasının hukuki boyutları beni aşar; vicdani boyutuyla söyleyeceklerim, iki uçta “savcıdan çok savcı” ve “avukattan daha avukat” olanların dışında, aklıselim sahibi kişilerin, yazarların, yorumcuların paylaştıkları görüş: Ergenekon davalarını, derin devlet ve içinde yuvalanmış çetelerle, devlet himayesindeki suç şebekeleriyle hesaplaşma hamlesi olarak başından beri destekledim, önemine, gerekliliğine inandım. Devletin demokratikleşmesi ve şeffaflaşması yolunda atılması zorunlu bir adım olarak gördüm. “Yesinler birbirlerini” demedim, yakın tarihin en kötü olaylarından, cinayetlerinden sorumlu bir yapının (hangi iradeyle olursa olsun) yargılanması gündemdeyken kenara çekilmeyi demokratik bilinçle ve vicdanla bağdaştıramadım. Dava sürecinde ise, usûl hatalarının hukuksuzluğa, yargılamanın adaletsizliğe dönüşmesine sadece yargılananların bazılarının uğradıkları haksızlık ve mağduriyet nedeniyle değil, aynı zamanda devletin kendini arındırma fırsatının heba edilmekte olduğunu gördüğüm için de isyan ettim. Ergenekon davası, aysbergin su yüzünde kalan küçük bir bölüme dokunup derin merkeze varamadan sulandırıldı. Darbeci-vesayetçi çevrelerin müdahale ortamı hazırlamak amacıyla vurucu güç olarak kullandıkları kod adı Ergenekon çetesi arasındaki bağlar yeterince açığa çıkarılamadığı gibi, güneydoğudaki faili meçhullerden Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Hablemitoğlu cinayetlerine uzanan yol, Susurluk bağlantıları, JİTEM işi faili meçhuller, Hrant Dink, Rahip Santoro cinayetleri, Zirve yayınevi katliamı, bayrak provokasyonları, Sabancı suikastı ve onlarca, hatta yüzlerce benzeri görmezden gelindi. Derin devletin derin beyinleri korundu, sakınıldı. Ergenekon davasının ardındaki siyasi iradenin (AKP-Cemaaat koalisyonu) gerçek derinliklere inilmesinden fayda ummadığı, sadece iktidarına tehdit olarak gördüğü darbeci – vesayetçi kesimlerin geriletilmesiyle yetineceği anlaşıldı. Demokrasi vizyonları, ideolojik bagajları ve devlet anlayışları daha ileri gitmelerine elvermiyordu; kendi postlarını (iktidarlarını) pekiştirip korumak ötesinde bir dertleri yoktu.

Gelelim Ergenekon’a

Adı önemli değil, tek adı olduğunu da sanmıyorum; ama 1950 başlarında bütün NATO ülkelerinde kurulan, asıl amacı muhtemel bir Sovyet saldırısı veya sızması sırasında gereğinde halkı mobilize etmek olan gizli paramiliter yapıların varlığı çoktandır biliniyor. 80’lerin sonlarında Sovyetler Birliği’nin dağılması ve sosyalist sistemin çöküşüyle birlikte, ülkeler bu yapıları tasfiye etmeye koyuldular. En iyi bildiğimiz örnek, İtalya’da Gladyo (kılıç) adını taşıyan örgütün 1992’de başlayıp yıllarca süren tasfiyesidir. Tıpkı bizdeki gibi jandarmanın bir silah deposunu tesadüfen bulmasıyla başlayan süreç, aralarında başbakanların, bakanların, ünlü kişilerin, işadamları ve mafya babalarının, gazetecilerin ve de yüksek rütbeli subayların bulunduğu binlerce kişinin sorgulanması ve mahkûmiyetleriyle sona erdi.

Türkiye gibi halkına karşı suç işleyen devlet geleneğine sahip, üstelik de soğuk savaş dönemi boyunca ABD’nin komünizme karşı ileri karakolu bir ülkede, benzer yapıların varlığı değil, yokluğu şaşırtıcı olurdu. Kimi araştırmacılara göre Türkiye’deki adı Altın Post olan, bugünlerde  Ergenekon diye adlandırılan bu gizli yapıyı, darbe dönemlerinde sorgulardan, işkencelerden, hapishanelerden geçmiş olanlar, özellikle de solcular, sosyalistler, devrimciler iyi tanırlar. 1977-1980 arasında ülkenin kaosa yuvarlandığı, Kahraman Maraş, Sivas; Çorum gibi toplu katliamların gerçekleştirildiği, provokasyonların birbirini izlediği 12 Eylül darbesine hazırlık döneminde işlenen Abdi İpekçi dahil onlarca cinayette, 1990’lardaki Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Necip Hablemitoğlu ve benzeri cinayetlerde, hele de güneydoğuda Kürt mücadelesinin yoğunlaştığı yıllardaki faili meçhullerde, Türk Gladyosunun kurşun ve parmak izlerinin varlığı tartışmasızdır.

1990’lara kadar ABD (CİA)’nin stratejik gereksinimini karşılayan bu yapılar, artık ihtiyaç ortadan kalktığı için çoğu ülkede tasfiye edilirken, Türk devleti bir alan kaydırması yaparak Türk Gladyosunu Kürtlerle savaşın hizmetine koştu. Mesela JİTEM, bu derin yapının bir kolunun yeni hizmetlere (!) adapte edilen reorganizasyonudur. Türkiye gibi bir ülkede bir düşman giderken yenileri öne çıkar/çıkarılır. Komünizm tehdidinin anlamsızlaştığı 1990’larda “bölücülük” ve “irtica” milli güvenlik belgelerindeki baş düşmanlardır ve Gladyo ya da Ergenekon türünden devlet içi gizli örgütlenmeler bölücülük ve irtica olarak tanımlanan faaliyetlere yönlendirilmiştir.

1952’de “Hususi ve Yardımcı Muharip Birlikleri” adıyla kurulmuş olan, 1970’de Özel Harp Dairesi adını alan, 1992’den itibaren de Özel Kuvvetler Komutanlığı olarak adlandırılan yapının içinde, gerektiğinde orduya yardımcı sivil güçlerin (Beyaz Kuvvetler’in) olduğu, Genel Kurmay’ın resmen kabul ettiği bir gerçektir. Türkiye’nin her yanına yayılmış, binlerce gönüllüden, binlerce silah deposundan oluşan bu yapı, doğası ve işlevi gereği gizlidir. Ergenekon veya başka adlarla ortaya çıkan oluşumlar bu yapının kimi zaman denetlenen ve görevlendirilen, kimi zaman denetimden çıkan birimleridir.

Dağınık anımsamalar

Unutma özürlü belleğimizi harekete geçirmek için gelişigüzel ve dağınık birkaç hatırlatma notu:

Adapazarı-Düzce şeytan üçgenini hatırlıyor musunuz? Kaç kişinin, kaç Kürt işadamının cesedi bulundu oralardaki askerî atış poligonunun çevresinde! Bölgenin jandarma komutanı o sıralarda Veli Küçük değil miydi? Ki sonradan, Susurluk bağlantıları apaçık olduğu halde terfi ettirilip Giresun’a tayin edilecekti. Tansu Çiller’in başbakan sıfatıyla, elimizde PKK’ye yardım eden isimlerin listesi var, dediğini ve o listeden birçok ismin kısa sürede ortadan kaldırıldığını hatırlıyor musunuz?

Susurluk kazasını izleyen günlerdeki gelişmeleri, Susurluk raporunu, Mehmet Ağar’ı, “Efsane Albay”ı, komisyonun bütün çabalarına rağmen ordu mensuplarının Susurluk komisyonuna bilgi vermek için bile getirilememesini, o kazada ölen Çatlı’nın cenazesinde, şimdi Ergenekon’dan hüküm giyen Drej Ali lakaplı Ülkücü Mafya reisinin Çatlı’nın mezarı başında “O bir Kılıçtı” (Gladyo göndermesi) demesini, aynı Çatlı’nın ve arkadaşlarının Kıbrıs’ta Ergenekon davasından hüküm giyen Türk Metal sendikası Başkanı Mustafa Özbek’in kendi adını taşıyan görkemli eğitim(!) merkezini mesken tutmuş olmasını, orada saklanan eski Ülkücüleri, Kıbrıs’ta işlenen derin cinayetleri hatırlamıyorsanız Kıbrıslılara sorun da anlatsınlar. Yeri gelmişken merhum Denktaş’ın Sayın Demirel’le birlikte derinlerin adamı olduğunu da hatırlatmadan geçmeyelim. Mesela o korkunç Sabancı cinayeti sırasında binanın güvenliğini sağlayan şirketin patronlarının Veli Küçük ve eski bir MİT müsteşarı olduğunu; mesela bütün kışkırtmalara rağmen güneydoğuda olaysız geçen 2003 Nevruz’unun ardından Mersin’de, birkaç çocuğun uzun pardösülü adamların ellerine tutuşturdukları Türk bayraklarını yakmalarıyla patlayan bayrak provokasyonunu, ardından gelen bayrak çılgınlığını; merkezi yine Mersin olan Kuvayi Milliye Derneği adlı, gizli ayinler yaptıran, üyelerine silaha el bastırıp  o silahı vatan hainlerine çevireceği yemini ettiren tuhaf yapıyı (Başkanı ve başkan yardımcısı Ergenekon davasından hüküm giydiler), mesela Şenuygur ve Tolon paşaların, çeşitli üniversitelerde, en çok da Mersin’de, Trabzon’da “Parola vatan, işareti bayrak” kodlu buram buram ulusalcı, militarist provokasyon kokan konferanslarını; sonra Hrant Dink cinayetini, oraya doğru adım adım tırmanan provokasyon zincirini. Hrant Dink’in ve Agos yazarlarının yargılandığı Kerinçsiz takımının suç duyurusuyla açılmış sözde davalarda, daracık mahkeme odasında yargılananlara sadece sözle sataşma değil mahkeme heyetinin gözleri önünde tükenmez kalem, bozuk para, vb atmaya cesaret eden Kerinçsiz ve örgütdaşlarını, celselerden birinde Veli Küçük’ün de mahkeme odasında arzıendam etmesini ve bu sırada kapıda üzerinde hakaretler, vatan hainleri, vb. yazılı pankartlar taşıyan, avaz avaz haykırarak Agoscuları tartaklamaya çalışan bir kısmı bugün Ergenekon sanıkları arasında bulunanları… Ve de gören gözün, düşünen kafanın ilk andan büyük bir provokasyon olduğunu kavrayacağı Yargıtay cinayetini, ardından örgütlenen devlet cenaze töreninde ordunun göreve çağırılışını, hükümet istifa haykırışlarını…Gazete manşetlerini, köşe yazılarını hatırlıyor musunuz?

Ne yerim ne de belleğim elverişli tümünü saymaya ama neyse ki arşiv diye bir şey var, meraklısı son on beş yılın olaylarını arşivden tarayabilir ve dikkatli bir incelemeyle Ergenekon iddianamesinden çok daha sağlam ve güçlü bir iddianame çıkarabilir ortaya.

“Bu ne biçim örgüt, yargılananlar birbirlerini tanımıyor” diye itiraz edenler bu türden örgütlenmelerden habersizler anlaşılan, çünkü benzer örgütlerin yapısı tam da budur. Mesela Beyaz Kuvvetler mensupları da tanımaz birbirini. Bir üstlerinden emir alır bir altlarına iletirler, halka bir kaç kişide tamamlanır ve kapanır. Öte yandan, Ergenekon’un uydurma olduğunu iddia edenlerin, “Bu ne biçim örgüt, bunca farklı kesimden insan biraraya nasıl gelir!” argümanları da örgütün varlığını yadsımak yerine pekiştirmektedir. Bu yapılar, sadece Türkiye’de değil her yerde, birbirlerini tanımasalar da her birinin işlevi farklı olarak geniş bir ağ içinde buluşanlardan oluşur. Aralarında amaç birliği vardır, o kadar.

İster Ergenekon, ister Gladyo, ister başka bir şey, adı önemli değil; ama devletin içinde ve devlet tarafından kullanılan çeteleşmiş yapıların varlığını, Ergenekon’un da onlardan biri olduğunu kabul etmek istemeyenler bir kez daha düşünmelidir. Bence bu davada itiraz etmemiz gereken örgütün varlığı değil davanın yürütülüş biçimi, hedefinden saptırılması, hukuk ihlalleri, adil yargılama boşlukları, bir torbaya doldurulmuş sanıklar, siyasi hasımların tasfiyesi görünümü veren zihniyet yargılamasıdır. Tam da bu yüzden yakın tarihimizin bu en önemli ve kilit davası, en azından bu aşamada, derin devletin çözülmesini ve demokratik hukuk devletine doğru yol alınmasını isteyenlerde buruk bir tad ve keşkeler bırakmıştır. Derin çeteleri ve onları kullanarak demokratik işleyişe müdahaleye heveslenenleri geriletmiş, caydırmış olmakla birlikte – ki bu da büyük bir kazanımdır- derin devletin derinine ulaşılamamış olması, önümüzde demokratik bilincin gelişmesine doğru kat edilecek epeyce yol olduğunu bir kez daha hatırlatmaktadır bize.

Oya Baydar- www.t24.com.tr

Ekolojik yaşam kültürel dönüşümle başlar – Güven Eken

Doğadan kopuk yaşamak da bir çeşit yalnızlıktır. Zihin, sürekli olarak bedenin özüne, suya, toprağa ve havaya dokunmak ister. Ne var ki şehrin beden sınırlarını aşan hızı içinde bunu başaramaz. Kendi kaynağı doğadan kopar. Yalnızlaşır. Bu yalnızlık da insanın insana duyduğu açlık kadar tüketici olabilir, ancak pek önemsenmez. Hatta çoğu zaman fark edilmez.

Doğa yalnızlığının az veya çok herkesin içinde olduğunu görebilirsiniz. Çimen üstü mangal, parkta yürüyüş, gece yarısı televizyon belgeseli, evde evcil bir hayvan, civar köylere haftasonu kaçışı… Hepsi doğa yalnızlığını hafifletmek için kullanılan birer kısa yol.

Kimileri içinse bu kısa yollar artık yetersiz kalır. Şehri terk etme içgüdüsü büyür, büyür. Sonunda eyleme dönüşür. Bir bakmışsınız plazada çalışan bir dostunuz bir sene sonra elinde çapa, domates ekiyor. Bazıları bu değişimi daha da büyük bir tutkuya dönüştürür: Ekolojik köy kurma hayali gibi.

Bugün binlerce insanın münferit olarak, daha küçük bir grubun ise ekolojik yaşam kurmak için kolektif bir şekilde şehirden kıra göç ettiğini biliyoruz. Bilmediğimiz veya daha az bildiğimiz konu ise bu insanlar şehirden kırsala yerleştiklerinde onları neyin beklediği…

Şehirden kırsala geçiş sadece mekânsal bir değişimi değil, aynı zamanda kültürel bir dönüşümü gerektiriyor. Böyle bir dönüşüm, hazırı satın almaya alışmış bireylerin dayanışma içinde üreten kolektifler oluşturması anlamına geliyor. Tahmin edebileceğiniz gibi bu yalnızca sebze ekmekle başarılabilecek bir şey değil. Düşünme ve ilişki kurma biçiminin ters yüz edilmesi, adeta yeniden yapılandırılması gereken bir durum.

Kıra giden veya bunun hayalini kuranların önündeki en önemli soru zaten tam da bu: Aranan yeni yaşamın kültürel kökleri tam olarak nasıl ve nerede? Tüketim kültürünü terk edenin içine düştüğü kaçınılmaz arayış…

Kırdaki arayışın ilk sonuçları genellikle batıdaki ekoloji hareketinin uzantısı olan pratik çözümleri işaret eder. Tarımda ve mimarideki şablon uygulamalar yeni yaşamın taşıyıcı direkleri haline gelir. Çeviri kitaplar, hızlandırılmış kurslar, bedenin çamura ve suya karıştığı atölye çalışmaları kırın yeni sakinlerine büyük heyecan verir. Ne var ki arayış, bunlarla sona ermeyebilir. Bir gün, kırın yeni sakini başını etrafına çevirir ve Anadolu’da binlerce yıl yaşanmış doğa kültürünü fark eder.

Binyıllık Anadolu doğa kültürü

Anadolu doğa kültürü, belki de yeryüzünün üzeri en fazla örtülmüş yaşam biçimlerinden biri. Hem yerleşik, hem de göçer dalları olan bu kültür yalnızca bir tarım hayvancılık geleneği veya mimari teknik değil. Doğa insan birlikteliğine dayalı bir düşünme ve var oluş biçimi.

Tarımdan mimariye, hukuktan zanaata ve bilimden masallara kadar yaşamın her alanında uygulamaları olan bu kültürün asıl önemli yanı belki de altında yatan felsefe. İyiliğe dayalı ilişki kurmak, vefa, yetinme, çoğulculuk ve imece doğayla birlikte üretilen her şeyin temelinde yatıyor.

Doğa kültürünün Anadolu’da tek bir etnik ve dini sahibi yok. Dili veya inanışı ne olursa olsun tüm Anadolu halkları bu kültürden beslenmiş. Zaten Anadolu’da bu kadar farklı topluluğun bir arada yaşayabilmesinin nedeni belki tam da bu kültür. Öte yandan, Anadolu’da iki bin yıldır hüküm süren devlet politikaları nedeniyle doğa kültürünün giderek artan bir hızla toprak altına gömüldüğünü, Anadolu insanlarının kendi kökleriyle bağlantısını kaybettiğini görüyoruz. Yörüklerin zorunlu iskânı, 1915, mübadele, kırsalın boşalması ve köylerin kapatılması yüzlerce yıldır süren kopuşun son safhaları. Öyle ki, çoğumuz, hatta şehirden kente göç edenler bile Anadolu köklerinin farkında değil.

Bugün Anadolu köklerimize yeniden dokunmanın birkaç yolu var. Bunlardan ilki doğa kültürünün yaşadığı son kırsal alanları iyi anlamak ve yaşamak. Diğeri ise şehirlerde Gezi gibi merkezsiz hareketleri yaşatmak, çoğaltmak. İkisi birbirine zıt gibi gözüken ama gerçekte biri ötekini tamamlayan ve aynı paylaşımcı kültürden beslenen iki var oluş biçimi.

Gezi’yi Anadolu’nun ruhu görmek

Kırın yeni insanları bilerek veya bilmeyerek tarihi sorumluluklar üstlenmiş durumda. Bu sorumluluk köye yerleşmekle bitmemeli. Çünkü sorun ne köy, ne de şehirde. Bunlar arasındaki bağların kopmuş olmasında.

Tam da bu nedenle, kırda yeni bir yaşam kurmak için ekolojik çözüm şablonları yeterli olmayabilir. Toprak altındaki doğa kültürünü sabırla ortaya çıkarmak ve şehirlerdeki merkezsiz hareketlerle bağlar kurmak gerekebilir. Gezi’yi Anadolu’nun ruhu, Anadolu’yu ise Gezi’nin yurdu olarak görmek gerekir.

Bağ kurmak. Kayıp kültürün kendiyle birlikte kaybolan sırrı. Doğanın tıpkı üretmek kadar önemsediği, ancak insanın artık unuttuğu o sihirli güç. Bağ kurmak.

İnsanın doğa yalnızlığı da sadece köye yerleşerek değil, yeni bağlar kuruldukça azalacak. İnsanla insan, kır ve şehir, söz ve öz, geçmiş ve şu an, yurt ve ruh arasında yeşeren o bağlar… Kayıp kültürün taze filizleri.

Güven Eken – AGOS

“Merdiven zihniyeti” tam gaz devam Guillaume Apollinaire’nin kitabı da müstehcen bulundu

Yargıtay, Sel Yayıncılık tarafından basılan Guillaume Apollinaire’nin  ‘Genç Bir Don Juan’ın Maceraları’ adlı kitabı müstehcen buldu. Mahkeme kararında, “Kitapta, anneye, teyzeye, kardeşe ve hayvanlara yönelik sapkınlık düzeyine varan ifadeler var. Bunlar özgürlükle açıklanmaz” dedi.

Sel Yayıncılık’ın sahibi İrfan Sancı ve çevirmen İsmail Yerguz hakkında, Guillaume Apollinaire’nin ‘Genç Bir Don Juan’ın Maceraları’ adlı kitabını yayımladığı ve çevirdiği için ‘müstehcenlik’ suçundan dava açıldı.

İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi, ‘kitabın edebi eser’ olduğu ve suçun unsurları oluşmadığından sanıkların beraatına karar verdi. Kararın temyiz edilmesi üzerine dosya, Yargıtay 14. Ceza Dairesi’ne gitti. Daire, yerel mahkemenin kararını oybirliğiyle bozup, sanıkların 6 yıldan 10 yıla kadar hapis cezasıyla yargılanmasını istedi.

 

İngiltere’de Gay barları’ndan homofobik yönetim nedeniyle rus votkasına boykot

İngiltere ’deki popüler gay barlar ve gece kulüpleri Vladimir Putin ve hükümetinin yaptığı insan hakları ihlalleri sebebiyle Rus votkalarını boykot etmeye başladı. Londra ve Manchester’da ünlü ‘Heaven’ gece kulübünün de aralarında bulunduğu çeşitli popüler gay mekânları stoklarında Rus votkalarını bulundurmayacaklarını açıkladı.

Boykot, Putin’in geçen ay eşcinsel ilişkileri geleneksel toplum yaşayışına uygun olmamakla suçlayan tartışmalı bir yasayı imzalaması sebebiyle başladı. Geçtiğimiz Haziran ayında St Petersburg’da düzenlenen Onur Yürüyüşü’nde (Gay Pride) 60 kişi gözaltına alınmış, yürüyüşe katılanlar dayak ve kötü muameleye maruz kalmışlardı. Ayrıca Rus parlamentosu, yabancı eşcinsel çiftlerin ülkede kimsesiz çocukları evlat edinmesini yasaklayacak bir yasa tasarısı üzerinde de çalışıyor.

Dünya çapındaki bu boykotu başlatan isim Rus eşcinsellerle dayanışma için barlara ‘Rus votkasını dökme’ çağrısı yapan Amerikalı yazar ve aktivist Dan Savage. Özellikle Stolichnaya ve Russkiyi Standard markaları önemli gay bar ve gece kulüpleri tarafından hedef haline geldi.

 

Fotoğrafçı Osep Minasoğlu hayatını kaybetti

Osep Minasoğlu (1929-2013)

İstanbul’un yaşayan en eski stüdyo ve set fotoğrafçılarından Osep Minasoğlu bu sabah hayatını kaybetti.

84 yaşındaki Osep Minasoğlu  iki ay önce düşme sonucu kalça kırığı nedeniyle hastaneye yatırılmış ve iki ağır ameliyat geçirdikten sonra taburcu olmuştu. Fotoğrafçı bir süre önce yerleştiği Bomonti – Petites Soeurs Bakımevi’nde sabah 5’de hayatını kaybetti.

1960’lı yıllarda dönemin en büyük fotoğraf stüdyosunu kuran Osep Minasoğlu, Zeki Müren, Cüneyt Arkın, Yılmaz Güney gibi isimlerin fotoğraflarını çekmişti. Türkiye’de ilk renkli fotoğrafı çeken, ilk renkli fotoğraf baskısını yapan Minasoğlu, 35 mm sinema filmini dia haline getiren, Türkiye’ye otomatik baskı makineleri, dia pozitifler ve renkli negatif filmleri ilk getiren kişi ilk kişi olarak tarihe geçti.

Stüdyo Osep, Aras Yayıncılık, Ekim 2009

Osep Minasoğlu arşivi, 1999 senesinde tanıştığı Tayfun Serttaş‘ın 10 seneyi bulan çalışması sonucunda 2009’da bir sergiyle halka açılmıştı. Sergide yer alan 400’ü aşkın fotoğraf Aras Yayıncılık tarafından Stüdyo Osep adıyla kitap olarak basılmıştı.

Kitapta, Tayfun Serttaş’ın binlercesi arasından seçtiği, Samatyalı bir Ermeni aileden gelen Osep Minasoğlu’nun aile yaşantısı, 1915, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül gibi tarihsel dönüm noktalarından fotoğrafların yanı sıra, bir stüdyo fotoğrafçısı olarak yaptığı çalışmalardan örnekler ve dönemin Beyoğlu ve Yeşilçam hayatının merkezinde ya da kıyısında yer alan, ünlü ünsüz pek çok ismin portreleri de yer alıyor.

Osep Minsoğlu’nun ölüm haberi Twitter’da Tayfun Sertoğlu ve Aras Yayıncılık tarafından duyuruldu.

Osep Minasoğlu kimdir?

Osep Minasoğlu (1929-2013)

Osep Minasoğlu, İstanbul Samatya’da, 26 Şubat 1929’da doğdu. Semtin eski sakinlerinden Hacı Osep ailesinin en küçük çocuğu olan Minasoğlu, anaokulunu İtalyan Rahibe Okulu’nda bitirdi. Saint Benoit Fransız Lisesi’ne devam ederken, ailesinin Varlık Vergisi’ni ödemekte güçlük çekmesi nedeniyle öğrenimi yarıda kaldı.

Fotoğrafla ilgilenmeye başlayan sanatçı Beyoğlu’ndaki Kodak şirketinde çalışmaya başladı. Bu esnada 6-7 Eylül 1955 olayları patlak verdi. Minasoğlu da, gayrimüslimlere yönelik baskılara dayanamayarak Fransa’nın başkenti Paris’e gitti. Orada fotoğrafçılığın inceliklerini öğrendi.

Paris’te Profesyonel Fotoğrafçılar Sendikası’nın okuluna devam etti ve Société Romaphot adlı laboratuvarda çalışmaya başladı. Fotoğrafçılık ve kültürel yaşam bakımından oldukça verimli geçen altı yılın ardından İstanbul’a döndü ve dönemin en büyük fotoğraf stüdyosunu kurdu: Osep Fotoğrafçılık. Ardından Show Stüdyosu geldi.

İlk otomatik baskı makineleri, ilk diyapozitifler onun sayesinde Türkiye’ye geldi. Yeşilçam’ın ünlü isimlerini bu yıllarda fotoğraflamaya başladı. Türkiye’nin yaşayan en eski stüdyo ve set fotoğrafçılarından olan Minasoğlu, yaşadığı finansal sorunların ardından stüdyosunu kapatmak zorunda kaldı.

Bu haberdeki bilgiler Aras Yayıncılık’ın web sitesinden ve Tamar Melike Ergün’ün iki gün önce Milliyet gazetesinde yayınlanan “Kartpostalı bugünlerde kaça basıyorlar?” başlıklı haberinden derlenmiştir.

(Yeşil Gazete)