Ana Sayfa Blog Sayfa 3615

Diyanet’in iklim değişikliğiyle imtihanı – Pelin Cengiz

Geçen hafta İstanbul, iklim değişikliğiyle mücadele konusunda çok önemli bir toplantıya ev sahipliği yaptı. İklim değişikliğini konuşmak üzere İstanbul’da biraraya gelen İslami liderler, iki günlük Uluslararası İslami İklim Değişikliği Sempozyumu’nun ardından Müslümanları harekete geçmeye çağıran “İklim Değişikliği için İslami Deklarasyon” açıkladı.

Deklarasyon, 20 ülkeden 60’tan fazla katılımcı ve örgüt tarafından onaylanırken, deklarasyonu Türkiye’den sadece İslam Dünyası Sivil Toplum Örgütleri Birliği’nden Ali Kurt ve İpek Üniversitesi’nden Prof. Dr. İbrahim Özdemir imzaladı. Toplantının Türkiye’de yapılıyor olmasına ve Diyanet’in davet edilmiş olmasına rağmen Diyanet’in daveti cevapsız bırakarak toplantıya katılmaması işin ilginç yanı.

4

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’e tahsis edilen süper lüks aracın ardından, Diyanet’in 5,7 milyar TL ile 11 tane bakanlıktan daha fazla bütçeye sahip olmasına rağmen geçenlerde 700 bin TL daha ek kaynak istemesi tartışmalara neden olmuştu. Kendi müsrifliği bir yana, Diyanet’in iklim değişikliğine ve dolayısıyla toplumsal adaletsizliğe, yoksulluğa, açlığa sebep olan tüketim alışkanlıklarının değiştirilmesi, israftan kaçınılması, doğal varlıkların korunması gibi konularda edecek iki kelime lafı yokmuş demek ki…

İşin bir diğer ilginç yanı ise Diyanet’in bu toplantıya katılmayıp ardından change.org’da iklim değişikliğiyle ilgili bir imza kampanyası başlatması… “Dünyanın dört bir yanında ruhani liderler ve din adamları, change.org’da başlattıkları kampanyayla politik liderleri iklim değişikliğine karşı harekete geçmeye çağırıyor” denen kampanyanın, Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanı “Mehmet Görmez’in liderliğinde” devam ettiği belirtiliyor. En fazla karbon salan otomobillerden birine binen Görmez’in başında olduğu Diyanet’ten bugüne kadar konuya dair tek bir fetva duymadık oysa.

Kampanya, liderleri COP21 zirvesinde iklim değişikliğine neden olan tehditlere karşı acilen harekete geçmeye ve 2050’ye kadar yüzde 100 yenilenebilir enerji hedefi koymaya çağırıyor. Bu çağrıyı yapan Diyanet, Türkiye’de yapımı devam eden ya da proje aşamasında olan 80 kömürlü termik santral hamlesinden de habersiz herhâlde…

Deklarasyonun detaylarına dönecek olursak, Kur’an ayetlerinden alıntılarla son derece detaylı bir çalışma yapıldığı görülüyor. Papa Francisco da, haziranda iklim değişikliği ve doğal dengenin korunması gerekliliği üzerine bir genelge yayınlayarak, Allah’ın yarattığı dünyanın gelecek kuşaklara taşınması için inanan ve inanmayan herkesin işbirliği yapması istemişti. Müslüman dünyanın bu girişimi, iklim değişikliği ile mücadelede dinler arası işbirliğinin ve diyalogunun önemini gösteriyor.

Islamic Relief Worldwide’dan Mohamed Ashmawey’in, kimilerinin “hayal” olarak gördüğü iklim değişikliğinin Müslümanlar için ciddi endişe kaynağı olduğunu belirterek, “Allah yarattığı her şeyi korumayı emreder, savaşta bile ağaçları yakmayacaksınız diye emreder. Biz de Müslümanlar olarak Allah’ın yarattığını korumak zorundayız” demesi önemli.

Deklarasyonda, “insafsız ekonomik büyüme ve tüketim yüzünden insanların yol açtığı fesadı ve yolsuzluğu görüyoruz” denerek, Kur’an’dan, “Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü sen yeri asla yaramazsın, boyca da dağlara asla erişemezsin” ayeti paylaşıldı.

Deklarasyonda, UNFCCC (BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi) kapsamında aralıkta Paris’te toplanacak COP21 Zirvesi’nde (BM İklim Değişikliği Sözleşmesi Taraflar Konferansı) dünyanın kaderini belirleyecek bağlayıcı, etkili ve iklim adaletini sağlayacak yeni bir iklim anlaşması için çağrı yapıldı.

Deklarasyonda, atmosferdeki sera gazlarının en kısa sürede azaltılması, yeryüzünde tespit edilen fosil yakıt rezervlerinin üçte ikisinin yer altında bırakılması gerekliliklerine atıfla, küresel ısınmanın 2 derece sınırında tutulması gerektiği ifade edildi.

İklim meselesi dinî liderlerin gündemine bu kadar girmişken, hükümet liderleri bunu ne kadar dikkate alacak göreceğiz.

Bu yazı taraf.com.tr/ den alınmıştır

3.pelin-cengiz

 

Pelin Cengiz

[email protected]

Kürdistan’ı harabeye çevirmek – Mücahit Bilici

PKK büyük bir yanlış yapıyor. Eğer bu PKK lideri Öcalan’ın kurtarıcı olarak elini güçlendirmek için kasti olarak saplanılan bir bataklık değilse, PKK’nin bugün yaptığı şeyin hiçbir mantığı yok. Kürdistan resmen askerî çatışma sahası yapılıp hurdahaş ediliyor. Gerilla savaşına devam etmek istiyorsan, bu yanlış ama anlaşılabilir tercihini dağda askerî hedeflere karşı yapabilirsin. Fakat Kürd coğrafyasını (en az zararı görecek olanın sen olduğu) bir tahribatın hedefi ve nesnesi hâline getirmenin anlaşılır veya kabul edilir bir tarafı yok.

Bağımsızlık istemiyorum deyip, Türkiye demokrasisi içinde eşitlik için mücadele tercihi yaptığını söylüyorsun, sonra bu mantığa göre ortaya çıkan HDP’nin ciddi bir meşruiyet ve başarı hamlesi yaptığı bir zamanda Kürd illerini savaş alanına çevirip, özerklik adıyla devlete ezdirmeye davetiye çıkarıyorsun.

Silahlar konuştu mu herkes susuyor. Silah söze imkân bırakmıyor. Onun için silahın bir mantığı varsa, bu söze imkân bırakılmayan ortamlardır. Yoksa söz imkânı varken silaha sarılmak, sözden medet ummamaktır. Şunu bilmeli: Türkiye’de Kürdler için silahın miadı, meşruiyeti kalmadı. Söz zamanıdır. Kürdler artık uyanmıştır. Demokratik mücadele yöntemleri dururken Kürdlerin meşru davasını eline silah almış şehir milislerine havale etmek için aklını peynir ekmekle yemiş olmak gerekir.

Kürdlerin en büyük gücü PKK değil, haklılıklarıdır. PKK’nin kendi içtihadının ve savaşının bedelini tüm Kürdlere ödetmeye hakkı yoktur. PKK, yapacağı mücadeleyi yapmıştır. Bundan sonrası için demokratik mücadelenin önünü açmalı ve meşruiyeti boğan müdahalelerden uzak durmalı.

Kürdistan’ı harabeye çevirmeden savaşmak mümkündür. Öyle bir savaş yürüt ki savaş olmasın. Öyle bir savaş yürüt ki senden olmayan herkesin vicdanı senin tarafında olsun. Öyle bir silah yap ki intihar bombasından daha etkili olsun: Eski bir ölüm değil, yeni bir yaşam vaad etsin. Bekâra eş boşamak kolay diye ulus-devleti aşma spekülasyonları yapacağına, pekâlâ yapabileceğin şeyi yap: Yıkmaktan çıkıp yapmaya geçiş yap. İnkârı şiddet ile yıktın. Kabulü inşa ile bina et.

Kürdlerin Türkiye devletine merhamet dilencisi olmaktan çıkacağı, onurlu bir sivil mücadele başlat. Sıfır tahribat ama milyonların katılacağı sesini duyurabileceğin demokratik eylemlerde bugün kazanamayacağın bir mücadele yok.

Bugün Kürdlerin ihtiyaç duyduğu şey silaha ve çatışmaya dönüş değil, silah ve çatışmadan çıkıştır. Evet, Kürdlerin bir mücadeleye ihtiyacı var. Ancak bu mücadele öldüren değil yaşatan, korkutan değil uyandıran bir mücadele olmalı. Sadece Kürd gençleri, vicdani ret hakkını kullanarak askere gitmeyi reddetse, sadece Diyarbekir’de her haftasonu bir milyon vatandaş toplanıp bir cümlelik, gürültüsüz, bağırmasız eylem yapsa yıkılmayacak engel yoktur. Meşru bir sivil haklar mücadelesinin bükemeyeceği bir kol yoktur, eğer elinde yeterli halk desteği ve organizasyon yeteneği varsa. Bu kıvama gelmişken çatışmaya dönüş haklılıkta intihardır.

Çatışmaya dönüş her durumda Kürdlere zarardır. Hele hele demokratik özerkliğin ima ettiği inşa ve kendini dönüştürerek dünyayı dönüştürme çabasından son derece uzaktır. Demokratik özerklik, dünyayı değiştirmek istiyorsan buna kendinden başlamanı, kendi dar dairende demokrasiyi, bilinçlenmeyi ve dayanışmayı harekete geçirmeni talep eder. Yoksa makro ölçekte istemediğin şiddet ve kanı, mikro ölçekte üretmeni istemez. Başka bir deyişle, herkes evinin önünü temizlerse sokaklar temizlenir diyen bir yaklaşımdan, şiddet ve kanamayı herkesin evinin önüne getirecek bir şehir içşavaşı çıkartmanı gerektirmez.

Kürdlerin meşru mücadelesinin şiddet ile lekedar edilmesinin Kürdlere (ve Türklere) bir faydası yok. Aksine şiddet, bu meşru ve gerekli mücadelenin başta Kürdler arasında ama aynı zamanda Türkler arasında da genişleme ve evrenselleşmesinin önünü tıkayacaktır. PKK, eğer Kürdleri seviyorsa, bir an önce çatışmayı tek taraflı olarak kesmeli, ta ki demokrasi ve vicdanlar teneffüs edebilsin. Tarih, emekli olmayı bilmeyen şampiyonların miraslarını harabeye çevirdiği yanlış ısrarlarla doludur.

Mücahit Bilici – Taraf

Demirtaş’tan PKK’ye : Silahın demokrasi mücadelesi açısından mazereti yoktur

sdemirtaşHDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş bazı toplantılar için geldiği İzmir’de Tepekule Kongre Merkezi’nde İzmir basınının ve televizyonlarının temsilcileriyle kahvaltıda buluştu.

Selahattin Demirtaş tekrarlanacak seçimde AKP’nin birinci çıkamayabileceğini söyledi. Demirtaş “Erken yada tekrar seçimlerde AKP’ye oy verenlerin büyük kısmı, barış kardeşlik cephesinde yerini alacaktır” dedi.

Silahların susmasını isteyen Demirtaş, “İzmir’den çağrı yapmak istiyorum. Ölümlerin durması lazım. PKK’nın amasız olarak silahlı eylemelerini, durdurması lazım. Silahın demokrasi mücadelesi açısından mazereti yoktur. AKP’nin hatalarını suçlarını, askeri ve polisi öldürerek sorulmaz” dedi. Demirtaş, 7 Haziran’ı değerlendirirken de “HDP yüzde 13 oy aldı ama yüzde 50’den fazla sempati aldı” dedi.

PKK’YE ‘AMA’SIZ ÇAĞRI

Silahların susması çağrısı yapan HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş , “Anneler ağlamasın bundan kıymetli söz yoktur. Kürt, Türk, asker, gerilla, polis daha fazla ölmeden önce bunu ancaksız, amasız kurmalıyız. Sözümüz buydu önce ölümler, durdurulmalı. Yarını değil, seçime kadar değil, şu anda İzmir’den çağrı yapmak istiyorum. Ölümlerin durması lazım. PKK’nın amasız olarak silahlı eylemlerini, durdurması lazım. Silahın demokrasi mücadelesi açısından mazereti yoktur” dedi.

Kaynak: Cumhuriyet

Hint Güneşi uçuruyor: Güneş enerjili ilk havalimanı ve bizim hesaplar

Hindistan’ın güneyindeki Kochi şehri, dünyanın ilk güneş enerjili havaalanına sahip olmanın gururunu yaşıyor.

Yoğunluğuyla Hindistan’ın 4. Büyük havalimanı olma özelliği taşıyan Kochi Uluslararası Havaalimanı’nda (CIAL)— 18 Ağustos günü 12 Megawatt kapasiteli güneş enerjisi  proje hayata geçirildi. Havalimanında ilk olarak günlük 4 bin ünite enerji sağlayan 1 Megawatt’ lık bir güneş paneli  kuruldu .

 

Hindistan'ın Kochi Uluslararası Havalimanı (CIAL)
Hindistan’ın Kochi Uluslararası Havalimanı (CIAL)

Yeni güneş paneli sayesinde havaalimanında artık günlük 60 bin ünite elektrik üretilebilecek ki bu miktarla havalimanının günlük enerji ihtiyacından fazlası karşılanabiliyor.

“Biz Şubat 2013’te güneş enerjisine geçişi sağlamak amacıyla projenin parçası olarak 100 kilowatlık bir pilot çalışma yaptık” diyor CIAL Havalimanı Yöneticisi VJ Kurian ve devam ediypr. “Fizibilite uygunluğu Kasım 2013’te 1 Megawatt’lık ünite kurabileceğimizi gösterdi. Sıradan bir havalimanı olmak ve bu şekilde devam etmek istemediğimiz için hemen kolları sıvadık” .

Havalimanında 1 Megawatlık projenin uygunluğunun da anlaşılması da bizleri 12 Megawattlık bir proje hazırlığına sevketti. “12Megawatt’lık proje şubat 2015’te başladı ve 6 aydan kısa bir sürede tamamlandı” diye ekliyor Kurian .

25 futbol sahası (4,5 kilometrekare) büyüklüğünde bir alanda  Alman mühendislik firması Bosch tarafından 9,5 milyon dolara panel kurulumu yapıldı. Bu alan havalimanı inşaatında kargo operasyonları için öngörülmüştü.

Şimdi ise Havalimanında tahmin edilenden fazla enerji üretimi  sağlanınca CIAL yetkilileri enerjinin bir kısmını da devlet şebekesine satmayı planlıyor.

“Onümüzdeki 25 yıl , bu yeşil proje sayesinde fosil yakıt kullanımına dayanan enerji tedarikine bağlı karbon emisyonlarını 300 bin ton azaltacak ki bu miktar 3 milyon ağaç dikilerek hava temizlemeye ya da araçla  1200 kilometrelik fosil yakıt kullanmamaya denktir” şeklinde devam ediyor Kurian sözlerine .

Bu arada Hindistan’da Kochi yakınlarında bir başka havalimanı olan Kalkita Netaji Subhas Chandra Bose Uluslararası Havalimanı da , 6 kilometrekarelik alanda 15 Megawatlık güneş paneli kurmayı planlıyor.

Kısacası Hindistan,  güneş enerjisinden elektrik üretmede atağa kalktı . Narendra Modi hükümeti 2022’ye kadar ülkenin güneş enerjisi üretim kapasitesini mevcut 4 Gigawatt’tan 100 Gigawatt’a yükseltmeyi hedefliyor.

Hükümet, bu yüksek hedefi gerçekleştirmek için sektöre 7 yıl içinde toplam 100 milyar dolarlık yatırım bekliyor. SoftBank’ın sahibi Masayoshi Son gibi bazı Uzakdoğu milyarderleri , Gautam Adani ve Anil Ambani—sektörde dev yatırımların sözünü vermiş bile . Kochi Havalimanı’ndaki gibi küçük yatırımlar bile pastadan payını alıyor.

Editörün notu1 Gigawatt’ın 1000Megawatt olduğuna göre  Akkuyu veya Sinop’ta kurulması planlanan nükleer santralin 4800 Megawatt kapasiteli olacağını hatırlayalım ki 1 nükleer santralin Hindistan’da halihazırdaki güneş enerjisi üretimine(4Gigawatt)  denk olduğunu belirtmek isterim . Bu durumda ufak bir maliyet hesabı da sanırım yapabiliriz : Hindistan hükümetinin hedefi 100 Gigawatt olduğunu öğrendik = 100 000 Megawatt eder , bir nükleer santral 4800 Megawatt enerji üretiyorsa  basit bir hesapla 100 Gigawatttan 20 küsur nükleer santralden elde edilecek enerji elde edilir .

Şimdi maliyete bakalım , 100 milyar dolar , Akkuyu’nun maliyeti ne kadardı? 22  milyar dolar . En son Sinop’a kurulması planlanan nükleer santralin maliyeti 16 milyar dolar olarak açıklanmıştı . Yani 5 nükleer santral maliyetine denk diyebilir miyiz?

İşte 20 nükleer santralden elde edilecek enerjiyi  5 nükleer santral maliyetine sağlamanın yolu !

Daha basitleştirirsek 1 nükleer santral maliyetiyle dışsallık maruziyeti yaratmadan 4 adet 4800 megawattlık nükleer santralden elde edebileceğimiz enerjiyi sağlayabiliriz.  Hindistan’ın güneşi bizimkinden parlaktır demeyin , Almanya gibi bir  endüstri devi ihtiyacı olan enerjinin yarısını güneşten sağlıyor . Yeter ki hükümet politikaları gerçek anlamda gelişim ve sağlıklı gelecek tesis etmekten yana olsun .

Bu vesileyle bilim insanlarını , akademisyenleri ve bilhassa mühendisleri  daha fazla güneş- nükleer enerjisi üzerine karşılaştırma hesabı yapmaya ve toplumu bilinçlendirmeye davet ediyorum.

 

Çeviri ve yorum : Pınar Demircan                                                               

 

(Quartz India, Yeşil Gazete)

 

 

 

 

Devlet Şiddetine Karşı Siyaset – Cuma Çiçek

Son haftalarda Kürt coğrafyasında olan bitenler insanı dehşete düşürüyor. Çok kısa bir süre içerisinde devlet şiddetinin çoklu yüzleriyle dolu 1990’lar hafızası yeniden canlandırıldı. Askeri operasyonlar, sokağa çıkma yasakları, kent giriş ve çıkışlarının kapatılması, internete erişimin yasaklanması, basının çatışma bölgelerine girişlerinin engellenmesi, göz altılar, sabaha karşı yapılan ev baskınları derken Kürtler 1990’lı yılların devletinin ne kadar hızlı bir şekilde kendisini yeniden üretebileceğini yaşayarak, daha doğrusu öldürülen çocuklarıyla tecrübe ettiler. Bu tecrübe etme hali fiziksel öldürülme vakalarıyla da sınırlı kalmadı üstelik, “sembolik öldürülmelere” vardı. PKK militanı Kevser Eltürk’ün Varto sokaklarında teşhir edilen çıplak bedeniyle, 1990’lı yıllarda panzerlerin arkasına bağlanarak kent merkezlerinde sürüklenen militan bedenlerinin görüntüleriyle dolu kolektif hafıza yeniden canlandırıldı. Üstelik “kadın bedeni” üzerinden iki katmanlı sembolik bir öldürmeyle…

Bâki devlet şiddeti

Olan bitenler üzerine düşünürken sanırım ilk hatırlamamız gereken husus, meselenin tek başına Cumhurbaşkanı ve AK Parti’nin siyasi hesapları üzerinden okunmaması gerektiği. Devletin Kürd’e bakan soğuk yüzü bütün tarihselliğiyle yeniden ortaya çıktı. Ve açık ki bu durum mevcut iktidarın siyasi çıkarlarına indirgenemez. Bu noktada, barışın inşası ve çözüm sürecinin yeniden başlamasını tartışırken bu hususu dikkate almakta fayda var.

İkinci olarak, artan devlet şiddeti, devlete gösterilen toplumsal rızanın daralmasının göstergesi. Zira toplumsal rıza aracılığıyla iktidarını icra edemeyen ve yeniden üretemeyen devlet, bunu şiddet aracılığıyla gerçekleştirmeye çalışır. Ancak, Cumhurbaşkanının, AK Parti’nin, HDP’nin, DBP’nin, PKK’nin politikaları, stratejileri ve taktiklerinden bağımsız olarak devlet şiddeti Kürt coğrafyasında zaten oldukça daralmış toplumsal rızayı daha da daraltacaktır. Rojava ve Irak Kürdistan Bölgesi’ndeki son gelişmelerle birlikte okunduğunda, Kürtler arasındaki devlete dönük toplumsal rızanın daralmasının gündelik hesapların ve kavgaların ötesinde faturalar çıkaracağı çok açık.

Öte yandan hatırlamakta ve hatırlatmakta fayda var: Bu faturayı tek başına devlet değil, Kürt Hareketi ve AK Parti başta olmak üzere hem siyasi gruplar ve yapılar hem de Türküyle Kürdüyle tüm toplum ödüyor. Ama herkesten çok çatışamların ve şiddetin ana mekanının sakinleri olan Kürtler, özellikle de yoksul ve yoksun Kürtler bu faturayı ödüyor… 1990’lı yıllarda yaşananlar, yine geçen hafta Varto ve Silvan’da olanlar bu faturanın sokaktaki Kürt açısından hangi sınırlara varabileceğini açık bir şekilde ortaya koyuyor.

Kürt hareketinde rota değişikliği mi?

Açık bir dille ifade etmekte yarar var: Sokaktaki Kürd’ün ödediği bu faturada anaakım Kürt Hareketi’nin de payı var. 07 Haziran seçimleriyle birlikte AK Parti’nin 13 yıllık tek parti iktidarının sona erdiği ve siyasi belirsizliğin olduğu bir ortamda, ana-akım Kürt Hareketi HDP’nin açtığı siyasi alanı daha da genişletmeyi ana eksen olarak gören bir siyasetten ziyade, çözüm sürecini sonlandıran AK Parti siyasetine “dahil olan”; seçim sonuçlarını tali bir dinamik olarak gören bir cevap verdi.

Bu cevap, geçen haftaya kadar sınırlı askeri hareketlilik ve göreceli olarak küçük ölçekli eylemlerle sürerken, Varto’da görüldüğü üzere silahlı militanların kent merkezine inmesi gibi girişimlerle farklı bir boyuta çıktı. Bu tür girişimlerin, AK Partiyle süren çatışmalı ilişkiden çok öteye, Kürt alanının şekillenmesinde ve HDP ile somutlaşan Türkiyelileşme siyasetinin alacağı seyirde radikal etkiler yaratacağı çok açık. Bu anlamda stratejik bir dönüşümü, daha doğrusu kırılmayı gösterdiği ya da böylesi bir eğilime işaret ettiği söylenebilir.

Öz-yönetim ilanı ve artan şiddet

Bu noktada son günlerde dikkat çeken ikinci önemli husus, ana-akım Kürt Hareketi’nin Varto, Silopi, Silvan, Sur gibi ilçelerdeki öz-yönetim ilanları. Bu ilanlar sırasında devlet kurumlarının meşruiyetlerini yitirdiklerinin vurgulanması ve öz-savunmaya atıfta bulunulması yukarıda işaret ettiğimiz kırılma ihtimalini artırıyor. Zira devlet bu öz-yönetim ilanlarını kendi egemenliğine karşı yapılmış bir meydan okuma olarak okuyor ve bunlara şiddeti merkeze alan oldukça sert araçlarla cevap veriyor.

Demokratik sivil kurumlar ile seçilmiş kurum ve kuruluşların bir araya gelerek özerklik ilan etmesi karşısında “demokratik” “hukuk” devleti siyaset araçlarıyla ve toplumsal rızayı yeniden üreterek cevap verir. Bu anlamda cevaben üretilen şiddetin demokratik bir toplumda kabul edilmeyeceği ve devletin meşruiyetini daha da sorgulanır kılacağını belirtelim.

Bununla beraber, şiddetin yükselişe geçtiği bir atmosferde, “ilan etme” üzerinden öz-yönetim ya da özerklik girişimlerinin de sorunlu olduğu çok açık. Varto, Silvan, Silopi örneklerinin gösterdiği üzere, bu girişim her şeyden önce sivil halkı ve sivil siyaseti devlet şiddetiyle karşı karşıya bırakmakta. İkinci olarak, öz-yönetimi bir toplumsal inşa süreci olarak ele almak yerine “ilan etme” üzerinden düşünmek, mevcut siyasi atmosferde devlete “meydan okuma” dışında bir anlam ifade etmemekte.

Kürtler kimlik alanında çocuklarına anadillerini öğretmekten bile aciz iken; 30 yıllık çatışmaların mağdurları 20 yılı aşan sivil siyaset ve 15 yılı aşan yerel yönetim deneyimine rağmen barınma, beslenme, eğitim, sağlık gibi en temel insani haklardan yoksun bir şekilde yaşamaya devam ederken; Kürt toplumu arasındaki sınıfsal ayrımlar her geçen gün derinleşirken; kitlelerin yatay ve yaygın öz-örgütlenmelerini geliştirerek radikal katılımcı bir demokrasi inşası yönünde daha başlangıç adımları bile atılmamışken “öz-yönetimi” ilanına yönelmenin sokaktaki insana bir katkısı yok.

İlandan öteye inşaya ihtiyaç var. Açık ki yukarıda bahsettiğim alanlarda mesafe alarak bir öz-yönetimin inşası çatışmalı bir ortamda mümkün olamayacaktır. Bu anlamda öz-yönetim çatışma ortamında değil, barış ortamında gerçekleşebilir, silahların değil, siyasetin hakim olduğu bir atmosferde tartışılabilir, hayat bulabilir.

Sözün özü, şiddete karşılık siyasete ihtiyaç var. Barışı yeniden inşa etmek, müzakere masasını yeniden kurmak için her zamankinden çok HDP’ye ve DBP’ye ihtiyaç var.

Cuma Çiçek –  www.birikimdergisi.com

Japonya’nın nükleerle yıldızı barışmıyor !

Dün, Kagoshima eyaletindeki Sendai Nükleer santralinin 1 nolu reaktöründe  sorun tespit edildiği bu sebeple nükleer santralin tam kapasiteyle çalıştırılmasının bir hafta kadar erteleneceği açıklandı .Fukuşima faciası sonrasında nükleer santrallerin denetim ve kontrollerinin yapılması amacıyla ülkedeki tüm nükleer santraller toplumun baskısıyla kapatılmış, 1 yıl 11 aylık bir aradan sonra  toplumdan gelen itirazlara rağmen (Foto 1)11 Ağustos 2015 günü Sendai nükleer santrali tekrar çalıştırılmıştı.

Kawauchi Nükleer santralinin tekrar çalıştırılmasına karşı protestolar böyle olmuştu
Foto 1: Sendai Nükleer santralinin tekrar çalıştırılmasına karşı protesto

Sorunun buhar üretimini izleyen proses içerisinde, soğutma suyunun denize devir daimini sağlayan sistemde meydana geldiğini kaydeden Kyushu Elektrik yetkilileri durumun nükleer santralin çalıştırılmasına engel teşkil etmeyeceğini ve operasyona devam edeceklerini ifade etti.

Kyushu Elektrik tarafından yapılan açıklamaya göre 20 Ağustos günü reaktörde ısıdan elde edilen buhar soğutma su kanalında sorun olduğu anlaşıldı . Buharı soğutmak için kullanılan soğutma suyununun kondensörün (yoğuşturucunun) içine aktığının tespit edilmesine bağlı olarak, 21 Ağustos günü için planlanmış olan jenaratörün gücünü %75’ten %95’e çıkarma operasyonu 1 hafta kadar ertelendi.

Kyushu Elektrik’in açıklamasına göre , 3 kondensörden sadece birinin içinde su birikiyor , dolayısıyla sorunun soğutma suyu borusundan kaynaklandığı düşünülüyor . Yetkililerden yapılan açıklamanın devamı ise şöyle: Kondensörün görevi reaktörün içindeki ısı ile elde edilen buharın kapalı devre sistemi içerisinden denize geri iletmek olduğu üzere denize radyasyonun karışması söz konusu değil . Kondensörün içinden geçen suyu taşıyan boruların sayısı 26 190 adet ,nükleer santrali yeniden devreye alma sürecine geçmeden önce tüm testler yapıldı ve her hangi bir problem oluşmadı. Plana göre 25 Ağustos günü santral %100 enerji üretimine geçecekti ki şimdi kondensördeki soğutma suyu problemi cereyan etti ve %100 kapasiteye çıkarılması 1 hafta geç gerçekleşecek.

11 Ağustosta yeniden devreye alınan Kawauchi Nükleer santrali
                         Foto 2: 11 Ağustosta yeniden devreye alınan Sendai Nükleer santrali

Soğutma suyunu denize veren sistemde problem

Yetkililerden yapılan açıklamanın devamı : Kondensörün içindeki soğutma suyunu taşıyan borular dışardan geçen buharı soğutma görevi yürüterek denize geri akan bir sistemdir . Denize devir daim olan su pompayla tekrar buhar oluşturan sistemin içine alınır ve bu döngü devam eder . Bugün karşılaşılan sorun kondensörde delik açıp baktığımızda soğutma suyunun kondensör içinde birikmesidir ki bu durum buhar jenaratörüne zarar verebilir .

Sendai Nükleer santrali basınçlı su reaktörüdür . Reaktörde oluşan ısıdan direkt olarak buhar elde edilmez , radyasyonun karışmadığı 2 devreli buhar jenaratöründe buhar oluşturulur. Bunun için güvenlik açısından borularda korozyon olmaması önemlidir . Biz şimdi sızdırma sorununu aşmaya , korozyon oluşumunu önlemeyi çok önemsiyoruz, bunun için boruların içinde birikme olmaması için araştırma yapıyoruz bir süre örnekler alarak testler gerçekleştirerek sorunun kaynağının anlamaya çalışacağız.

Nükleer santralin çalıştırılmasına engel değil

Japon Nükleer Düzenleme Kurumu 21 Ağustos günü saat 09:00’da Kyushu Elektrik’in bildirimini alarak santralde yapılan araştırma ve sorun tespit çalışmalarının santralin enerji üretmesine engel teşkil etmediğini teyid ettiğini, bundan sonra Kyushu Elektrik tarafından  yapılan araştırma ve testlerin sonuçları karşısında alınacak aksiyonları kontrol edeceklerini iafade etti. Nükleer Düzenleme Kurumu Başkanı Katsumi Matsuura şöyle konuştu “Kyushu elektrik 1 hafta içerisinde gerekli araştırmaya yapacak ve önlemleri alacak. Ben de bu işin takipçisi olacağım”.

Öte yandan Nükleer santralin açılmasını izleyen günlerde  Sendai Nükleer santraline 50 kilometre mesafedeki şehrin de sembolü sayılan   Sakurajima yanardağında bilinen en yüksek ikinci patlama yaşandı. 600 bin kişinin yaşadığı Kagoshima’da 160 kilometre mesafe içerisinde 14’ü aktif olan 39 volkan bulunuyor ve bugün de devam eden volkanik patlamaların şiddeti büyük endişeye yol açıyor.  Sakurajima’da en büyük patlamanın 10 bin yıl önce meydana gelmiş olduğu ifade ediliyor.

 

Japoncadan çeviri ve haber :Pınar Demircan                                                 

@pnrizumi

 

(NHK Japan , Japantimes, Yeşil Gazete)

Beyza Üstün TBMM’de açıkladı: “Kürdistan’da orman yangınları raporu”

HDP İstanbul Milletvekili Beyza Üstün, TBMM’de bugün (21 Ağustos Cuma) bir basın toplantısı gerçekleştirerek “Temmuz – Ağutos 2015’te Kürdistan’daki Orman Yangınlarına İlişkin Gözlemler ve Teknik İnceleme Raporu: Savaş Stratejisi’nin Bir Uzantısı Olarak Orman Yangınları” başlıklı 38 sayfalık raporu paylaştı.​

25

Söz konusu raporun, Kadın Özgürlük Meclisi (KÖM) temsilcilerinin bölgedeki yangınları incelemek üzere gerçekleştirdiği heyetin raporuna teknik bir katkı sunmak amacıyla hazırlandığı belirtildi.

Raporda tespit edilen orman yangınları  ve yangınların çıktığı bölgeler şu şekilde sıralandı:

26

1. Cudi Dağı, Lice – Hani – Kocaköy Üçgeni, Kulp – Silvan, Savur ve Mazı Dağı Orman Yangını
2. Diyarbakır (Amed) Hazro, Silvan, Kulp Bölgesi Güleç Köyü Orman Yangınları
3. Dersim Aliboğazı Amutka Karakolu Civarındaki Orman Yangınları
4. Amed Lice Orman Yangınları
5. Dersim Karakoçan Okçular Köyü Yaylası Şewle ve Sınce ile Cobur, Kızılca, Golan Orman Yangınları
6. Yayladere İlçesi Güneşlik Köyü ve Güneşlik – Zeynelli – Bilekkaya Civarındaki Orman Yangınları

Raporda yangınlarla ilgili bilgiler, görsel materyaller, bazı yangınlara ilişkin uydu verileri analizlerini kullanılarak savaş stratejisinin bir devamı olarak orman ve köy yakmaların yarattığı ekolojik tahribatın daha görünür kılmaya çalışıldığı da aktarılan bilgiler arasında.

27

“Temmuz – Ağutos 2015’te Kürdistan’daki Orman Yangınlarına İlişkin Gözlemler ve Teknik İnceleme Raporu: Savaş Stratejisi’nin Bir Uzantısı Olarak Orman Yangınları” raporunda çıkan yangınlardan önceki tarihte tespit edilen uydu görüntüleri ile yangından sonraki uydu görüntüleri arasındaki farktan yanan orman alanları hesaplanarak belirlendi.

Raporum tamamına Temmuz – Ağutos 2015’te Kürdistan’daki Orman Yangınlarına İlişkin Gözlemler ve Teknik İnceleme Raporu – Savaş Stratejisi’nin Bir Uzantısı Olarak Orman Yangınları linki üzerinden ulaşabilirsiniz

(Yeşil Gazete)

Vicdansızlıkta son aşama: Tabuta dayanarak oy istemek – Hakan Aksay

“Trabzon’daki mitinge ben de katılacağım.”

“Efendim?”

“Trabzon’daki cenazeye, diyorum, ben de gideceğim. Neydi ölen komiserin adı?”

Ahmet Çamur, efendim. Onun cenazesine mi gideceksiniz?”

“Evet, o mitinge katılacağım.”

“Efendim, o miting değil, cenaze…”

“Neyse ne! Bir konuşma yapacağım orada.”

“Efendim?”

“Ne var anlayamayacak yav! O mitingde bir konuşma yapacağım. Bana bir mikrofon ayarlasınlar. Bir de kürsü gibi bir şey.”

“Ama efendim…”

“Yok yok, kürsüye gerek yok. Bayrağa sarılı tabutun yanında konuşursam daha etkili olur.”

“Emredersiniz, efendim.”

22

*       *       *

Bundan sonrasını gördük hep birlikte.

Şehit cenazesi…

Bayrağa sarılı bir tabut…

Yanında Cumhurbaşkanı Erdoğan, yanında imam, sağlarında sollarında özel güvenlik, polisler, askerler…

Karşıda ölenin akrabaları ve tanıdıkları ağlaşıyor…

Onlar acılarıyla baş etmeye çalışırken Erdoğan aklına koyduğunu yapıyor ve mikrofonu eline alıyor…

Sıradan bir seçim kampanyası konuşması…

Toplantılar, yemekler, açılışlar falan bilirdik de, böylesini ilk kez görüyoruz: Cenaze mitingi!..

Kürsüden konuşmaya alışmış Cumhurbaşkanı, biraz yadırgıyor yerini; gerçi kendisi her şartta belagat sanatını icra edebilir tabii.

Elini bir yere yaslamak istiyor.

Yanındaki ölüye doğru uzanıyor.

Tabuta dayanarak (hem mecazi, hem de gerçek anlamıyla) oy istemeye devam ediyor.

*       *       *

Tabutun içinde yaşanmamış bir hayat…

Büyük bir siyasi oyunda figüran olmuş bir insan, bir baba, bir eş, kardeş, arkadaş…

Mikrofonlu adam “çözüm süreci” derken yaşıyordu ve daha da yaşayabilirdi, bu karanlık sandığın içine girmeyebilirdi.

Ama ne zaman ki öteki – içine oy atılan – sandıklardan “yanlış sonuç” geldi ve “çözüm süreci buzdolabına kaldırıldı”

Kurbanlar ve riyakâr törenler gerekti.

Ahmet Komiser de bu kurbanlardan biri işte.

Ama doğrusu “pek şanslı” bir ölü: Cenazesine koskoca Cumhurbaşkanı teşrif etti.

Ailesi de şanslı, hatta mutlu; bunu da tane tane anlattı orada Erdoğan:

“Şehadet makamına ulaşmış olan bu şehidi uğurluyoruz. Peygamberlikten sonra en yüce makamdır. Ne mutlu onun ailesine, ne mutlu onun tüm yakınlarına!”

*       *       *

Buz kesti cenaze.

Buz kesti Trabzon.

Buz kesti Türkiye.

Sıradan insanlar, bir oğlu askerlik yapmamış öteki birkaç hafta bedelli olmuş birinin ağzından böylesine rahat ve cömert bir üslupla dağıtılan şehitlik mertebesinin değerini kavramakta zorlandı.

Her zaman çabuk anlayamıyor maalesef bu halk.

Mesela, aylar önce neredeyse apaçık söylemişti mikrofonlu adam: “400 milletvekili verin ve bu iş huzur içinde çözülsün” demişti.

Anlamadınız, vermediniz.

Şimdi başınıza neler gelebileceğini gördükten sonra (ve birkaç yüz kurban verip akıllanarak inşallah) tekrar gideceksiniz aynı sandıkların başına.

Ya sizden isteneni vereceksiniz “huzur içinde”, ya da…

*       *       *

23

Hayır, Sultanım, hayır!

Hesabın yanlış!

Masana konan anketlerde ne yazdığını bilemem ama…

Bu kez kazanamayacaksın!

Dün barış deyip oy istedin (ve bir miktar aldın da), bugün de savaş ve terör diyerek (daha da fazlasını) alacağını sanıyorsun.

Alamayacaksın!

Bu sefer eskisinden de beter bir sonuçla karşılaşacaksın.

Pahalı sarayında ve sana sadece senin duymak istediklerini söyleyip yazanların arasında gerçeklerden ve halktan öylesine uzaklaştın, kendini öylesine kutsal ve kusursuz saymaya başladın ki…

Eskiden büyük bir uysallıkla evlatlarını devlete feda eden yurttaşların şimdi cenaze törenlerinde nasıl isyan ettiklerini duyup anlayamıyorsun.

İşte son günlerden sadece birkaç örnek:

“Kendi cumhurbaşkanlarından, kendi konsoloslarından, kendi milletvekillerinden hiçbir çocuk ölmedi.”

“Versin zengin parayı yatsın evde, benim gibi garibanın çocuğu ölsün. Niye bir milletvekilinin çocuğu ölmüyor?”

Vatan elbette önemlidir. Ama benim oğlum, bizim çocuklarımız öldükten, vurulup düştükten ve yitip gittikten sonra vatan da önemsizleşiyor.”

Kendi çocuğu yatta yaşıyor. Hep fakir çocuğu ölüyor, yazık değil mi? Çözüm süreci bu mu, ayıp değil mi? Analar ağlıyor, bizler ağlıyoruz, o ağlamıyor. O yaşıyor, yaşıyor. Çeksin partiden elini gayrı! 81 yaşındayım, atsın beni de içeri, ama gençler ölmesin. Yeter yavrum, yeter! Bitirdi bizi, yeter!”  

Bu yazı t24.com.tr/ den alınmıştır

24. Hakan Aksay

 

Hakan Aksay

 

Trans kadına işkence yapan saldırgana 16 yıl hapis

Mahkeme, trans kadın E.K.’yı kaçırıp işkence yapan ve tecavüze kalkışan Selahattin Güngör’ü 16 yıl hapis cezasına çarptırdı. Saldırgan tutuklanarak cezaevine gönderildi.

21

Ankara ’da, E.K. adlı trans kadını kaçırıp bıçakla tehdit eden, döven, bacağında sigara söndüren, parasını gasp eden ve tecavüze kalkışan Selahattin Göngör’e mahkemeden ceza geldi.

Radikal’den İsmail Saymaz’ın haberine göre; soruşturma aşamasında tutuksuz halde olan Güngör’ü cezaevine gönderine Konya 3. Ağır Ceza Mahkemesi, dava sonunda sanığa ‘cinsel amaçlı nitelikli yağma’dan sekiz yıl dört ay, ‘hürriyetten yoksun kılmak’tan beş yıl, ‘cinsel saldırı’dan iki yıl dört ay, ‘uyuşturucu bulundurmak’tan bir ay, ‘trafik güvenliğini tehlikeye sokmak’tan da 25 gün hapis cezası verdi. Güngör’ün bir yıl boyunca tedavi görmesine hükmedilirken, velayet ve vesayet hakkı da elinden alındı.

E.K.’nin avukatı Ahmet Toköz, “Mahkemenin kararı trans kadınları eşit yurttaş olarak görmeyen failler için cevap niteliğindedir. Tutuklama kararı oldukça geç alınsa da nihai kararın adil olduğunu düşünüyoruz” dedi.

Güngör hakkında “uyuşturucu madde bulundurmak, trafik güvenliğini tehlikeye sokma, nitelikli yağma, hürriyetten yoksun kılma ve cinsel saldırı’ suçlarından Konya 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde dava açıldı. İddianame kabul edildikten sonra Güngör, 14 Ocak 2015’te yeniden tutuklandı. Davanın son duruşması, geçen 27 Mayıs’ta görüldü. Dava sonunda Güngör’e “cinsel amaçlı nitelikli yağma”dan sekiz yıl dört ay, “hürriyetten yoksun kılmak”tan beş yıl, “cinsel saldırı”dan iki yıl altı ay, “trafik güvenliğini tehlikeye sokmak”tan 25 gün, “uyuşturucu madde bulundurmak”tan da bir ay hapis cezası verildi. Güngör’ün tedavi edilmesine, bir yıllık tedavi boyunca tedbir altında bulundurulmasına karar verdi. Cezası tamamlanıncaya dek velayet, vesayet ve kayyımlık hakları elinden alındı. Tutukluluk halinin de devamına karar verildi.

E.K.’nin avukatı Ahmet Toköz, “Trans kadınlara ve seks işçilerine yapılan her türlü saldırı nefret suçudur. Mahkemenin kararı trans kadınları eşit yurttaş olarak görmeyen failler için cevap niteliğindedir. Mahkemece tutuklama kararı oldukça geç alınsa da nihai kararın adil olduğunu düşünüyoruz” dedi.

(Radikal, Kaos GL)

Ekoloji aktivistleri Diyarbakır’dan ses verdi: Bölge yaşanmaz hale getirilmek isteniyor

DTK (Demokratik Toplum Kongresi) Ekoloji Komisyonu ve Mezopotamya Ekoloji Hareketi, Kürdistan’da çıkan yangınlara dair yaptıkları incelemenin sonuçlarını 19 Ağustos Çarşamba günü Diyarbakır Konuk Evi’nde yaptıkları basın açıklaması ile paylaştı. Bölgenin savaş konsepti gereğince tamamen yaşanmaz hale getirilmek istendiğine dikkat çekildiği açıklamada, yaşamı ve doğayı savunan kesimlere de “Kürdistan’daki yangınlara karşı birlikte mücadele edelim” çağrısı yapıldı.

19

DTK Ekoloji Komisyonu ve Mezopotamya Ekoloji Hareketi, 16 -18 Ağustos’ta Dersim, Şırnak ve Diyarbakır’da çeşitli dönemlerde, köy ve ormanlık alanlarda çıkan yangınlara dair yaptıkları incelemenin sonuçlarını kamuoyu ile paylaştı. DTK girişinde yapılan basın açıklamasında “Doğayla savaşan insanla barışamaz” yazılı pankart açıldı.

Amed

Açıklamada ilk olarak Amed Ekoloji Meclisi Eş Sözcüsü Gültekin Aydeniz konuştu. Gültekin, Lice’deki yangınların askerler tarafından çıkartıldığını köylülerden duyduklarını belirterek, “Yapılan ekolojik yıkımların, genel olarak bölge tamamen bir savaş konsepti içinde yaşanmaz hale getirilmek isteniyor. Sadece insanlar değil, ormanlar ve içinde yaşayanlarla birlikte Kürt halkının kültürel ve ekoloji hafızasının silinmesi noktasında olduğu kanaatimiz oldu” dedi

Dersim

‘İkinci olarak Dersim grubunun incelemelerini Mezopotamya Ermenileri Derneği üyesi Mehmet Toprak paylaştı. Dersim’de de orman yangınlarının karakollar tarafından yapıldığının kendilerine söylendiğini belirten Mehmet, “İlk olarak izli mermilerle ormanlar yakılmış. Dersim’de olan insanlar çok tedirgin. Bu insanlar, 1990’larda olduğu gibi değil, bir direniş sergiliyorlar. Bize anlatılanlara göre, helikopterlerden atılan tırtılların doğaya zarar verdiğini söylediler. Ayrıca açlık grevine giren bir aile vardı. Onları da ziyaret ettik. Aile açlık grevlerinin amacının barış olduğunu söyledi. Direnişin sembolü oldu bu aile” diye belirtti.

‘102 yaşında anne açlık grevinde’

20

Ayrıca, yapılan incelemelerde Dersim’in ormanlarında çok ücra köşelerinde, yaylalarında erkeklerin olmadığı ve kadınların direndiğini gördüklerini belirten Mehmet, muhtarlara da içinde ne yazdığını tam olarak anlamadıkları belgeler imzalatıldığı bilgisinin paylaşıldığını söyledi. “Mayınlı bölgeler de çok fazla” diyen Mehmet, bölgedeki en büyük sorunlardan birinin mayınlar olduğunu kaydetti. Bölgede 60’a yakın karakol olduğunu ve bu karakollarının neredeyse tamamının etrafının yakıldığını dile getiren Mehmet, Bingöl Yayladere’ye dair de bilgi verdi. Toprak son olarak Yayladere’de 102 yaşında olan bir annenin de yangınları protesto etmek amacıyla açlık grevine başladığını sözlerine ekledi.

Şırnak

Şırnak bölgesindeki gözlemleri de Çevre ve Ekoloji Hareketi (ÇEHAV) avukatlarından Deniz Gedik paylaştı. Deniz, Nusaybin’den yola çıkarak Eruh’a kadar giden grupta olduklarını belirterek, gittikleri bölgelerde canlıya dair hiçbir şey kalmadığını gözlemlediklerini söyledi. Yurttaşların helikopterden bir kimyasal atıldığını söylediğini aktaran Deniz, “Aynı alanda çok sayıda Süryani köyleri de etkilenmiş. Bu köylere yazın gelen Süryaniler’in evleri ve üzüm bağları yanmış durumda. Bıttım ağaçları da yakılmış” dedi.

“Çok yakından savaşı gördük” diyen Deniz, güvenlik gerekçesi ile birçok köye ulaşamadıklarını ancak köylülerin kendilerine anlattıklarına göre, “Boşaltılan ve daha önce yakılan köyler ormanlar tekrardan yakılmış durumda. Bu da bölgenin insansızlaştırılması ve tamamen yaşanmaz hale getirilmek istendiğini gösteriyor” diye konuştu. Cudi’ye dair de gözlemlerini paylaşan Deniz, “Bu bölgede termik santraller var. Bu da sadece savaş konsepti değil aynı zamanda enerji politikası ile ilgili olarak bu yangınların çıkarıldığını gösteriyor. Sonuç olarak, boşaltılan çok sayıda köy var ve bu köylerin tekrar yaşanır hale gelmemesi için adeta bir çaba var. Halk sürekli baskı altında. Bu bölgelerde 10 sene sonrası neredeyse hiç yaşam olmayacak. Yangınlar ile toplumsal bellek de yok edilmek isteniyor” ifadelerinde bulundu.

Hukuki olarak sürecin takipçisi olacaklarını dile getiren Deniz, sorunu uluslararası kamuoyuna da taşıyacaklarını aktardı.

Ekolojistler incelemelerine dair ayrıntılı raporu önümüzdeki günlerde yazılı olarak kamuoyu ile paylaşacak.

Şırnak bölgesine giden ekipte yer alan arkadaşımız Alper Tolga Akkuş‘un bölgeden yaptığı haberlere buradan ulaşabilirsiniz.

(Jinha, Yeşil Gazete)