Ana Sayfa Blog Sayfa 4155

Çanakkale’de Roman öğrenciler aynı sınıfa yerleştirildi iddiası

Evrensel Gazetesi muhabiri Ali Can Gün’ün haberine göre Çanakkale’de  Eski ismi Merkez İlköğretim Okulu olan, Mustafa Kemal İlköğretim Okulu’nda Roman vatandaşların çocuklarının aynı sınıfta toplanarak, diğer çocuklardan ayrıştırıldıkları iddia edildi.

İddiaya göre, okulda eğitim gören Roman vatandaşların çocukları, tek bir sınıfta toplanarak diğer öğrencilerden ayrıştırılmak isteniyor. Diğer sınıflarda 24-27 kişi arasında eğitim verilirken, bir sınıf 13 Roman öğrenci ile eğitime devam ediyor. Aileler, “Bizim çocuklarımız ayrı bir sınıfta toplanarak ayrımcılık yapılıyor. Okulda yaşanan bu ayrımcılık, teneffüste öğrencilere nasıl yansıyor? Çocuklarımız kendilerini, diğer öğrencilere göre daha kötü hissediyor? Bizim çocuklarımızda ne var? Cüzzamlı mı bu çocuklar?” diye sitem ettiler.

İlgileneceklermiş!

Konu üzerine bir araya gelen veliler Çanakkale İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne giderek şikayette bulundu. Milli Eğitim’de görevli bir şube müdürünün sadece “Ben konuyla ilgileneceğim” dediği öğrenildi. Yaşanan olayın önümüzdeki günlerde de tartışılacağı tahmin edilirken, Milli Eğitim Müdürlüğü yetkililerinin konuyla ilgili nasıl bir önlem alacağı ise merak ediliyor.

Veliler okula alınmıyor

Ayrıca öğrenci velileri de okula alınmıyor. Veliler, “Bizim içeride yavrumuz var, bir şeye ihtiyacı var mı, yok mu diye merak bile edemiyoruz. Çünkü içeriye girmemiz yasak. Burası cezaevi mi? Biz eğitimi bilmeyen insanlar mıyız? Okula veliler neden alınmıyor?” diyerek tepki gösterdiler.

(Evrensel)

Derbide Ne Oldu? – #çarşıyıYedirmeyiz / Yiğit Kalafatoğlu

Adaletin bittiği yerde kaos başlar.
Ancak, orada #çArşı varsa; Beşiktaş’ın menfaatleri kaostan da önde gelir.

GİRİZGAH

* Bugüne kadar onlarca maç izledim. Deplasman gördüm. Babamla gittiklerimi saymazsak, en azı 15 senedir, kapalının göbeğinde maç izliyorum.
* Beni bilen bilir. Semtte doğdum. Semtte büyüdüm. Ailem #çArşı’da 40 yıldır esnaf. Yetiştiğim kadarıyla hemen her taraftar grubu ile tanışıklığım veya bir bira içmişliğim vardır. Hiçbirine mensup değilim, olmadım, olamayacağım.
* Bu takım, bu taraftar, onlarca badireler atlattı. Vurdu, vuruldu. Bölündü, sendi, sevildi, yeri geldi ötekileşti, yeri geldi sahiplenildi. Ama asla bugünkü gibi bir manzaraya mahal vermedi.
* Bu bir tesadüf değildir. Kim ne derse desin.
* Dışarıdan bakınca ne görülüyor bilmiyorum ama, “taraftar” olmakla “tribün kovalamak” arasındaki ince çizgide gizlidir doğru gözlükle bakabile yetisi.
* Bu açıdan bugün yaşananların nedeni her ne kadar münferit bir hadiseden kaynaklı da olsa, sadece bugüne ait değildir. Ve en önemlisi sorumlusu asla #çArşı değildir.

MAÇ ÖNCESİ

* Olimpiyat’taki hemen her maç zulüm. Bugün de maça yaklaşık 3 saat önce girdik.
* Stadın %25’i o saatte doluydu. Ardından maç saatine kadar muazzam bir kalabalık oldu.
* Doğu tribünün sağ ve sol tarafındaki açık tribünlerden maça yaklaşık 1 saat kala, en az 3-4 bin kişi de, hem tartan piste atlayıp,
hem de tellere tırmanıp aramıza katıldı. Bir ara gişeleri patlatıp, içeriye giren taraftarı saymıyorum bile.
* 76.000 kişilik bir stadyumda, tribün insanı bilir, bir koltukta iki kişi, sanki İnönü Kapalısı gibi, ayakta maç izledik. Bugün, orada; nereden baksan 90.000 kişi vardı. Alışkın olduğumuz bir atmosfer olsa da, kalabalık Olimpiyat için alıştığımız gibi değildi. Buna bağlı sağlanan güvenlik de öyle.
* Ben yıllardır, güvenlik aramasından bu kadar rahat girdiğim bir maç hatırlamıyorum.
* Hatta stad çevresinde ve içinde o kadar az kolluk kuvveti vardı ki, dost sohbetlerinde esprisini bile yaptık.
İnönüde 50 kişiye bir çevik düştüğü günleri hatırlıyoruz böyle iş mi olur?. Oluyor.
* Bu arada stad da, takım da, seyirci de muhteşemdi. Herkesin kafasında ise, dokuz puanlık puan farkı ve galibiyetin Beşiktaş’a yar edilemeyeceği.
* Düdüğün sahibi de Aydınus olunca..

MAÇ

* Spor, sermaye, iktidar ve medya ekseninde güdülenen taraftar kitlesi, Beşiktaş jogo-bonito yaparak farkı açsa dahi, 3 puanın kendisine yedirilmeyeceğinden emin ve tedirgindi. Derken maç başladı.
* Oldukça da iyi başladı. Ardı ardına pozisyonlar, orta sahada pres, kaçan goller, istekli bir takım, derken gelen gol, yan hakeme rağmen galibiyetle kapanan bir ilk yarı.. Muhteşemdi.
* Ne olduysa, ikinci yarıda oldu. Maç bir anda dengelendi. Bunda Fırat Aydınus’un kullandığı “takdir hakları” ciddi etki yarattı. Nasıl yaratmasın?
Bir yanda da aklımızda Burak Yılmaz’ın geçen sene gasp ettiği 2 puan varken, Serdar Kurtuluş’un ikili mücadelede yere düşmesi, üzerine basiretin bağlandığı bir pozisyon ve yenen gol. Sinirler iyice gerildi.
* Bu arada dileyen Beşiktaş’ın Aydınus karnesine bakabilir.
* Pozisyon fauldür değildir, ben orada değilim. Tamamen kitle psikolojisini daha iyi idrak edebilmeniz için detaylı yazıyorum.
* Futboldur, herşey olur.
* Tıpkı, Burak Yılmaz’ın elle aldığı topun, hakemlerce görülememesi sonrası golle sonuçlanarak, emek hırsızının literatürüne bir yenisini eklemesi gibi.
* Zaten sinirler de bu noktada iyice gerildi…

MEVZU

* Herşey, 82. 83. dakikalarda başladı. Doğu alt tribünden bir kısım taraftar, ufak ufak çıkmaya başladı.
* Evet, bizim tribün buna alışık değildir. O nedenle de üst tribünde bizim de olduğumuz taraftan buna tepki gösterenler oldu.
* Tepki söz dalaşına, oradan küfüre, derken yukarıdan aşağıya su ve su şişesi atılması ile devam etti. İpler de o noktada koptu.
* Doğu üst tribün aşağıya inerek büyük bir kavganın çıkmasına neden oldu.
* Kavgayı başlatan da, müdahil olanlar da tribünün tanıdığı isimler. Daha önce yüzlerce defa benzerini gördüğümüz türde bir tribün kavgası alsında.
* İlginç olan ise 5 kişi ile başlayan kavganın, en az 500 ila 1000 kişinin olduğu bir alana yayılması ve 8-9 dakika devam etmesiydi.
* En ufak bir olayda, tribüne müdahale eden güvenlik görevlilerinin, hatta çevik kuvvetin, bu kadar büyük bir kavgaya sessiz kalmasıydı.
* O kadar çok çocuk, kadın ve orta yaşlı insanın olduğu bir yerde, üstelik, bu insanların polisi göreve çağırmasına rağmen,
kimsenin kılını kıpırdatmaması inanılmazdı.
* Bir ara, Rıdvan Akar’ı gördüm. Altta kavga ayırmaya çalışırken, kendini bilmez birinin yumruğunu yedi.
* Sonra 3-4 arkadaşı ile yere sırt üstü yere düştü, üstüne insanlar..
* Korkudan şoka giren çocuklar, çığlık atan kadınlar.. Western film karesinden bir sahne gibiydi.
* Kavga o kadar büyüktü ki, maçın bütün heyecanına rağmen, Doğu üst tribün kitlenmiş bir vaziyette izledik. Elimizden birşey gelmedi.
* Bu esnada doğal olarak şiddetten kaçanlar, sahaya indi. Tartan pistin üzerinde kadınlar, çocuklar… kavgadan kaçanlar..
* Güvenlik halen sessiz, sakin.
* İşte o anda, Melo’nun Fernandes’e çok sert daldığını gördüm. O ana kadar bir çok tavrını eleştirdiğimiz Aydınus, Melo’yu attı.
* Bana soracak olursanız, basiretsiz bir hakem olarak gösterdiği kötü performansı, bu eyyam ile örteceğini düşünüyordu.
* Ne şiş yansın, ne kebap hesabı…
* Futbolcular da bunun farkında olacaklardı ki, bir itiş kakış oldu. Yayıncı kuruluş “göstermiştir.”
* Bu arada kavga helen devam ediyor, insanlar sahanın kenarında birikiyor. Yayıncı kuruluş “göstermemiştir..”
* Tribün dostlarım. Enteresan. Hiçbir yere benzemez. Beşiktaş tribünü, taraftarı da öyle.
* Zaten o yüzden Gezi sürecindeki direnci anlamakta zorluk çektiniz hepiniz, çünkü anlık yaşayan onbinlerden bahsediyoruz.
* İşte o “an”lardan birinde, doğu tribünün sağ tarafındaki açıktan sahaya giren 1 kişi gördüm.
* Ne var ki, ulaşamadan durduruldu. Ancak, ardından 2 kişi daha derken, onlarca insan sahaya girdi.
* Kimi, doğu tribününe, kimi sahaya koşmaya başladı.
* Sonrası malum. Kovalamaca, kavga, biber gazı..

PERDE ARKASI

* Bakın, biz ne maçlar gördük. Ne yenilgiler, ne haksızlıklar. Asla, sahaya inerek tahakküm kurmadık.
* Aklımızdan geçmedi mi? Geçti. Ama bu taraftar İnönü’de yıllarca tel örgü olmadan maç izledi. Hiç böyle şey görmedi…
* 5 kırmızı kartlık Samsun maçında bile.
* Bugün niye insin? Asıl soru da bu değil mi? İnanın ben de anlamış değilim.
* Bu tavrın ardında politik bir çıkış aramak çok normal, ama kimsenin hakkını yememek lazım.
* 1453 kartalları, pankartlarının bulunduğu Batı Tribününün sol tarafındaki açıktaydı. Stada ilk girenler ise onlar değildi.
* Stada girenlere, o anki psikoloji ile “Ya Allah, Bismillah” diye kısa süreli de olsa destek veren de onlar değildi.
* Bu tamamen anlık, kitlesel ve örgütsüzdü. Kısa da sürdü.
* 1453 Kartallarını eleştiriyor olabiliriz, ancak kantarın topuzu kaçırmamak gerekli.
* Belki sahaya onlar da girdi, belki de girenlerin yarısı Beşiktaş’lı bile değildi. Bilemeyiz.
* 90.000 kişiyi zaptetmek mümkün değil. Hele, 1000 kişilik bir kolluk kuvveti ile hiç değil.
* Ama, başta basın olmak üzere herkese şunu iyi anlatmak gerekli.
* “Çarşı ile yeni bir oluşum olan 1453 Kartalları” arasında bir husumet olamaz.
* #çArşı karşısında durulabilecek bir grup değildir. Her zaman tribünün tamamını, tüm grupları telkin ve temsil edecektir.
* Haber söyleminde gruplar karşı karşıya geldi demek, diplomatik dil üretmek,
* 1453’ü ile #çArşı’yı karşı karşıya getirmek, birilerini, diğerinin karşısına çıkan bir güruh olarak yüceltme çabasına girmek, herkesi güldürür.
* Şunu da unutmamak laazım. Kavgayı, dolayısıyla tüm bu olayları başlatan, fitili ateşleyen, yabancı bir güruh veya paralı askerler değildi.
Kim olduklarının da bir önemi yok.
* Çuvaldızı kendimize batırmamız şart.
* Evet, güvenlik zayıf. Vukuat olsun diye şartlar olgunlaşmış, taraftar provoke de edilmiş, ancak ilk su şisesini atan kişi de oturup düşünmeli arkadaş!
* Aramıza sızan hainler de varsa, onları da ayıklayamadık.
* Tribün otokontrol işidir. Ne yalan söyleyeyim. Bu kadar çok insanın kendi kendini kontrol etmesi mümkün de olmadı.
* Bu yüzden MELO’ya kızan taraftar sahaya girdi yazan gazeteyi de, yaşananları mağlubiyetle alakalandıran rakip taraftarına da yazıklar olsun.
* Biliyoruz. Adaletin bittiği yerde kaos başlar. Ancak, orada #çArşı varsa; Beşiktaş’ın menfaatleri kaostan da önde gelir. Bugün #çArşı yeterli olmadı.
* Nitekim, tüm stadın boşalmasına rağmen, Doğu Üst Tribünü, yani #çArşı ‘nın bulunduğu tarafta herhangi bir galeyan olmaması da bunun göstergesidir.
Bu yüzden, ben şahsen, #gslıyımçarşıyıyedirtmem diyen rakip takım taraftarı başta olmak üzere; #çarşıyıYedirmeyiz diyen herkesi takdir ediyorum.
* Çünkü #çArşı kendine inanan, güvenen insanlara; takımını her daim destekleyen taraftara her daim kanat açmış, nice zorluklara göğüs germiştir.
* Kendinize şunu sorun, benzer bir olay İnönü’de olabilir miydi?
* Ya da, geçen sene çok daha olaylı geçen bir GS maçında neden olmadı?
* Oynanan bir oyun varsa da, bir iki taraftar grubu yaratarak kazanılabilecek bir oyun değil.
* Çok daha büyük ve itibarsızlaştırmaya yönelik bir oyundur!
* Şimdi de ben soruyorum, savcı neden bol, polis neden az?
* Satır aralarını iyi okumak gerekir.

Aşağıdaki videoda bu akşamdan, #çArşı’nın içinden gerçek bir sesi dinleyeceksiniz. Ona kulak verin (Küfür İçerir)

 

Bu yazı ilk olarak yicit.com/ da yayınlanmıştır

 

 

Yiğit Kalafatoğlu

Pakistan’da deprem: 328 can gitti, denizden ada çıktı

Pakistan depreminde oluşan ada 20 metre yüksekliğinde ve sahile 200 metre mesafede

Pakistan’ın güneybatısındaki Belucistan vilayetinde dün meydana gelen 7,8 büyüklüğündeki şiddetli depremde en az 328 kişi hayatını kaybederken, yaklaşık 500 kişinin de yaralandığı bildirildi. Depremin merkez üssü Hindistan sınırı yakınında bulunuyor.

Arama-kurtarma çalışmalarının devam ettiği bölgede depremden en çok etkilenen Avaran kenti ve çevresinde acil durum ilan edildi.

Yerel basında yer alan haberlerde, Avaran’daki kerpiç binaların yüzde 80’inin yıkıldığı ya da büyük hasar gördüğü belirtiliyor.

Deprem, Pakistan kıyılarının hemen karşısında bir adanın da oluşmasına yol açtı.

Depremin merkez üssü Belucistan eyaletinde, Hindistan sınırı yakınında bulunuyor

Pakistan Ulusal Oşinografi Enstitüsü’nden Asıf İnam, ‘Dawn‘ gazetesine yaptığı açıklamada, adanın 200 metre uzunluğunda, 20 metre yüksekliğinde ve 100 metre genişliğinde olduğunu ifade etti.

Gazetede, Belucistan vilayetinin kıyılarında 1999 yılında bu yana üçüncü kez yeni bir adanın oluştuğu belirtiliyor.

Daha önceki iki adanın deprem olmadan oluştuğu, ve daha sonra tekrar yok olduğu kaydedildi.

Deutsche Welle Türkçe

[Özel Haber] Almanya’da Yeşiller’in oy kaybının nedenleri ve Yeşiller-CDU koalisyonu mümkün mü?

Almanya’da Pazar günü yapılan federal seçimlerde %2,3 oy kaybederek Federal Meclis Bundestag’daki sandalye sayısı 68’den 65’e düşen Yeşiller Partisi’nin aldığı başarısız sonuç tartışılmaya devam ediyor.

Bilindiği gibi seçim sonuçlarının belli olmasınn hemen ardından Yeşiller’in eş başkanlarından Cem Özdemir ve Claudia Roth ile Meclis grup başkanları Renata Künast ve Jürgen Trittin parti içindeki görevlerinden istifa etmişlerdi. Ancak Deutsche Welle’nin haberine göre Cem Özdemir’in parti başkanlığına yeniden aday olacağı kesinleşti.

Yeşiller sosyal politikalarını ve vergileri artırma konusunu iyi anlatamadı

Oy kaybının nedenlerinin ise çeşitli olduğu söyleniyor. Almanya Yeşiller Partisi’nden görüştüğümüz kaynaklar kamuoyu yoklamalarında oyu en az %12 görünen Yeşiller’in, beklentilerin 4 puan altında aldığını, bunun nedeni olarak parti tabanında seçim kampanyasında yapılan hataların etkili olduğu görüşünün yaygın olduğunu belirtiyorlar.

Yapılan yorumlara göre Yeşiller‘in, seçim kampanyasında sürekli savunmada kalacak bir pozisyona düşmesi oy kaybının nedenleri arasında yer alıyor. Bunun örnekleri arasında partinin sosyal politikalarla ilgili olarak vergilerin artırılmasını savunmasının, ancak vergilerin neden artırılması gerektiğini iyi anlatamamasının etkili olduğu söyleniyor. Ayrıca partinin enerji dönüşümü ve sosyal adalet gibi konulardaki  projelerinin neler olduğunu doyurucu biçimde açıklamamasının da oy kaybına neden olduğu yorumları yapılıyor.

Cem Özdemir ve Claudia Roth

Oy kaybına neden olduğu için en çok suçlanan konu ise okul kantinlerinde haftada bir vejeteryan yemek çıkması gibi önerilerin birer tavsiye olduğunun anlatılamaması.

Seçim kampanyasıyla ilgili sorunlardan birinin de kampanyanın dili olabileceği söyleniyor. Kampanyada kullanılan dilin, program ve sloganların seçmenlere yönelik, anlaşılır sloganlar olmamasının da oyları düşürmüş olabileceği dile getiriliyor.

Aldığım görüşlerde bana en önemli gelen nedenlerden biri ise aslında oy kaybının Yeşiller’den çok Sosyal Demokratlar (SPD) ile ilgili olan yönü. Bilindiği giibi Yeşiller artık geleneksel olarak SPD’nin koalisyon ortağı olarak kabul ediliyor. Ancak Merkel’in seçimi kazanacağının belli olması ve SPD-Yeşiller koalisyon ihtimalinin pek yüksek olmaması nedeniyle seçmenlerin hükümete giremeyceği neredeyse kesin olan Yeşiller’e oy vermekten vazgeçmiş olabilecekleri söyleniyor.

Yeşiller’in Hıristiyan Demokratlarla koalisyonu pek mümkün değil

Şu anda en çok tartışılan konulardan biri Yeşiller Partisi’nin tarihinde bir ilke imza atıp Merkel’in partisi Hıristiyan Demokrat Birlik (CDU/CSU) ile koalisyon yapıp yapmayacağı. Çünkü beklendiği gibi, Merkel aldığı yüksek oy oranına rağmen tek başına iktidar olacak çoğunluğa ulaşamadı. Geleneksel koalisyon ortağı liberallerin (FDP) de barajı aşamayarak Meclis dışında kalması nedeniyle (ve Sol Parti tartışma dışı olduğu için) Merkel’in önünde sadece iki seçenek var. Ya SPD ile büyük koalisyona gitmek (iki dönem önce olduğu gibi), ya da Yeşiller’le hükümet kurmak. Ancak Yeşiller-CDU koalisyonu eyalet düzeyinde bir iki kez denemiş olsa bile alışılmamış ve Yeşiller içinde ciddi tartışma yaratacak bir durum.

Bloomberg, 2 gün önce bu koalisyon ihtimalinin çok yüksek olduğuna dair bir haber yaptı. Bloomberg’in bunu dayandırdığı sözler Claudia Roth‘un koalisyon görüşmeleri yapmaya açık olduklarını açıklaması ve Cem Özdemir‘in partinin Yeşiller’e oy vermeyen, ama Yeşiller’in gündemini benimseyen çoğunluğu da kazanması gerektiğini belirten sözleri.

Ancak, Almanya Yeşiller Partisi çevresinden konuştuğum kişiler, bu ihtimali yüksek görmüyor. Kaynaklarım, Hamburg’ta göründüğü gibi CDU ile koalisyonun zor geçtiğini ve iki partiyi ayıran ayıran enerji, çevre, tarım, sosyal adalet, eşitlik (örn. çifte vatandaşlık) gibi çok sayıda konunun böyle bir koalisyonun yürümesine izin vermeyceği, ayrıca parti tabanının çoğunluğunun da bu koalisyonu istemeyeceği yorumunda bulunuyor.

Bir yandan da Merkel‘le yaptığı 4 yıllık koalisyonun ardından %9,8 oy kaybına uğrayarak baraj altı kalan FDP‘nin düştüğü durum göz korkutuyor. Merkel’in koalisyon ortağını emip kuruttuğu yorumları yapılıyor. Yeşiller tabanında CDU ile bir koalisyonun sadece ilkesel ve politik olarak yanlış görülmekle kalmadığı, partiyi yıpratıp oylarını iyice düşürebileceği için de kaygı duyulduğu söylenebilir.

Yeşiller çevre ağırlıklı bir gündeme geri mi dönüyor?

Henüz bunu söylemek için çok erken, ancak 23-24 Kasım’da yapılacak olan parti kongresinde bu konunun tartışılacağı kesin. Örneğin partinin eşbaşkanı Cem Özdemir’in Yeşiller’in seçimlerden 4. parti olarak çıkmasının ardından gazetecilere yaptığı açıklamada “Parti sürdürülebilirlik ve ekoloji gibi ana eksenlerrine odaklanmalı” dediği bildiriliyor.

Yeşiller’in Türkiye kökenli milletvekilerinden Ekin Deligöz de Deutsche Welle’ye verdiği demeçte sosyal adalet ve azınlıkların haklarını savunan bir parti olduklarının altını çizerek, bu seçimlerde bunu daha fazla öne çıkardıklarını ancak seçmenin çevre dışında başka sorunlarla ilgilenen bir Yeşiller Partisi görmek istemediğini söylemiş. Deligöz şöyle söylüyor: “Biz, parti olarak Almanya’da ekolojiden yani doğal hayatı korumanın dışında sosyal haklar üzerinde konuşmaya başladık ama Almanya seçeneği olmasına rağmen bunu seçmedi. Aslında onlar için çalıştığımız halde bazı insanlar bizi tercih etmedi.”

Bazı yorumcular Merkel’in Fukuşima felaketinin ardından nükleer santralları kapatma kararını vermesinin ve yenilenebilir enerji konusundaki politikalarının da bu konudaki protesto oylarını Yeşiller’den koparmış olabileceğini belirtiyor.

Yeşiller’in yeni liderleri kim olacak?

Yeşiller’in parti yönetimi Kasım ayındaki kongrede kısmen veya tamamen değişecek.Partinin hem eşbaşkanları, hem de Meclis Grubu eşbaşkanları ve tabii yürütme kurulu üyeleri seçilecek. Ancak Almanya Yeşilleri’nde eşbaşkanlıkta kadın-erkek dengesi kadar önemli bir diğer denge de realo-sol kanat dengesi. Yani hem partide hem de Meclis grubunda iki eşbaşkandan biri erkek diğeri kadın olurken, birinin realo (gerçekçi) kanattan, diğerinin sol kanattan olması geleneği var. Dolayısıyla örneğin bir göreve realo kanattan güçlü bir kadın aday çıkıyorsa, sol kanattan erkek aday çıkması gerekiyor. Konuyla ilgili ihtimaller bu matriks çerçevesinde değerlendiriliyor.

Almanya Yeşilleri’nden aldığım bilgilere göre Cem Özdemir‘in eşbaşkanlığa yeniden adaylığı kesin. Ancak Claudia Roth’un adaylığı, henüz resmi bir açıklama yapmasa da, artık pek olası görünmüyor. Dolayısıyla kadın eşbaşkanlık için sol kanattan bir aday çıkması gerekiyor. (Ya da sol kanat adayı kadın olmak zorunda). Şu aralar Simone Peter‘in ismi geçiyormuş. Ancak kesin olan bir aday yok. Meclis grubu eşbaskanlığına son seçimlerde  partinin birinci sıra kadın adayı olan realo kanattan Katrin Göring-Eckardt‘ın aday olacağı kesin. Meclis grubunda solun şimdilik görünen adayı Toni Hofreiter.

Yeşiller’in Almanya’da aldığı sonuç daha çok tartışılır. Çünkü sadece Almanya politikasını etkilemekle kalmıyor, bütün dünyanın yeşil partilerini etkiliyor. Özellikle de bir Yeşiller-CDU ihtimalini ve bu konuda yapılan tartışmaları yakından takip etmeye  devam edeceğiz.

Haber: Ümit Şahin – Yeşil Gazete

Putin kabul etti: Greenpeace aktivistleri korsan değil

Greenpeace aktivistlerinin el konularak Kola körfezindeki bir askeri üste tutulan Arctic Sunrise'ın önünde yaptığı eylem: Aktivistlerimizi serbest bırakın, Kuzey Kutbu'nu koruyun"

Geçtiğimiz hafta sonu Rusya’da gözaltına alınan ve aralarında Greenpeace Türkiye gönüllüsü Gizem Akhan’ın da bulunduğu 30 aktivistle ilgili olarak Greenpeace bir açıklama yaptı. Açıklama Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin‘in, Salekhard’daki Kuzey Buz Denizi forumu sırasında Rus yetkililerin gözetim altında tuttuğu 30 Greenpeace eylemcisinin ‘elbette korsan olmadıklarını,’ ancak uluslararası yasaları ihlal etmiş olabileceklerini açıklamasına cevap niteliği taşıyor.

Barışçıl bir protesto

Greenpeace Uluslararası Genel Direktörü Kumi Naidoo, Putin’in açıklamasına cevaben şöyle dedi:

“Başkan Putin’in eylemcilerimizin korsan olmadıkları ve tamamen Kuzey Buz Denizi’nin doğasını korumak amacıyla hareket ettiklerini belirten açıklamasını olumlu karşılıyoruz. Eylemcilerimiz, Kuzey Buz Denizi’nin narin doğasında yapılan petrol arama faaliyetlerine ve iklim değişikline dikkat çekmek amacıyla petrol platformuna tırmanmaya çalıştılar. Bu, Gazprom’un Kuzey Buz Denizi’nde gerçekleştirmek istediği tehlikeli petrol sondajı faaliyetlerine karşı yapılan barışçıl bir protestoydu.”

Rus medya kaynakları ayrıca, eylemcilere müdahalede bulunan Rus sahil güvenliğinin, protestonun Greenpeace eylemcileri tarafından gerçekleştirildiğinden haberdar olmadığını bildiriyor. Naidoo bu bilgiyle ilgili olarak, “Sahil güvenliğin sözleri çok inandırıcı değil. Gemimizin yan tarafnda iki tane gökkuşağı, iki tane barış güvercini ve Greenpeace amblemi var. Protestomuz başlamadan önce en az 24 saat boyunca bizi takip ettiler. Bu, Greenpeace’in Rusya’da gerçekleştirdiği ilk barışçıl eylem değil ve Rus yetkililer Greenpeace’e aşina” dedi.

Henüz resmi bir suçlama yok

Greenpeace Rusya ofisi bugüne dek, Greenpeace’in barışçıl protestolar gerçekleştirdiğine dair Gazprom şirketi ve Rus yetkililerle defalarca iletişime geçti.

Şu anda 30 eylemci Murmansk’ta gözaltında ve alınan bilgilere göre birbirlerinden farklı mekanlarda tutuluyorlar. Dün gece Rus araştırma komitesi 5 eylemcinin ifadesini aldı.  Korsanlıkla suçlanıp suçlanmayacaklarına dair inceleme devam ediyor ancak şu ana kadar hiçbir eylemci resmi olarak korsanlıkla suçlanmış değil.

Avukatla görüştürülmüyorlar

Alınan bilgilere göre Greenpeace eylemcileri son 4 gündür avukatla görüştürülmüyor. Uluslararası basında eylemcilerin korsanlıkla suçlanabilecekleri ve haklarında 15 yıl hapis cezası istenebileceği yazılmıştı. Ancak eylemcilerin korsanlıkla suçlanması için hiçbir yasal dayanak olmadığı belirtiliyor. Korsanlık suçlaması, sadece gemilere veya uçaklara karşı bireysel amaçlarla, şiddet içeren eylemlere karşı kullanılabiliyor. Çevreyi korumak adına petrol platformlarında gerçekleşen barışçıl eylemler bu kapsama girmediğinin açık olduğu bildiriliyor.

Greenpeace eyleme yapılan müdahale biçimiyle ilgili ise şunları söylüyor:

“Sadece ip ve pankart taşıyan Greenpeace eylemcilerine Rusya Sahil Güvenliği silah doğrultarak müdahalede bulundu, eylemcilerimizin aileleriyle ve Greenpeace’le iletişim kurmasına 4 gün boyunca izin verilmedi. Bu haksız müdahalenin sona ermesini ve eylemcilerimizin bir an önce serbest bırakılmasını talep ediyoruz. Dünya çapında 420.000 kişi de Rusya Büyükelçiliklerine mektup göndererek eylemcilerimizi ve Arctic Sunrise mürettebatını destekledi ve bu sayı artıyor.”

(Yeşil Gazete)

 

“Anne ben hıyar mıyım?”- Ali Artun

 

Çağdaşlığın ve çağdaş sanatın ne olduğu üzerine yıllardır süren tartışmalarda nihayet bazı uzlaşmalara varıldı. Bunlardan ilki, çağdaş sanatın modernliği parçalayan bir dönemi ifade etmesi. İkincisi, küreselleşmenin bir tezahürü olması. Üçüncüsü ise, finansla ve iletişim teknolojileriyle bağlaşıklığı. Küresel şirketlerin büyük yatırımlarla yapılandırdıkları çağdaş sanat, başta bienallerle örgütleniyor.

Tarihsel ve estetik bütün normların silindiği bir döneme özgü sergiler olmalarına rağmen, piyasanın işletme modellerine göre işleyen bienallerin ömrünü doldurdukça her açıldıkları metropolde birbirini tekrarlayan tekdüze, bıktıran-usandıran gösterilere dönüştüğü biliniyor. Bu durumun yarattığı patoloji (marazi hal-daralma duygusu), 13. İstanbul Bienali’nde iyice tırmanıyor. Örneğin, artık kimsenin izlemeye sabrının yetmediği video sanatı gösterileri. Hito Steyerl’in “Müze Bir Fabrika mıdır?” makalesinde[1] “beyaz küplerin siyah kutuları” dediği odalarda gösterilen, bölük-pörçük izlenen ve sonunda hiçbir anlam ifade etmeyen binlerce imge. Video ifratının yarattığı anlamsızlığın en uç örneği 11. Documenta’da yaşanmış: bu sergide, bir izleyicinin Documenta’nın açık olduğu 100 gün içinde izleyebileceğinden daha çok video sunulmuş. Videoların realizmi, aslında bienalin tamamına egemen olan estetiğin bir yansıması. Bunun 13. Bienal’deki en vahim örneği ise, Garanti Bankası’nın galerisi olan Salt’ın girişine yerleştirilen direniş çadırı enstalasyonu (son Documenta’da ve Berlin Sanat Fuarı’nda da basbayağı Occupy militanları sergilenmişti.) Piyasa ikonolojisinden türeyen bu çağdaş “simulakra realizmi”, II. Dünya Savaşı arifesinde parti-devletlerinde avangardı ezmek için imal edilen “sosyalist realizm” gibi resmî realizmlerden bile daha gayri hakiki; kendinden ve arkasındaki otoriteden başka bir şey göstermiyor. Son dönem bütün İstanbul bienallerini dolduran ve çok-kültürlülüğü kutsayan işler 13. Bienal’de de eksik değil. Oysa bu neoliberal politikalar çoktan geride kaldı. Artık Angela Merkel ve Dan Cameron gibi Avrupa egemenleri bile, Žižek’in çok önceleri açıkladığı gibi, çok-kültürlülüğün ırkçılığı beslediğini düşünüyor.[2] Bienal izleyicilerini usandıran diğer bir grup iş de, kendi anılarının ve deneyimlerinin sanata tercüme edilebilecek ölçüde ayrıcalıklı olduğuna inanan ve bunlara ait belgeleri izleyicilere dayatan sanatçılara ait.

Bienallerin kentleri markalandırmanın etkin platformları olmanın yanı sıra, küresel/çağdaş bir beğeninin ve sanat piyasasının önde gelen medyaları oldukları da ortada. Dolayısıyla bienaller, yerel izleyicilerden çok, aslında oradan oraya peşinden sürükledikleri bir sanat tüccarı, yöneticisi, medyası ve yatırımcısı koloniye, elite hitap ediyor. Bir bakıma onların etkinliklerini ve programlarını düzene sokuyor. Artık  İstanbul Bienali de bu anlamda bir uğrak noktası. Piyasa mimarlarının İstanbul’a akması, yerli yatırımcıların da çağdaş sanata olan güvenlerini sağlamlaştırıyor. Toplu olarak uluslararası fuar ve müzayede gezilerine çıktıkları bile oluyor. Bu gelişmelerde, dünyadaki hemen hemen bütün önemli fuarların sponsorları olan özel bankacılık kurumlarının yayılması da önemli bir etmen. Bienaller, küresel sanat piyasası elitlerinin örgütlenmesinde bir arayüz işlevi görüyor. Nitekim, 13. Bienal de bu anlamda birçok fırsat yarattı. Bunlar arasında en kurumsal olanı I. Artinternational Fuarı’ydı. Arkasındaki şebekede kimler yoktu ki: Londra’dan Bosphorus Art Fairs Şirketi, İstanbul’dan Fiera Milano Interteks; Art Basel Hong Kong, Hindistan Sanat Fuarı; Abu Dabi, Dubai, St. Petersburg, Londra, Paris, Los Angeles, Rotterdam, ve tabii İstanbul’dan bir dolu hami: müzayedeci, müze direktörü, küratör, sanat/kültür yöneticisi, şirket ortağı,  koleksiyoner ve ana sponsor olarak Garanti Bankası’na bağlı Masters Özel Bankacılık. “Artinternational İstanbul’un amacı, baştan beri, yerli koleksiyonerleri uluslararası galerilerle, uluslararası koleksiyonerleri de Türk galerileriyle buluşturmak, ve İstanbul’u sanatın bir uğrak noktası olarak teşvik etmek.  O nedenle 2013 Bienali’yle eş zamanlı olarak açılması tesadüf değil.”[3] Sonunda, bu işlerde uzman olan Britanyalı şirketlerin devreye girmesi sayesinde İstanbul’da da ilk kez uluslararası fuar atmosferinde bir fuar izleniyor. Çünkü rakibi olan Contemporary İstanbul, yedi yıldır süren denemelerine rağmen bir türlü özentilik havasını üstünden atamamıştı. Ve zaten bu fuarı yöneten kadro, son olarak, sanatın muhafazakârlaştırılması programı çerçevesinde düzenledikleri ve resimlerle heykellerin, kavuk, kubur, peştemal, tespih, sedef kakma gibi el sanatlarıyla birlikte pazarlandığı All Arts Fair ile çaplarını iyice ortaya koymuşlardı. Aslında haklarını yememek gerekir, Başkan Ali Güreli’nin övündüğü gibi, gerçekten böyle bir fuar, Arap ülkeleri dahil, dünyada bir ilkti.[4]

Bienal’in perde arkasını oluşturan sanat piyasasının egemenleri arası bağlantılar, şirketlerle sanat kurumları arasındaki temaslar ve alım-satımlar, kuşkusuz uluorta cereyan etmiyor. Daha ziyade, kültürü özelleştiren ve sanatı finansallaştıran şirket yöneticilerinin malikânelerinde verdikleri şaşaalı davetlerde kotarılıyor. Bunlar hakkındaki bilgilere ve görüntülere ancak magazin medyasında rastlayabiliyorsunuz. Bir örnek: “Venedik Bienali’yle beraber çağdaş sanatın dünyadaki en önemli iki etkinliğinden biri olarak kabul edilen İstanbul Bienali başladı. Sanatı ve sanatçıyı destekleyen ve sanatın gelişmesine katkı sağlayacak projelere ve toplantılara ev sahipliği yapan DEMSA Group Yönetim Kurulu Başkanı Cengiz Çetindoğan 13. İstanbul Bienali çerçevesinde şehrimizi ziyaret eden sanatsever dostları, sanat profesyonellerini ve İngiliz Kraliyet Ailesi’ne mensup prenses, kont ve kontesleri Zarif Mustafa Paşa Yalısı’ndaki evinde ağırladı…Dünya sanat piyasasının en saygın konukları geleneksel Osmanlı yemeklerinin sunulduğu davette birbirinden lezzetli ikramları tatma fırsatı buldu.”[5] Gene “cemiyet hayatının elitleri” ile ilgilenen yayınlardan, Cengiz Çetindoğan’ın eşi ve şirketinin başkan vekili olan Demet Sabancı Çetindoğan’ın ne zamandır Haliç’te son derecede iddialı bir müze kurmaya giriştiğini biliyoruz. Müzenin mimarı, dünyada yapılarıyla küresel kentleri markalandıradırabilecek yetenekteki üç-beş isimden biri olan Zaha Hadid. Danışmanı ise daha da parlak bir isim: Thomas Krens. 1988 yılında New York’taki Guggenheim Müzesi’nin başına gelen Krens “Batı’da müze kültürünü değiştiren” “sanat çarı” olarak tanınıyor. Modern müzeciliğin sonunu getiren iki büyük dönüşüme imza atıyor: İlki, müzelerin birer küresel şirket zinciri gibi örgütlenmeleri. Buna müzelerin “McDonalds’laştırılması” da deniyor. İkincisi, Bilbao Guggenheim’da uygulandığı gibi, müzenin bir mimarlık gösterisine (spectacle) indirgenmesi. Bu durumda sanat müzenin bir dekoru haline geliyor. Zaten onun gözünde sanatın herhangi bir lüks nesnesinden farkı yok. O nedenle Guggenheim Müzesi’nde BMW motosikletleriyle, Armani sergileri düzenleyebiliyor. Ancak Krens, fazla ileri gitmeye başlayınca,  2008’in küreselleşme krizinin de etkisiyle, şöhreti kötüye çıkıyor ve o yıl görevini bırakmak durumunda kalıyor. Küresel Kültürel Varlık Yönetimi (Global Cultural Asset Management) adını verdiği bir şirket kurarak kapağı Ortadoğu’ya atıyor. Abu Dabi’de inşa edilmekte olan en büyük Guggenheim projesine nezaret ediyor. Ancak müze inşaatında işçilere uygulanan vahşetin[6] ayyuka çıkması ve kimi Arap ve yabancı sanatçıların müzeyi boykot etmeleri üzerine bu görevinden de alınıyor. Borusan Şirketi’nin genel merkezi olan Perili Köşk’ün mimarlığına tutulup onun bir “ofis müze”ye çevrilmesi fikrinin mucidi de yine Krens. Şu sıralarda İstanbul’daki müzenin yanı sıra Bakü’de bir başka büyük projeyle uğraşıyor.

Şimdi asıl konuya dönerek, bienallerin ve İstanbul’daki son temsilinin çevresinde kurulan bu tiyatronun biz “kamusal yurttaşlar” için nasıl anlamlandırıldığına bakalım.

 

“Kamu”nun ve “direniş”in bienale tercümesi

13. Bienal’in sunulduğu metinler, İstanbul Kültür Sanat Vakfı adına Bienal’in “direktörü” olan Bige Örer ile küratör Fulya Erdemci’ye ait.[7] Manifesto üslubunda kaleme alınmış olan her iki metin de bizi, fikri ve ilk etkinlikleri Gezi’den çok önce kotarılmış olan Bienal’in sanki bu direnişin bir devamı olduğuna inandırmaya çalışıyor. Sanki direniş barikatlardan Garanti Bankası’nın, Koç Grubu’nun sahibi olduğu bienal salonlarına inmiş. “Taksim” şimdi buralarda sürüyor.

Bige Örer, Bienal’in, “dönüştürücü müzakere ve düşünce alanlarını mümkün kılacak yeni bir dile ve dünya tahayyülü”ne sahip olduğunu ifade ederken, Gezi’nin bununla “örtüştüğünü” öne sürüyor. Ona göre zaten “bienal, ifade özgürlüğünü ve özgür düşünceyi savunuyor, bienal formatı ise her türlü mikro ve makro iktidar yapısının karşısında direnme alanları yaratma potansiyali taşıyor.” Ayrıca, “kentsel dönüşümle ilgili Türkiye’de uzun yıllardır süregelen araştırmaların ve mücadelelerin gücüne inanan… bienal, kentlerimizin bugününü ve geleceğini tayin edecek kararların alınmasında muhalefeti ve müzakereyi destekleyecek bir alan açmayı hedefliyor.” Küratör, direktörden daha da iddialı: Ona göre bienal, “verili sistem içindeki muktedirleri ezilmişlerin konumundan okuyarak, sistemin dikiş yerlerini aralayan, böylelikle sistem dışını mümkün kılan münzevi, serseri, haydut, anarşist, devrimci, şair ya da sanatçı figürünü bugünün bağlamında yeniden düşünüyor”, “kolektif yaşam pratikleri üzerine yoğunlaşıyor”; “sanat ve sermaye ilişkisini, prekarite kavramı ve küresel kapitalizm eleştirisiyle birlikte [okuyor], alternatif ekonomiler, ve ortak üretim ve paylaşım üzerine [düşünüyor]”… Bienal “sokak”larını “geleceğe ilişkin imgelemimizi belirleyen ütopya ve distopyalar” işgal ediyor.

Şimdi Bienal’in bütün bu anti-kapitalist “özgürlük/eşitlik/kardeşlik” retoriğine kanarsanız, ortak ve kolektif (komünal) yaşam ütopyalarına ve direniş çağrılarına aldanırsanız, sanırsınız ki 1848 Devrimi’nin Paris barikatlarındayız. Saint-Simon ve Fourier benzeri ütopik sosyalistlerin savunduğu gibi, sanatçıların “avangard”ı olduğu bir devrim sürüyor. Küratör Erdemci, aynı 1848 barikatlarında savaşan Baudelaire gibi, metropolün safraları sayılan “serserilere, haydutlara, anarşistlere” ve bunları kahramanlaştıran şair ve sanatçılara umut bağlıyor. Üstelik, bu ‘çapulcu’ların canlandırdığı “kolektif hayalgücüne” “işaret” eden de o[8]; o bir önder. İster istemez insanın hayaline Delacroix’nın 1848 Devrimi esnasında boyadığı Halka Yol Gösteren Özgürlük resmi geliyor.

 

Eugène Delacroix, Halka Yol Gösteren Özgürlük, 1830

 

Bienal hakikati ile onu pazarlamaya çabalayan bütün bu devrimci pastiş arasındaki karşıtlık apaçık sırıtmaktayken, bir de, daha birkaç ay önce Bienal etkinliklerinin başında yaşanan hadiseleri bilmezden gelen bir riya var ortada. Fulya Erdemci şimdi manifestosunda,  “Gezi direnişiyle birlikte açılan özgürlük alanında ortaya çıkan yaratıcı eylemlerin ve kamusal forumların altını çizerek desteklemeyi amaçladıklarını” belirtiyor. Oysa, daha Recep Tayyip Erdoğan direnişçileri terörist olarak ilan etmeden epey önce, Nisan başında, Bienal’in ilk etkinliklerinden biri olarak düzenlenen “Kamusal Simya” panelinde, kentsel dönüşümün şirketlerle bağını teşhir eden on üç kamusal hareketin düzenlediği eylemi terör olarak, bir “şiddet ve linç” girişimi olarak niteleyen oydu.[9] Gene bir ay kadar sonra, öncekine benzer bir protestoda bulunan Kamusal Direniş Platformu üyelerini İKSV güvenliğine ve ardından polise teslim eden de oydu. Ve şimdi de, bütün bu direnişle özdeşleşme edebiyatına rağmen, bakıyoruz Bienal onuruna İstanbul Contemporary’nin verdiği parti  Demirören AVM’de düzenleniyor. Emek Sineması’nı yerle bir eden, iki katı da kaçak olan, kentsel dönüşümün ilk rant makinelerinden biri. Ve kent haklarının uğradığı saldırıya karşı uyanan direnişin bir odağı.

Hatırlanacağı gibi 13. Bienal toplantıları başladığında Fulya Erdemci, “ülkemizde özel sermayenin ve ticaretin sanat alanına” akarak bir “sanat patlaması” yaratmasından ve “böylelikle de sanatı toplumsal olarak yaygınlaştırmasından ve sanatçılar için bir yaşam alanı” oluşturmasından dem vuruyordu.[10] İşte 13. Bienal de bu hareketi kamusal alanlara taşıyacaktı. Ancak, Gezi öncesindeki protestoların ve arkasından da Gezi isyanının sergilediği direnişin kamusal hakikati karşısında sanatın özelleştirildiği mekânlara çekilmek zorunda kaldı. Ve şimdi, diyalektiğin canına okuyarak, bu manevranın dahi Gezi’ye destek çıkan bir “eylem” olduğuna inandırmaya çalışıyor bizi: “Kentsel kamusal mekânlardan çekilme eylemiyle, yani varlığı yoklukla imleyerek, Gezi direnişiyle birlikte açılan özgürlük alanında ortaya çıkan yaratıcı eylemlerin ve kamusal forumların altını çizerek desteklemeyi amaçladık.” Yani, anlaşıldığı kadarıyla, halkımız, ancak arayıp arayıp ortada bienalin varlığını göremediği zaman, “yaratıcı eylemlerin ve kamusal forumların” farkına varıyor. Çünkü aksi halde onların “altını çizecek” bir fail yok; ve eylemlerin eyleyicileri de buna dahil. Pes doğrusu!

İnsan sormadan edemiyor: “Anne ben hıyar mıyım?”

 

Ali Artun- http://www.e-skop.com/skopbulten/anne-ben-hiyar-miyim/1510

 

 


 


[1] Hito Steyerl, “Is Museum a Factory?”, The Wretched of the Screen [Berlin: Sternberg, 2012] s.61-76.

[2] Ali Artun, “Çağdaş Sanat ve Kültüralizm”, Çağdaş Sanat ve Kültüralizm-Kimlik ve Estetik içinde [İstanbul: İletişim/Sanathayat, 2013] s.17-46.

[3] That Magazine (Güz 2013).

ArtInternational (Katalog) [İstanbul: 2013] s.202, 217-18.

[4] aksam.com.tr (19/4/2013)

[5] “Bienal İçin Gelenleri Yalısında Ağırladı”, Şamdan, sayı 483 (18 Eylül 2013), s.42-44.

[6] “Abu Dhabi Guggenheim Şantiyesinde İşçilere Uygulanan Vahşet Şiddete Dönüştü”, skop bülten (3 Eylül 2013) http://www.e-skop.com/skopbulten/abu-dhabi-guggenheim-santiyesinde-iscilere-uygulanan-vahset-siddete-donustu/1470 (erişim: 23 Eylül 2013)

[7] Liz Erçevik Amado (ed.), Rehber/Guide [İstanbul: İKSV, 2013] s.16-33.

[8] “13. İstanbul Bienali, neo-liberal politikaların ve onlara her daim eşlik eden baskıcı anlayışın ekonomik, sosyal, kültürel ve ekolojik  alanda özgürlükçü talepleri karşılamadığı bir dünyada, kolektif bir hayalgücüne işaret eden küratörü Fulya Erdemci’nin sanatın simgesel düzlemde yeni ihtimaller önerebileceği inancını paylaşıyor.” (Bige Örer, Rehber, s.16.)

[9] Cumhuriyet (4 Nisan 2013).

[10] Cumhuriyet (4 Nisan 2013)

 

Dünya’dan kısa kısa – 25 Eylül 2013 Çarşamba

Kenya’da AVM kuşatması sona erdi

Kenya’nın başkenti Nairobi’de El Şebab militanlarınca Cumartesi günü gerçekleştirilen saldrıyı takiben devam eden kuşatma sona erdi. Ölü sayısının 60’ın üzerinde olduğu tahmin ediliyor; ancak net sayı henüz bilinmiyor. Bu arada, 2007’deki seçimi takiben yaşanan şiddet olayları nedeniyle Uluslararası Ceza Mahkemesi’inde yargılanan Kenya Devlet Başkanı Uhuru Kenyatta’nın davasının düşmesi için UCM’ye baskı yapılabileceği bildiriliyor.

Filipinlerde tayfun Pabuk onlarca kişinin ölümüne yol açtı

Filipinleri vuran Pabuk tayfunu başkent Manila ve Luzon adasında etkili olurken en az 30 kişinin ölümüne yol açtı.

Rusya; Greenpeace aktivistlerini sorgulamaya devam ediyor

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, bir petrol platformuna pankart asmaya çalıştıkları için gözaltına alınan Greenpeace aktivistlerinin ‘korsan’ olmadığını; ancak, uluslararası hukuku ihlal ettiklerini savundu. Aktivistler sorgulanmaya devam ediliyor.

Yunanistan krizden çıkış için umudunu fosil yakıtlara bağladı

Aralarında, Shell, Exxon Mobil, Repsol, Gazprom ve Bulgargaz gibi devlerin de bulunduğu fosil yakıt şirketleri Yunanistan’ın Batısı ve Güneyindeki fosil yakıt rezervlerinin çıkarılmasına ilişkin bir zirve için Atina’da bir araya geldi.

İklim değişikliği ve yoksullukla aynı anda mücadele etmek mümkün

Kolombiya, Etyopya, Endonezya, Güney Kore, Norveç, İsveç ve İngiltere hem iklim değişikliği ile mücadele hem de büyüme yollarını araştıran 9 milyon dolar bütçeli yeni bir ortak çalışma başlattılar. Konuya ilişkin olarak bir açıklama yapan İsveç Çevre Bakanı Lena Ek ülkesinin 1990’dan beri karbon emisyonlarını %20 azalttığına ve buna rağmen GSYİH’sini %60 artırdığına dikkat çekti.

İklim değişikliğinin ekonomik bedeli çok ağır

Eski Dünya Bankası baş ekonomisti ve 2006 tarihli Stern Raporu’nun yazarı Lord Nicholas Stern, iklim değişikliğinin 3-4 santigrat civarında olması durumunda ekonomik büyümenin tümüyle durabileceğini söyledi. Seragazı salımlarında radikal azaltıma gidilmezse dünyanın yüzyıl sonu itibariyle 4 ila 7 derece arasında ısınacağı tahmin ediliyor.

2050’de açlık yüzde yüz artabilir

Uluslararası yoksullukla mücadele kuruluşu Oxfam tarafından açıklanan yeni bir rapora göre iklim değişikliği kaynaklı tarımsal üretim düşüşü nedeniyle açlık riskindeki insanların sayısı 2050’de dünya nüfusunun %20’sine çıkabilir. Şu anda dünya nüfusunun %10’u açlık riski altında.

Malezya’dan temiz enerjiye 100 milyon dolar

Malezya,  Güneydoğu Asya’da küçük ve orta ölçekli rüzgar, güneş ve dalga enerjisi girişimlerine kaynak oluşturmak üzere 100 milyon dolarlık yeni bir fon oluşturdu.

IMF’den enerji sübvansiyonu uyarısı

Uluslararası Para Fonu Başkanı Christine Lagarde, IMF’nin bir çevre kuruluşu olmadığını; ancak, iklim değişikliği ile mücadele için daha fazlasını yapabileceğini söyledi. Lagarde 2011 senesinde 2 trilyon doları bulan enerji sübvansiyonlarının azaltılması gerektiğine dikkat çekti. ABD 502, Çin 279 ve Rusya 116 milyar dolar ile en fazla enerji sübvansiyonu veren ülkeler. Enerji alanında verilen devlet desteğinin çok büyük bir bölümü fosil yakıtlara gidiyor.

Türkiye Çölleşme Sözleşmesi Taraflar Konferansı için aday

Türkiye, 2015’de yapılacak BM Çölleşme ile Mücadele Sözleşmesi 12. Taraflar Konferansı’nı düzenlemek için aday oldu.

Ban Ki-moon’dan İklim Zirvesi Çağrısı

BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon devlet ve hükümet liderlerini 2014 Eylül ayında iklim krizini konuşmak üzere BM şemsiyesi altında toplanmaya çağırdı. BM’nin halihazırda İklim Değişikliği Sekreteryası bulunuyor ve her yıl Taraflar Konferansı düzenliyor. Ancak, her yıl yapılan 15 günlük toplantıların bağlayıcı bir karar almak için yeterli olmadığı eleştirisi uzun süredir yapılıyordu.

Avustralya’da iklim konseyi direnişi

Muhafazakar Tony Abbott hükümetinin iktidara geldiğinde ilk icraatlarından biri hükümete bağlı danışma kurulu ‘İklim Komisyonu’nu lağvetmek olmuştu. Komisyon, bağışlarla ‘İklim Konseyi’ adıyla özel olarak tekrar kuruldu.

Rüzgar gülleri kalp atışından daha sessiz

Rüzgar tirbünlerine karşı getirilen başlıca eleştirilerden biri olan gürültü yarattıkları iddiası, Avustralya’da yapılan yeni bir araştırmayla çürütüldü. Akustik uzmanlarının yürüttüğü araştırmaya göre rüzgar tirbünlerinin çıkardığı ses, dinleyenin kendi kalp atışından daha düşük.

(Yeşil Gazete)

Tohum ve Gıda Özgürlüğü için eylem günleri yaklaşıyor!

Bu sene ikincisi düzenlenen “Tohum ve Gıda Özgürlüğü İçin Eylem Günleri”, gıdasında sahip çıkmak isteyen herkesi tohum ve gıda özgürlüğü üzerindeki tehditlere karşı 2-16 Ekim tarihleri arasında harekete geçmeye çağırıyor!

Tohum özgürlüğü hareketinin öncülerinden Vandana Shiva’nın çağrısıyla ilki 2012 senesinde düzenlenen eylem günleri, Gandhi’nin doğumgünü olan 2 Ekim ile Dünya Gıda Günü olarak kutlanan 16 Ekim tarihleri arasında tüm dünyada eş zamanlı olarak düzenlenecek. Patent ve ticaret kanunları ve genetik müdahalelerle özgürlüğünden her geçen gün bir parça daha kaybeden tohumların ve gıdanın gerçek kahramanları küçük çiftçilerin sesi olacak eylemler dahilinde tohum ve gıda özgürlüğünü kısıtlayan her türlü kanuna ve düzenlemeye karşı sivil itaatsizlik çağrısı yapılıyor.

“Tohum Savunucusu” olmak isteyen her kişi ve kurumun kendi eylemini tasarlayıp düzenleyeceği iki hafta boyunca amaç insanlığın ortak mirası ve hafızası olan tohumların küçük çiftçilerin ellerinden alınarak çokuluslu dev şirketlerin elinde toplanmasına karşı bir alternatif sunmak ve tohum saklanmasının, tohum paylaşımının kısıtlanması nedeniyle özgürlüğüne darbe vurulan, genetiği ile oynanarak doğanın kurallarıyla gelişmesi engellenen tohumların yeniden özgürleşmesine katkıda bulunmak olacak.

Eylem günleri 2-16 Ekim tarihleri arasını kapsamasına rağmen üç önemli tarih için dünya çapında çağrı yapılmış durumda:

Vandana Shiva

2 Ekim – Tohumlar İçin Satyagraha!: Adını Mahatma Gandhi’nin İngiltere’ye karşı yürüttüğü pasif direnişten alan bu günkü etkinliklerde her yerel toplulukta tohum ve gıda özgürlüğünü kısıtlayan her türlü kanun ve düzenlemenin tespiti için bir araya gelinmesi çağrısında bulunuyor. Gandhi’nin “Adil olmayan yasalara uyma zorunluluğuna olan inanç devam ettikçe, kölelik de devam edecektir” sözünden yola çıkarak bu tespitin ardından bu kanunlara karşı sivil itaatsizlik eylemleri tasarlanması çağrısında bulunuluyor.

12 Ekim – Monsanto’ya Karşı Yürüyüş: Tüm dünyada devletlerle elele çalışarak küçük çiftçiliği bitirmeye ve tohumu tekeline almaya çalışan, sicili Agent Orange gibi zehirlerle kirlenmiş olan eskinin kimya şimdinin tohum ve GDO devi Monsanto’ya karşı tüm dünyada yürüyüşler ve protestolar düzenlenmesi için belirlenen gün 12 Ekim.

16 Ekim – Dünya Gıda Günü ve Gerçek Gıda Kahramanlarını Onurlandırmak: Gıdanın gerçek kahramanı konumundaki küçük çiftçilerin emeklerinin karşılığını verebilmek ve onları onurlandırmak için Dünya Gıda Günü’nde kutlamalar düzenlenmesi çağrısında bulunuluyor.

Eğer siz de tohumlara ve gıdanıza sahip çıkmak, “tohumlar özgür kalsın” demek istiyorsanız bu bağlantıyı kullanarak geçtiğimiz sene düzenlenen eylemleri inceleyerek ya da bu bağlantıdaki fikir listesine bakarak eyleminizi planlamaya başlayabilirsiniz.

Size yakın bir eylem olup olmadığını merak ediyorsanız kampanyanın sitesinde bulunan ve sürekli güncellenen harita sayesinde tüm eylemleri detayları ile görebilirsiniz.

#TohumlaraÖzgürlük eylemlerini Yeşil Gazete’den takip edin

Yeşil Gazete olarak 2-16 Ekim tarihleri arasında ve öncesinde Türkiye’de gerçekleştirilecek eylemlerin takipçisi olacağız ve duyurularına yardımcı olmaya çalışacağız. Eğer sizin de tohumlar ve gıda özgürlüğü ile ilgili bir eylem planınız varsa bize Facebook veya Twitter üzerinden ulaşabilir, konu ile ilgili düşüncelerinizi #TohumlaraÖzgürlük hashtagi ile paylaşabilirsiniz.

 

Haber: Bora Kabatepe

(Yeşil Gazete)

Otomobilsiz kentler aşkına süslü kadınlar turu – Yılmaz Murat Bilican

Kapitalist dünyanın en simgesel tüketim araçlarından biri olan otomobil, orta ve alt sınıflar için kolayca ulaşılabilir ve vazgeçilmez bir yaşam tarzı nesnesi olarak sunuldukça, trafiğe çıkan araç sayısı her geçen gün artıyor. Nüfus artışıyla birlikte otomobil sayısı daha da arttıkça, kentler otomobiller tarafından adeta istila ediliyor. Otomobillere yer açabilmek için insani alanlar daraltılıyor, insanlar yürümek, koşmak, oyun alanları bulabilmek için kent dışına kaçıyorlar. Her geçen gün daha hızlı ve daha donanımlı olan otomobiller paradoksal bir şekilde aslında kullanılamaz hale geliyor ve saatte 10 km hızla caddelerde dur-kalk yapan metal kutulara dönüşüyorlar.

Kent planları yapılırken, artan nüfus için toplu taşıma sistemlerine daha çok ağırlık verilmesi gerekirken, artan otomobil sayısı dikkate alınmakta ve daha çok yol, daha geniş yol, daha çok kavşak, daha çok alt-üst geçit planlanmaktadır. Trafiğin rahatlamasını sağlamak amacıyla yapılan bu yatırımlar otomobil kullanımını daha da teşvik ettiği için, çok kısa bir süre sonra yine yetersiz kalmaktadır. Bu arada olan insani yaşam alanlarına olmakta, yaya dolaşımı kısıtlanmakta, otopark sorunları büyümekte, hava kirliliği ve gürültü artmaktadır. Öyle saçma bir kısır döngü ki, otomobiller daha lüks, daha hızlı, daha ulaşılabilir hale geldikçe aynı zamanda daha kullanılamaz hale gelmektedirler.

Bütün büyük kentleri ilgilendiren bu sorun, Avrupa merkezli olmak üzere, kent yöneticilerini çeşitli önlemler almaya zorlamaktadır. Bu önlemlerin başında otomobilleri kent merkezlerine sokmamak, caydırıcı olmak, toplu taşım olanaklarını olabildiğince geliştirmek, ulaşımda temel bir araç olarak bisikleti ön plana çıkarmak gelmektedir.

Bizim büyükşehirlerimize baktığımızda, otomobili kent yaşamı için bir sorun olarak görmek bir yana, yapılan her şeyin otomobil öncelikli olarak yapıldığını görebiliriz. Üstelik bütün bu yapılanlar, gelişme olarak gözteriliyor ve öyle algılanıyor. Aslında otomobil için yapılan her yatırım, kentte yaşayanlar için, daha dar kaldırım, daha az yürüme alanı, daha kirli hava, daha çok gürültü, daha az yeşil alan anlamına gelmektedir. Büyük kentlerimizde yaşayan otomobil sahibi insanlar bir illüzyonun içine hapsediliyor. Kentli insan, otomobille hızı, konforu, özgürlüğü elde ettiğini düşünürken, tersine zorlukla sahip olduğu metal kutuların içine hapsolmaktadır. Üstelik o metal kutu hapisliği için, daha çok çalışmakta, daha çok zaman harcamakta, daha çok gerilmektedir. Öyle ki sonuçta kimin kime sahip olduğu tartışılabilir bir konuya dönüşmektedir.

Bugün, Istanbul’a, İzmir’e, Ankara’ya kuşbakışı bakan bir insan neler görür? Yollar yollar yollar, otomobillerle kaplı yollar. Üst geçitler, alt geçitler, duble yollar, viyadükler, köprüler… Hepsi otomobiller için… Bu şehirlerde yaşayan insanların otomobili bir araç olarak kullandıklarına dışardan birini inandırmak olanaksızdır. Görülen daha çok, asıl yaşayanın otomobiller olduğu, insanların ise, otomobillerine benzinci, sigortacı, yıkamacı ve park yeri arayan birer köle olduğudur. Vizyon sahibi olduğu düşünülen belediyeler, daha çok alt geçit, daha çok üst geçit, daha çok köprü yaparak trafik sorununu çözeceğini sanıyor, oysa ki dünyanın hiç bir yerinde bu yolla trafik sorununun çözüldüğü görülmemiştir.

Dünya otomobilsiz kentler günü, otomobillerin kent yaşamındaki giderek artan olumsuz etkisine dikkat çekmeyi amaçlıyor. Bu artan olumsuz etki, insani yaşam alanları dediğimiz parkların, kaldırımların, sokakların, yaya yollarının giderek azalması, yok olması, aynı zamanda temiz bir çevrede yaşama gibi temel bir insan hakkının ihlali demek. Kent yaşamına katılan her otomobil, bizim hareket alanımızın, kaldırımımızın, parkımızın, spor alanımızın azalması, havamızın daha da kirlenmesi anlamına geliyor.

Bu yıl 13. sü kutlanan Avrupa Hareketlilik haftası 16-22 Eylül tarihlerinde gerçekleşti. Nedir bu haftanın özü?
“Otomobilsiz Gün”  İspanya‘da 1994 yılında düzenlenen ve kentlerin otomobillere göre şekillenmesinin yol açtığı problemlere dikkat çekmeyi amaçlayan konferans ile gündeme gelmiş daha sonra 22 Eylül 1998 de Fransa’da bir kampanya olarak başlatılmış, 2000 yılında ise Avrupa Komisyonu tarafından benimsenmiştir. Böylece, eylül ayının 3. Haftası Avrupa Hareketlilik Haftası, Haftanın son günü olan Pazar günü de “Dünya Otomobilsiz Kentler Günü” olarak kutlanmaya başlanmıştır. Daha sağlıklı, daha insani ve daha yaşanabilir kentler için duyarlılık oluşturmak, bunları tehdit eden gelişmelere dikkat çekmek, sürdürülebilir enerji kaynaklarına yönelimi teşvik etmek, tüketim güdülerini frenlemek, ayrı bir enerji gerektirmeyen insan gücü ile yönlendirilebilen taşıma araçlarını yaygınlaştırmak bu güne özgü amaçlar olarak saptanmış. Her yıl farklı bir temayı öne çıkaran etkinliğin bu yıl ki teması “Temiz hava için sıra sizde!” olarak belirlenmiş.

Bu yıl 22 Eylül için en göze çarpıcı etkinliklerden biri İzmir’de gerçekleşti. Sema Gür adlı bir bisikletsever tarafından çağrısı yapılan  “Süslü Kadınlar Bisiklet Turu” kadınlar arasında geniş yankı buldu. Trafiğin terörize etmesi, bisiklete yer, yol olmaması yüzünden sokağa çıkamayan kadınlar bu turu coşkuyla karşıladılar. Günler öncesinden hazırlıklar başladı, turda ne giyileceği uzun uzun planlandı. İzmir’li kadınlar sadece kendilerini değil, bisikletlerini de süslediler. Pazar günü İzmir adeta çiçek açtı.  Konak meydanında toplanan kadınlar, Alsancak’a kadar etraftakilerin şaşkın bakışları altında pedalladılar, bir yandan da bisiklete karşı bir duyarlılık oluşturmak için hazırladıkları çeşitli el ilanlarını dağıttılar.

Sema Gür, okuduğu basın bildirisinde şunları söyledi: “Dünya Otomobilsiz Kentler Günü’nde buradayız. Şehir yaşamı bizleri farkında olmadan bir yerlere hapsediyor. Evlere, işyerlerine, alışveriş merkezlerine, otomobillere…Ve zannediyoruz ki tek ulaşım aracı otomobil ve yollar bir tek onlara ait! Soluduğumuz havayı ne kadar kirlettiğini de hissetmiyoruz çoğu zaman. Ne kadar çok insan bisiklete binerse, o kadar otomobil daha az trafiğe çıkacak. Kadınlar da yollarda bisikletleriyle daha çok görünerek öncü olacaklar. İşte bu yüzden buradayız…

Bisikleti istersek günlük yaşamımızın bir parçası yapabiliriz. Biz ne kadar çok görünür olursak, bisiklet yolları ile ilgili o kadar yaptırım gücümüz olur, o kadar sesimiz duyulur. Son zamanlarda yollarda birçok bisikletçi arkadaşımızı yitirdik. Eğer düzgün bisiklet yollarımız olsaydı, o gencecik hayatlar sönmeyecekti. İşte bu yüzden buradayız… “

Çok merak ediyorum, böylesi önemli bir gün için İzmir Büyükşehir Belediyesinin acaba bir hazırlığı, etkinliği var mıydı? Kimse duymadı, doğrusu ben haberlerinin bile olduğunu düşünmüyorum. Oysa bir çok avrupa şehri o gün için kent merkezini tamamen trafiğe kapatmıştı. Hani bizim belediye de bir-iki caddeyi kapatsaydı, bir etkinlik yapsaydı, olmadı belediyenin önünden hareket eden, kenti bir anda cennete çeviren  yüzlerce kadına birer bardak su ikram etseydi.
Olmaz mıydı?

Yılmaz Murat bilican – www.t24.com.tr

 

Türkiye’den kısa kısa – 25 Eylül Çarşamba

Ali İsmail’in katil zanlılarına müebbet istemi

Eskişehir’deki Gezi eylemlerinde uğradığı saldırı sonucunda 38 gün komada kaldıktan sonra kaybettiğimiz Ali İsmail Korkmaz’ın ölümüne sebebiyetten “suç kastıyla kasten öldürmek” suçundan 5’i tutuklu 8 sanık hakkında ömür boyu hapis istendi.

Yargılanacak tutuklu sanıklar: polis memuru Mevlüt Saldoğan, fırıncı İsmail Koyuncu, Ramazan Koyuncu  ve Muhammet Vatansever ile pidecide çalışan Ebubekir Harlar, ifadeleri alınıp serbest bırakılan sanıklar: polis memurları Şaban Gökpunar, Hüseyin Engin ve Yalçın Akbulut.

Gül: Gezi’ye ilk iki gün ben de destek verdim ama sonra çok bozdu

Abdullah Gül Merrill Lynch’in düzenlediği çalışma toplantısında sadece Gezi eylemlerini değil Amerika’da başlayıp dünyayı saran Occupy Wall Street eylemlerini de çok yanlış anladığını kanıtladı. Gül Gezi eylemlerinin aynen Amerika’daki gibi çevre bilinciyle başladığını belirtirken, “Türkiye’nin problemleri, bu gösteriler, cinayetler, çok büyük işsizlikler, çok büyük anti-demokratik uygulamalar veyahut da diktatörlükle, otoriterlikle ilgili değil. New York’ta da Washington’da da göreceğiniz benzer sebeplerle başlayan olaylar. Demek ki Türkiye’yi nereden nereye getirmişiz diye övünürüm” diyerek yaptığımız eylemlerde bile muassır medeniyet seviyesinde olduğumuzu dünya aleme anlattı.

Öcalan’ın yeniden yargılanması reddedildi

Abdullah Öcalan’ın avukatlarının Öcalan’ın yeniden yargılanması ve cezasının infazının durdurulması için yaptıkları başvurunun reddedilmesi üzerine yaptıkları itiraz da reddedildi.

(Yeşil Gazete)