Ana Sayfa Blog Sayfa 3632

Mahkeme, Urla villalarının yürütmesini durdurdu

İzmir’in Urla İlçesi Zeytineli köyünde, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da zaman zaman tatilini geçirdiği Hacılar Koyu’nda, işadamı Mustafa Latif Topbaş’ın yaptırdığı Urla villalarının bulunduğu bölgenin SİT derecesini 1’den 3’e düşüren ve villaları kurtaran kararın yürütmesi durduruldu.

16

DHA’dan Taylan Yıldırım’ın haberine göre villaların bulunduğu koy, Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü tarafından birinci derece SİT alanından, yapılaşmaya izin veren 3’üncü derece doğal SİT alanı statüsüne geçirildi. Bu duruma tepki gösteren çevreciler ile bölgedeki hak sahipleri, 1’inci Derece Doğal SİT alanı içerisinde bulunan 200 hektarlık alanın ’Sürdürebilir Koruma ve Kontrollü Kullanım Alanı’ olarak tescil değişikliği yapıldığını ve işlemin iptali istemiyle dava açtı.

Davaya bakan İzmir 2’nci İdare Mahkemesi’nin belirlediği 3 kişilik bilirkişi heyeti, bölgedeki incelemelerinden sonra hazırladığı 18 sayfalık raporda, bölgede bulunan bitkilerin ve bazı hayvan türlerinin genel tanıtımlarının yanı sıra ekolojik yapısı hakkında bilgi verdi. Raporun sonuç bölümünde ise şöyle denildi:”Netice olarak söz konusu alanın iki farklı özellikte parsel gruplarını içerdiği belirlenmiştir. Yerleşimin olduğu parsellerin belirtilen sebeplerden dolayı sürdürülebilir koruma ve kontrolü kullanım alanı olarak (üçüncü derece doğal SİT) değerlendirmesi gerektiği, diğer parsellerin ise, insan etkisine daha az maruz kalmış olduğundan doğallığını halen koruduğu gözlenmiştir. Bundan dolayı bu parsellerin, ’kesin korunacak hassas olan’ birinci derece doğal SİT olarak kalması gerektiği kanaatine varılmıştır.”

 

(Radikal, DHA)

Cudi Dağı’ndaki yangına Devlet iki gündür seyirci

Cudi dağında ormanlık alanda askerin top atışı nedeniyle çıktığı ifade edilen orman yangını iki gündür devam ediyor. Arazi şartları nedeniyle itfaiye yetersiz kalırken, yangına helikopterle de müdahale edilmiyor.

Şırnak’ta Çalışkan Hudut Taburu’ndan Cudi Dağına yapılan top atışları nedeniyle ormanlık alanda iki gün önce başlayan başlayan yangın devam ediyor.

15

Yangın; Aksu (Herbol), Balıklaya (Bılıka) ve Sılıp (Damlaca) köyleri kırsalında

Yüksekova Haber’in Dicle Haber Ajansı’na (DİHA) dayandırdığı bilgilere göre, dağın yamaçlarında yer alan Aksu (Herbol), Balıklaya (Bılıka) ve Sılıp (Damlaca) köyleri kırsalında bulunan ormanlık alanlarda devam eden yangını, iki günden bu yana yöre halkı kendi imkanları ile söndürme çabası içerisinde. Ancak arazinin engebeli olması nedeniyle yangının söndürülmesinde güçlük çekiliyor.

Silopi Belediyesi’ne ait iş makineleri ve itfaiye araçları da arazi koşulları nedeniyle yangına müdahale edemiyor. Orman ve Su İşleri Bakanlığı ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın da yangını söndürmek için herhangi bir girişimde bulunmadığı ifade ediliyor.

Silopi Belediyesi Eşbaşkanı Seyfettin Aydemir, yangına havadan müdahale edilmediği takdirde dağın büyük bir bölümünün yanacağı uyarısında bulundu.

Evrensel gazetesinden Fatih Polat’a konuşan Silopi Belediyesi İtfaiye Müdürü Mahmut Olgun, “Başka yerlerdeki yangınlara helikopterlerle müdahale edilirken, burada neden edilmiyor?” dedi.

Yangında 5 bin meyve ağacının yandığı ifade edilirken çok sayıda canlı da hayatını kaybetti.

Halkların Demokratik Partisi (HDP) Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ, orman yangınıyla ilgili Twitter’dan dün gece şu mesajı paylaştı: Bayram ettiniz mi şimdi? Başınız göğe erdi mi? Cudi’yi yangın yerine çevirenler,ormanlarımızın gücünü bilmezler.

 

(Bianet, Yüksekova Haber, DİHA, Evrensel)

Sinemacı kadınlardan, Diyarbakır yaralıları için yardım kampanyası

Sinemacı kadınlar, Diyarbakır’da 5 Haziran’da HDP’nin seçim mitingine yönelik saldırıda iki ayağını kaybeden Mezopotamya Sinema Kolektifi çalışanı Lisa Çalan ve diğer yaralılarla dayanışmak için kampanya başlattı.

13
Lisa Çalan, HDP’nin seçim mitingine yönelik saldırıda iki ayağını kaybetmişti

5 Haziran’da HDP’nin Diyarbakır İstasyon Meydanı’nda düzenlediği mitinge yönelik bombalı saldırıda 5 kişi yaşamını yitirmiş ve 300’den fazla kişi ise yaralanmıştı. Bir çok kişinin kolunu ve bacağını kaybettiği saldırıda Mezopotamya Sinema Kolektifi çalışanı Lisa Çalan’da iki bacağını kaybetmişti. Sinema emekçisi kadınlar Lisa ve diğer yaralılarda dayanışmak için “Birbirimizin eli ayağı olalım” şiarıyla kampanya başlattı.

14

 

“Biz aşağıdaki kadın sinemacılar, Lisa Çalan ve tüm yaralılarla dayanışmak amacıyla 25-26 Temmuz’da Diyarbakır’a yapacağımız ziyaretle ‘Birbirimizin eli ayağı olalım’ diyor, hepinizi bu dayanışmaya katılmaya, el ve ayak protezlerini sağlamak üzere başlatılan kampanyaya katkıda bulunmaya çağırıyoruz” denilen kampanya metnine imza atan sinemacı kadınlar şöyle:

Şu ana kadar kampanya metnine imza atan sinemacılar şöyle: Ahu Öztürk, Alin Taşçıyan, Aslı Dadak, Aslı Filiz, Aslı Özgen Tuncer, Ayşe Ayben Altunç, Azize Tan, Belmin Söylemez, Berke Baş, Biket İlhan, Bilge Elif Turhan, Bingöl Elmas, Çiçek Kahraman, Çiğdem Mater, Dilek Gökçin, Elif Ergezen, Elif Refiğ, Elif Turhan, Emel Çelebi, Emine Yıldırım, Esra Bol, Ezgi Baltaş, Füsun Demirel, Gökçe Işık Tuna, Gökçe Işıl, Gözde Onaran, Gülin Üstün, Hülya Uğur Tanrıöver, Janet Barış, Jülide Kural, Melek Özman, Melek Ulagay Taylan, Melis Behlil, Meryem Yavuz, Nezahat Gündoğan, Nihan Katipoğlu, Övgü Gökçe, Özlem Dalkıran, Özlem Sarıyıldız, Senem Aytaç, Senem Tüzen, Serra Yılmaz, Sevilay Demirci, Silva Bingaz, Sinem Sakaoğlu, Suncem Koçer, Zeynep Dadak, Zeynep Özbatur Atakan, Zeynep Ünal, Zümrüt Burul.

“Birbirimizin eli ayağı olalım” kampanyası için açılan hesap numarası ve iletişim bilgileri şöyle :

Banka Hesap No: Ortadoğu Sinema Akademisi – Türkiye İş Bankası / Hesap No: 8300-2469920

İletişim: [email protected] / [email protected]

 

(JİNHA, Özgür Gündem)

Bisikletlilere bayram müjdesi: TCDD, bisikletleri artık ücretsiz taşıyacak

Bisikletliler Derneği tarafından yapılan yazılı açıklamada TCDD’na (Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları) yaptıkları başvurular sonucu Bayramın 1. günü (17 Temmuz 2015 Cuma) itibarı ile YHT (Yüksek Hızlı Tren), Ana Hat, Bölgesel ve Banliyö trenleri ile Marmaray’ın katlanabilir tüm bisikletlerin hiçbir ön koşul olmaksızın yolcu ile birlikte ücretsiz taşınacağı müjdesi verildi.

12

Katlanmamış ya da (ön ve arka jantı sökülmemiş) bisikletli okurlarımızı da kapsıyor bu müjdeli haber, TCDD onların bisikletlerini de belli şartlar dahilinde ücretsiz taşıyacak.

Bisikletliler Derneği tarafından yapılan yazılı açıklamayı aynen paylaşıyoruz:

TCDD’de onaylanan ye yürürlüğe giren diğer taleplerimizi açıklıyoruz.

11

YHT:
Yüksek Hızlı Tren’lerde, el bagajı için ayrılmış bölgeye, ölçüde katlanmış bisikletler (ön ve arka jantı sökülmüş dahil) yolcu yanında küçük el bagajı olarak kabul edilerek yolcu beraberinde ücretsiz taşınacaktır.
Katlanmamış ya da (ön ve arka jantı sökülmemiş) bisikletler, Hızlı Tren’lere kabul edilmeyecektir.

ANA HAT TRENLER ve BÖLGESEL TRENLER:
Sadece Furgon ya da furgon bölmesi olan trenlerde, tüm bisikletler, yolcu yanında, küçük el bagajı olarak kabul edilerek yolcu beraberinde ücretsiz taşınacaktır.

Furgon bölümü olmayan trenlerde, el bagajı için ayrılmış bölgeye, ölçüde katlanmış bisikletler (ön ve arka jantı sökülmüş dahil) yolcu yanında küçük el bagajı olarak kabul edilerek yolcu beraberinde ücretsiz taşınacaktır.
Katlanmamış ya da ( ön ve arka jantı sökülmemiş) bisikletler, bu trenlere kabul edilmeyecektir.

Yolcu başına, sadece bir bisiklet taşınmasına izin verilecektir.

BANLİYÖ TRENLERİ ve MARMARAY:
Bisikletleri ücretsiz taşınacaktır.
Hafta sonu ve diğer tatil günleri gün boyu binilecektir.
Tüm vagonlara, bisiklet ile girilebilecektir.
Kısıtlama saatleri de 07:00-09:00 ve 16:00-20:00 saatleri olmuştur.
Katlanabilir bisikletler ile gün boyu binilebilir ve ücretsizdir.

TCDD Genel Müdürlüğü’ne ve siz bisikletlilerin, ülkemizde Bisikletlilerin haklarının gelişmiş ülkeler seviyesine getirilmesi için yaptığımız çalışmalara verdiğiniz desteğe teşekkür ederiz.

Tüm bisikletlilere hayırlı olsun.

Bayramınızın böyle güzel müjdeli haberlerle geçmesi dileklerimizle kutlarız.

Bisikletliler Derneği Yönetim Kurulu

 

(Yeşil Gazete)

Çipras, reformlara ‘hayır’ oyu veren bakanları görevden aldı

Yunanistan’da Başbakan Aleksis Çipras, kreditörlerin talep ettiği reform paketiyle ilgili mecliste yapılan oylamada partisinden 38 milletvekilinin ‘hayır’ oyu kullanmasının ardından SYRIZA-ANEL koalisyon hükümeti kabinesinde büyük değişiklik yaptı.

7

SYRIZA içerisinde “sol platform“un temsilcileri olarak bilinen Enerji Bakanı Papanoyotis Lafazanis, Sosyal Güvenlik Bakanı Yardımcısı Dimitris Staratulis ve Savunma Bakanı Yardımcısı Kostas İsihos ve Maliye Bakanı Yardımcısı Nandia Valavani gibi isimler kabine dışında kalırken, bazı bakanların da yerleri değiştirildi.

Yunanistan’daki orman yangınları nedeniyle yeni bakanların yemin töreni cumartesi gününe ertelenirken, euronews muhabiri Stametis Giannisis değişiklik hamlesiyle Çipras’ın reformlar konusunda herkese bir mesaj vermek istediğini belirtiyor:

“Büyük ölçekli bir kabine değişikliği Başbakan Aleksis Çipras için tek yoldu. Ülkenin kreditörleriyle varılan yeni anlaşmayı desteklemeyi reddeden sert sol kanatta yer alanları göndererek Yunan başbakan hem evine hem de dışarıya pazartesi kararlaştırılan reformları uygulamada kararlı olduğunun mesajını göndermek istedi.

 

(Euronews)

Artvinlilerin bayramlaşma adresi Cerattepe

Artvin Cerattepe’de, madencilik faaliyetlerine karşı halkın verdiği mücadele bayramın ilk gününde de devam etti.

4

Baklava yiyerek bayramı karşılayan Artvinliler horon da tepti. Valilik ve Belediye’nin bayramlaşmasına katılmayan Artvinliler, bin 800 metre yüksekliğindeki Cerattepe’ye çıkarak maden çalışmasına karşı nöbet tutanlara destek mesajı verdi.

6
Artvin’de esnaf “Cerattepe Direnişi”ne dükkanlarının camına astıkları bildirilerle destek veriyor.

Cerattepe Direnişinin süreceğini tepe noktasında bir kez daha ilan eden doğa savunucular bayram duasının ardından Yeşil Artvin Dernek Başkanı Nur Neşe Karahan ile STK’lar ve siyasi parti temsilcileri katılanların bayramını kutladı.

(Artvin 08 Haber, Palo.com, Yeşil Gazete)

Endişeye gerek yok, yangın Cudi’de! – Nurcan Baysal

Şırnak’ın Cudi dağında askerlerin yaptığı top atışı sonrası meydana geldiği söylenen yangın dünden beri devam ediyor. Çevredeki köylüler yangını kendi imkânları ile söndürmeye çalışsalar da, dağ koşullarının zor olması köylülerin yangına müdahalesini zorluyor. Yangını çıkaran devlet ise ben bu yazıyı yazdığım saatlerde halen yangının yayılmasını izlemekle yetiniyordu. Köylüler telefon yoluyla yetkili bütün kurumlardan yardım talep ettiklerini ancak şimdiye kadar herhangi bir yangın söndürme çalışmasının başlatılmadığını söylüyorlardı. Evrensel gazetesinin görüştüğü Silopi İtfaiyesi Müdürü Mahmut Olgun ise, “Başka yerlerdeki yangınlara helikopterlerle, uçaklarla yukarıdan müdahale ediyorlar. Burada neden edilmiyor? Neden Cudi’deki yangını söndürmek için helikopterler kullanılmıyor?” diye devlet yetkililerine soruyordu.

Bu sorunun cevabı belli… 30 yıllık savaşta Kürtlerin yaşadığı tüm coğrafyayı devlet talan etti. Ormanlar yakıldı, dereler kirletildi. Öyle kimyasal silahlar, bombalar kullanıldı ki bugün Bölgenin birçok yerinde hem insanlar hem diğer canlılarda ciddi hastalıklar var. Geçen yılki Dersim ziyaretimde Munzur’a atılan kimyasal silahlardan dolayı Dersimli çevreciler Dersim’deki kanser vakalarının Türkiye ortalamasının kat be kat üstünde olduğunu söylemişlerdi. Bölge coğrafyası devlet eliyle 30 yılda ters yüz edildi. Bölgenin birçok yerinde hayvanlar bile kısır artık.

Devletin Cudi’de kendi çıkardığı yangını, kitlesel bir tepki olmadıkça söndürmeyeceği açık. Ama bugün benim konum Kürd’ün dağlarını yıllardır yakan devlet değil. Bugün sözüm bu yangınları yıllardır bir film izlermişçesine izleyen bir kısım çevre örgütleri ve çevrecilere…

Cudi yanar, Türkiye’nin çevrecileri bakar!

Cudi’deki yangına Batı’daki çevrecilerin çok az bir kısmı tepki verdi (ki bu yazım onlara değildir). Yangın çıktığından beri, Türkiye’nin bilinen çevre örgütlerinden ve çevre katliamlarında sık gördüğümüz çevrecilerin ciddi bir kısmından ses çıkmadı. Ne de olsa yanan Kürdün dağıydı!

Yangın yeri Cudi dağı olunca, hele ki yangını çıkaran TSK’nın top atışı olunca, doğaseverlerin çoğunluğu sus pus oluverdi yine. O yangınla Cudi’de ölen kartal, geyik, kuş, arı, böcek… tüm bu hayvanların suçu Kürdün doğasının parçası olmaktı. Çevremde o kadar çok doğasever tanıdığım var ki… 2 gündür Cudi için onlardan bir ses çıksın diye bekliyorum, ama o ses çıkmıyor.

Twitter’da genç bir arkadaş “Biz HES mücadelesinde sizi yalnız bırakmadık, siz neden Cudi’de bizi yalnız bırakıyorsunuz” diye sormuş Batıdaki “kardeş”lerine… Belli ki benden sonraki nesilden. Bizler 90’larda hep Batı’daki Türk kardeşim bize ve doğamıza bu yapılanları bilse, izin vermez diye düşünürdük. 2000’lerde ise bilse de fark etmediğini gördük…

Şimdi düşünüyorum da, bugün Cudi’ye ses çıkarmayanlar, sizler 90’larda Bölge halkına, Bölge doğasına ne yapıldığını da biliyordunuz büyük ihtimal ve aslında bizlere bu zulümlerin yapılmasına göz yumdunuz. Bizler de bildiğinizi biliyorduk, ama kendimizi sizlerin bilmediğine inandırarak avuttuk!

Tam da yazıyı yazdığım sırada, 17:00 haberlerinde NTV yangın haberlerini veriyor. Atina yangınından sonra İzmir Aliağa’daki yangını verirken, 2 gündür yanan Cudi Dağı Türkiye’nin haberlerine konu bile olamıyor!

Ne diyelim kardeşim! Ormanlar yakılıyor, hayvanlar ölüyor, doğanın ırzına geçiliyor ama endişeye gerek yok, yangın Cudi’de…

Nurcan Baysal – t24.com.tr

 

Cudi Dağı’nda yangın artarak devam ediyor

İki gün önce başlayan yangın, şiddetlenerek devam ediyor. Cudi Ekoloji ve Kültür Derneği’nden Fadıl Tay, yangının yayılarak Herbul (Aksu) ve Sılıp (Beşiktaş) köylerini tehdit ettiğini söyledi.

Dün akşam saatlerinde köylülerin desteği ile yavaşlatılan yangın, bugün tekrar başladı.

Çoğunlukla köylülerin desteğiyle devam eden yangın söndürme çalışmalarının yetersiz kaldığını söyleyen Tay, acil olarak yangın söndürecek helikopterle havadan müdahale edilmesi gerektiğini iletti.

Dün akşam da Cudi Dağı’ndaki yangın #CudideDoğaKatliamıVar hashtagi Twitter’da trending topic olmuş, fotoğraf ve bilgi paylaşımı yapılmıştı.

cudiyangın1

Evrensel Gazetesi’nden Fatih Polat’ın haberine göre Silopi Belediyesi Eş Başkanı Seyfettin Aydemir ise, yangının çıktığı bölgenin coğrafi koşulları nedeniyle belediyenin itfaiye araçlarıyla yangın mahalline ulaşarak müdahale etmelerinin mümkün olamadığını aktaran Aydemir, yangının Hıristiyan köyü Herbul ve Sılıp köyü mevkiinden başlayarak yayıldığını söyledi. Aydemir yangının kaynağı konusunda ise, bölgede yaşayanların yangının Çalışkan Hudut Taburu’ndan havan topu atılmasından kısa bir süre sonra başladığını ve hızla yayıldığını söylediğini aktardı.

Silopi Belediyesi Eş Başkanı Seyfettin Aydemir, helikopterlerle havadan bir müdahale yapılmamasına tepki gösterdi.

Silopi itfaiye müdürüne göre yangınn bulunduğu yerlere itfaiye araçlarıyla ulaşmak mümkün değil. Cudi Dağı’ndaki yangını söndürmek için helikopter gerekiyor, ama gelmiyor.

(Yeşil Gazete, Evrensel)

Ruhlarımız geride kaldı – Mehmet Salmanoğlu

“Ah kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya’’
Gülten Akın

ruhlarımız geride kaldı

Tüketim toplumu, iletişim çağı denen ve insanı tümüyle doğaya, kendisine, çevresine yabancılaştıran bir hız döneminde yaşıyoruz. O kadar hızlı bir hayat ki bu, çoğu zaman bu hızın baş döndürücü temposunda kendimizi unutur, yollarımızı şaşırır olduk. Hangi yola gideceğimizi, neyi aradığımızı, nerede duracağımızı bilmiyoruz. Bitmez tükenmez bir arayış, her şeye yetişme telaşı, mülkiyet duygusunun bizi esir alışı karşısında sürekli bir koşuşturmaca halindeyiz.

‘’Çok yoğunum, yoruldum, zamanım yok, acelem var…’’ hayatımızda en sık kullandığımız ifadeler oldu. Her şeyi çabuk tüketen, bu hız temposunda kendini unutan, freni patlamış bir kamyon gibi yaşar olduk . Hızın öldürücü temposu, insanı mecalsiz bırakması hayatımızı esir kampına çevirdi. Hızlanma takıntısı iş yaşamımızı, ilişkilerimizi, sağlığımızı ele geçirdi.

Taşıt kullanmaktan yürümeyi, televizyon izlemekten kitap okumayı, aile ve arkadaşlarımızla uzun yemekler yiyip sohbet etmeyi unuttuk. Bu unutma ve hız temposunda sürekli duvarlara çarptık, bir yerlerimizi kanattık ve gitgide yalnızlaştık.

Hızlı yemek yemek, beslenme alışkanlıklarımızı yok ederken; hızlı karar vermek de çoğu zaman duvara toslamamıza neden oldu. Oysa yemeğin yavaş pişenin makbul, enine boyuna düşünerek verilen kararların daha sağlıklı olduğunu biliyor; ama bunu hayata geçiremiyorduk.

Milan Kundera Yavaşlık adlı kitabında ‘’Yavaşlık hatırlatır, hız unutturur.’’ derken bize hızın hatırlamamızı yok ettiğinden söz eder. Yavaşlık ile hatırlama, hız ile unutma arasında gizli bir ilişki olduğuna işaret eder. Yorgunluktan bitap düşmemiz yanında, hızın hatırlamayı engellediğini de belirtir. Günümüz dünyasında, özellikle de ülkemizde, balık hafızalı bir toplum olduğumuz, en çok şikayet ettiğimiz konu oldu. Hız, hatırlamayı reddediyor; bir kaçış, terk edişe yöneltiyor bizi. Bu hız temposuyla kendimizden uzaklaşıyor, geçmişle bağlarımız kopuyor; köksüz, nereye ait olduğumuzu bilmeden şaşkın ördekler gibi yaşıyoruz.

Şu hikaye bize çok şey anlatır sanırım: ‘’Meksika’da İnka tapınaklarına çıkmak isteyen Avrupalı bir grup arkeolog, birkaç yerli rehberle yola koyulurlar. Dağın tepesindeki tapınaklara giden uzun yolu, kısa bir sürede yarılıyorlar. Aynı hızla, tempoyla biraz daha yol aldıktan sonra, yerliler kendi aralarında konuşup birden yere oturuyor ve böylece beklemeye başlıyorlar. Tabii Avrupalı arkeologlar buna bir anlam veremiyor. Saatler sonra, yerliler kendi aralarında konuşup tekrar yola koyuluyorlar ve sonunda tepenin üstündeki görkemli İnka tapınaklarına geliyorlar. Arkeologlardan biri, yaşlı rehbere soruyor; ’Hiç anlayamadım, niye yolun ortasında oturup saatlerce yok yere bekledik?‘ Yaşlı rehberin cevabı o kadar anlamlı ki;’Çok kısa sürede çok hızlı yol aldık, ruhlarımız bizden çok uzakta kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetişmesini bekledik.’’

Bu hız ruhlarımızı öldürüyor; heyecanlarımızı, coşkularımızı yok ediyor; ruhsuz, canlı bir cenaze gibi yaşıyoruz hayatı. Yarış atına dönmüşüz; daha çok kazanarak, daha çok tüketerek, mutlu olacağımızı sanıyor, doyumsuz bir canavara dönüşüyor, ruhlarımızı sakatlıyoruz. Hep bir eksiklik, geç kalmışlık duygusuyla telaşlanıyor, kendimiz olamıyor, kendimize ve doğaya yabacılaşıyoruz.

Şu fani dünyada o kadar hızla yol alıyoruz ki, ruhumuz çok geride kaldı canım insanlar, hatta onu nerede unuttuğumuzu, kaybettiğimizi bile hatırlamıyoruz. Biraz mola verip soluklanalım, ne dersiniz?

Mehmet Salmanoğlu’nun bu yazısı Dünyalılar.org sitesinden alındı

Türkiye’de ve dünyada küçük aile çiftçiliği ve yeniden köylülük – Cengiz Aktar

Önce doğru bilinen yanlışlar, birkaç rakam ve birkaç tespit: “Tarım geri, iptidaî bir faaliyettir. İllâki yapılacaksa yoğun bir biçimde ve insansız yapılmalıdır.” “Hava, su ve toprak sonsuzdur. Tepe tepe kullanılabilir.”

Bunlar iki temel galat-ı meşhur, yani doğru bilinen yanlışlar. Türkiye’ye de özgü değil, küresel! Türkiye onyıllardır gelişmiş dünyanın ve ona benzemeye çabalayanların yaptığını yapıyor.

Topraktan başlayalım…

Türkiye tarımını ve hayvancılığını canla başla lağvediyor ve bunu modernlik zannediyor. Süreç bu iktidar döneminde çok hızlandı. AKP zaten yıllardır var olan baskın zihniyeti doruğa taşıdı.

Rakamlar kendiliğinden konuşuyor. 1990’da Türkiye’de istihdam edilenlerin yüzde 46’sı tarım sektöründe çalışırken, bugün yüzde 24,7. Yani her dört çalışandan biri. İstihdamda tarım sektörünün payı son 20 yılda yaklaşık  yüzde 50 azaldı.

TEPAV’ın araştırmasına göre, kayıtlı çiftçi sayısı 2013’te 2012’ye oranla yüzde 12 azalarak, bir milyonun altına düşmüş durumda. Ziraat Odaları Birliği rakamlarına göre, 1995-2013 arasında toplam tarım alanları yüzde 11,3 azalarak, 23,81 milyon hektara gerilemiş. Sadece Türkiye’de değil, dünya üzerinde de çiftçiliği ortadan kaldıran, tarımı da şirketleştiren bir eğilim var. Avrupa’da iki dakikada bir çiftçi iflas ediyor. Türkiye’de elli saniyede bir.

Bu gidişat her yerde: Akademideki yansılamalarına bakacak olursak, bu memlekette en az ilgi gören ve o ölçüde de eğitim seviyesi düşük bölümler ziraat mühendisliği, veterinerlik ve tarım iktisadıdır.

Bakanlığın adına bakacak olursak, artık köyü hatırlatacak bir ibareye rastlayamazsınız. Önce Köy Hizmetleri’ni kapattılar, sonra bakanlığın adından Köyişleri silindi. Başbakan köyler şehirleşmeli diyor ya. Böylece köylü ülke olmaktan kurtuluyoruz, sözüm ona!  Kendi tarım arazilerini imara açan Türkiye Sudan’da 99 yıllığına 780 bin hektar tarım arazisi kiralıyor.

Doğa ile devam edelim…

Birileri iktidara “su akar Türk bakar” lafını ezberletmiş zahir. Onlar da memlekette akan su, çay, dere, ırmak bırakmamak üzere kolları sıvamış. Doğa Derneği’nin ulaştığı Devlet Su İşleri’nin 2023’teki Türkiye hidroelektrik santral ağında akmaya devam eden akarsu yok. Hepsi tutulmuş durumda.

Bunun sonu çölleşmedir, insansızlaşmadır, çevresel mülteci hareketleridir, bugünden dışa bağımlı olmuş tarımsal ve hayvansal üretimin tamamen yok olmasıdır. Çünkü su boşa akmıyor, geçtiği yere hayat veriyor! Toprakların yüzde 60’ı çölleşme ve erozyon riskiyle karşı karşıya; iki milyon hektarlık sulak alan kurudu; son 50 yılda kuruyan 36 göl buna dâhil, 14’ü can çekişiyor. 2004-2010 arasında Fırat Dicle havzalarında su kaybı 144 milyar metreküp. Bu musibet ve lüzumsuz barajlar yokken, dünyanın tarımda kendisine yeten yedi ülkesinden biriydi Türkiye. Bugün bütün böbürlenmelere rağmen yüzden fazla ülkeden toprak mahsulü ve hayvan ithal ediyor.

Doğal sit alanlarına bakalım

Bugün 1234 doğal sit alanında gerçekleştirilen ve doğaya zarar veren müdahale, koruma kurulları ve mahkemelerce hâlâ engellenebiliyor. Eğer sözümona Tabiatı Koruma Kanunu tasarısı kanunlaşırsa hâlihazırda bağımsız olan Koruma Kurulları’nın doğal sitlerle ilgili herhangi bir yetkisi kalmayacak. Bu yasayla 3500’den fazla yerel bitki türüyle dünyanın eşsiz doğa zengini topraklarından birisi olan Türkiye’nin bu varlığı geri dönüşsüz kaybedilecek.  Tarımın, doğanın ve kırsalın yok edilmesi aynı zamanda muazzam bir nüfusun kentleşmesi, işçileşmesi ve kültürel anlamda yabancılaşması demek.

Köylerin şehirleşmesi

Köylerin şehirleşmesi, iktidar için ilerlemenin, kalkınmanın göstergesi. Oysa, Türkiye şehirleşmeden tıknefes olmuş durumda. Kentleşme yüzde 80’e dayandı. İdarî olarak bakarsak: 783.000 kilometrekare toprağı olan, 75 milyon civarında insanın yaşadığı Türkiye’de merkez dışındaki nisbeten yetkili, tüzel kişilik sahibi tek yönetim birimi olan belediye sayısı, bütün belediye düzeyleri dâhil olmak üzere hepi topu 1.389’dur.

Bu sayı 2006’da 3.225, 2013’te 2.950 idi. Boyutları Türkiye’nin yarısı kadar olan Almanya’da 13.854 ve Polonya’da 2.489 belediye var. Boyutları Türkiye ile karşılaştırılamayacak kadar küçük olan Avusturya’da 2.359, Çek Cumhuriyeti’nde 6.254, Yunanistan’da 900 belediye mevcut. (Belediye sayısının azalması, yerelde karar alınamıyor artık demek.)

İşçileşme, lümpenleşme, yabancılaşma

Yakın zamanda yaşanan Soma katliamını hatırlatmak kâfi. Ne diyor avukat Berrin Demir: “Bu ülkenin en verimli topraklarında yaşıyoruz. Ailem tütün ekerdi, ben küçükken herkesin ekili buğdayı, zeytini olurdu. Onların hasadı imece usulüyle yapılırdı. Tütün Yasası ve Tekel’in özelleştirilmesiyle tütün para etmemeye başladı. Alan olmayınca tütün terk edildi. Pamuk vardı o da bitti, pancar vardı o da bitti. Hiç kimse bir şey satamaz oldu. Biz ovada bile duramayız, neresi esiyorsa oraya gideriz, yeraltına soktular”.

İşçileşme, ama lümpenleşme. Tarımdan onyıllardır kopan vasıfsız işgücü ne yapıyor? Şehirlerde, iş olmayan işlerde karın tokluğuna, çoğu zaman kayıt dışı çalışmaya çalışıyor. Sakalık, otopark değnekçiliği, bar diskotek zabıtası, pizza dağıtıcılığı…

Kültürsüzleşme ve yabancılaşma… Bu yeni kentlilerin yeni ihtiyaçları var. Bu anlamda tarımın, doğanın, kırsalın lağvedilmesiyle kalkınmacılık birbirini besliyor! Tüketim toplumuyla tanışıyorlar, seviyorlar tabii, alışıyorlar, borç harç daha fazlasını elde etmeye çalışıyorlar.

Yabancılaşma sade şehre göçle sınırlı değil. Kırsalın bütün bilgi birikimi yok oluyor. Kendine yeterli, doğaya zarar vermeyen haliyle sürdürülebilir bir hayat tarzı yok oluyor. Kutupta, çölde yaşam kurabilmiş olan insanın kabiliyeti yok oluyor.

Sonra da köyden yeni gelmiş kadın AVM’de kışın ortasında domatesin fiyatını yüksek bulmaya başlıyor!

Peki, ne yapmalı?

Köylü tarımı antisistemdir! Zira ticaret öncelik değildir. Bir defa tarım üretimi, kırsaldan bir-iki nesil önce kopup şehre gelmek zorunda kalanların zannettiği gibi “iptidaî” bir uğraş değil. Aksine, eğer lâyıkıyla yapılırsa “bacası tüten fabrika”dan çok daha fazla getirisi olabilecek bir faaliyet.

Organik ve doğa dostu tarım biçimleri bu yanlışlardan kurtuluşun en değerli çarelerinden birkaçı. İnsan emeği dâhil ölçüyle kullanılan girdiyi temel alıyor bu tarımsal faaliyet. Zira azamî üretim ve azami tüketim üzerine kurulu; rekabetçi piyasaya tabi; toprak, su ve havayı tepe tepe kullanan, muazzam enerji harcayan, her türlü sunî gübre, kimyasal ve GDO’yu kullanma konusunda pervasız, olabildiğince insansız tarım… Ne sürdürülebilir, ne küçük üretici ne doğa ne de tüketici için hayırlı. Sürdürülemez olduğu gibi tehlike arz ediyor.

İkincisi, doğa tahribatını önlemenin çaresi doğaya geri dönmek. AB’nin yeni politikası artık tamamen bu yönde…

Avrupa ülkeleri sanayi devrimi sonrasında kaybettikleri kırsal yaşam sanatını yeniden keşfetmek için epeydir arayış içerisinde. Zaten bizim buralar da dâhil, o değişimi daha tam anlamıyla geçirmemiş olan memleketlere duydukları ilginin nedeni biraz da bu arayış değil mi? Arayış, iklim değişikliğinin getirdiği kaygılarla son zamanlarda ayyuka çıkmış durumda.

AB’nin tarım politikası

İşte bu çerçevede Avrupa hızla üretim ve tüketim modellerini gözden geçiriyor. Organik tarım, biyoçeşitlilik, kırsal yaşam bu arayışların temel taşları. Çevre bilinci, tarıma ve kırsala verilen malî desteklerin artık neredeyse tek kıstası olma yolunda. Yüzyıllardır birikmiş kirlilikten ve tarımı her anlamda dümdüz etmiş üretim metodları ile tarım lobilerinden kurtulmak elbette kolay değil, ama yön belli.

AB’nin Ortak Tarım Politikası bu yönde gözden geçirildi. Doğa ve çiftçilik sistemleri arasındaki bağın içiçeliği konunun doğa koruma açısından irdelenmesini de beraberinde getirdi. Yaygın (extensive) biçimde yapılan tarımın geniş bir “tür çeşitliliğine” evsahipliği yapmasının ve desteklenmesinin gözardı edilemeyecek bir değer olduğuna kanaat getirildi.

Bu veriler, ortak tarım politikası çerçevesinde çevrenin bozulma riskinin azaltılması hedeflenerek çiftçilerin doğanın ve kırsalın korunmasında olumlu bir rol üstlenmelerinin desteklenmesini sağladı. Yani çiftçi, hayvancı sadece tarım, hayvancılık yapmaz çevreyi, doğayı da korur! AB’nin Ortak Tarım Politikası altında geliştirilen Doğa Dostu Tarım Programı (Agri Environment Programmes) stratejisi doğaya katkı sağlayan tarımsal ekosistemlerin sürdürülebilirliğini hedefler.

Buna karşılık, AB’ye üye olma yolunda olan ülkelerden istenen uyum çalışmaları tarımda tamamen AB’nin şu sırada kurtulmak istediği paradigmadan esinleniyor. AB bir yanda savaş sonrasında kurduğu ve o zamanların koşullarına binaen düşünülen aşırı prodüktivist “yeşil devrim” yaklaşımını terketmeye ve sonuçlarından kurtulmaya çalışıyor. Diğer yanda, Polonya ve Romanya örneklerinde açıkça görüldüğü gibi, üye olacak ülkelere o yaklaşımın sonuçlarından olan kırsal nüfusun azaltılmasını ve salt rekabetçi mantığı dayatıyor.

Burada yapılacak iş belli

Türkiye biyoçeşitlilik ve tarımsal hafıza anlamında eşsiz bir hazinenin üstünde oturuyor. Çin, Hindistan, tekstilde veya başka sanayilerde belini bükebilir ama tarımda değil. Ancak, Türkiye’nin kırsal nüfusunun azalmasına hiçbir durumda tahammülü yok. Temel ilke, herşeyden önce o nüfusu kırsalda yaşatacak bir politika benimsemek olmalı. Organik tarım, doğa dostu ve çevre bilinciyle yapılan aile üretimi ve kırsal kalkınma bu politikanın kilit taşları. O halde AB’yi de, Türkiye tarımına olan yaklaşımını bu politika doğrultusunda yeniden değerlendirmeye ikna etmek gerekiyor.

Uluslararası camia da boş durmuyor tabii. Uluslararası Tarım Üreticileri Federasyonu’nun kuruluş günü olan 14 Mayıs, 1984’te alınan bir kararla artık Dünya Çiftçiler Günü olarak kutlanıyor. 80 ülkeden 120 çiftçi kuruluşunun üye olduğu Federasyon, dünyada 600 milyon çiftçi ailesini temsil ediyor.

BM de, kırsal bölgelerde hem çevre koruma hem de daha sağlıklı üretim, gıda güvenliği, yoksulluk konularına çözüm olarak aile çiftçilerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyor. Bu doğrultuda,  bu yılı “Aile Çiftçiliği Yılı” ilan etti. Ne de olsa dünyada tüketilen gıdanın yüzde 70’ini onlar üretiyor. Arda kalan yüzde 30’u üreten büyük konvansiyonel tarım ise asgarî insan emeği, ama yoğun girdi kullanıyor.

La Via Campesina’yı unutmayalım! “Globalizamos La Lucha, Globalizamos La Esperanza”: “Mücadeleyi Küreselleştirelim, Umudu Küreselleştirelim”, Çiftçi-Sen’in de üyesi olduğu küçük çiftçilerin küresel çatı örgütü olan 73 ülkeden 164 üyesi bulunan 200 milyon çiftçiyi temsil eden La Via Campesina’nın kullandığı slogan. Sürdürülebilir tarım ve gıda güvenliği için hayatî önemdeki tohum La Via Campesina’nın temel meselelerinden biri. Mâlum, yerli tohumlar alarm veriyor. Tohumların şirketlerin tekeline alınması, monokültür, laboratuarda geliştirilen tohumlar gübre ve kimyasal ilaçla destekleniyor, su ve toprağı olumsuz etkiliyor, kendi kendine üreyemediği için de çiftçiler her yıl yeni tohum almak zorunda kalıyor.

Peki, AKP’den umut var mı?

Köhne, denenmiş kalkınma modelini körü körüne takip etmekten vazgeçip ülkenin muazzam imkânlarını değerlendirmeye başlaması ve ülkedeki tecrübeyi kaile alması mümkün mü? Tarımı, hayvancılığı tasfiye etmemesi, organik tarıma önem vermesi, temiz enerjiye yönelmesi, kentleşmenin önünü alması, Anadolu’daki tarihî mirası değerlendirmesi mümkün mü?

Bu alternatiflerle hiçbir zaman ilgilenilmiyor, çünkü bunlar AKP tabanının sosyolojik yapısı ile çelişen alternatifler. Partinin genelde kırsal kökenli tabanı için kırsalı çağrıştıran bir hayat muteber değil. İlginç olan bir diğer nokta şu: Aile, adet, internet gibi pek çok konuda muhafazakâr, yani korumacı olan AKP, kalkınmanın önünde engel saydığı doğal, kültürel ve kentsel değerleri korumada tamamen gayrı-muhafazakâr.

AKP’nin en zayıf ve en çağdışı olduğu noktanın çevre ve kültür değerlerini muhafaza etme olması tesadüf değil. Kalkınmakta olan ülkelerin ezici çoğunluğunda olduğu gibi, Türkiye’de de toplumun “koruma” konusundaki bilinç düzeyi siyasetçilerinkiyle aynı. Türkiye kalkınmak, zenginleşmek, tüketmek, tüketmek, yine tüketmek istiyor. Bu şuur halinin önünü almak ilk bakışta zor, kapitalist sistemin taşıdığı imkân, rant ve iktidar çok çekici ve sonsuz. İşimiz kolay değil, ama iğneyle kuyu kazmaya devam etmeliyiz.

Cengiz Aktar – Perspectives (http://tr.boell.org/tr/2015/07/14/perspectives-sayi-13 )