Ana Sayfa Blog Sayfa 4143

HDP, BDP ve siyasette genişleme – Ayhan Bilgen

Bazıları genişlemeyi savrulma, omurgasızlaşma gibi algılasa da toplumsal mücadelelerde gerçek tam tersidir. Daralmanın nedeni yozlaşma, siyaseti kişisel çıkar zeminine oturtmaktır. Toplumsal öncelikleri olan siyasal çabaların örgütlenme biçimi de, üstlendiğini iddia ettiği misyon gibi özgünlükler taşımalıdır.

İlkeler ve öncelikler, siyasal bir çalışmanın hem yapısını hem vitrinini oluşturur. BDP, Kürtlerin özgürlük mücadelesi için varsa, buna hizmet edebildiği, hızlandırdığı, kolaylaştırdığı ölçüde anlamlıdır. Farklı sosyolojik Kürt gerçekliği söz konusu ise doğal olarak BDP’de bunu kapsayabildiği, temsil edebildiği ölçüde taraftar bulacaktır. Bu anlamda bir genişlemenin önündeki engel ideolojik olmaktan çok kişisel kaygı ve beklentilerdir. İçindeki iktidarcı siyaset güdülerini aşamayanlar için, geleneksel siyaset alışkanlıklarına sığınarak konum koruma refleksi içinde hareket etmek kaçınılmaz hale gelir.

Aslında benzer değerlendirmeleri HDP için de yapmak mümkündür. Ancak kendisine yüklenen anlam dolayısı ile HDK ve HDP’nin bir kurucu parti, kongre partisi özellikleri taşıması beklenmektedir. Türkiye toplumsal muhalefet dinamiklerinin birlikte inşa edeceği bir siyasal öznenin nasıl kitle partisi olabileceği asıl tartışılması gereken sorudur. Projenin önemi ve ihtiyacını tartışmak yerine, bu amaca hizmet edebilecek bir aracın nasıl geliştirilebileceğine odaklanmak gerekir. Bu anlamda diğer partilerden farklı olarak yapması gerekenler olduğu gibi kitle partilerinin yapması gereken zorunlu düzenlemeleri de masaya yatırmak gerekir. Bu açıdan ‘eksik nedir ve nereden başlamalı’ sorusu cesaretle cevaplanmalıdır.

Örgütler ve aydınlar kitle siyasetinde partiyi topluma taşıyabildiği kadar değerli ve vazgeçilmezdir. Asıl amaç toplumu siyasete katmak ise Türkiye toplumsal yapısında bunu zorlaştıran, engelleyen nedenleri sorgulamak gerekir. Kürt bölgesi dışında, halkın, örgütler ve aydınlara yönelik önyargısı güvensizliği  köklü ve yapısal nedenlere dayanmaktadır. Yetmişli yılların özverili mücadelesinin aziz hatırası, politik çevreler dışında belirleyici bir tercih nedeni olmaktan çıkmıştır. Aksine devlet eliyle yürütülen güçlü enformasyon, toplumda, örgütlenme ve örgütlü çevreler aleyhine bir karalama kampanyası olarak karşılık bulmuş, sosyalist hareketler bu kuşatmayı kırmaya güç yetirememiştir. Bu bağlamda sol hareketlerin yaptıkları yanlışlar kadar, yapmadıkları, yapmayı terk ettikleri doğruları da konuşmak gerekir.

HDP zaten bileşeni olan partilerden farklı olarak kitle partisi olmayı hedefliyorsa, topluma hitap edebilmenin, ulaşabilmenin yeni yol ve yöntemlerini göze almalıdır. Bu nokta bilinmeyen değil, cesaret edilemeyen,yeterince içselleştirilemeyen  halk siyasetidir. Merkez partilerine oy veren, aday olan toplum kesimleri ile kurulacak iletişimin devrimci örgütlere kadro kazandırmaktan farklı yöntemlere dayanması gerektiği açıktır. Anayasa konusunda liberal demokratik taleplerde bulunup siyasal liberalizmi suçlama argümanı olarak kullanarak  toplumun farklı kesimlerini kapsayan bir organizasyon geliştirilemez. Ekonomi politikalarına dair  sosyal kaygılar bu durumun aşılmasına engel değildir. Bütün liberalleri vahşi kapitalizm yanlısı sanmak tümüyle önyargıdan ibarettir.

Son yıllarda kısmen aşılmakla birlikte, İslami çevrelerin böyle bir partide sadece dekor olarak bulunmasının  muhafazakar çevrelere açılmak için yeterli olmadığı görülmelidir. Türkiye toplumunun ortalaması ve çeşitliliği HDP’nin vitrinine yansıtılmadıkça tarif edilen toplumsal katılımı yakalamak mümkün değildir. Kısacası öncelikle aşılması gereken eski ezberler ve korkulardır. Onlar geliyor da biz mi engelliyoruz gerekçesi de mazeret değildir. Katılımı istenen çevrelerin nasıl bir ortama ve neyi paylaşmak üzere çağrıldıkları  son derece önemlidir.

‘Biz bize yeteriz’ rahatlığı içinde hareket etmekten kaçınmak ve kitlede karşılığı olmayan kişi yada grupları korumaya odaklı örgütlenme modellerini aşmak gerekir. Bu bir haksızlık, vefasızlık olarak görülmemelidir. Bir araya  gelişin amacına sadakattir. Niyeti hizmet etmek olan için, önde durmak sadece yüktür.

Seçimlerde kendisine dair bir şey olma hesabı yapanlarla büyük iddiaların taşınması mümkün değildir. Siyasette asıl önemli olan, bir şey olmaktan ziyade bir şey yapmaktır. Makamlar bir şey yapmayı kolaylaştırdıkça anlamlıdır. Koltuk için gelen koltuk gidince biter, pozisyon hesabı yapanlar konumlarını yitirince gider.

Ayhan Bilgen – Özgür Gündem

Monsanto’ya karşı küresel mücadele

0

GDO’ya Hayır Platformu, Genetiği değiştirilmiş organizmalı (GDO) tohum pazarının lideri Monsanto firmasına karşı başlatılan uluslararası mücadeleye katıldı.

Platform, canlı sağlığı üzerine yaşamsal riskleri olan ve her türlü ekolojik tehdidin sorumlusu bu ve benzeri firmaları tarla ve sofralardan uzak tutmayı amaçlıyor.

Günümüzde Monsanto, GDO‘lu tohum pazarının yaklaşık yüzde 90‘ına hükmediyor; tarım ilacı ve küresel tohum pazarının ise liderlerinden biri.

Tarım ilaç ve tohum tekelleri sorumlu

Canlı yaşamını ya da ekolojiyi tehdit eden ne kadar tehlikeli ve ölümcül unsur varsa, bunların büyük kısmından tarım, ilaç ve tohum tekellerinin sorumlu olduğunu belirten platform,  bu firmalardan birinin de Monsanto olduğunu belirtti.

Platformun verdiği bilgilere göre, Monsanto 1996’da tarımsal biyoteknoloji ile yarattığı GDO’lu soya ve pamuğunu dünyaya tanıttı. Bu ürünleri GDO’lu mısır ve kanola takip etti.

GDO’lu ürünler nedeniyle bugün tarım kimyasalı, özellikle de herbisit (ot öldürücü) kullanımı azalmamış, denilenin aksine katlanarak arttı.

Toprak, yer altı ve yer üstü suları, hava, insan, hayvan ve böcekler bu tarım kimyasalları ile kirleniyor ve zehirleniyor. Bağımsız kurumlar ve üniversiteler, GDO’lu ürünlerin canlılar için ölümcül riskler taşıdığını ispat etti.

Sakarinle başladı

1901’de Amerikan menşeli çok uluslu bir şirket olarak kurulan Monsanto’nun tarihçesi şöyle:

İlk ticari faaliyeti, kanserojen bir madde olan Coca Cola için üretilen yapay tatlandırıcı Sakarin ile başladı.

1920’lerde Poliklorlanmış bifeniller (PCB)’in üretimine başladı. Canlı sağlığına aşırı zararı saptanmış olan bu kimyasal ABD`de 1979’da yasaklandı. Ancak Monsanto, 2001’deki Stockholm Sözleşmesine kadar diğer ülkelerde bunların üretimine devam etti.

Sentetik

1941’de, gıda ürünlerinin de ambalajı olarak kullanılan sentetik polistiren (polystyrene) üretimine başladı. Günümüzde strafor olarak adlandırılan maddelerin atıkları Amerikan Çevre Koruma Ajansı (EPA) tarafından 1980’de yayınlanan en zararlı atıklar listesinde.

1943-45 yılları arasında ise Monsanto merkezi araştırma departmanı, radyoaktif plutonyum saflaştırma, üretim ve nükleer silah yapım projesi olan Manhattan Projesinde yer aldı.

Böcek öldürücü

1944’de “İnsanlar ve hayvanlar için çok güvenilir” diye reklamları yapılan DDT’nin ilk üreticisi Monsanto’dur. Sıtmayı önlemek için çıkartılan bu zehir, dünyanın hemen hemen her yerinde tarımda böcek öldürücüsü olarak yıllarca kullanıldı. Daha sonra çevre ve canlı sağlığına verdiği zarar nedeniyle 1972’de yasaklandı.

Dioxin

1945’te tarım ilacı olarak geliştirdiği ot öldürücünün Dioxin maddesini üretti. Kalp, karaciğer hastalıkları, üreme ve gelişme bozukluklarına yol açan çok toksik bir kimyasal madde olan Dioxin, 1997’de Dünya Sağlık Örgütü’nce kanserojen olarak sınıflandırıldı.

1955’te ilk petrol bazlı gübreyi üretti. Bu kimyasal gübreler, günümüzde hala tartışma konusu olan toprak mikroorganizmalarının yok edilişi ve toprağın bir anlamda sterilize olmasında, toprağın fiziksel ve kimyasal yapısının bozulmasında önemli rol oynuyor.

Vietnam savaşında Agent orange

1960’larda, Vietnam savaşında ormanların yok edilmesi için Amerikan ordusunun kullandığı ve 400.000 kişinin ölmesi ve yarım milyon çocuğun sakat doğmasına neden olan Agent Orange zehrinin 2 üreticisinden biri oldu.

1970’lerde Glifosat etkin maddeli ot öldürücü RoundUp isimli tarım ilacını geliştirdi. Bu kimyasalın insan ve hayvanlarda kanser başta olmak üzere, kısırlık ve ölümlü erken doğumlara neden olduğu saptandı.

Normal şekerden 200 kat daha tatlı ve kalorisi yüksek olan yapay tatlandırıcı Aspartam 1985’te Monsanto sahip olur ve NutraSweet şirketi ve ticari ismiyle şekerli tüm ürünlerde kullanılmaya başlanır.

 

Bianet

Avrupa’nın karanlık yüzü

0

Alman haber dergisi Spiegel, Avrupa Parlamentosu’nun verilerine dayandırdığı haberinde Avrupa Birliği’nde dörtte biri ‘seks kölesi‘ kadınlar olmak üzere 880 bin kişinin sömürülerek çalıştırıldığını bildirdi.

Avrupa Parlamentosu’nun Kara Para Aklama ve Yolsuzlukla Mücadele Komitesi (CRIM) tarafından hazırlanan raporda yer alan verilerin Uluslararası Çalışma Örgütü‘nden (ILO) alındığı belirtiliyor. ILO, bir insanın rızası olmadan tehdit yoluyla her şekilde çalıştırılmasını sömürü olarak sınıflandırıyor.

Suç çeteleri

Avrupa Birliği ülkelerinde yaklaşık 3 bin 600 uluslararası organize suç çetesinin aktif olduğu belirtilen raporda, suç çetelerinin sadece insan ticaretinden yılda 25 milyar euro kazandığı bilgisine yer veriliyor.

İnternet üzerinden işlenen suçlardan yılda 290 milyar euro, organ ve vahşi hayvan satışı gibi yasadışı ticaret üzerinden de 18 ila 26 milyar euro elde edildiği belirtiliyor.

Avrupa Birliği ülkelerinde şu anda 10 milyon ruhsatsız silah bulunduğu kaydedilen raporda, bunun vatandaşların güvenliği açısından ciddi bir tehdit oluşturduğuna dikkat çekiliyor.

Yolsuzluk da raporda en büyük tehditlerden biri olarak değerlendiriliyor ve Avrupa‘da kamusal alanda yılda 20 milyon yolsuzluk olayının tespit edildiği belirtiliyor. Bunun yol açtığı zarar ise sadece bir yılda 120 milyar euro.

Organize suçlarla mücadele

Avrupa Parlamentosu’nda 23 Ekim’de oylanması beklenen raporda, Avrupa Birliği ülkelerinden sınır aşırı işbirliğini artırması ve güvenlik güçleri ile yargı makamlarının yolsuzluklarla daha sıkı mücadele etmesi talep ediliyor.

Raporda, Avrupa Birliği’nde vergi cennetlerine son verilmesi, kara para aklayan ya da yolsuzluk yapanların kamusal görevlerinden en az beş yıl men edilmesi talepleri de yer alıyor.

Deutsche Welle Türkçe

Hindistan’da kasırga felaketi

Hindistan’ın doğu kıyılarında büyük yıkıma yol açan Phailin kasırgasından sonra yardım seferberliği başlatıldı.

Enerji hatlarını koparan ağaçları deviren ve su baskınlarına neden olan kasırganın Hindistan’a ulaşması öncesinde Orissa eyaleti ve Andhra Pradeş eyaletlerinde yaklaşık yarım milyon kişi güvenli bölgelere nakledilmişti.

Rüzgar hızı saatte 200 kilometreye ulaşan ve 10-15 kilometre hızla ilerleyen kasırga Cumartesi gecesi Orissa kıyılarına ulaştı.

Yetkililer kasırga nedeniyle şimdiye kadar 14 kişinin öldüğünü açıkladı.

Orissa’da 1999’daki kasırgada 10 binden fazla kişi ölmüştü. Hindistanlı yetkililer, bu kez kasırgaya daha hazırlıklı olduklarını söylüyor.

Kasırganın yol açtığı yıkım sabahın ilk ışıklarıyla daha belirginleşti.

Ancak iletişim hatlarının çökmesi ve yolların kapanması hasar tespitini güçleştiriyor.

Su baskınları

Times of India gazetesi, kasırga nedeniyle 3 metreyi aşan dalgalar oluştuğunu ve birçok yeri su bastığını bildirdi.

Orissa eyaletinin yönetim merkezi Bhubaneşvar’da görevliler ve gönüllüler, yardım merkezlerine ulaştırmak üzere yüzbinlerce gıda paketi hazırladı.

Bhubaneşvar’da açık olan az sayıda dükkândan birinin sahibi Susil Kumar Singh, AFP ajansına “Herkes zor durumda. Onlara yardımım olabilir diye dükkânımı açtım. Burada içme suyu yok. Her yer devrilmiş ağaçlarla dolu” dedi.

Hindistan ordusu, yardım çalışmalarına katılmaları için Orissa’ya 1200, Andhra Pradeş’e de 500 askerin gönderildiğini açıkladı.

Kıyı kenti Gopalpur’da binlerce kişi geceyi barınaklar, okullar ve kamu binalarında geçirdi.

 

BBC Türkçe

KişiselleşEMEmiş kola şişem – Aris Nalcı

Şu şişelere bardaklara isim yazma meselesi oldum olası beni rahatsız etmiştir.
Çocukken annem benim “sagar”ıma (sefer tası) oje ile adımı yazardı ya ne hoşuma giderdi. E tabi çocuğuz kişiselleşmiş masaüstü bilgisayarlarımız, cep telefonlarımız yok daha.
Şarkının da dediği gibi: “Biz büyüdük ve kirlendi dünya”.
Önce starbuckslar girdi işin içine. Her köşe başında açılan kahveciler isimlerimizi sormaya başladı sıralarda.
Kahve bistrosunda sırada ilk ismimi sorduklarında garipsemiştim. Niye öylesine birine adımı veriyorum diye. Şimdilerde ise artık ben söylemeden adımı biliyor kişiselleştirilmiş ürünler sayesinde. Daha içeri girdiğimde biliyorlar kim olduğumu, telefonumdaki aplikasyon sayesinde…
Tüm bu endüstriyel ve teknolojik gelişmelere en hızlı ayak uyduran da şirketler oldu.
Şimdilerin modası kişiselleştirilmiş gıda ve giyim eşyaları.
Gıdanın kişiseli olur mu diyorsanız olur. Facebook hesaplarımızdaki fotoğraflar sayesine üreticilerin istedikleri zaman bizim bu fotoğraflarımızdan ve sanal alemdeki davranışlarımızdan ne içtiğimiz ile ilgili verileri facebook gibi şirketlerden satın alabileceklerini biliyor muydunuz?
Ya da cep telefonundan veya internetten verdiğiniz siparişler sayesinde parasını ödeyip bu bilgileri satın alan şirketlerin bugün ne yemek istediğimizi bizden iyi bilebileceklerini.
Bu uygulamalar, siparişlerimiz sayesinde, yediklerimizin ileride hangi hastalığa yakalanma ihtimalimizi arttırdığını tahmin edebiliyor ve bunu ilaç firmalarına satabiliyor.
Niye mi. Bize uygun kişiselleştirilmiş ilaçlar atabilsinler diye…
Bunları duyunca etrafınızı saran teknoloji korkutucu bir hal almaya başladı dimi?
İstediğiniz kadar facebook’a fotoğraf yüklemeyin. Ya da özel bilgilerinizi paylaşıma kapattığınızı zannedin. Sizin fotoğraflarınız ve bilgileriniz bir yerlerde dolanıyor.
Bayram öncesi gelen cep telefonu mesajlarına bakın. Tanımadığımız bir sürü hastane, pastane, banka ve kargo şirketlerinden bayram tebrikleri geliyor…
En azından bana 10 bayram tebriği geldi şimdiden.
Belli ki bir yerlerde bilgilerimiz satılıyor.
Ama belli ki tam becerememişler. Türkiye’de %1 de olsa Müslüman olmayan bir vatandaşa denk geleceklerini tahmin edememiş olmalılar ki ben dahil birçok Hıristiyan ve Yahudi vatandaşa da bu mesajlar iletildi.
Kişiselleşmede son moda ise kola şişesi.
Kahve bardaklarından kola şişesine kadar geldik.
Ama hala benim Adile Naşit’in “Uykudan önce”sinde yaşadığım yalnızlığa çare olmadı bu kişiselleşen hayat.
Adile Naşit’in de her program sonrasında hadi yatağa deyip saydığı isimler arasında hiç Aris, Agop, Mihail, Vasili olmadı.
Kahveciler de hiçbir zaman ismimi doğru yazamadılar bardağıma. Hep Alis, Arif, Halis, Halit oldum…
Kola şişeleri de yine unuttu ben ve benim gibileri.
%1 de olsak görünür olmaya hakkımız var oysa dimi?
Aris Nalcı -www.t24.com.tr

Veganların Bayram etkinliği

“Kesilen hayvana iyi bak, o her gün tabağında” sloganı etrafında toplanan Diren Vegan grubu Kurban Bayramının; kapalı kapılar ardında tutsak edilen, sömürülen ve öldürülen hayvanların yaşadıkları vahşeti gözler önüne sereceğini belirterek,  mezbaha duvarlarının camdan olacağı bu günlerde veganlığı anlatmak için bayramı sokaklarda geçirecek.  14 Ekim saat 14:00’te Kadıköy Boğa Heykelinde buluşacak olan grup bayramın hayvan sömürüsünü hayatımızdan tamamen çıkarmak için bir fırsat olduğunu vurguluyor. Bayramın ikinci günü olan 16 Ekim’ de  Taksim Lambda İstanbul Kültür Merkezi’nde “Türcü ve Cinsiyetçi İdeolojilerde Et” başlıklı atölye düzenleniyor.

Etkinlik takibi için;

https://www.facebook.com/events/220535001449352/

Diren Vegan takip etmek için;

https://www.facebook.com/direnvegan

https://twitter.com/DirenVegan

İhsan Eliaçık’tan alternatif kurban yorumu

Ünlü ilahiyatçı İhsan Eliaçık Kurban Bayramı ile ilgili ezberleri altüst edecek görüşlerini açıkladı. Anti kapitalist Müslümanlar grubunun öndegelen sisimlerinden Eliaçık kendi web sitesinde (http://www.ihsaneliacik.com/2012/10/kuranda-kurban-ayetleri-haritasi.html) Kuran’da kurban kesmekle ilgili ayetleri farklı bir bakış açısıyla ele alarak kurban kesmenin zorunluluk olmadığını, bu ritüelin Kuran’ın yanlış tercüme edilmesinden kaynaklandığını dile getirdi.

Kur’an’da ‘kurban’ ile ilgili ayetlerin bir haritasını çıkaran İhsan Eliaçık Türkiye’den çok bilinen meal (Diyanet) ile Kur’an’ın Arapçasını karşılaştırarak doğruları ve yanlışları kendi araştırma ve bilgilerine
göre yorumladı.

İşte İhsan Eliaçık’a göre kurban “ gerçeği”:

***
YANLIŞ: “O hâlde, Rabbin için namaz kıl, kurban kes.” (Kevser; 5)
DOĞRU: “O halde Rabbine yönel/destek iste ve güçlüklere göğüs
ger/diren” (Kevser;5).
Tefsiri: Sana “Böyle giderse her şeyden mahrum kalacak. Kendi kendini
mahvediyor. Kendine yazık ediyor. Putları tanımamakla, Kureyş
geleneklerine ve kurulu düzenine karşı çıkmakla toplumda bir yere
gelemeyecek, sönüp gidecek.” diyorlar. Oysa yakında görecekler kimin
sönüp gideceğini/ebter olacağını. Bunun için sen Allah’a yönel/destek
iste (salât et) ve saldırılara göğsünü siper et/diren (nahr yap). O
zaman göreceksin sönüp gitmek bir yana, destek ve nimet (kevser) asıl
sana yağacak…
Görüldüğü gibi ayet namaz kılmak ve kurban kesmekle ilgili değil.
***
YANLIŞ: “Biz, (İbrahim’e) büyük bir kurbanlık vererek onu (İsmail’i)
kurtardık.” (Saffat; 107)
DOĞRU: “Biz onu büyük bir kazaya uğramaktan kurtardık” (Saffat; 107).
Tefsiri: Hz. İbrahim bir rüyasında oğlunu boğazlıyor görmüştü. Durumu
oğluna açınca o da ‘sana söyleneni yap’ dedi. Oğlunu kendi çağında
çokça yapılanlar gibi ‘kurban’ etmek istedi fakat Allah ona seslenerek
onu bu işten vazgeçirdi. Böylece kendisi büyük bir kaza yapmaktan,
oğlu da büyük bir kazaya uğramaktan kurtarıldı. Veya ona büyük baş bir
kurbanlık fidyesi verilerek kurtarıldı. Böylece insanlık tarihinde çok
büyük bir adım atılmış oldu. İnsan kurbanları çağı kapandı.
Ayette geçen “zibh” kelimesi Arapça’da kaze zede, kazaya uğramak
(zebîha) anlamına da geliyor. Böyle bir tefsir de mümkündür. Bu
durumda fidye kelimesi de kurtarmalık bedeli manasına geliyor. Burada
fidye, İbrahim’in oğlunun canı oluyor.
***
YANLIŞ: “Gelsinler ki, kendilerine ait birtakım menfaatlere şahit
olsunlar ve Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği (kurbanlık)
hayvanlar üzerine belli günlerde (onları kurban ederken) Allah’ın
adını ansınlar. Artık onlardan siz de yiyin, yoksula fakire de
yedirin.” (Hac: 28)
DOĞRU: “Gelsinler ki, kendilerine ait birtakım yararlara tanık
olsunlar ve Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar
üzerine belli günlerde Allah’ın ismini ansınlar. Onlardan siz de
yiyin, yoksula fakire de yedirin.” (Hacc; 28)
Tefsiri: Eski çağlarda tapınak kamu alanı demekti. Tâ Sümerlerde bile
vardır. İnsanlar ihtiyaç fazlası ne varsa (hayvan, buğday, un, elbise,
altın, gümüş) tapınağa getirirdi. Hayvanların üzerine “Tanrı malı”
diye isim yazılırdı. Mesela un torbası ise onun da üzerine bu isim
yazılırdı ve o artık kamu malı olurdu. Hatta matematikteki rakamlar
tapınağa getirilen ve kamu malı (tanrı malı) olduğu seçilsin diye
hayvanların ve torbaların üzerine atılan çizik ve çeltiklerden
doğmuştu.
İşte bunlar kamuya (Tanrı’ya) adanmış mallardı. Orada ihtiyaç
sahiplerine dağıtmak için toplanmaktaydı. Oraya gelen ihtiyaç
sahiplerine (yoksullar, garibanlar, kimsesizlere) eşit bir şekilde
dağıtılırdı. Bu arada uzaktan gelenler olduğu için onlara ikram
maksadıyla bazıları da kesilirdi. “Yiyin” denmesi de bundandır.
Görülüyor ki Kur’an eski çağlardan beri gelen ve tapınağı “kamu alanı”
olarak gören anlayışı sürdürmekte ve Kabe civarını bir toplanma,
kaynaşma, yakınlaşma ve paylaşma merkezi olarak değerlendirmektir.
Yukarıdaki ilk meallendirmede parantez içinde yazılan ‘kurbanlık’,
‘onları kurban ederken’ ifadeleri Kur’an’ın Arapça orijinalinde yok.
***
YANLIŞ: “Bu böyle. Her kim de Allah’ın nişanelerini (kurbanlıklarını)
yüceltirse, şüphesiz ki bu kalplerin takvasından (Allah’a karşı
gelmekten sakınmasından)dır. ” (Hac; 32)
DOĞRU: “Bu böyledir. Her kim Allah’ın sembollerine saygı gösterirse,
kalbinde sakınma duygusu/Allah bilinci var demektir.” (Hac; 32).
Tefsiri: Burada da ilk meallendirmede geçen parantez içindeki
‘kurbanlıklarını’ ifadesi orijinal Arapça metinde yine yok. “Allah’ın
şiarları” kavramı kurbanlıklar diye yorumlanarak metne dahil edilmiş.
Oysa “şiar”ın ne olduğu tefsirde açıklanmalıydı. Biz açıklamışız: Şiar
Sözlükte “fark etmek, hissetmek, duyumsamak” demektir.  Fark etmek,
hissetmek, duymak (şu’ûr), duyuru (iş’âr), bilinç altı (tahte’ş-şuûr),
slogan, amblem, sembol, simge (şi’âr), şiarlar, semboller, simgeler
(şeâir), mani, halk ezgisi (şi’run şa’biyyu), saç, kıl, tüy (ş’ar),
duygu, şuur, bilinç, sansasyon (şuûr), duygu, his (meş’ar), şiir
okumak (şi’ran) kelimeleri bu köktendir… Demek ki şiarlar, şuûrun
(bilincin) yansımalarıdır. Bunlar bir yapıya, binaya, yeryüzüne
dikilmiş bir anıta nispet edilince bir şuurun, bir bilincin, bir fark
ediş, hissediş ve duyuşun sembollerine dönüşürler. Bu anlamda örneğin
Kâbe, Allah’ın bir şiarı, sembolüdür. İman edenlerin kalbinde bu
yapının çok farklı bir anlamı ve önemi vardır. Aynı şekilde Safa,
Merve, Say, Tavaf, Meş’ari Haram, Mina, Müzdelife vs. bütün bunlar
Allah’ın şiarlarıdır ve sembolik derin anlamları vardır. Her kim
bunlara gereken saygıyı gösterir, bunların mana ve önemini kavrarsa
kalbinde bir bilinç, bir şuur, bir duygu ve hissiyat taşıyor demektir.
İşin şuurunda, bilincinde demektir. Başkaları için bunlar sıradan
binalar, taşlar ve hareketler olarak görünebilir. Ama iman edenlerin
kalplerinin derinliklerinde bir şuurun veya bilincin ifadesi olarak
yaşarlar. Ayette kastedilen de budur.
***
YANLIŞ: “Sizin için onlarda belli bir zamana kadar birtakım yararlar
vardır. Sonra da kurbanlık olarak varacakları yer Beyt-i Atik
(Kâbe)’dir.” (Hacc; 33)
DOĞRU: “Sizin için onlarda belli bir süreye kadar faydalar vardır.
Dahası onlar yeryüzünün en eski anıtının anlamını açıklarlar.” (Hacc;
33).
Tefsiri: Görüldüğü gibi bu seferde ayette geçen “mahill” ifadesi
“kurbanlık” olarak çevirilmiş. Parantez içinde kurbanlık kelimesini
sokuşturmak yetmiyormuş gibi “şiar”, “mahill”, ileride gelecek
“nüsuk”, “hedy”, “behimetu’l-en’am” hepsi de dümdüz edilerek
“kurbanlık” olmuş (!).
Bu ayette geçen “mahill” sözlükte “çözmek, açmak, indirmek” kökünden
gelir. Ayette harfi harfine; “Sonra onun ‘mahilli’ ‘Beyt-i Atik’edir.”
şeklinde geçmektedir. Çözmek, açmak, analiz etmek, tahlil etmek
(tahlîl), yer tutmak, bir yere indirme yapmak, bir yeri istila etmek,
işgal etmek (ihtilâl), meşru saymak, kendisine helal etmesini istemek
(istihlâl), çöküntü, çözülme, dejenerasyon (inhilâl),   formül, çözüm,
çare (hall), çözülmüş, serbest kılınmış, meşru (helâl) işgal edilmiş,
işgal altında (muhtell), yer, mekan (muhill), semt, bölge (mahalle),
bölgesel, yöresel (mahallî) kelimeleri bu köktendir… Yukarıdaki ayette
şeâirillah (Allah’ın şiarları) denmesi haccın tüm imge, simge ve
sembolleri manasında kullanıldığını göstermektedir. Nitekim bazı
müfessirler bu manada yorumlamışlardır (Razi). Bu durumda ayette geçen
mahill kelimesi “Kurban kesme yeri” değil, “Açıklama, açıklığa
kavuşturma yeri” anlamına gelir. Bu durumda mana; “İman edenlerin
kalplerinde apayrı bir anlam ve önemi olan Allah’ın şiarları yani
Kabe, Tavaf, Arafat, Safa, Merve, Müzdelife vb. haccın sembolik eylem
ve nüsukları (ritüelleri), yeryüzündeki en eski beytin (beyt-i atik)
ne anlama geldiğini, mana ve önemini açıklar” şeklinde olur.
***
YANLIŞ: “Her ümmet için, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği
hayvanlar üzerine ismini ansınlar diye kurban kesmeyi meşru kıldık.
İşte sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. Şu hâlde yalnız O’na teslim olun.
Alçak gönüllüleri müjdele!” (Hacc: 34)
DOĞRU: “Biz her ümmet için imge/simge/ritüel belirledik (mensek). Ki
rızık olarak verdiğimiz hayvanlar üzerine Allah’ın adını ansınlar.
Hepinizin ilahı bir tek ilahtır. O’na teslimiyet gösterin. Kalbi temiz
olanları müjdele” (Hacc: 34).
Tefsiri: Görüldüğü gibi bu ayette de “mensek” kelimesi ‘kurban kesmek’
olmuş. Halbuki menseknusuk kökünden gelir ve menâsik olarak tüm hacc
ritüel ve sembollerini ifade eder. Şu ayet daha açıklayıcıdır: “Biz
her ümmet için sembolik hareketlerden oluşan ritüeller
belirledik.”(menseken hum nâsikuhu). Buna diğer bazı mealler “ibadet
tarzı”, “ibadet yolu” da demiş ki nispeten doğrudur. Bu durumda “Her
ümmet için” diyerek genellendiği için sadece hacc menâsiki (tavaf,
sa’y, arafatta vakfe, Safa, Merve, müzdelife) değil; dinin içindeki
tüm tekrarlanan imgeleri/simgeleri/sembolik hareketleri kapsar: Kıyam,
ruku, secde, oruç vb.
Rızık olarak verilen “hayvanların üzerine Allah’ın ismini anmak” ise
yukarıda geçtiği gibidir. Bu tabir haccda geçtiğinde infak edilmek
üzerine kamu alanına (Kabe’ye) getirilen canlı hayvanlar manasında,
diğer yerlerde ise “Allah’ın etinin yenmesine izin verdiği hayvanlar”
demek oluyor.
Kabe’ye ihtiyacı olanların alması için getirilen hayvanlar üzerlerine
Allah’ın ismi anılmakla (yazılmakla, mühür vurulmakla) “Allah’ın malı”
(kamu/herkese ait) oluyorlar ve illa kesilmeleri de gerekmiyor. Canlı
canlı da infak edilebiliyor. Ve hatta bunun illa hayvan olması da
gerekmiyor. Tarım ve hayvancılık toplumu; bir yoksul bir deveye sahip
olmakla, iki çift öküz almakla icabında yoksulluktan bile
kurtulabiliyor.
***
YANLIŞ: “Kurbanlık büyük baş hayvanları da sizin için Allah’ın dininin
nişanelerinden kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. Onlar saf saf
sıralanmış dururken (kurban edeceğinizde)üzerlerine Allah’ın adını
anın. Yanları üzerlerine düşüp canları çıkınca onlardan siz de yiyin,
istemeyen fakire de istemek zorunda kalan fakire de yedirin.
Şükredesiniz diye onları böylece sizin hizmetinize verdik.” (Hacc: 36)
DOĞRU: “Cüsseli hayvanları da sizin için Allah’ın şiarlarından kıldık.
Sizin için onlarda hayır vardır. Onlar saf halinde yan yana
dizildiklerinde üzerlerine Allah’ın adını anın. Nihayet onlardan
yiyin, istemeyen yoksulu da istemek zorunda kalan yoksulu da doyurun.
Böylece onları sizin hizmetinize verdik. Umulur ki şükredesiniz.”
(Hacc: 36).
Tefsiri: Bu ayetler Kabe etrafında müşrikler tarafından kurulan,
cüsseli (büyükbaş) hayvan, deve, koyun ve her tür ekin ürünlerinin “iç
edilmesi” üzerine kurulu düzene karşı söyleniyor. Çünkü onlar Kabe’ye
getirilen hediye (hedy) hayvanlarına ve ekin ürünlerine el koyuyor,
yoksullara gitmesine engel oluyor ve ihtiyaç sahipleri arasında eşitçe
dağıtılmasına yasaklar getiriyorlardı. Kur’an’daki tabirle “yerli
yabancı herkesin eşit hakka sahip olduğu” Mescid-i haramdan insanları
alıkoyuyorlardı. (Hacc: 25).
En’am suresinde bu menfaat çarkının nasıl döndüğü uzun uzun anlatılır.
Mesela bir yerde şöyle denir:
“Tutup Allah’ın yarattığı ekin ve hayvanlardan  ona bir pay ayırdılar
ve kendi akıllarınca “Bu Allah için, bu da ortaklarımız için” dediler.
Ortakların payı Allah’ın payına geçmez, ama Allah payı ortaklarına
geçer; ne berbat bir iş bu!” (En’am; 136)
Görüldüğü gibi en’am “nimet olarak gelen sığırlar” manasında
kullanılıyor. Çünkü rivayete göre cahiliye Arapları ekin ve
sığırlardan el koydukları ürünleri putlar ve Allah arasında
bölüştürürlerdi. “Şu Allah’ın payı şu da tanrılarımızın payı”
derlerdi. Allah için ayırdıkları payı başkaları için harcarlar,
putları için ayırdıkları payı zimmetlerine geçirirlerdi. Putların
payından Allah’ın payına bir şey geçerse hemen geri alırlar, Allah’ın
payından putlarının payına geçen bir şey olursa, sonuçta bu kendi
ceplerine gireceğinden hiç ses etmezler “Allah zengindir putlar fakir,
O’ndan bunlara bir şey geçmesinden bir şey olmaz” derlerdi (İbn
Abbas). Demek ki cüsseli hayvanlar (el-budne) Kâbe etrafındaki ni’met
(en’am) istismarına dayalı bu “hayvan döngüsünü” ifade ediyor.
En’am suresi 135-140 arasında bu döngünün nasıl işlediğini
okuyabilirsiniz. Burada esas amaç kurban kesmek değildir. Kabe’ye
getirilen hayvanların “çete” tarafından iç edilmesi ve aralarında
üleşilmesine karşı onların kamunun/yoksulların hakkı olduğunun
vurgulanmasıdır. Bu arada kesilenler varsa -ki bu örfen müstahaptı-
onların da sadece etlerinden yenilebileceği (kendine ayırıp
biriktirmek yok) gerisinin yine yoksullara dağıtılması gerektiğinin
ısrarla vurgulanmasıdır.
Tabi bütün bunlar hacca gidenler için geçerli. Oradaki durum
anlatılıyor. Hacca gitmeyenlerin kurban keseceğine dair Kur’an’da en
küçük bir ima bile yok.
Kur’an’da sadece mazereti sebebiyle hacca gitmeye niyetlenip de
gidemeyenlerin Kabe’ye bir hedy (adanmış hayvan) göndermesi istenir.
(Bakara 196). Çünkü ihtiyaçtan fazla olanın oraya gönderilmesi ve
orada ihtiyaç sahiplerinin eline ulaşması istenmektedir. Gönderilecek
hayvanın illa kurban olarak kesilmesi gerekmiyor. Hedy hediye kökünden
gelir ve canlı bir hayvanın veya bedelinin yoksula bağışlanması
manasına gelir. Kabe’ye getirilen “kurbanlık hayvan” demek,”adanmış
hayvan” demektir; Allah’a, Kabe’ye, yani kamuya, ihtiyaç sahiplerine
adanmış, onlara verilmek üzere getirilmiş canlı hayvan, ekin ürünü vs.
demektir. Bu dahi “hacca niyetlenip de gidemeyenler” için geçerlidir.
Sonra yukarıdaki ayetin devamında şöyle denilir: “Onların etleri ve
kanları asla Allah’a ulaşmaz. Fakat O’na sizin takvanız ulaşır.
Böylece onları sizin hizmetinize verdi ki, size doğru yolu
gösterdiğinden dolayı Allah’ı büyük tanıyasınız. Güzel ahlak
sahiplerini müjdele.” (Hacc; 37)

“Asla” denilerek ulaşmayacağı söylenen et ve kan zaten Araplarca da
kesilmekte olan kurbanlardı. Klasik zihin burada kurban kesen kişinin,
kurbana bıçağı çalarken içinde taşıdığı takva duygusunun kastedildiği
şeklinde anlıyor. Burada kurbana teşvik değil; sakındırma, yapmayın
bunu artık, bir anlamı yok vurgusu var.

Ayetin sonundaki cümleden de anlaşılacağı gibi aslolan hayatın içinde
güzel ahlak sahibi (muhsinin) olmaktır. Allah sizin kurbanlarına
bakmaz, ete, kana, deriye, bağırsağa bakmaz. Bunlar için günahlarınızı
affedecek de değildir. İçinizde Allah bilincinden kaynaklanan sakınma
duygusu (takva) ile yaşayıp yaşamadığınıza ve ahlakınıza bakar. Açıkça
diyor işte: “Asla ulaşmaz” Şu halde neden kesip duruyorsunuz,
ulaşmayacak işte. Duymayacak o hayvanların sesini, kan kırmızısı
boğazın görüntüsünü, duymayacak!
***
Üç yerde daha kurban ile ilgili ayet var. Onları da aktarıp bitiriyorum;
Bakara suresinde İsrailoğullarına “inek kesmeleri” istenir. Bundan
maksat Mısır Firavun İmparatorluğu’nun sembolü İnek/Boğa (Bakara) dır.
Onunla ilişkinizi tümüyle kesin denmek istenir. (Bakara 67).
Maide suresinde Adem’in iki oğlu kıssası (Kabil-Habil) anlatılır.
Kabil haksız yere toprağa çit çevirip özel mülkiyetine geçirir. Onu
başkasından saklar. Ondan gelen ürünü Allah kabul etmez. Ama Habil
Allah’ın mülkü olarak olarak gördüğü ve kendi emeği ile ekip biçtiği
topraktan ürün getirir. Onunki kabul edilir. Buradan Allah’ın mülkünü
sahiplenmeyin, kendi emeğinizle geçinin, başkasının (kamunun) hakkını
gasbetmeyin, kul hakkı yemekten sakının, Allah sakınanlarınkini
(muttaki) kabul eder mesajı verilir. (Maide; 27)
Al-i İmran suresinde Yahudilerin, Hz. Peygamber’i “Kurbanı inkar
etmekle” suçladıkları anlatılır.”Allah bize ateşin yiyeceği bir kurban
getirmedikçe hiçbir peygambere inanmamızı emretti”(Ali-İmran; 183)
demektedirler. Onlara göre peygamber kendi bildikleri ve anladıkları
tarzda ateşte yanarak kesilen bir kurban (yakmalık sunu) getirmelidir.
Muhammed bunu getirmediğine göre kurbanı inkar ediyor demektir.
Üstelik bunu onlara Allah böyle söylemiştir. Yakmalık sunu kurbanı
apaçık Allah’ın emridir!
Kur’an onlara şöyle cevap verir: “De ki: “Benden önce size nice
peygamberler, açık belgeleri ve sizin dediğiniz şeyi getirdi. Eğer
doğru söyleyenler iseniz, niçin onları öldürdünüz?” (Ali-İmran; 183).
Cevap çok manidardır.

Yeşil Gazete

Ekolojik geri-zekâlılık

Recordmag‘da şehirden doğaya kaçan iki kadının (Burcu Ertunç ve Sinem Demir) ekoloji hakkında yaptığı keyifli söyleşiyi sizlerle paylaşıyoruz

* * *

“…Çevreye özen göstermek bir hareket ya da bir ideoloji değildir. O, bizim evrimimizdeki bir sonraki adımımızdır. Çünkü insanoğlu, içinde tüm yeryüzünü koruma ve kollama hücresini taşıyan bir hayvandır.”

Daniel Goleman

Bugünler, tam da Sinop Gerze’den güzel haberler alıp, umutlanacağımız günler olmalı. Ancak yaşamı tehdit eden yeni(!) tehlikeler umutlanmamız için bize pek zaman bırakmıyor gibi…

“…Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın 26 Eylül’de yaptığı duyuruda, Babadere mevkiinde toplam gücü 1634 MW olan bir termik santral yapımı için ÇED sürecinin başladığı açıklandı…. Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi termik santral kurulması istenen alanın Çanakkale’nin en önemli tarımsal üretim bölgeleri arasında olduğunu ve belli alanlarında da organik tarım yapıldığını belirterek projeye karşı çıktı.” (Bianet.org’un 5.10.2013 tarihli haberinden)

Bazıları benim gibi doğayı ve adil bir yaşamı tehdit eden bu haberleri okuyup okuyup parlamaktan daha fazlasını yapabiliyor, Sinem Demir gibi. Onunla bu yaz, Bohçamda Anadolu yolculuğunu yaparken, bizi evinde misafir ettiği zaman tanışmıştım.

Sinem Demir, otuzlu yaşlarının başında bir klinik psikolog, iki senedir Rize’de yaşıyor tek başına. Hem mesleğini yapıyor hem de evinin arka bahçesini saran çaydan arda kalan küçücük yerde ihtiyacı olan sebzeyi, otları, bitkileri yetiştirmeye çalışıyor. Sinem, termik santral ve HES gibi Karadeniz’deki yaşamı tehdit eden birçok ekolojikgerizekâlılık ürünü proje (bkz.: politikekoloji) için uzun yıllardır direnişlere destek vermiş; gerektiğinde kendini kepçenin önüne atmış, Ankara’ya yürümüş, mitinglere katılmış, ev ev dolaşmış, evi direniş olmuş bir genç kadın. Yereldeki direnişin problematiğini çözmüş kendince. Şimdilerde ise biraz daha bahçesine odaklanmak istiyor; tohumlarını ekiyor, sobasını kurmuş penceresinden Rize Kalesi’ni izliyor ve hem de tabiat ana için şarkılar yazıyor, söylüyor… Yorulduğu ya da yıldığı için değil artık yeni bir direniş, yeni bir eylem planına ihtiyaç duyduğu için.

Sinem ile recordmag için sohbet ettik.

Burcu: Ekolojik zeka diye bir kavram var; insanın içinde, doğa ile bağ kurmasını sağlayan ekolojik hücreler olduğunu varsayıyor ve bizim o hücrelerle ne kadar uyumlu yaşadığımız ve onlarla kurduğumuz ilişkideki becerilerimiz bir şekilde ekolojik zekâmızın ne kadar gelişkin olduğunu anlatıyor sanırım. İnsanî eylemlerin doğanın değişkenlerini derinden etkilediği bir çağda yani antroposende olduğumuza göre her birimizin kişisel edimlerinin ekosistem üzerindeki etkisini anlaması öyle böyle değil, hayati derecede önemli. Anladığım, kişinin, doğayla uyumlu ve sürdürülebilir yaşam alanlarına erişebilmesi için bizzat kendi ekolojik zekasını keşfetmesi gerekiyor.“Nerede bu ekolojik IQ’su kuvvetli insanlar?” sorusu geliyor aklıma. Ne dersin?

Sinem: Bu ifadeyi ilk kez duyuyorum ama anlıyorum. Tabii, inanılmaz bir göç ettirme politikası uygulanıyor. Köyleri, doğal bütün alanları boşaltma ve insanları büyük kentlere çekme politikası gittikçe güçleniyor. Paranın hüküm sürdüğü, para dışındaki değerlerin gereksiz ve aptalca olduğu fikrinin pompalandığı bir dönemdeyiz neticede. Ekolojik zekâsı olabilecek, bulunduğu yerde bir şey geliştirebilecek, değişim yaratabilecek insanlar kentlere göçe mecbur hale bırakılmış olmalılar.

Burcu: Kent merkezlerinde de doğa ile ilişki kurmak ya da kendi içindeki o hücrelerin varlığının farkına varmak herkes için pek mümkün değil galiba…

Sinem: Ekolojik zekâ dediğin şeyi burada hala bahçecilik yapan insanlarla iletişime geçtiğimde hissedebiliyorum ben. Onlarla çok daha rahat iletişim kurabiliyorum. İnsanlar seyahat ettikçe, yaşantılarını değiştirmeye niyet ettikçe bu etkileşim ve güzel diyaloglar artacak. Bu alışverişe ihtiyaç var. Kente göç ede ede yalnız kalmış bir kırsal alan var, kentte de insan yığını içinde bir izolasyon var. Herkes yalnız aslında… Okusun okumasın, kentlerde yaşamış belli duyarlılıkları gelişmiş insanlar emekli olmayı beklemeden risk alarak bu bölgelere gelmeli. Ben de bu riski aldım, 7-8 ay fakirlik bile değil belki açlık sınırında yaşadım, İstanbul’daki kurulu düzenim burada yoktu maddi olarak ama bir şekilde başardım çünkü daha fazla dayanamıyordum.

Topraktan bıkanlarla ona aç olanlar arasında bir iletişim gelişirse yeni bir enerji ortaya çıkacak.

Burcu: Toprağıyla ilişkisini asgari düzeyde de olsa sürdürenler de bazen o kadar uzaklaşmış, o kadar yabancılaşmış oluyorlar ki kendi elleriyle satabiliyorlar atadan, deden yadigâr topraklarını. Duyarsızlık bir yana, sanki kentte yaşıyormuşçasına tüketimin kölesi olabildiklerini görüyorum kendi yolculuklarımda.

Sinem: Evet, çoğu yerde tarımla uğraşan insanlar bile doğanın tam olarak farkında olmayabiliyorlar. Doğa, güzel olmaktan çoktan çıkmış, yer yer işkenceye ya da kişinin ulaşamadığı o hayatın önüne çekilen bir engele dönüşmüş. Ancak şöyle bir şey var ki sevdikleri şeyin, bağlı oldukları doğanın güzel olan kısımlarını dışarıdan gelen biri değerlendirdiğinde yeniden fark edebiliyorlar. Dışarıdan kentten biri gelip onların basit gördüklerine ‘bu harika bir şey’ dediğinde o diyalogda güzel, hoş bir alışveriş başlıyor. Ben, büyük şehirden ayrılırken bir şeyleri kaybetmiş olarak kırsala döndüm; bende hiç bilgi yoktu ve şu an onların bilgilerinden yararlanıyorum, onların ihtiyacı olan ise sahip olduklarının ne kadar değerli olduğunun kulaklarına fısıldanması. Kendimce bunu yapmaya çalışıyorum.

Burcu: Mesela…

Sinem: Mesela bu sene kış bahçeciliğine de başladım. Yeni şeylere başlamak hem içimden geliyor hem de bunu bir sorumluluk olarak görüyorum açıkçası. Bunları yapmaya başladığımdan beri çocuk yaşlardan beri bahçelerde çalıştırılıp, bu işlerden bıkmış olan komşum ‘Sen geldiğinden beri bende de bir heves oldu’ diyor. Topraktan bıkanlarla ona aç olanlar arasında bir iletişim gelişirse yeni bir enerji ortaya çıkacak. Buradaki iki yıllık deneyimimde bunları gözlemliyorum.

Burcu: Kırsal yaşam alanlarının boşalması, oradaki üretken yaşam biçiminin değişmesi, şirketleşen devletin ekolojik zekâ pırıltısı taşımayan projelerini hayata geçirmesine sebep oluyor.

Sinem: Tabii, ama insanlar sadece politik ve ekonomik sebeplerle göç etmiyorlar. Anadolu çok geniş bir coğrafya, bir yandan da doğası gereği bazı açılardan dar geliyor insanlara. Yani, dış dünyayı kendi dünyasından daha zengin ve iyi görmesi, kendi içinde aşırı gözlemci, eleştirel ve yargılayıcı olması, sürekli dedikodu yapması, yaşamı birebir paylaştığı toplulukta baskı uygulaması insanlarda duygusal zafiyetlere sebep oluyor. Göç edenler, bir şekilde büyük şehre gidip görünmez olmak ya da her akşam televizyonda görüp de sahip olamadıkları, ihtiyaçları olmayan ama özendikleri yaşama kavuşmak istiyor…

Sadece doğa içinde olup ondan üretmek hayattaki bir başarısızlık olarak algılanıyor buradaki insanlar tarafından.

Burcu: Sen neler yaşıyorsun, nasıl karşılandın Rize’nin merkezinde?

Sinem: Benim davranışlarım yargılanma anlamında izlenmiyor, çünkü dışarıdan gelmiş ve okumuş bir insanım. Bahçecilikle vs. ile ilgili yaptığım her türlü olumlu şey ise aslında olduğundan daha olumlu bir şeymiş gibi algılanıyor. Ama benim yerimde buralı birisi olsa ve başka bir iş yapmayı reddedip sadece tarımla uğraşıp, benim yaptıklarımı yapsa onun davranışlarını didikleyip yargılayabiliyorlar. Sadece doğa içinde olup ondan üretmek hayattaki bir başarısızlık olarak algılanıyor buradaki insanlar tarafından. Bir de kendinden olanı daha çok hırpalama kültürü var, ailemizden olanı bir yabancıyla karşılaştırma ve kendinden olanı kötüleme gibi… Köy ve kent arasındaki ilişki arttıkça, yaşam alanları üretme temelinde paylaşıldıkça Anadolu’daki insanların bir diğerini sürekli gözetleme, kontrol etme alışkanlıkları da kırılacak.

Gerçekçi olmak ve hakikaten harekete geçmek gerekiyor

Burcu: Sivil toplum örgütlerinin görevi ağır, kamuoyu yaratmaya çalışıyorlar, bir yandan direnişlere destek verip bir yandan da yasal süreçleri takip ediyorlar sence ekolojik zekâmız o cephede nasıl?

Sinem: Kent ve kırdaki bölünme bu hareketlerde de var ne yazık ki. Bir de sanki insanların çoğunda şöyle bir tutum var: ‘Ben ekolojik meselelerden bahsediyorsam, bununla ilgili duyarlılığımı sergiliyorsam sorumluluğumu yerine getiriyorum ve hayatımın diğer alanlarında ne yaptığıma çok da dikkat etmesem olur’. Öyle değil işte; çevre hareketlerinin içinde olanlarla birlikte hepimizin sürekli olarak kendimizi test etmemiz, sınamamız ve yaptıklarımızı yeniden düşünmemiz gerekiyor. Konuşurken itip kaktığın kötülediğin şeyleri kullanmayacaksın mesela, mutlaka elektrik tasarrufu yapacaksın… Yani bence gerçekçi olmak ve hakikaten harekete geçmek gerekiyor. İnsanların bir şeylerden feragat etmeyi de yeniden öğrenmesi lazım. Ben telefonla yaptığım konuşmaları fazla uzatmamaya çalışıyorum, çünkü o kocaman şarjlı telefonlardan kullanmıyorum, şarjı kısıtlı. Bilgisayarımı sürekli açık tutmuyorum, işyerinden ayrılırken prizleri boşaltıyorum filan. Elektrik tasarrufunun devlet politikası olarak korunmasını geçtim, bu eylem herkes tarafından o kadar küçümseniyor, etkisi o kadar göz ardı ediliyor ki…

Burcu: Yani diyorsun ki oflayıp, puflamak değil bir an önce kendimiz ne yapabiliriz ona bakmalı ve mümkün mertebe toprakla ve topraktaki insanla yakınlaşmalıyız.

Sinem: Şehirden kaçmaktan çok toprağa kavuşmak olmalı amaç, köyde de aşırı ve yanlış bir şekilde tüketerek yaşıyorsan diğerinden hiç farkı yok. İnsanlar metropollere öyle bir yapıştılar ki… Doğal alanları, parkları sevmek “Ay ne güzelmiş burası, keşke kimse buraya dokunmasa” filan demek yetmiyor artık, yerelde bunu duyan insan da bununla yetinmiyor. Köyde kendini her şeyden mahrum hisseden az sayıda kalmış insan da “madem doğayı seviyorsun niye gidiyorsun, niye buralara gelmiyorsun” diye sorguluyor. Birilerinin ciddi adımlar atması lazım, kırsalda, yerelde, özellikle çevre ihtilaflarının olduğu bölgelerde insanların yalnız bırakılmaması lazım. Şirketleşen devlete karşı ancak bu samimiyet gerçekleşirse sesimiz çıkabilir. Öyle sadece eylemlerle, yürüye yürüye ilerlemiyor bu süreçler. Her eylemin ucu mutlaka toprağa dayanmalı. Topraktan kopuk olan her kent mücadelesi eninde sonunda çoraklaşır.

Toprakla olan bağımızın bir sürekliliği, bir devamlılığı olacak! Ucundan kıyısından, lay lay lom ile olmaz. Bazen bu konularla ilgili konuşmaktansa gidip maydonozumla ilgilenmeyi tercih ediyorum ama bu da garipseniyor işte.

*

Sohbet için çok teşekkürler Sinem, varlığın ve o bölgedeki tüm çabaların için de…

Not: Sinem Demir’in Karadeniz Bölgesi’ndeki çevre sorunlarıyla ilgili video çalışmaları için tıklayın.

 

Bu röportaj ilk olarak recordmag.net/ de yayınlanmıştır

 

Röportaj: Burcu Ertunç

(Recordmag)

“Gezi”li öyküler, “Gezi”den öyküler: Yaşasın Bağzı Şeyler!

OTURMAYIN
GELECEĞİNİZ İÇİN GEZİ-NİN.
FERİT EDGÜ (GEZİ-YORUM)

 

Mayıs ayının son günlerinde Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesimine, şehrin merkezinde kalan son yeşil alanların da betonlaşmasına karşı mücadele eden bir avuç insanın sesini önce tüm ülke sonra da dünya duydu. Birken bin, binken on binler yüz binler milyonlar oldular. ‘Kahrolsun bağzı şeyler’ diyerek şiddet içermeyen, benzersiz ve önemli bir kitle hareketine dönüştüler. Bu hareketi, bu sesi edebiyatçıların duymaması elbette beklenemezdi. Onlar da yaşananları öyküleştirdiler. Bunun neticesinde de, Kadir Yüksel’in hazırladığı, ‘28 Yazardan Gezi Parkı Öyküleri’ alt başlığıyla sunulan Bağzı Şeylere Öyküler isimli derleme kitap ortaya çıktı. Kadir Yüksel giriş yazısında, “Sokakta yazılan öykülere öykücülerin ses vermesi, el uzatmasıdır bu derleme. Ses vermenin, el tutmanın, sıcaklığı edebiyatın da sıcaklığıdır…” diyerek derlemenin amacını açıklamış ve asıl öyküyü sokaktaki gençlerin yazdığını da eklemiş.

Kapak resmi pek çok Aylak Adam kitabında olduğu gibi Polonyalı ressam Slawek Gruca imzalı. 2008 tarihli Rüya / Dream isimli resim kitapla ve yaşananlarla o denli örtüşüyor ki, özel olarak yapılsa bundan daha iyisinin olması mümkün değil. Bozkırın ortasında tek başına kalmış yapraksız, kurumuş bir ağaç, tepesinde dönen kargalar, altında bekleyen terk edilmiş bir kedi ve ağacı yaşatmak kedinin yalnızlığına son vermek için koşan kırmızılı bir kadın.

Edebiyatımızın ulu çınarı Adnan Özyalçıner anlatı tadında bir öyküyle kitaba katkı sunmuş. Kenarından bucağından geçip durduğu ama bir türlü içine giremediği Gezi’yi parkın ve Taksim’in tarihi içinde anlatmış, Alandaki Park isimli öyküsünde. “Daha sonraları parkın Elmadağ girişinde Mutfak diye ayaküstü içki ya da çay kahve içilen bir yer açıldı. Akşam saatlerinde serin serin oturulup sohbet edilen bir yerdi. Yıktırılana kadar uğrak yerim oldu orası. Parkın kıyısındaki bu yerde o kadar oturdum da parkın içine girmedim. Dedim ya, orada beni bekleyen kimsem yoktu. Oysaki Elmadağ’dan girilip Taksim’e çıkılan kestirme yollardan biriydi park. Nedense onu da yapmadım. Üstelik parktan geçen yol caddenin gürültüsünden uzakta, sessiz bir yoldu. Hem de ulu ağaçların üstünde uçuşup cıvıldaşan, çiçek tarhları arasına konup kalkan kuşlar öteden beri ilgimi çektiği halde.”

Belki de, Çarşı Elfler, Kırmızılı Kadın Süpergirl, Siyahlı Kadın Trinity, Duran Adam Neo, Talcid Man Red Kit, diğerleri Karaoğlan, Camoka, Frodo, Asteriks, Obi Van Kenobi idi. Belki de Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nun Düşsel Kahramanlarım Oradaydı öyküsünde olduğu gibi hepsi gerçekten de oradaydı. Yoksa onca insan neden orada huzur bulsundu ki? “İçime garip bir huzur çökmüştü. Alışık olmadığım bir huzur. Hiçbir yerde bu kadar birbirine saygılı, her şeyini paylaşan insanlar görmemiştim. Bir anda, benim tüm çizgi roman ve bilim kurgu kahramanlarımın ortak karakterinin bu olduğunu anladım. Kendilerinden çok herkesi düşünmek, paylaşmak, barış için kötülerle savaşmak.”

Aziz Gökdemir, Civan’da parkın -bir kısmının- 1939 öncesinde Ermeni Mezarlığı olmasına atıfta bulunan dramatik bir öykü anlatmış. Hakan Bıçakçı ise İşten Eve Giden En Uzun Yolu’nu anlatmış. “Yaklaşık on yıldır, her akşam işten eve yürüdüğüm yol bambaşka bir yer olmuştu iki günde. Evime giden yarım saatlik mesafeyi iki gündür aşamamıştım. İşten eve evden işe robot gibi gidip gelirken, işim de evim de manasızlaşmıştı. Kabuğunu düşüren bir böcek gibi üzerimden atmıştım robotsu parçalarımı. Ölü deri gibi arkamda bırakmıştım. Sokaklardan başka nefes alınacak yer kalmamıştı. Ama işte sokaklarda da pek nefes alınamıyordu.”

Kerem Işık, belkiler üzerine kurmuş Belkili İnsan Dolması isimli metnini. “İşe yarar belki hiç susmadan bağırmak. Belki Sinirli Bıyık Sendromu’na bir tedavi bulunur. Bıyıkların altında yayvan gülümsemeler belirir o zaman. Bankalar boşalır belki. İktidardakiler küçük kız çocuklarına dönüşür. Her türlü kavga süresiz olarak askıya alınır. İnsan nefes alabildiği kadardır belki. Ya da okuyabildiği, okuyamıyorsa da anlayabildiği kadar. Düşünebildiği ama özgürce düşünebildiği kadardır belki de. Ya da sağı solu sevebildiği kadar. Soru sorabildiği, kendisine dayatılanları sorgulayabildiği kadardır belki de insan.”

Oğlu yurtdışına giden bir annenin oğluyla son kez görüştüğü yer olan Gezi Parkı’na ondan bir parça bulmak için gelip giderken, zamanla ağaçları oğlu ve diğer sevdiklerinin yerine koyması, en sonunda da adeta ağaca dönüşmesini Berna Durmaz, Sevdiğine Benziyor İnsan adlı öyküsünde anlatmış. “Ben böyle, her gün aynı masada oturunca, yanımdaki sandalye yıllardır boş, oturunca, elimi uzatınca, o gün uzatamamıştım, atlas sedirinin saçlarına dokununca, oğlumun saçlarına dokunmuş gibi olurdum. Hışır hışır bir konuşma başlardı ağaçlar arasında. Akçaağaçların gövdelerine yaslanıp dinlerdim onları. Önceleri sadece dinledim. O kadar çok dinledim ki sonunda sesim onlarınkine benzemeye başladı. Ağzımı açtığımda, kendi sesim değildi duyduğum. Yaprağın, dalın birbirlerine sürtünüşüne benzer bir sesti. O sesimle konuştum onlarla.”

Türker Ayyıldız, yokluğu en fazla çürüdüğü için kolayca çekilen bir diş kadar hissedilen eczacı kalfası Bekir’in yıllarca hayalinde yaşattığı lisede âşık olduğu kızı yıllar sonra Gezi’de aramasını anlatmış Tül’de. Kendi mucizesini yaratmak isteyen peygamberler gibi gizli aşkından kimseye söz etmeyen Bekir, parkta bir aşk, bir iş, bir isim, bir kabullenme hatta hepsinden fazlasını yepyeni bir dünya buluyor öyküde. Ben de kitaba distopik bir öyküyle katkı vermeye çalıştım. İnsanın kendi yazdıklarını anlatması en zoru olduğu için sözü Asuman Kafaoğlu-Büke’ye bırakıyorum. “Mehmet Fırat Pürselim ‘Kompozisyon’ adlı öyküsünde ağacın, yeşilin, parkın olmadığı, hatta bu sözcüklerin yasaklandığı bir dünyayı anlatıyor.”

Şenay Eroğlu Aksoy, metaforlarla bezeli anlatımı ve masalsı lirik diliyle bence kitabın en çarpıcı metni olan Uzun ve Yoksul’un altına imzasını atmış. “Ne çoktular, ne çok; kadınlar, erkekler. Kadınlar başlarını eğip önlerine, gözlerini kapattılar, bize ağlıyorlardı; kediye ve bana. Kalkmak istedim, olmadı, kediye baktım, ağzımız hâlâ aralık. Düştüğüm yerde birkaç damla yaş aktı gözlerimden; kediye ve bana. Kızıl kahverengi yapraklı ağaçlar tanıktılar, onlar sessizlikleriyle vardılar.”

Fuat Sevimay Gelincik’te çiçeğin ağzından doğanın içinde barındırdığı renkleri ve canları anlatmış. “Yemyeşil buğdaylarla kaplı bir tarlanın kenarında, başka gelinciklerle birlikte karşıladım hayatı. Bu benim hayatım. Uzun ya da kısa. Ne önemi var. Şu an, şu muhteşem göğün altında, rüzgârla birbirine sürten başakların sesini dinlemek, bu ritmin, ahengin, alımlı hareketin bir parçası olmak yeter. Bu ânı yaşamalıyım. Buğday tarlasının orta yerindeki çınar ağacı. Gölgesi umudumu besliyor. Çınar yapraklarının hışırtısı. Az ötede kar suları ile coşmuş derenin çağıltısı. Yosun tutmuş taşlar. Taşların üzerinde seken, kocaman gözlü kurbağalar. Ağaç kovuklarında, güneşe karşı tembel tembel yatmak için yazı bekleyen, özleyen kertenkeleler. Aç karnını doyurmak için yeryüzünü kollayıp, gökyüzünü delercesine uçmakta olan kuzgun. Hepsi benim hayatımın bir parçası.” Devrimci babayla çapulcu oğlun arasındaki Son Barikat’ı yıkan Gezi Parkı, babanın bilincinin akışı içinde ölen anneyi hatırlayarak aktarmış Murat Taş. Öyküyü parkın yeşili kadar martılarıyla, deniziyle, vapurlarıyla, kuleleriyle İstanbul’un ebrulisi de renklendirmiş.

Derlemeyi hazırlayan Kadir Yüksel, öyküleri -farklı bir ölçütle- yazarların ilk öykü kitaplarının yayın tarihine göre sıralamış. Kitapta; Ferit Edgü, Adnan Özyalçıner, Necati Tosuner, Mehmet Zaman Saçlıoğlu, İlhan Durusel, Tansu M. Gülaydın, Zafer Doruk, Aziz Gökdemir, Celal İlhan, Hakan Bıçakcı, Remzi Karabulut, Gamze Güller, Kerem Işık, Zeynep Sönmez, Özcan Öztürk, Berna Durmaz, Türker Ayyıldız, Mehmet Fırat Pürselim, Sinan Sülün, Şenay Eroğlu Aksoy, Mahir Ünsal Eriş, Onur Çalı, Fuat Sevimay, Hakkı İnanç, Zeynep Ünal, Murat Taş, Vuslat Çamkerten, Semih Öztürk’ün öyküleri yer alıyor.

Kitabın geneline bakıldığında yeşili, doğayı savunan, naif, şiddet içermeyen, yapıcı öyküler olduğu görülüyor, tıpkı parkta yaşananlar gibi. Kadir Yüksel, “…bu derleme, gezideki gençlerin haykırdığı gibi söylersek ‘daha başlangıç’. Umarım edebiyatımız bu diriliş günlerine tanıklık etmekten geri durmaz, yazmaya devam eder,” diye sözlerini noktalamış. Bundan sonra da birileri çıkacak; ‘Hepimiz Mustafa Keser’in Askerleriyiz’ diye orantısız mizah içeren bir öykü yazacak, ‘Vurmayın Öldüm!’ diyen Ali İsmail Korkmaz’ın kısacık yaşamının hazin romanını yazacak, birileri ağaçları, kuşları, biber gazını, tomaları, deniz gözlüklerini, baretleri, barikatları anlatacak.

Not: Kitabın fiyatı 10-TL. olup, telif ücretleri ve gelirleriyle, Gezi Direnişi’nde yaşamlarını yitirenler ve yaralananlar adına -Antakya’da- anı fidanlığı oluşturulacaktır.

Bağzı Şeylere Öyküler, Hazırlayan Kadir Yüksel, Öykü-Derleme, Aylak Adam Kültür Sanat Yayıncılık, 161 Sayfa, Ağustos 2013

 

 

Mehmet Fırat Pürselim

Demokrasiyi petrollü mü alırsınız kömürlü mü? – Pelin Cengiz

IPCC (Intergovernmental Panel on Climate ChangeHükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli) kapsamında biraraya gelen bilim insanlarının uzun bir çalışma sürecinin ardından ortaya koyduğu 5. Değerlendirme Raporu’nun bulgularını geçen iki yazıda dile getirmiştim. Bu raporlar, IPCC’yi oluşturan hükümet temsilcilerinin ve bilim insanlarının mutabakatıyla yayınlanıyor. Rapor, altı yıllık bir çalışmanın ürünü, yüzlerce bilim insanının emeği var. Şu âna kadar açıklanan bölümü, hükümetlere sunulan özet niteliğinde. Tamamının 2014 başında yayınlanması beklenen raporun özeti, iklim değişikliğine bağlı olarak giderek artan bir hızla yaklaşan dramatik gelişmelere karşı alınması gereken önlemlerle ilgili bir yol göstericiliği niteliğinde. Hükümetlerin tasarlaması gereken politikaları oluşturması için bir rehber gibi.

Bu yazıda, Türkiye’nin de tarafı olduğu raporun Türkiye özelinde neler anlattığından bahsetmek istiyorum. IPCC toplantılarına Türkiye adına katılan iklimbilimci Prof. Dr. Murat Türkeş, İstanbul Politikalar Merkezi’nde raporun içeriğiyle ilgili bir sunum yaptı. Türkeş, IPCC toplantılarında mesajın hükümetler açısından en anlaşılır şekilde yazılması için çalışıldığından bahsetti. Gerek Türkeş’in gerekse toplantıda bilgi veren Prof. Dr. Ömer Lütfi Şen’in aktardıkları Türkiye için karamsar bir tablo çiziyor.

Türkiye ve bölgesinde yüzey ve troposfer hava sıcaklıklarındaki artışla yağışlardaki (yağışlı gün sayısı, yağış toplamı ve kar yağışı vs.) azalma ve kuraklaşma eğilimleri sürüyor. Bu eğilimler eski ve yeni karbon emisyonu senaryolarına göre, sürmeye devam edecek. Türkiye’nin büyük bölümü gelecek on yıllarda ısınacak, ekstrem iklim olayları kuvvetlenecek, yaz sıcaklığı kışa göre daha çok artacak. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da sıcaklık artışı daha fazla olacak. Yükselen sıcaklarla orman yangınları artacak.

Üçte ikisinde Akdeniz ikliminin hâkim olduğu Türkiye’de yağışlar 10 yılda yüzde 25 azalmış. Su kaynakları olumsuz etkilenecek. Fırat ve Dicle’de su azalacak. HES’ler bu durumdan olumsuz etkilenecek. Su stresi olan ülke kategorisinden su kıtlığı olan ülkeler sınıfına düşeceğiz. Türkiye, 1960’lı, 1970’li yıllara göre 2000’lerde 1,5 derece ısınmış. Dağ buzulları eriyor, kar ilkbaharda erken erimeye başlıyor, karla beslenen nehirler erken yükseliyor. Bunların sonucu olarak doğal afetler fazlalaşacak.

Mevcut ekonomik yapıyı, enerjide fosil yakıtları ve yüksek dışa bağımlılığı, tüketim alışkanlıklarını değiştirip ekoloji temelli hedefler koyacağına Türkiye ne yapıyor dersiniz? Şubatta İklim Değişikliği Daire Başkanlığı’nı Hava Yönetimi Dairesi Başkanlığı altında bir şube hâline getiren Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, bu kez de İklim Değişikliği Koordinasyon Kurulu’nu Hava Emisyonları Koordinasyon Kurulu ile birleştirdi. IPCC raporunu okuyan hükümet yetkilisi var mı bilmiyoruz. Türkiye ile ilgili kritik tespitlerin yer aldığı IPCC raporunun açıklanmasının hemen ardından alınan bu kararla, bir kez daha görüyoruz ki, AKP “ileri demokrasisinde” doğanın yeri yok.

Tespitler, hızlı ve agresif kalkınma anlayışının ekoloji ve demokrasi açısından iflas ettiğinin göstergesi. Bir devletin en temel görevi vatandaşlarının sağlığını ve yaşam hakkını korumaktır. Bunun zedelendiği her yerde ekoloji, demokrasi ve insan hakları mücadelesi artık birarada ilerleyecek. Bu iktidarın petrol boru hatlarının, termik ve nükleer santrallerin, mega inşaat projelerinin eşitlik, özgürlük, katılımcılık sağlamayacağını, yaşam alanlarının yaşanmaz hâle gelmesinin ise demokrasiyi işlemez hâle getireceğini görmesini beklemek de herhâlde yıllarımızı alacak.

Pelin Cengiz – Taraf