Ana Sayfa Blog Sayfa 4202

İklim değişikliğini kamu sağlığı konusu yapmak

Birçok kişi için küresel ısınma denildiğinde akla eriyen buzullar ve de sularda yaşam mücadelesi veren kutup ayıları geliyor. Pek çok kişinin değil kutup, ormanda özgür gezen normal boz ayı bile görmediğini düşündüğümüzde küresel ısınmanın etkilerini gündelik hayatında gözlemleyemeyen toplum, iklim değişikliğini öncelikli problem haline de getiremiyor.

Science dergisi iklim değişikliği özel sayısında iklim değişikliği ile bulaşıcı hastalıklar arasında doğru orantılı bir ilişki olduğuna yer verdi. Yeryüzü sıcaklaştıkça bulaşıcı hastalıklar başta olmak üzere, kalp ve solunum rahatsızlıklarının da toplumda görünme oranları artmakta. İklim değişikliği kaynaklı ekstrem hava koşulları ve bunların yarattığı afetlerle görünen hastalıklar da cabası.

Yapılan son araştırmalara göre ise küresel ısınma,ekolojik bir problemden öte toplumsal sağlığa tehdit olarak lanse edildiği zaman toplumda daha büyük farkındalık uyandırabiliyor. Sağlık söz konusu olduğunda insanlar konuya daha duygusal ve kişisel olarak yaklaşıp can evlerinden vuruluyorlar. Bu stratejinin bir diğer olumlu yönü ise küresel ısınmayı devletin işi olmaktan çıkarıp bireye indirgiyor, insanlara problemlerin çözülebileceğine dair umut veriyor.

İklim değişikliğinin kamu sağlığına tehdit olarak yeniden markalaştırılmasında en önemli desteğin ise sağlık sektörü çalışanlarından, özellikle doktor ve hemşirelerden gelmesi gerekiyor. İnsanların en çok güvendiği meslek gruplarının başında gelen doktorların konuyla ilgili eğitmen vazifesi görmesi gerekiyor. Sigara içmeyen doktorların sigarayı bıraktırmada daha etkili olduğu düşünülürse doktorlar da çevreci harekete katılıp iklim değişikliği için yapılabilecekleri meslektaşlarına ve çevrelerindekilere anlatabilir.

Yeniden markalaştırma süreci için çevre konuşmalarına tıp dünyasının, medikal konuşmalara ise çevrecilerin dahil edilmesi ve ortak sempozyumlar düzenlenmesi ilk adım olabilir. Kalıcı adım olarak ise iklim değişikliği ve iklim değişikliğinin yol açtığı hastalıklar konusunda tıp öğrencilerinin bilgilendirilmeleri gerekiyor. Böylelikle gelecekte bir çocuk doktorunu hastanın ailesine çocuklarındaki astımın bir nedeninin de değişen iklim nedeniyle artan polen sayısı olduğunu anlatabilir.

İklim değişikliği ile mücadelede konunun tütünle savaşta olduğu gibi bir sağlık sorunu olarak lanse edilip tüm koldan savaşılması gerektiği aşikâr; ancak tütün savaşı propagandasının aksine, bu kampanyanın başarılı olmasını 20 sene beklemek çok geç olabilir.

Yazının orjinali http://healthland.time.com/2013/08/08/rebranding-climate-change-as-a-public-health-issue/

Yazı: Courtney Subramanian

İngilizce aslından derleyen: Özgecan Kara

(Yeşil Gazete, Healthland Time)

Etinizi nasıl alırdınız? Serbest mi gezinsin, laboratuvarda mı üretilsin?

Geçtiğimiz Pazartesi günü Londra’da gerçekleştirilen bir basın toplantısında dünyanın laboratuvarda üretilen ilk eti tanıtıldı ve bu etle hazırlanmış ilk hamburgeri iki ünlü yemek eleştirmeni tarafından tadıldı.

Hollanda’nın Maastricht Üniversitesi’nden Prof. Dr. Mark Post’un düzenlediği basın toplantısı “Tarihte Bugün” köşelerinde 5 Ağustos gününün yanına not düşülür mü henüz bilinmez ama söz konusu toplantının Londra bilim ve mutfak tarihi adına bir ilk olduğu kesin. Konuyu bilmeyenler için sahne ilk bakışta bir yemek programını andırabilirdi. Bir şef, yemek için hazır bekleyen iki eleştirmen ve bir sunucu. Buraya kadar her şey normal olabilir ancak bu toplantıyı özel kılan şey tavada duruyordu: Laboratuvarda üretilmiş bir parça et. Uzun yıllardır ekibi ile beraber laboratuvar ortamında inek kök hücrelerden et üretmeye çalışan Post ilk ürünü olan hamburger köftesini İngiltere’nin ünlü şeflerinden Richard McGeown’a pişirtti ve ilk lokmaları Hanni Rützler ve Josh Schonwald’ın beğenisine sundu. İlk yorumlar çok coşkulu olmasa da sonuçlar Dr Post’un tabiriyle “iyi bir başlangıç”. Rützler “Dokunun daha yumuşak olmasını bekliyordum, tadı gayet yoğun; ete yakın ancak o kadar sulu değil.” derken Schonwald “Ağızda bıraktığı his aynen et gibi. İnsan yağı arıyor, çeşnisi ise tamamen farklı” diyerek bizleri neyin beklediği ile ilgili bilgilendirmeye çalıştı.

Peki o hamburgerin içine girebilecek onlarca farklı et dururken nereden çıkmıştı yapay et? Artan nüfus ve değişen beslenme alışkanlıkları ile et tüketiminin giderek yükselmesi (Ülke ülke güncel et tüketim verilerine ve artışlarına şu linkten ulaşabilirsiniz)  çevresel ve etik soruları da beraberinde getiriyor. Endüstriyel hayvancılığın tek başına küresel metan salımlarının %40’ının, karbon salımlarının %5’inin kaynağı olması ve kullanılabilir tarım arazilerinin yarısından fazlasının doğrudan insanları beslemek için değil de hayvanları beslemek için kullanılıyor oluşu tabağımıza gelen etin gerçek maliyetinin sorgulanmasına neden oluyor. Bunun üzerine bir de endüstriyel çiftliklerde ve mezbahalarda hayvanların yaşadıkları eklendiğinde bilim insanlarının önünde  artan protein ihtiyacının bu çevresel ve etik sorulara cevap olacak şekilde nasıl karşılanabileceği sorusu  yükseliyor. Bu soru yalnızca bilim insanlarının değil, konu ile ilgili çalışan örgütlerin de gündeminde. Öyle ki PETA yapay et üretmeyi başaran ilk kuruma 1 milyon dolarlık bir ödül vereceğini açıklamıştı . İşte Dr Post da bu soruna kafa yoran bilim insanlarından bir tanesi.

Dr Post’un yönteminde üretim, yetişkin bir hayvanın kaslarından kök hücre alımı ile başlıyor. Bu işlem sırasında hayvan öldürülmüyor. Alınan kök hücreler daha sonra uygun besin çözeltisi içerisinde takip edilerek birkaç santim uzunluğunda ve birkaç milimetre kalınlığında kas şeritleri oluşturana kadar çoğaltılıyor. Bu üretim sırasında protein içeriğini zenginleştirmek için kaslara elektrik akımı veriliyor. Kas dokuları hazır olduktan sonra yeterli sayıda şerit bir araya getirilerek sıkıştırılıyor. Elde edilen bu organik madde hayvansal protein açısından zengin olsa da renk ve tad olarak biraz farklı olduğu için son olarak üzerine boyar maddeler, besin destekleri ve çeşniler ekleniyor.


Bu yöntemin iddia edildiği gibi çevresel ve etik sorulara cevap olup olmadığı ise tartışma konusu. Yapılan çeşitli araştırmalar, (Bkz: Tuomisto, H.L. & Teixeira de Mattos, M.J. 2011. Environmental impacts of cultured meat production. Environmental Science & Technology, 45: 6117-6123) yapay etin tarım alanı kullanımı, sera gazı salımları, enerji ve su tüketimi konularında büyük iyileşmeler sağladığı yönünde bulgulara sahip. Öyle ki Tuomisto’nun araştırmasında yapay etin endüstriyel dana etiyle karşılaştırıldığında tarım alanı ihtiyacını %1’e, su tüketimini ve sera gazı salımını %4’e enerji ihtiyacını ise %55’e kadar düşürebileceğini iddia ediliyor. Yine de araştırmada seri üretime geçildiğinde karşılaşılabilecek belirsizliklerin (artan besin çözeltisi ihtiyacının hangi kaynaktan ve ne gibi yöntemlerle karşılanacağı) bu sonuçlar üzerinde ciddi etkileri olabileceği belirtiliyor. Ayrıca yöntemin her şartta enerji verimli olduğunu iddia etmek de henüz mümkün değil zira kök hücre çoğaltmak çok enerji isteyen bir yöntem. Bu bilgi çiftlik tavuklarından et elde etmek için gereken enerjinin yapay tavuk etine göre daha düşük olmasında kendisini gösteriyor.

Konuyu eleştirenlerden en çok yöneltilen soru şüphesiz etin besin değerinin ve insan sağlığına etkilerinin tam olarak araştırılıp araştırılmadığı. Mark Post bu konuda açık sözlü davranıyor: “Laboratuvarda yetişmiş etiketi aynı organik ve serbest gezen etiketleri gibi bir tercih sebebi olabilir ama bunun için bu şekilde üretilmiş etin çiftlik etinin tüm özelliklerini taşıması gerekiyor. Tabii bu hiç bir zaman mümkün olmayabilir de.” Gıda Standartları Ajansı da konunun sağlık yönüyle ilgili temkinli yaklaşıyor. Bugüne kadar et testlerinin başlaması adına herhangi bir başvuru yapılmadığını kaydeden ajans yetkilileri “Etin güvenli olarak kabul edilebilmesi için görünüş gibi fiziksel özelliklerden tut besin değerlerine kadar ete eşdeğer olduğunun ispatlanması gerekiyor” diyorlar.

Bir diğer tartışma da şu andaki yöntemin hayvan refahı açısından ne kadar ikna edici olduğu yönünde. Peter Singer gibi uzun yıllardır vejetaryenlikleriyle bilnen insanlar dahi bu eti yiyebileceklerini açıklamasına rağmen Mother Jones’tan Tom Phillpott’un haberine göre yapay et de o kadar sütten çıkmış ak kaşık olmayabilir. Hücrelerin beslenmesi için gereken çözeltide şu anda doğmamış buzağılardan elde edilen bir serum kullanılıyor. Bu serumun kullanımı şu aşamada vejetaryen ve veganları çok ikna edici görünmüyor. Zaten konu ile ilgili görüş bildiren vejetaryen ve veganların görüşü ortak: “Proteinimizi bitkilerden almaktansa, bunca araştırma ve Teknoloji geliştirme çabası neden?”. Mezbaha sektörünün yan ürünlerinden birisi olan söz konusu serumun değeri litre başına 250 dolar seviyesinde. Bu fiyat belki neden Pazartesi günü Londra’da yenen hamburger köftesinin 320.000 dolara mal olduğunu açıklamaya yardımcı olabilir.

Mark Post bu fiyat yüksekliğinin bu aşamada normal olduğunu söylüyor: “Sanırım bu ürünün tüketiciye ulaşması biraz zaman alacaktır. Bu sadece yapabileceğimizi göstermek içindi.” Yapılacak finansal desteklerle fiyatların tüketicilerce kabul edilebilecek seviyelere inebileceğini söyleyen Mark Post basın toplantısında ayrıca uzun zamandır adı sır gibi saklanan finansal destekçisinin de adını açıkladı: Google’ın kurucularından Sergey Brin. Brin projeye yaptığı 330.000 dolarlık desteği verme nedenlerini sıraladığı bir videoda bugün endüstriyel hayvancılığın geldiği noktada vicdanen rahat bir şekilde et yemenin mümkün olmadığından dem vuruyor ve alternatif teknolojilerin desteklenmesi gerektiğinden bahsediyor.

Nüfus ve et tüketimi artmaya devam ettikçe benzer tartışmaların yaşanacağına kesin gözüyle bakılırken bu teknolojilerin tüketicilerce hangi oranda kabul edileceği de önemli bir soru. Yapay et tartışmaları ile beraber Guardian’da başlatılan anket sonuçlarına göre katılımcıların üçte ikisi bu eti tüketebilecekleri yönünde cevap vermiş durumdalar.

Haber: Bora Kabatepe

(Yeşil Gazete, National Geographic, BBC, Mother Jones)

 

Fransız çiftçiler 100,000 yumurta kırdı

0

Fiyatların düşük olmasını protesto eden Fransız çiftçiler Crhaix-Plougger’de vergi dairesinin önünde 100,000 yumurta kırdı.

Grup, AB hayvan refahı, tavuklar için daha büyük kafesleri mecburi kılarken hükümet yumurta fiyatlarını yükseltmek için önlem alana dek her gün kamuya açık alanlarda 100,000 yumurta kıracağını söyledi.

Haber: Özde Çakmak

(EUobserver, Yeşil Gazete)

 

Detroit şehri neden iflas etti, nasıl yeniden doğuyor?

Yazar ve aktivist Grace Lee Boggs‘un The Michigan Citizen’daki yazısını, Yeşil Gazete gönüllü çevirmenlerinden Zeliha Yıldırım‘ın çevirisiyle sunuyoruz.

Grace Lee Boggs

***

Detroit’ in iflası ne bir gecede oldu ne de kaza sonucu meydana geldi. İflasta ırkçılık büyük rol oynadı.

İkinci dünya savaşı boyunca Detroit ve diğer kuzey şehirlerine çok sayıda siyah göç etti. Göçlerin kaynağı; A.Philip Randolph’ ün önderliğindeki protestoların zorlaması ile Başkan Roosevelt’ in savunma sanayinde ayrımcılığı engelleyen Başkanlık Emri 8802’ nin yürürlüğe girmesini sağlamasıdır.

Savaştan sonra beyazlar, siyahlardan uzaklaşmak için banliyölere göç etmeye başladı. Çünkü siyahlardan vergi almak ve okullarda ve iş hayatında onlarla olmak istemiyorlardı.

Sonuç olarak şehir ve banliyö arasındaki politik farklılıklar derinleşti.

Şehir halkı gittikçe yoksullaştı ve kent konseyleri daha da ileri gitti. Aynı zamanda banliyöler de zenginleşti. Yasama kurumları daha fazla muhafazakarlaştı, sendikalara saldırıldı, “meşru müdafa” ölçütleri kabul edildi, özelleştirmeler ile şehir talan edildi ve son olarak, atanan Acil Durum Yöneticileri ile büyük ölçüde siyahların yaşadığı şehirler yoksullaştırıldı.

Ancak bu bir hikayenin sonu iken bir başka hikayenin başlangıcı oldu.

Sanayisizleştirmenin getirdiği yıkım ile karşı karşıya kalan, büyük çoğunluğu Afro-Amerikan Detroitliler pes etmedi. Bunun yerine boş kalmış bahçelerden yararlanmaya başlayarak kendilerini beslemek için bir kentsel tarım hareketi geliştirdiler ve böylelikle mahalleyi baz alan sanayi sonrası kent temeli atılmaya başlandı.

Bu temel bugüne kadar her yıl genişleyerek ve güçlenerek büyüdü. 3D yazıcıların mümkün kıldığı yeni üretim tarzı ile desteklenen mahalle örgütleri; Detroit Özgür Gazete köşe yazarı John Gallagher’ ın önemli kitabı Reimagining Detroit de açıklandığı gibi hizmetin yeni modeli sayesinde kent yönetimleri ile yer değiştirebilir.

 

 

Shea Howell bu haftaki yazısında bu durumu şöyle açıklıyor.

“Detroitliler yaşamak için yeni yollar geliştirmede ön ayak oldular. Azalan nüfus ve arazi bolluğu ile yerel gıda üretilmesi; kendi kendine yeterli, sağlıklı topluluklar oluşması ve toprağı ıslah eden ve sahiplenen yeni nesiller oluşması gibi yeni bir vizyon sunan, dünyanın en büyük kentsel tarım hareketi ortaya çıktı.”

“Kilise, sinagog, park, okul bahçeleri; mahalleli için tarım ve dinlence alanları oldu. Otobüslerin nadir çalıştığı şehirde, bisikletler ulaşım için daha sağlıklı araçlar konumuna geldi.“

“Polisin nadiren geldiğini ve geldiğinde ise genellikle işleri daha da kötüleştirdiğini fark eden mahalleli ve topluluk organizasyonları, anlaşmazlıkların giderilmesi ve barışçıl çözümler geliştirmek için çalışıyor. Şiddeti protesto eden, mahalleliyi bir arada tutmak için çaba harcayan, insanların sorunlarını çözmeleri için yeni yöntemler oluşturan “Barış Bölgeleri” oluşumları ortaya çıktı.”

“Herhangi bir Detroitliye gelecek ile ilgili soru sorduğunuzda muhtemelen iki şey duyarsınız. İlki ; kesin olan bir şey varsa bizi bizden başka kurtaracak kimse yok. Eğer verimli, güvenli ve mutlu bir şehir istiyorsak ancak mahalle seviyesinden başlayarak; birlikte yaşamanın yeni yollarını bularak bunu sağlayabiliriz. Biz hiçbir çıkışın olmadığı bir durumda daha iyi bir yol bulmayı öğreniyoruz.

İkincisi ise; çoğu insanın kabul ettiği üzere, yoğun iş kapasitesi geri gelmeyecek. Biz endüstriyel iş sisteminin sonunda ve yerel ihtiyaçlarımızı sağlayacak ürün ve hizmet üretimi için yeni iş tipleri geliştirme döneminin başındayız. Yeni çalışma ve yeni kültür, yerel üretim ve tüketim temelinden çıkacak ve şehir boyunca yükselecek…”

“…birçoğumuz için gelecek böyle olacak.”

 

Yeşil Gazete için çeviren: Zeliha Yıldırım

Yazının özgün metni

(TheMichiganCitizen..com, Yeşil Gazete)

Edebiyat dergisi Mavi Yeşil’in 82. sayısı çıktı

“Rize’deki Türkiye, Türkiye’deki Rize” şiarı ile 14 yıldır aralıksız yayımlanan kültür-sanat-edebiyat dergisi Mavi Yeşil seksen ikinci sayısıyla okur karşısına çıkıyor.

İki ayda bir yayınlanan Mavi Yeşil, okurlarına en kısa zamanda posta yoluyla ulaştırılıyor. Günümüzde edebiyat dergilerinin makus talihine karşı 14 yıldır aralıksız şekilde yayınını ve çizgisini koruyan Mavi Yeşil’in 82. sayısını hazırlarken patlak veren ve içeriğini bilen herkesi umutla dolduran Gezi Direnişi hakkında dergi kadrosunu söyleyecekleri var;

Bu sayımızın yayıma hazırlandığı günlerde Türkiye, son yıllarda benzeri görülmemiş gösterilerin sahnesiydi.  Ortalık toz dumandı kısacası. Mesajlar verildi, mesajlar alındı; umulur ki birbirimizi anlamaya açılan pencereler daha aydınlık günleri gösterir.

Biraz daha sanat biraz daha edebiyat… Sanat, her zaman yetim çocuk bizde; bugün yolun yarısına gelmiş olanların doğduğu yıllardaki benzer gerginliklerde veda ettirilen Bedrettin Cömert’in yazdıklarından birkaç cümle okuyabilseydi keşke kurşun sıkan ellerin gözleri. Değişen bir şey yok; küçüğüyle büyüğüyle, söylemlerimiz estetik kuşatmanın ne kadar da uzağında bugün de.

Peyami Safa’nın, Türk İnkılâbına Bakışlar kitabına “sunuş” yazan Mustafa Şekip Tunç: “Hakiki alaka ve ihtiyaçların tabiî kılavuzluğu altında çalışan kafalar, öğrenilecek şeyleri tam vaktinde arar, iştahlarını açacak, düşüncelerini besleyecek gıdaları, açlığın uyandırdığı hırs ile kendiliklerinden bulurlar.” diyor ya bekleyelim bakalım o kafaların, aradıklarını kendiliklerinden bulacakları günleri.”

Mavi Yeşil’in 82. sayısının sayfalarını çevirirken karşılacaklarımıza göz atacak olur isek:

35 yıl sonra Bedrettin Cömert’i yeniden bizlere anımsatan  ve Cömert’in edebiyat, sanat eksenli yaşamına ışık tutan yazıyı Hasan Öztürk kaleme aldı. Dergide ilk kez yazısı yayınlanan Hüseyin Alemdar, Beş Vakit adlı yazısında ömrünün soluğu şiiri ve kendisini derinden etkileyen şairleri anlatıyor. Bir başka yeni yazar Şener Şükrü Yiğitler, edebiyatımızın büyük ustalarından Hasan Ali Toptaş’ın Uykuların Doğusu adlı romanında zaman algısını inceliyor. Ayşegül Özalp, Türk edebiyatının lirik prensesi Tezer Özlü’yü ve onun otobiyografik romanı Çocukluğun Soğuk Geceleri üzerine yazdığı yazısıyla dergide yer alıyor. Erol Uzun, popüler kültürün hangi değerleri tükettiğini sorguluyor. Elif Balcı Kaştaş, Sezai Karakoç’un Kapalı Çarşı adlı şiirini değerlendiriyor. A. Murat Özhan yol ve yolculuk üzerine denemesiyle dergide. Nurkal Kumsuz erkek egemen dünyada kadın edebiyatçı olmanın zorluklarına değiniyor.

82. sayının öyküsü Merve Şimşek’e ait. Yavuz Demirci, Tan Doğan, Cemal Karsavran, Fırat Caner, Kasım Yılmaz ve Ferda Balkaya Çetin ise şiirleriyle dergide yer alan isimler.

82. sayının içindekiler

 

35 Yıl Sonra Bedrettin Cömert / Hasan Öztürk … 2

Asel / Yavuz Demirci …7

Beş Vakit / Hüseyin Alemdar … 8

Uykuların Doğusu’nda Zaman / Ş. Şükrü Yiğitler … 14

Fasit Daire / Fırat Caner … 19

Çocukluğun Soğuk Geceleri / Ayşegül Özalp … 20

Popüler Romanlara Meze / Erol Uzun … 22

Susar / Cemal Karsavran … 23

Kapalı Çarşı ve Karakoç / Elif Balcı Kaştaş … 24

Yol, Yolcu ve Yolculuk / A. Murat Özhan … 27

Edebiyat Dünyasında Kadın Olmak / Nurkal Kumsuz … 28

Rıhtımında / Kasım Yılmaz … 29

Uçurtmalar Uçmalı / Merve Şimşek … 30

Sone / Ferda Balkaya Çetin …31

Şeytan Boynuzu / Tan Doğan …32

(Yeşil Gazete)

 


Chomsky’den “Nükleer Savaş ve Çevre Felaketi”, Engdahl’dan “Ölüm Tohumları”

0

“Dünya çok vahim bir çevre felaketine doğru sürükleniyor.”

Yaşadığımız yüzyılın en önemli entelektüellerinden, dilbilimci, filozof, tarihçi, mantıkçı, aktivist, siyasi eleştirmen ve yazar Noam Chomsky ve sanatçı ve yazar LarayPolk 2010-2012 yıllarında yaptıkları söyleşileri derledikleri bu kitapta (orjinal adı Nuclear War and Environmental Catastrophe)  okurlarla paylaşıyor.

Chomsky söyleşilerin konusunu“Türümüzün hayatta kalması açısından iki temel sorun var – nükleer savaş ve çevresel felaket” olarak tanımlıyor ve İkinci Dünya Savaşı’ndan günümüze kesiştikleri noktalardan bahsediyor. Nükleer saldırı sadece bir eylem sonucunda yaşanabilirken, çevresel felaketin kısmi tanımında insanoğlunun sebep olduğu iklim değişikliği karşısında kasti eylemsizlik var. Gerçekleri inkar etmek denklemin sadece yüzde ellisi. Diğer etkenler, karbon rezervlerinin ekstraksiyonunda kullanılan uç teknikler, biyo-yakıt uğruna yok edilen tarım alanları, baraj inşaatları ve karbon sekestrasyonu için esas olan ormanları yok edilmesi.

Chomsky’nin günümüzde yaşanan nükleer savaş tehditlerini de ele aldığı bu söyleşiler kitabı, bir uyarı niteliği taşımanın yanı sıra, bu denli önemli konulara nükte, mizah ve cesaretimiz kırılmadan nasıl değinebileceğimizi de gösteren ve mutlaka okunması gereken bir derleme.

Nükleer Savaş ve Çevre Felaketi
Noam Chomsky, LarayPolk
Çevirmen: Melda Elif Keskin
İnkılap Kitabevi, Çevre Dizisi
İstanbul, 2013

 

“Petrolde olduğu gibi “GDO Tarım Projesi” de bir Anglo-Amerikan küresel planıdır.”

İktisatçı, araştırmacı gazeteci ve yazar F. William Engdahl kitabına “Küçük bir sosyo-politik elit zümre tarafından 2. Dünya Savaşın sonrasında Washington’da ele alınmış bir proje ile ilgilidir. […] Aynı zamanda bir avuç insanın savaş sonrası tüm kaynaklara ve güce sahip oluşunun da hikayesidir” cümleleriyle başlıyor.

İlk adımları 1930’ların başlarında atılan küresel gıdayı kontrol etme planı, savaşın ardından başta Rockefeller ailesi olmak üzere tarım sektöründe başlatılan “yeşil devrim” ile güçlenerek petro-kimyasal gübre, petrol ve enerji ürünlerine bağımlığı arttırdı. Engdahl’a göre günümüzde gıdada genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO) tarım projeleri ile küresel hakimiyet  kurma çabaları ise bu “yeşil devrim”in doğal bir uzantısı.

Henry Kissinger’in “Petrolü kontrol edersen ulusları kontrol edersin, yiyeceği kontrol edersen insanları kontrol edersin” sözlerine vurgu yapan yazar, Nixon, Kissinger, Reagan, George Bush gibi politikacılar ile Rockefeller, Monsanto, Cargyll ve diğer birçok çokuluslu şirket arasındaki çıkar ilişkilerini detaylı olarak ele alıyor. Kendilerini tohum ve biyoteknoloji şirketi gibi gösteren ama esasında kimyasal madde şirketleri olan Monsanto, Dupont, Dow gibi devlerin geçmişlerine de değinenEngdahl, bu şirketlerin ABD hükümetleri ve bazı uluslararası örgütlerle işbirliği yaparak, Brezilya, Arjantin, Irak, Hindistan ve diğer birçok ülkeyi nasıl kobay olarak kullandıklarını detaylı olarak anlatıyor.

Engdahl’in bu kitabı GDO konusuna ilgi duyan okurların yanı sıra, küresel politika ve ekonomi ile ilgilenenler için de önemli bir kaynak kitap.

Ölüm Tohumları: Genetik Bilimin Arkasındaki Karanlık Oyunlar
F.William Engdahl
Çevirmen: Özgün Şulekoğlu
Bilim + Gönül Yayınları
Nisan 2009

 

Derleyen: Ayşe Bereket

 

 

Orhan Pamuk: “Evet, %50 sende ama bizde de tamamen senin gibi olmayan yetmiş iki milyon insan var”

New Republic’de 29 Temmuz’da Pankah Mishra‘nın Orhan Pamuk ile yaptığı röportajı Yeşil Gazete ekibinden Özde Çakmak‘ın çevirisi ile paylaşıyoruz.

* * *

Mayıs ayının sonlarında, İstanbul’da Taksim Meydanı’ndaki bir parkın planlanan yıkımına karşı düzenlenen barışçıl protesto, Türkiye’nin giderek otoriterleşen başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a karşı ulusal çapta gösterilere dönüştü. O haziran günü akşama doğru İstanbul’a vardığımda, protestocular çekilmeye başlamıştı. Fakat, güvenlik güçleri daha da acımasızlaşmıştı; o akşamüzeri polis ara sokaklarda protestocuları kovalarken, biber gazı kokusunu alabiliyordum. Ertesi akşam arabalara izin verilmeyen bir ada için isyanın izini taşıyan İstanbul’u feribotla terketmek ve Orhan Pamuk’un deniz kenarındaki dairesini görmek üzere rıhtımdan at arabası kiralamak, yavaşça başka bir – İstanbul burjuvazisinin yazlık, şimdi büyük ölçüde terkedilmiş olan – dünyasına girmek gibiydi.

Bu paslı yatlar ve çürüyen iskeleler arasındaki deniz manzarası, Pamuk’a yaramışa benziyor. İyi bir yüzücü, her gün işten önce ve sonra kendisini Marmara Denizi’nin dalgalı sularına bırakıyor. Akşam yemeği için feribot rıhtımının yanıbaşındaki restaurantlardan birine yürüyor, 2005’de Pamuk’un Türkiye’nin etnik azınlıklara karşı zulümlerine değinen belli ki vatansever bulunmayan sözlerini hoş karşılamayan militan laik-ulusalcılardan aldığı ölüm tehditlerinden sonra kıymeti bilinen bir özgürlük.

Önceki onyılın dünya çapındaki yoğun vahşeti, Nobel ödüllü yazarın – Boğaz’da edebi bir gemi görevi görebilecek esasen Batılılaşmış ve sözde Müslüman bir yazar – İslam ile laik Batı arasındaki ilişkilerin iyileşmesi konusunda yatıştırıcı bir maskot gibi görünmesine neden oldu. Fakat, bu sınıflandırma, Türkiye’nin kendine has katı laik tutumu ile Pamuk’un resmi olarak hor görülen Osmanlı ve İslam kültürüne düşkünlüğü arasındaki çizgiyi ıskaladı. Türkiye, genellikle kaba kuvvetle de olsa, tepeden inmeci Batılılaşma ve laikleşmeye kalkışan ilk Müslüman ulus devletti. Pamuk’un yazılarına melankolik anaforu veren de, ülkenin bu taklitçilik ve kökten uzaklaştırma tecrübesi.

Batı haricindeki çok sayıda okur için, doğal olmayan yollarla ulusal yenilgi, aşağılama ve modern dünyanın bekleme odalarında sonsuza dek çürümeye mahkum olanların yaralı kibir ve öfkelerine karşı tetikte görünüyor. Çok az yazar “dışarda bırakılma korkusu, hiç sayılma korkusu ve bu tür korkularla beraber gelen değersizlik hissi; toplu aşagılamalar, kırılganlıklar, küçümsemeler, kindarlıklar, hassaslıklar ile hayali hakaretler ve onların en yakın akrabası olan milliyetçi övgüler ve şişinmeler,” onun kadar iyi ifade etmiştir.

Pamuk’un absürt tanımı ve paradoks zevki, ezen ve ezilen rollerinin laikler, İslamcılar, muhafazakarlar, liberaller, Marksistler ve faşistler arasında durmadan değiştiği diyalojik bir hayalgücü yaratıyor. Umarsız ikilem senaryoları da Türkiye’de ve daha önce bastırılan uyuşmazlıkların şimdi kamusal alanda patlak verdiği başka ülkelerdeki kitle demokratik siyasetin gelişini öngörmüştü. Kar romanındaki bir karakter Türkiye’de olduğu kadar Mısır’daki liberallerin de korkunç açmazına işaret eder:

Onları koruyan laik bir ordu olmadan azıcık da olsa Batılılaşmış hiçkimse bu ülkede rahat nefes alamaz. Bu korumaya en çok ihtiyaç duyanlar da, herkesten iyi olduklarını düşünen ve halkı hor gören entelektüellerdir. Ordu olmasaydı, fanatikler paslı bıçaklarını onlara, onların boyalı kadınlarına doğrultur ve hepsini küçük parçalara bölerlerdi.

Pamuk’la olan görüşmemi Mayıs sonlarında protestocular Gezi’de toplanmadan çok once ayarlamıştım.  Pamuk, deniz kenarındaki bu limon kokulu verandada otururken protestolar hakkında konuşmakta isteksizdi, fakat konu açıldığında kurnaz bir politik zeka ve göstericilerin temsil ettiği yeni toplumsal bilince duyduğu güveni ortaya koydu. – Pankaj Mishra

 

Pankaj Mishra: İngilizce konuşan dünyada eserlerinin iki ortak tanımı var görünüyor. Biri, seni Türkiye tarihine değinen bir Türk yazar olarak tanımlıyor. Diğeri ise, dünya edebiyatı yaratma uğraşında olan uluslarası bir yazar olarak. Bu tanımların ikisi de bana pek doğru gelmiyor. Eserlerin bana Dostoyevski ya da Junichiro Tanizaki gibi en büyük kaygının eksik modernlik olduğu toplumlar, Batı’yı yakalama projesi buyrulan toplumlar hakkında yazan insanların geleneğine ait gibi geliyor.

Orhan Pamuk: Bu tanıma katılıyorum. Bir tarafım, hayattaki ayrıntılara, insanların insanlığına dikkat kesilmekle, sokağın sesini yakalamakla, orta sınıfın, üst-orta sınıf Türklerin gizli hayatlarıyla meşgul. Bir tarafımsa, tarih, sınıf ve cinsiyetle ilgili, tüm toplumu çok gerçekçi bir bir şekilde yakalamaya çalışıyor.

PM: Fazlasıyla seküler elit sınıfa ait, bir Batı sanat formu olan roman için Osmanlı tarihi, İslam tarihinden yararlanan bir yazara karşı Türkiye’de oluşan ilk tepki neydi?

OP: İlk başta, bazı kişiler biraz aksi ve öfkeliydi. Bir önceki nesilden yazarların kullandığı saf Türkçe’yi kullanmıyordum. Büyükannemin – Türklerin gündelik hayatta kullandığı Osmanlı, Farsça, Arapça kelimelerden oluşan – dilini, aşırıya kaçmadan, kullandım. Bu yüzden, bozuldular. Hatırlıyorum da ilk eserlerimden bazılarını gösterdiğimde: “Neden bütün bu mağlup Osmanlı tarihiyle ilgileniyorsun? Neden günümüzün siyasi sorunlarıyla ilgilenmiyorsun?” diye sorarlardı. Osmanlı tarihinin romantik ve azıcık da siyasi olan karanlık tarafını anlatmak, bir önceki neslin yazarlarına “Bakın, Osmanlı’yla ilgileniyorum, bundan korkmuyorum, üstelik yaratıcı birşey yapıyorum” demek istiyordum.

PM: Sanırım bir keresinde 1985’de ABD’ye yaptığın bir gezi sırasında Osmanlı tarihi ile Fars ve Arap edebiyatını eserlerinin kaynağı olarak düşünmeye başladığını söyledin.

OP: O zaman 33 yaşındaydım. Eski eşim Columbia’da doktorasını yapıyordu, hayatımda ilk kez Amerika’ya uçtum: Amerikan kütüphaneleri, Amerikan kültürü, bu kültürün açıklığı, genişliği beni çok etkiledi. O zamanlar Türkiye’de 3.000 kitap basıyorlardı – Amerika’da o devasa kütüphanelerde yılda 80,000 kitap. Amerikan medyasında yer almıyordum, beni kimse tanımıyordu. Önemsiz bir Türk yazardım. Kendinizi aşağılanmış ve öfkeli hissediyorsunuz. Geri dönmek, bütün Sufi materyalle odana çekilmek ve modern bir Türk kimliği ve kültürü yaratmak istiyorsun. Endişeler, Naipoul gibi aşağılanma hisleri de vardı.

PM: Cinayet, siyasi şiddet ve devlet baskısının tavan yaptığı 1975 ile 1982 arasındaki dönem hakkındaki şu satırlarına rastladım: “Yeni bir tarih; alegorilerle, bilinmezliklerle, sessizliklerle ve daha önce duyulmamış seslerle yeni bir hikaye yazmak için bir odaya kapanmak, elbette, hatalarımızı başka hatalar aracılığıyla açıklamaya çalışan başka bir hatalar tarihi yazmaktan yeğdir.”

OP: 30 yaşlarındayken, Batı dışındaki dünyada şikayetin baldan tatlı olduğunu öğrenmeye başladım. Rüşvetten şikayet ediyorsun, onun bunun yokluğundan şikayet ediyorsun. Ama sonuçta, kurguyu iyi yapan bu değildir. İyi kurgu, dünyanın güzelliklerini ortaya koymak; iyi, pozitif birşey yaratmakla ilgilidir. Bunu nereden ulaşacağım? Üstelik orijinal olmalı; klişe olmamalı. Bu yüzden, tarihe bakma biçimim onu yenilgiyle suçlamak değildi. Bir açıdan, benim neslim saf bir soru soruyordu: Nerede başarısız olduk? Osmanlıları kastediyorum. Neden Avrupa gibi bir burjuvazimiz olmadı? Hep bu soruyu yanıtlamaya çalışıyorlardı.

PM: Bu soru şimdi farklı biçimlerde soruluyor: Türkiye neden İslam’a döndü? Laikliğin yenilikçi siyasi güçlerinin ve yenilikçi sanat formlarının gelişimine yol açtığı farzedilir; oysa, Türkiye, geriye doğru gidiyor ve daha çok Müslümanlaşıyor gibi.

OP: Siyasi ve de kültürel açıdan, bu değişimin gerçekte o kadar da derin olmadığını söyleyebilirim. Belki ait olduğum sınıfın artık siyasi gücü yok ama kendi neslimin kültürel gücü olduğunu hissediyorum. Ve evet, belki Türkiye’de İslami muhafazakar bir hükümet var, fakat öte yandan, kültürel açıdan o kadar güçlü değiller. Kültür, – sol demeyeyim ama kesinlikle laik kesim tarafından temsil ediliyor. Bu yüzden, geçtiğimiz günlere kadar, Erdoğan hükümetinin kültür bakanı altı ay kadar önce kovulan laik, solcu bir adamdı.

PM: Peki, sizce (Adalet ve Kalkınma) AK Parti, kültürel açıdan güçsüzlüğünü gerçekten bu şekilde hissediyor mu?

OP: Hayır, şimdi güçlü hissediyorlar. Uzun zamandan beri, AK Parti ve bütün o muhafazakarlar hep laikleri sahipleniyordu ve – kullanıyorlardı demek istemiyorum ama teşvik ediyorlardı: İstediğin gibi yaz, gazetemizde laik görüşlerini bile ifade edebilirsin. Çünkü, o zaman, endişeliydiler. Modern kültürü bilmiyorlardı. Hepsi köylü, çağdışı hissediyordu. Gazetelerin sanat sayfalarını bile yönetmeyi bilmediklerini hissediyorlardı; hep alıntı yapıyorlardı. Artık alıntı yapmıyorlar.

PM: Erdoğan’ın konuşmalarında hala eski laik elitlere yönelik çok sayıda iğneleyici söz var.

OP: Bunu kültür alanında yapmıyor. Başka şekillerde yapıyor. Ayrıcalıklar hakkında, her zaman sinir olduğu siyasi oyunun kuralları hakkında, ordunun müdahelesi hakkında.

PM: Yani, çok sayıda liberal ona oy verdi çünkü –

OP: Bilmiyorum, ben hiç ona oy vermedim.

PM: Endonezya ve Pakistan’ın önde gelen siyasetçilerinin Erdoğan’ın sertliğine övgüler düzmesiyle karşılaştım. “Orduyu ve kaçıkları kışlaya geri yollamak ve onyılların despotizmini ve askeri yönetiminden geçiş yapmak için böyle bir adama ihtiyacımız var” diyorlar.”

OP: Evet, orduya hayır diyebilmesi bakımından cesur biri. Öte yandan, Avrupa ile zekice müzakere ediyordu – “Hey, Türkiye’yi almak istiyor musunuz?” diyerek. Ve de, “Bana yardım edin, ordu beni alaşağı etmesin.” Katı İslami politikaların Türk seçmenini korkuttuğunu da öğrenmişti. Daha önceki İslamcı Necmettin Erbakan, daha tutucuydu; ama, Erdoğan bu ideolojiyi izleseydi, oy kaybederdi. Erdoğan başlangıçta daha mütevazı bir yaklaşım güttü – “Kültürünüze saygı duyacağım, operanıza saygı duyacağım” vs. Şimdi kendine daha çok güveniyor, partisi daha özgüvenli ve ordu ötekileştirildiği için Avrupa’ya ihtiyaç duymuyor. Haddinden fazla kibirli hissediyor olabilir.

PM: Buradan Kar’a geçelim.

OP: Hem Kar hem de Benim Adım Kırmızı, siyasi İslam’ın bir gün iktidara gelebileceği öngörüsüyle yazıldı.

PM: Kar burada nasıl tepkiler aldı?

OP: Kar, Amerika Birleşik Devletler’indeki en bilinen kitabım. Ama seküler liderler, bu burjuvazi Orhan’ın başörtülü kızları anlamaya çalışmasını istemedikleri için Türkiye’de Benim Adım Kırmızı ve hatta Masumiyet Müzesi kadar popüler değildi.

PM: Christopher Hitchens’ın eleştirisinde de aynı beklenti var: Orhan Pamuk burada bizim için Doğu’yu yorumlamaya çalışıyor. Ama neden bizim istediğimiz şekilde yorumlamıyor? Neden İslamcılara karşı bu kadar yumuşak?

OP: Bana göre, asıl ilginç olan Erdoğan’dan çok daha köktenci olan Mavi gibi biri ile özdeşleşmeye çalışmaktır. Açıkça görüldüğü üzere, ben onun siyasi programına da karşıyım ve okurlarımın, hiç olmazsa radikal İslamcı bakış açısını anlamalarını istedim.

PM: Kar, bana demokratikleşeceksen belli ölçüde İslamlaşman da kaçınılmaz, diyor gibi geliyor.

OP: Ben İslamlaşma demezdim – İslami kültürü kabullenmek, her açıdan olumsuz gözle bakmamak ve kendine has özelliklerini kabul etmek derdim.

Benim neslimin farklı olduğunu da unutmayın. Şöyle düşünüyorduk, Askeri darbelerden gına geldi. Savunulması gereken laikliğin bir bedeli var. On yılda bir askeri darbe oluyor. İki yılda bir sıkıyönetim ilan ediliyor. Kürtler bastırılıyor, muhafazakarlar bastırılıyor. O çok dar laiklik tanımınıza bağlı kalmak istiyorsanız, nasıl demokrasi olacak?

PM: Kitapta, solculuktan köktenciliğe geçiş yapan bir karakter de var.

OP: Bu kişi, bugün muhtemelen Erdoğan’ın partisinde olurdu.

PM: Müslüman ülkelerde pek çok kişi bu geçişi yapıyor.

OP: Özellikle de şairler. Gençliğinde çok katı Marksist olan, Batı medeniyetinin hayranı olan o kadar çok şair İslam’a döndü ki.

PM: Örnekler, seküler ideolojilerin tükendiğini gösterir gibi. Bir noktada, bu insanların çoğu kucaklamaya karar verdiler –

OP: Ulusu, kültürü, tarihi, ait olma fikrini.

PM: Hitchens dahil o zaman çok sayıda okuru galeyana getiren şey, Türkiye çoktan dinden modernliğe geçiş yapmakta iken kitabın sofu Müslümanları ya da siyasi Müslümanları sempatik bir bakış açısıyla betimlemesiydi. Peki, neden bu insanlardan sempatik bir şekilde bahseden modern, Batılı bir yazara ihtiyaç duyuyoruz?

OP: Romancının görevi, etik olacaksa eğer, teorik bir kaçınılmazlığa boyun eğmektense dünyayı bir karakterin bakış açısıyla görmektir. Ve inan bana, tarihte o kaçınılmazlıklar asla işe yaramaz. Her zaman başka bir şey olur.

PM: Bu kitapların hepsinde, her zaman bir tür görülmeyen siyasi huzursuzluk var. Ve bu kitapların çoğunda, bu huzursuzluklar bir darbeye ya da hemen sonrasında bir duruma yol açıyor. Sence gerçekte bu siyasi sorunların bazılarına doğrudan değinemediğin gerçeği –

OP: Korkak olduğumdan değil.

PM: Hayır, hayır, hayır.

OP: Çünkü başka yazarlar, bunlara o kadar çok değindi ki. Kendi neslimin sağ kanat hükümet güçleriyle savaşan, hapse giren, işkenceye uğrayan cesur adamlar hakkında açıkça siyasi biçimde yazma biçimi beni her zaman rahatsız etti. Üçüncü Dünya romanlarının kaçı böyle? Biz Türklerde bunlar sürüsüne bereket. Bu yüzden, kasten bu literatürden kaçınmak istedim; öte yandan, bu kişiler benim arkadaşlarımdı. Ben de onların inandıkları şeylere inanıyordum. Örneğin; Kara Kitap’ta işkenceye uğrayan bir karakterin küçük bir tasvirini hatırlıyorum. Kitabın atmosferini öldüreceğini düşündüğüm için o kısmı çıkardım. Bu sorunlara değinmek için ahlaki bir eğilimim vardı, ama aynı zamanda da herkes aynısını yaptığı için kitabı ucuzlatacağını hissettim.

PM: Tuhaf biçimde, bu politik baskı ve sansür ortamı yazarların hayal güçlerinin daha çok özgürleşmesini sağladı.

OP: Hayır. Bakın. Türkiye’de oldukça siyasi baskı var, özellikle de önceki nesillerde. Yazarlar bundan çok çekti. Benim de sorumlarım oldu. Benim sorunlarım romanlarım yüzünden değil, hep röportajlarımdan kaynaklandı. Romanlarımın dışında yaptığım siyasi beyanlardan. Erdoğan’ın partisinden önce bile, romanlardaki sorun cinsellikti. Siyaset, onun kadar sorun değildi.

PM: Sanırım günümüzde Çin’de de durum aynı. Romanda pek çok şey yapabilirsin.

OP: Evet. Biraz da ünlüyseniz, bunun da faydası olur.

PM: Eskiden dünyanın merkezinin başka bir yerde olduğunu, ama şimdi bu yerin İstanbul’da olduğunu düşündüğünü söyledin. Senin için değişen ne oldu?

OP: Altmış bir yıl önce doğduğumda, bu şehirde bir milyon insan vardı. Şimdi onüç, ondört milyon olduğunu söylüyorlar. Türkiye, fakir bir ülkeydi. Pek ilginç değildi. Şimdi dünyanın gündeminde siyasi İslam var ve herkes burada olan bitenle ilgileniyor. Özellikle son onbeş yılda, ekonomik başarının ardından çok sayıda toplumsal değişim meydana geldi. Türkler, bu anlamda, dünya onların sorunlarına dikkat kesildiği için gurur duymalılar.

PM: Türkiye, Hindistan ya da Çin gibi ülkelerin ekonomi alanındaki başarısı romana yeni bir soluk getirecek mi?

OP: Sanırım. Buna kuvvetle inanıyorum. Roman, orta sınıfın sanatıdır. Hindistan, Çin ve kuşkusuz Türkiye’de orta sınıfın çoğaldığını görüyoruz; bu yüzden, herkes roman yazıyor. Kehanette bulunmak isterseniz, gelecekte edebi romanların öneminin Avrupa’da, Batı’da azalacağını; Çin’de ve Hindistan’da ise popüler edebiyatın devam edeceğini söyleyebilirim. Yenilik oradan gelecek, çünkü; nüfusu çok; çok sayıda üretim olacak.

İstanbul’a göç ile ilgili bir roman yazıyorum. 50’lerin sonunda, özellikle 60’larda Türkiye’nin en yoksul bölgelerinden İstanbul’a göç başladı. Ve sonra ‘50’lerin ortalarında gecekondu mahalleleri kurulmaya başlandı, ama ‘60’larda yaygınlaştılar. Bu, orta sınıf kültürün değişmesi değildir. Bu, proleteryadır, malı mülkü olmayanlar.

Araştırma yapan, insanlarla konuştuklarını bana rapor eden asistanlarım var şimdi. İşportacılar ya da yoğurt satıcıları 1970’lerde nasıl hareket ediyorlardı? Bu tür küçük detaylar. Materyal toplarken kendi kendime Tanrım, Stendhal’ın yaptığını, Balzac’ın yaptığını yapıyorum derdim. Stendhal’dan sonra, Balzac’dan sonra, Jorge Louis Borges’dan Thomas Pynchon’a, sürrealistlerden James Joyce, William Faulkner ya da Gabriel Garcia Maques’e dek bütün o tecrübe – onların tecrübesinden yararlanabilirim. Ama aslında Kızıl ve Siyah’ta Stendhal’ın yaptığını yapıyorum – kasabaya gelen ve mücadele eden fakir bir adam – ama çok sayıda farklı biçimde. Ki bu da roman sanatının engin bir devamlılığı olduğunu kanıtlıyor, çünkü esnekliği var. Antropolojiyi kullanabilir, Yeni Gazetecilik’i, makaleleri, blogları, interneti. Herşeyden roman çıkarabilirsin. Gazeteciler arayıp, “Orhan Bey, roman sanatı ölüyor,” diyorlar. Hayır, ölmüyor. Hala güçlü, herkes yazıyor, herkes okumak istiyor. Belki Londra’da olanlarla o kadar ilgilenmiyoruz ama Zadie Smith’in yeni romanında olanlarla ilgileniyoruz. Bence bu biçimin sayısız olasılıkları var.

PM: Amerika’da televizyon dizileri – “The Wire” ya da “Breaking Bad” – yavaş yavaş romanın yerini alıyor.

OP: Katılıyorum. Dickens’ın yerini alıyorlar. Sofistikeler. Bu romanı gerçekten öldürüyor – roman okumanın düzenli hazlarını alıp götürüyor. Bu sofistike dizilerin gücü karınızla, arkadaşlarınızla izleyebilmeniz ve hemen onun hakkında konuşabilmenizde. Bir sanat eserinden zevk almak ve sevdiğiniz biriyle bunu paylaşabilmek büyük bir haz.

PM: Son zamanlardaki olaylara dönecek olursak, sence siyasi tercihlerin ifade edilebildiği demokratikleşme dönemi boyunca milyonlarca insanın şehirlere geldiği süreç yüzünden siyasi İslam’ın muhafazakar farklılıkları büyüyecek mi?

OP: Bir bakıma, Taksim ve Gezi olaylarında görülen, ülke zenginleştiğinde bireysellik hissinin de daha güçlü olduğudur. Eski otoriter yöntemlerle ülkeyi yönetemezsin. Erdoğan gibi, medyayı kontrol etsen bile bireyler sokağa çıkar ve parkta ayaklanırlar. Üstelik organize değildi. Siyasi partiler onu yönetmeyi beceremediler. Eğer herkes sınırını bilirse, ılımlılar ve modern bireyler toplumda birarada yaşayabilir. Buradaki sorun, Erdoğan’ın 1930’lardaki eski kafalı hükümdarlar gibi davranmasıydı. Herşeyi yapıyor, herşeyi yönetiyor. “%50 bende, çenenizi kapayın,” diyor. Evet, %50 sende ama bizde de tamamen senin gibi olmayan yetmişiki milyon insan var.

Taksim olayları, Erdoğan’a ya da Türkiye’nin gelecekteki liderine ya da dünyanın bu kısmındaki herhangi birine bir ülke gereğinden fazla zengin ve karmaşık olduğunda liderin kendisini her şeye muktedir görebileceğini söyleme biçimiydi. Ama bireyler de kendilerini güçlü hissediyorlar. Parklara gidiyor ve hayır diyorlar. Siyasi programları ya da partileri olmayabilir, ama yine de dışarı çıkıyor ve etkili biçimde hayır diyorlar. Bu beni çok mutlu etti.

PM: Guardian’da Avrupa’nın Erdoğan’ı resmi olarak kınaması gerektiğine dair bir yazı vardı.

OP: Uzun vadede, bence, Erdoğan tarafından son derece kötü yönetilen Taksim olaylarını almak ve Türkiye’yi atmak için kullanmak Avrupa açısından çok büyük bir hata olur. Taksim Meydanı’ndakiler – hepsi siyaseten doğrucu değildi, ama yeni yeni gelişen Türkiye’nin bireyselliğini temsil ediyorlar. Onlara bakılması ve “Bunlar bizim değerlerimizi paylaşan ve olumlu anlamda Avrupa fikrine katkıda bulunacak olan modern bireyler” denmesi gerekir. Sadece Erdoğan’ı cezalandırmak için Türkiye’deki insanları cezalandırmak yanlış olur.

PM: Bunda Avrupa Birliği projesinin kendi içinde oldukça sorunlu bir proje olmasının da payı var mı?

OP: Elbette. Yunanistan’a komşuyuz. Avrupa Birliği’nin sorunları Türkiye’ye bir üstünlük duygusu verdi: E, beş yıl önce, bizi alıyordunuz bile? Ha ha ha.

Bence bu yanlış bir düşünce – uzun vadede, Türkiye Avrupa Birliği’ne katılmalı. Bu tür bir kültürel kibir doğru değil. Hala pek çok ifade özgürlüğü sorunumuz var; demokrasimiz eksiksiz değil.

PM: Bir yazar olarak, bu çok karmaşık sorunları dünyaya izah etme yükünü taşıdığını düşünüyor musun?

OP: Evet, Taksim olayları olduğunda postam “Orhan, lütfen bize açıkla…” diyen mektuplarla doldu. Bunu onbeş yıl önce yapardım ama gazeteci olmak istemiyorum. Belki de yaşlandım. Şiirsel, Bu parti, şu parti var sosyal demokrasi demekten daha kişisel bir şey yazmaya çalışacağım. Bunu genç nesil yapmalı. Hiçkimseye gazetecilere özgü biçimde Türkiye’yi anlatmak istemiyorum. Sen hariç, Pankaj. (gülüşmeler)

Röportajın orjinalini newrepublic.com/ da okuyabilirsiniz.

 

Röportaj: Pankaj Mishra

New Republic’ten çeviren: Özde Çakmak – Yeşil Gazete

Güzel insanlara, mutlu doğaya teşekkürler – Büşra Akman

İlk tatuta deneyimim için nereyi seçsem diye düşünüp, nerede neler yapılıyor diye bakınırken ancak sitede çeşitli yıllarda yazılmış belki bir iki yoruma rastladım. Ekmek yapan Ayşe’yi ve kaktüslerle ilgilenen eşi Selahattin’i gördüm; Flora Akdeniz Bahçesi. Konuşmaya başladım biz yeni insanlarla tanışmayı çok seviyoruz dedi Ayşe, sonra telefonla konuştuk, çok canlı geliyordu sesi. Ben buraya gitmeliyim dedim. Sonra Gezi Parkı Protestoları devam ediyordu biraz erteledim, yüksek lisans başvurularıyla devam ettim. Furkan’la Ankara’da başvuruyu bitirip geçtik, Flora’ya. Onun da benim de ilk tatutamızdı.

Büşra ve Furkan

Sabah 6.45’te Selahattin aldı bizi Kumluca 28 tabelasından. Orman içinden bir yoldan geçtik, çiftliğe geldik. Ayşe’yle de tanıştık beraber kahvaltı için oturduk. Ankara’da yediklerimizden memnun kalamayan biz, ne güzel bir kahvaltıyla karşılaştık. Kahvaltıda çok güzel bir sohbet başladı, kahveyle birlikte sohbetimiz de derinleşti.

Flora Akdeniz Bahçesi Kütüphanesi çiftliğe konuk ya da gönüllü olarak katılan misafirlerin armağan ettiği kitaplardan meydana gelmiş

Çok güzel bir gelenek varmış, Selahattin gelenleri karşıladığında ilk anı fotoğraflıyormuş, biz sabah baskını gibi geldiğimiz için unutulmuş ama masada bir fotoğraf çekti Selahattin bunları anlatırken (gerçekten daha sonraki fotoğraflarımıza baktığımızda ilk fotoğraftaki halimize epey güldük).

Daha güzel başka alışkanlıkları da varmış, her gelen kişinin ismini doğum gününü burcunu not alıyorlar, resimleri bilgisayarda zamanlarıyla birlikte kaydediliyor. Giderken ise flora defterine hatıranı yazıyorsun. Gelen herkesle birlikteymişsin gibi oluyor. (Bu zaman içeren bir cümle değil, gerçekten oraya gelmiş gelecek o enerjimin yayılabildiği her frekansın içindeki herkesi sev/dim-eceğim.)

Çiftlik

Ne iş yapacağız, nasıl olacak diye düşünürken öyle güzel bir çemberin içindeydik ki, muhteşem bir ses sistemi, kütüphane[1]), ağaçların içinde ahşap bir ev, çardağı, bahçesi, bostanı, kompostu, yurdu, küçük evi, dışarıdaki o güzel banyo tuvaleti, köpekleri Siyah’ı, Paşa’yı, Gofi’yi, Boncuk’u;  kedileri anne’yi, sarışını, tekiri, siyahları ve yavru siyahları, Tahtalı Dağı’nı,Bonustepe[2]’yi hemen içime taşıdım hemen hemen her şeyi olduğu gibi. Geceyi, gündüzü, bulutu, gün ışığının, ay ışığının değdiği her yeri, aydınlatılmamış ışığı… Akşama yakın güneşin gitmesini bekleyip iş saati koşturmacalarımız çok keyifliydi, ilk kez onu seçerken “herkesin araç olarak seçtiği bir şey vardır, o seninle birliktedir, benim uzamım, orak” diye düşündüm. Bahçeyi sularken toprak üzerinde suyun takip ettiği yolu izlemenin ona dokunmanın, koklamanın, ışığın yavaş yavaş maviye geçişinin güzelliğini izlemekti “iş” (:Yaptığımız her şeyden mutlu olduk hep birlikte çalışırken, Heura, Genis, Furkan, Zeynep, Can, Güneş, Ercan ve  gelen birçok kişiyle..

Orada mutlu yemeği tattım, emekli ellere dokundum, yumuşacık bir suda yıkandım- arındım, içimle doldum, paylaştım, sarıldım, çoğaldım. Kafamda ne kadar patlatmışsam ortak kullanalım, paylaşalım diye ortak kullanım ağlarını, Ayşe ve Selahattin anlattıkça hayatlarını,kutsal ekonomi olarak kullandık bu kavramları, aradığım buydu.  İnsan isteyince nasıl çağırıyor fırsatları, ne çok hayatla karşılaşıyor, karışıyor… İstanbul’dan Bodrum’a oradan Çıralı’ya uzanan, 12 yıllık Çıralı’nın ardından 7 senede 70 bin kilometre Batı Akdeniz’de yer aradıktan sonra şu anki yerlerini bulmuşlar, bu yeri de insanlarla paylaşmayı o kadar seviyorlar ki, orası da bu enerjiyle kucaklıyor gelenlerini.

Bonustepe
"Orada mutlu yemeği tattım, emekli ellere dokundum, yumuşacık bir suda yıkandım- arındım, içimle doldum, paylaştım, sarıldım, çoğaldım."

Çember büyüyor, bu tatutayı yorum olarak yazmak yetmezdi, herkes deneyimlerini paylaşırsa daha canlı bir iletişim olur aramızda, bana çok büyük bir eksiklik verirdi yazmamak, çemberi büyütmemek.


[1] Kolektif olarak oluşturulmuş, kitabı veren kişilerin ismi de yer alıyor, hikayesini de öğreniyoruz kitapların.

[2] Evin çok yakınında manzaralı bir tepe var her zaman güzel esen, dinlenilen bir yer; Ayşe Bonustepe ismini vermiş ve herkes çok sevmiş, Selahattin’den de Tefekkür Tepe’yi duyduk, ben Hava Tepe de dedim, Furkan da Umut Tepe.

 

Büşra Akman – Yeşil Gazete

 

Otoyol ve Patika

Pastoral, Sayı 1, Nisan 1993

Bundan 20 yıl önce yazdığım ve o zamanlar “Dağcılar ve Doğa İnsanları İçin” alt başlığıyla çıkarttığımız yeşil dağcılık dergisi Pastoral’in 1993’ün Nisan ayında basılan ilk sayısında yayımlanan kısa bir denememi, “Otoyol ve Patika”yı, üçüncü köprü tartışmalarının, daha doğrusu üçüncü köprü gerekçesiyle yapılan doğa ve ağaç katliamlarının hızlandığı bugünlerde hatırladım ve tekrar, daha doğrusu internet ortamında ilk kez, yayınlayayım istedim.

Umarım beğenirsiniz…

Ümit Şahin

OTOYOL VE PATİKA

Yol akıp gidiyor. Neresi olduğunu bilemediğim toprakların, iç dünyaları düşlenemeyecek denli uzak evlerin, büyük bloklu sitelerin, bir su birikintisine dönüşmüş göllerin yanından akıp gidiyor yol ve zaman. Uzakta birkaç tepe, silikleşen iki bulut seçiliyor.

Otoyol: iki nokta arasındaki en uzun, en kısa, en hızlı çizgi. Zamanı ve mekanı yitiriyorum. Ön koltuktaki sürücü kilometre ibresiyle, yol çizgileriyle, yanından ve önünden akıp giden araçlarla ilgili. Tükettiği şeyin yalnızca yakıt olmadığının farkına varamıyor. Oysa zamanla hesaplaşması uğruna mekanı öğüten bu araç yalnızca yaktığı benzini değil, çevresindeki toprağı, ağacı, evi, suyu ve insanı da yutup sindirerek hızla ilerliyor.

Otoyol: ne zaman yapıldı, daha önce burada neler vardı, tarlalar mı, ağaçlar mı, belki bir yerleşim yeri, belki de büyük bir orman; geçtiğimiz viyadükler hangi vadilere ya da düzlüklere kondurulmuş farkında değiliz. Burası insanın kendini bulunduğu mekandan ayırmak için inşa edebileceği en mükemmel hücrelerden biri. Burası insanın makinasıyla olan uyumunu en üste çıkarabilmek uğruna doğayı bir uyum sağlama çabası bile gösteremeyeceği kadar aklınıın ve algı sınırlarının dışına sürdüğü bir çağdaş dünya tapınağı.

Yol akıp gidiyor. Teypte müzik hızlanıyor. Yüz yirmi, yüz otuz, yüz kırk. Yol akıp gidiyor. Uzakta tek bir ağaç var. Bir nokta havalanıp konuyor. Galiba bir kuş. Yol akıp gidiyor. Yol çizgileri birbiriyle birleşiyor. Güneş kirli bir turuncuyla batarken, uzakta kentin gri ve ürkütücü karaltısı seçiliyor. Yüz otuz, yüz yirmi, yüz otuz. Yol akıp gidiyor.

***

Otoyol ve Patika - Çizim: Erkin Ergin

Önümde giden arkadaşım durdu. Durdum. Çantasından bir avuç kuru üzüm çıkardı. Birazını isteyip istemediğimi sordu. Aldım. Kuru üzümün yakıcı tadı damağımızda, yeniden yürümeye koyulduk. Bir gün önce yağan yağmurun yumuşattığı toprak ayakkabılarımızın altında eziliyor. Hava ikindi güneşinin son ışıklarıyla büründüğü gölgeli bir aydınlıkta, rüzgâr hafifçe esiyor. Varmayı düşündüğümüz yere az kaldığı halde hızlı yürüdüğümüzü fark ediyoruz. Biraz durup dinlenmeli. Yosunlu bir kayanın üstüne çantalarımızı bırakıp geriniyoruz. Islak toprağa oturuyorum. Garip bir böceğin pantalonuma tırmanmaya çalıştığını görüp gülümsüyorum. Günlerdir soluk alıp almadığımı düşünmediğimi farkediyorum. Ne var bunda?

Arkadaşım haritayı çıkarmış bir şeyler söylüyor. Esneyerek göz ucuyla bakıyorum. İyi öyle yaparız. Gökyüzünde dönüp duran bir kuş. Belki bizi gözlüyor. Çaylak diyorum. Atmaca diyor. Atmaca… Çaylak… İddiaya giriyoruz. Sanki kuş inip merhaba ben bilmemkim diyecek… Hem ben uçuşundan tanırım, bu kesin çaylak.

Ellerimle parlaklığı azalmış güneşi engelleyip vadinin öbür ucuna bakıyorum. Sis geliyor gibi. Sis: Vadinin altından bir sarmaya başladı mı, yarım saat sonra iki adımını göremez olursun. Bir bulutun içinde yürür gibi yürürsün. Bulut yüzüne, gözüne akar, ıslatır. Kirpiklerinin ucuna toplanıp akar sis. Ne tuhaf. Ne güzel. Çadırı bir an önce kurmalı. Sıcak bir çorba yapmalı. Ekmekler bitti, bulgur da pişirmek gerek. Sende karabiber var mı?

Güneş iri bir top olup rüzgâr sertleştiğinde duruyoruz. Gölün kenarı. Ayaklarımın altı sızlıyor. Çantaları indirip çadırı açıyoruz. Dönmeyi bırakıp güneşe doğru uçuyor. Kesin çaylak bu. Ardından el sallıyoruz.

Ümit Şahin
Ocak 1993

Pastoral dergisinin İlkyaz 1993 tarihli 1. sayısında yayımlanmıştır.

Yazının Pastoral'deki özgün basımı

Cilalı Sinema Devri: Endüstriyel sinema – Muhittin Kurban

Sinemayı çok seven birisiniz, vizyona giren filmleri takip ediyor, ayda bir arkadaşlarınızla sinemaya gidip tercihiniz olan bir filmi izliyorsunuz. Favori yönetmenleriniz, idolünüz olan oyuncular da var elbette. Hayranı olduğunuz yönetmenlerin, oyuncuların hiçbir filmini kaçırmak istemiyorsunuz. Hollywood yapımlarını olduğu kadar ülkemiz yönetmenlerinin filmlerini de izleyerek sinema anlayışınızın geniş olduğunu düşünüyorsunuz. Maalesef bu tanımlamalar sinemasever bir bireye ait değil. Bu olsa olsa internet kullanabilen, sosyal ağlarda çevresi olan, kendini, sanatsal yönü olduğuna inandırmış bir kişinin tanımlamasından öte bir şey değil.

Cebimizde taşıdığımız teknolojik cihazlar sayesinden ünlü insanların tweetleriyle öneri manyağı olan bireyler olarak sinemanın endüstriyelleştiğini görmemek imkânsız. Bizlere sunulan bol ambalajlı, çok efektli, biraz cinsel çekimi olan, popülist yönü ağır basan, televizyonlarda günlerce fragmanı dönen filmlerin bu sistemin dayatmasından başka bir şey olmadığını görmemiz gerekmektedir. Bilmemiz gereken, vizyona giren filmler; dünyaca ünlü film festivallerinde kapalı kapılar ardında film pazarlama için süren sohbetler sonrası bir kaç sinema salonu şefinin gişeye (yani hasılata) göre gösterim anlayışı ile getirdiği filmlerin dışında bir şey değildir. Sinemaseverlerin sinema anlayışını düşünmekten ziyade, gişede başarılı olacak, salonları hınca hınç dolduracak, sanatsal yönünün çok önemli olmadığı, TV de yüzü eskimeyen oyuncularla içi doldurulan filmlerle sinema anlayışımızın gelişmesi(!) düşünülüyor.

Sinema sektörünün liderleri, artık popülariteyi ön planda tutarak, kâr marjlarını düşünerek sinema salonlarında gösterilen filmleri çıkarlarına göre belirleyerek bir film tekeli oluşturmaktadırlar. Sinemaseverlerin farklı sanatsal tercihlerini değerlendirmek yerine, rekabet yaratacak, gündemde ve göz önünde olan sinema filmlerini gösterime dahil etmek; sanatsal filmler başta olmak üzere, birçok filmin sinema salonlarına uğramadan unutulmasını sağlamaktadır.

Rakamlarla Konuşmak

Çizdiğim tablonun çok kötümser olduğunun farkındayım. İsterseniz biraz rakamlardan bahsedelim. 2011 yılında salonlardaki izleyici sayısı 40 milyonu aşmış durumda. Düşünüldüğünde çok iyi bir rakam denilebilir. Peki, 2010 yılı sinema izleyici sayısının 41 milyonun üzerinde olduğunu görünce gelişmeden söz etmemiz mümkün olabilir mi? Sinemanın gelişmesi sadece salona giden insan sayısıyla ölçülmez diyebilirsiniz. Evet, haklılık payınız var. Eskiye oranla çok film çekiliyor ama kaç yönetmen ikinci filmini çekecek gişe başarısı kazanabiliyor? Kaç yerli yapım büyük illerde aynı anda vizyona dâhil edilebiliyor?

Vizyona giren filmlerin seçim kriterini, popülist hayatın bir getirisi gibi değerlendirmek gerekir. Sonu gelmeyen devam filmlerinde, gençliğinde rol aldığı filmden dolayı hâlâ aranan yüz olmak sinemanın kara lekesi gibi. Belki de bizim kendimize sormamız gereken asıl soru: “Bir yıl boyunca kaç tane Avrupa yapımı film vizyona girdi ve merak edip bu filmlere karşı sinemasever merakını ne derece gösterebildik? Dünyada en fazla konuşulan İspanyolca orijinal dili ile film izlediniz mi hiç? Festivallerde bol ödül kazanmış, düşük bütçeli İskandinav kökenli film izleme fırsatınız oldu mu hiç? Sanatsal içerikli, siyasi içerikli Ortadoğu ya da Güney Amerika yapımı film ilgimizi çekti mi?  Bu ülkelerde neden film çekilmiyor, çekiliyorsa neden vizyona girmiyor sorusunu kendimizi neden sormadık?

Dünya sinemasını sadece Amerikan yapımlı filmler olarak algılayıp, bağımsız sinema olarak nitelendirilen, salonlarda gösterilme şansı mucize olan filmlerin var olmadığını düşünmek bir sinemaseverin ilgi göstermemesi ile açıklanabilir mi?

Gelelim yerli yapımların vizyona dahil edilmemesi sorununa. Maddi harcamaların yanı sıra emek verilerek ortaya çıkarılan bir sinema eserinin kendi ülkesinde vizyona dâhil edilmemesi ve bunu sinemadan anlayıp anlamadığı belli olmayan, masa başında arz-talep ilişkisini değerlendiren insanların belirleyecek olması sinema adına büyük bir utanç. Onlarca salonlardan birini bile sanatsal veya bağımsız filmlerin gösterimine ayırmayan endüstriyel sinemacılık, sinemaya hizmet etmek yerine kendi kâr hedefini tutturma amacındadır.

“Sanat, sanat içindir!” şeklindeki demode tanımı kenara bırakarak, “Sinema insan içindir” şeklindeki hümanist yaklaşımı devam ettirmek gerekir. Dünyadaki vicdan ve hakikat arayışımızın bizlere yansıması olan düşük bütçeli sinema eserlerini sinema salonlarında daha çok görmeliyiz. Ya gözlerimizi kapatıp bizlere sunulanlara sinema diyeceğiz ya da her kaybedilmişliğe, terk edilmişliğe ortak olmayı tercih edip yalnız bırakılmaya çalışan gerçek sinema yapımlarının peşinden gideceğiz.

Belki de bir ütopya ama dünyayı daha yaşanabilir hale getirmeye bir film öncü olabilir. Ne dersiniz?

 

Muhittin Kurban

@3murti