Ana Sayfa Blog Sayfa 3603

İnadına Barış

Türkiye’nin batısında bir köyde yaşıyorum iki aydır. Bu köye geldiğim ilk zamanlarda nüfusun çokluğu şaşırtmıştı beni. Ortaokul yıllarına kadar her yaz doğduğum Türkiye’nin doğusundaki köye giderdik ailecek; Dersim’e. En son üniversiteye gitmeden önce gitmiştim yani tam 14 yıl önce. Araya üniversite ve iş yaşamı girdi. Hasret öyle büyüdü ki bir haftalık izinlerin yetemeyeceği bir hal aldı. Arada aklıma geldiğinde uzaklığı bahane ederdim, yetmez bir hafta derdim. Sonra yapılan barajların yok ettiği doğayı görmeyi yüreğim kaldırmaz diye ertelerdim. O barajların altında kaldı kutsal ziyaretlerimiz. Aceleye gelmeyecek bir ziyaret hayal ederdim.

Öyle böyle 14 yıl geçti köye gitmeden. Türkiye’nin en büyük ve en merhametsiz şehri İstanbul’da bu 14 yılın 9’unu geçirdim. Birden fazla sebepten terk ettim şehri. Köye yerleştim. Batı’da bir köye. Aklımın bir köşesinde günün birinde toprağıma dönme hayali ile. Çocukluk yıllarında hatırladığım köylere benzemiyordu bu köy. Yaşıtlarım olan ve kendi köylerine yerleşmiş olan arkadaşlarımın yanındayım ve ne şans onlar için diyorum. Aileleri geliyor arada. Yaşadıkları zamanlardaki köy hayatını ve köyü dinliyorum onlardan. Ne şans.

Birden fazla sebepten terk ettim şehri. Köye yerleştim. Batı’da bir köye.
Birden fazla sebepten terk ettim şehri. Köye yerleştim. Batı’da bir köye.

Son gittiğimde Dersim merkezinde kimliğini evde unutma korkusu ile çıkardık evden. Sene 2001. Hani telefonum nerde dersiniz ya evden çıkarken. O soru Dersim’de kimlik yanımda mı oluyordu. Bunlar benim hatırladığım çok çok ufak dertler. Bir önceki neslin, daha geriye gidersek iki önceki neslin yaşadıklarının yanında esamesi okunmaz biliyorum. Aklımdan geçiriyorum ister istemez bunları dinlerken. Ninemin yanımıza geldiğinde dağların(Dersimin dağlarının yanında tepe kalır tabii) üzerindeki gözetleme kulelerinin ışıklarına bakarak orada karakol mu var dediği geliyor aklıma mesela.

Bunlar benim tanıklıklarım. Neyi ne kadar anlattılarsa biz ne kadar sorduysak o kadar öğrendik ailelerimizden yaşadıklarını. İnsanı sevmeyi öğrettiler önce çünkü ve belki de yaşadıklarının acısını bize yüklemek istemediler. Kimseyi yabancılamayalım diye. Biz neyi ne kadar sorduysak o kadar anlattılar. Kabemiz insan dediler. Ramazan’da oruç tutmasak da iftarda ağırlardık komşuları. Hala da öyle yaparlar. Siz Alevi misiniz biz onları ucube sanırdık demiş konu açılınca  bir kadın mesela anneme. Gülerek anlatmıştı bunu. Bu örnekler uzar gider. Çok geçmişe gitmeyelim. Şimdi  Doğu, Güneydoğu yangın yeri. Dersim’de çatışmalar var. Babam orada. Benim de ısrarım ile tapu işlemlerini halletmeye gitti. Günün birinde köye yerleşecektim ya hani işte 14 yıldır gitmediğim köye. Başladı köy boşaltmaları, sokağa çıkma yasakları yine. Bitmedi nesillerdir bu terör. Hangi köye yerleşiyorsun? Onca acı onca kan onca göz yaşı? Kim temize çeker bu acıları? Nasıl katlanır bu insanlar bu kayıplara? Nereye gider bu köylüler nerde yaşar? Onca insan sokağa çıkma yasağında ne yer ne içer? Neyle geçinir? Her gün öyle bir acı haber ki her biri tek başına ömür çürütür. Yüreğimizi çürüttüler. Diktatör tarafında cebine para konulmuş adamlar, dilinden barış kelimesi düşmeyen parti binalarına saldırır, her gün ölüm haberleri ile nasıl nefes alacağını bilemeyenler seçim için gün sayar terörü lanetler. Elimiz kolumuz bağlı.

Oysa bugün köyde kışlık sebze tohumlarını toprakla buluşturduk. Şimdi toprak altında yeşermeyi bekliyorlar. Dışardan bakıldığında bomboş görünen o toprak bir tohumun tüm umudunu, sabırsızlığını, şevkini saklıyor içinde. Hepimizin içinde barış tohumları var. Daha bebekken ekilen. Günün birinde yeşermesini umut ettiğim. İnadına barış gelecek. Acılar unutulmayacak biliyorum. O kadar acıyacak ki canımız sevinemeyeceğiz hesap günü geldiğinde bize bu acıları çektirenlerin. İnadına o tohumu besliyorum;  barış gelecek.

Günün birinde dağlarında özgürce dolaşacağım, yaylasına çıkabileceğim, kutsal topraklarında yürüyeceğim köyümün. Uyandığımda üç defa öpeceğim o köy evinin duvarını.  Ve dönüp bana bakan yeni bir tohuma anlatacağım barışı. Belki gözlerim yaşaracak ama ona inadına gülümsemeyi öğreteceğim.

Zeliha YILDIRIM

 

 

Zeliha Yıldırım

Nafarat: Türkiye’den Almanya’ya yolculuk. Bölüm 1.1: Basmane.

11 Suriyeli ve 1 Fransız dostun hikayesini sizlerle  paylaşıyoruz. 15 Temmuz-15 Ağustos tarihleri arasında, Türkiye’den Almanya’ya yolculukları sırasında, sınırları geçerken, tuttukları günceyi.

For English version of the journal, click here.

***

Giriş:  “11 Nafar ve 1 İnsan”

(Arapça’da Nafar isimsiz olan, hakları bulunmayan, kalabalık arasında yalnızca bir numarayı ifade eden anlamına geliyor ve kaçakçılar müşterilerini Arapça böyle adlandırıyor. “Sadece bir para kesesi”).

nafarats

Biz 12 kişilik bir grubuz. Türkiye ya da Suriye’de tanışmış ve Avrupa’ya beraber gitmeye karar vermis 12 umut ve hayalle dolu genç insan. Grubumuzda bir doktor, bir hakim, iki mimar, bir avukat, bir ressam, bir tasarımcı, bir sinemacı, bir sosyal çalışmacı, bir aşçı ve bir ilkyardımcı bulunuyor. Grubun yarısı eğitimini savaş yüzünden tamamlayamadı. Çoğumuz Türkiye’ye, denizi geçmekten yana şansını denemeye karar vermeden birkaç sene önce geldi. Fakat Türkiye’de kalmak demek, yasal olarak çalışma ya da okuma şansının hiç olmadığı bir yerde kalmayı kabul etmek demek. Durum değişsin diye beklemeyi kabul etmek, sadece beklemek demek. Ancak gençliğimiz uzun sürmeyecek. Grubumuzda on bir Suriyeli var. Bir de Fransız. Onun için, pasaportu sayesinde, bütün sınırlar açık. Bu sistemde o bir insan, onun nerede isterse orada olma hakkı ve imkanı var. Farklı sebeplerden dolayı, fakat ortak olan bu deneyimi hep beraber yaşama arzusuyla İstanbul’u terkettik ve şu anda “nafarat”ların da tekrardan insan olabileceği bir ülkeye doğru yola koyulduk. Amacımız bu, en azından.

Bölüm 1: İzmir. İstikamet: Yunanistan.

Basmane, İzmir (1/3)

Çantalarımız hazır. Yanımıza minimum eşya aldık: pasaportlarımız (çok bir değeri olmasa da), telefonlarımız ve pillerimiz, uyku tulumları, bir ilkyardım çantası, ‘yolculuk’u kaydetmek için iki kamera ve birkaç giysi. Geçen ay boyunca haritaları ve güzergahları çalıştık. Bizi Yunan adalarından birine bin dolar karşılığında geçirebilecek bazı kaçakçılarla iletişim kurduk. İstanbul’dan otobüsle yola çıktık ve Basmane’ye ulaştık. İzmir’de tren garı yakınlarında bir mahalleye. Aynı gün ya da bir sonraki gün yola çıkmayı umuyorduk. En sonunda 6 gün boyunca orada beklemek zorunda kaldık.

basmane3

Basmane’deki atmosferi anlatmak çok kolay değil. Her yerde Avrupa’ya geçme sıralarını bekleyen göçmenlerle dolu oteller var. Bir otel odasının masrafını karşılayamayan ya da bir oda bulamayanlar, günlerini aşırı sıcak yaz gününde bir gölge peşinde koşarak geçiriyorlar. Karşımıza çıkan ilk dükkanın camında Arapça “burada can yeleği satılır” yazıyor. Geldiğimizi anlıyoruz. Meydanda, sokaklarda, göbekli kavşaklarda ve parklarda “nafarat” grupları görülüyor. Onları küçük sırt çantaları, can yeleklerini taşıdıkları siyah plastik çantalar (can yeleklerini ya da şişme simitleri her yerden satın alabiliyorsunuz) ve akıllı telefonlarından ayırt etmek mümkün. Şüphe yok ki akıllı telefonlar göçmenler için yolculuğu kolaylaştırıyor. Nitekim, kaçakçılarla iletişim kurmak, haritaları kontrol etmek ve aileyi haberdar etmek gerekiyor.

basmane

Basmane’nin anadili kesinlikle Arapça. Hala İzmir’in merkezinde olduğunuza inanmak zor, Türkiye’nin üçüncü büyük şehrinin. Göçmenlerin çoğu Suriyeli, ama birçok başka milliyetten insan da Basmane’den geçiyor. Her bir topluluğun kendi sistemi var; kendi kaçakçıları, otelleri, sokakları… İnsanlar buluşuyor ve hikayelerini anlatıyorlar. Kimi bir günde yola çıkmış, kimiyse çoktan 1, 2 ya da 5 kere denemiş, polis tarafından yakalanmış ve tekrar denemek için bekliyor. Zamanımızın çoğunu geçirdiğimiz (hatta ev diye adlandırdığımız) büyük yeşil parkın diğer tarafında atmosfer tamamiyle değişiyor. Beş yıldızlı oteller, lüks mağazalar ve boş kaldırımlarla başka bir gerçekliğe giriyorsunuz.

basmane2

Basmane’de kalmak zorunda olduğumuz altı gün neyse ki artık geçmişte kaldı. Nerede dinlenmeye çalıştıysak çoğunlukla kovulduk. Sabah sırt çantalarımızla parka girerken güvenlik görevlisi nereli olduğumuzu sordu. İtalyan olduğumuzu söyledik ve geçmemize izin verdi. Suriyelilerin girmesinin yasak olduğunu söyledi bize. Fakat İtalyanlar girebilirdi. Bir şekilde sonradan gerçeği farkettiler ve bizi dışarı attılar. Bir sabah, polisin köprünün altından çıkmamızı söylemesiyle, bir başka sabah ise, “Suriyeliler ülkenize dönün” diye bağıran bir grup genç adamın attığı yumurtalarla uyandık. Sizlere de günaydın. İnsanların bize bakışı ve bizimle konuşma biçimleri o kadar yorucu olmaya başlamıştı ki en sonunda “nafarat” otellerinin birinde 2 oda tuttuk ve vaktimizin çoğunu odada vantilatörü izleyerek ve gidiş zamanını bekleyerek geçirdik.

Basmane bir yandan şu meşhur trekking rotalarına yakın yerlerdeki köylere benziyordu. Hani içinde bir sürü trekking acentası olur, turistler de hazırlıklarını tamamlamak, aynı araç-gereçleri satın almak, turları ve ücretlerini karşılaştırmak için dolanıp dururlar… Fakat burada ne turist ne de resmi acenta var, burada savaştan kaçmış insanlar hayatlarını değiştirebilecek bir yolculuk için hazırlık yapıyorlar.

 

(Yeşil Gazete, Göçmen Dayanışma Mutfağı)

 

Nafarat: trip from Turkey to Germany – Part 1.1 Basmane

This is the story of 11 Syrian and 1 French friends. The journal from their trip, between July 15 and  August 15, passing the borders,  from Turkey  to  Syria.

Güncenin Türkçesi için burayı tıklayınız.

***

The introduction: “11 Nafar and 1 human”

(Nafar in arabic is the one without name, without right, it is a number in the mass, and it is how the smugglers are calling their clients, in arabic. “He is only a pocket of money”).

nafarats

We are a group of 12 people, 12 young persons full of hope and dreams, that met in Syria or in Turkey, and decided to go together to Europe. In the group, there is a doctor, a judge, 2 architects, a lawyer, 1 painter, 1 designer, a film maker, a social worker, a cook, an actor and a first-aider. Half of the group couldn’t continue their studies because of the war. Most of them escaped to Turkey some years before the decision to try their chance and cross the sea. But staying in Turkey means accepting to stay where there is no opportunity to work legally or to study. It means accepting to wait, only wait, for the situation to change. But our youth won’t last that long. In the group there are 11 Syrians and one French. For her, with her passport, the borders are open. In this system she is a human, she has the right and the possibility to be wherever she wants to. For different reasons, but with the common will of living this experience all together, we left Istanbul and are now on our way to a country where the nafarats could be humans again. At least, this is the goal.

Part 1: Izmir. Destination: Greece.

Basmane, Izmir (1/3)

Our bags are ready. We took the minimum: our passports (which are not worth much), our phones and batteries, sleeping bags, a first aid kit, 2 cameras to document the “trip” and few clothes. We studied the maps and the routes for the last month. We contacted some smugglers that could make us pass to one of the Greek islands, for a thousand dollars.

basmane3

We left Istanbul by bus and arrived to Basmane, the neighbourhood around the train station of Izmir. We hoped to leave on the same day or on the next one. Finally, we had to wait there for 6 days. Describing the atmosphere of Basmane is not easy. Hotels everywhere, all full of migrants waiting for their turn to get into Europe. The ones who couldn’t afford a hotel or find a room are passing their day following the shadows, on this very hot summer day. The first shop we saw had written on his window, in Arabic, “here we sell life jackets”. We knew we arrived. On the square, the streets, the round-abouts and on the park, you can see groups of “nafarats”. You can recognise them by their small backpacks, their big black plastic bags where they carry their life jackets (that you can buy everywhere, as well as the pneumatic “rubber ring”), and their smart phone. No doubt that the smart phone is facilitating the voyage for migrants. You need it to contact the smugglers, to check the maps and reassure the families.

basmane

The main language of Basmane is definitely Arabic. Hard to still believe that you are in the centre of Izmir, third biggest city of Turkey. Most of the migrants are Syrians, but many other nationalities are also passing through Basmane. For each community exists its own system; it’s own smugglers, hotels, streets… The people meet and tell their stories. Some left in one day, some tried already 1, 2 or 5 times, they got caught by the police and are waiting to try again. On the other part of the huge green park where we spent most of our time (we eventually called it our home), the atmosphere change radically. With five stars hotels, luxury shops, and empty pavements, you enter there into another reality.

basmane2

The 6 days that we had to stay in Basmane are happily in the past. We have been kicked out of most of the places where we tried to rest. A security man of the park asked us when we were entering in the morning, with our backpacks, where we were from. We answered that we were Italians, and he let us stay. The Syrians were not allowed he told us. The Italians yes. They eventually realised the truth later and kicked us out. One morning, we woke up with the police asking us to move out from under a bridge, and another one by some young guys throwing eggs at us and shooting “Syrians go back to your country”. Good morning to you too. The way the people were looking at us and talking to us became so tiring that we finally took 2 rooms in one of this nafarat’s hotel and passed most of the time there, looking to the fan and waiting for the moment to go. In a way, Basmane looks like those villages close to some very famous trekking points. They are full of trekking agencies, where all the tourist are getting prepared and buying the same equipments, comparing the tours and the prices… But this time there are no tourists, or official agencies, there are people that escaped from war and are preparing for a dangerous trip which will change their lives.

 

(Yeşil Gazete, Migrant Solidarity Kitchen)

Volkan Narcı ile Adalar, İstanbul balık stokları ve Kurbağalıdere üzerine konuştuk

Beste Bal yeni sezonu vesile etti ve Adalar Kent Konseyi’nden Volkan Narcı ile Adalar’ı, İstanbul’un balık stoklarının akıbetini, Marmara Denizi’nin canlılığını ve daha fazlasını Yeşil Gazete için konuştu

***

Yeşil Gazete: Malum yeni av sezonu başladı, av yasaklarının işleyişi hakkındaki fikirlerinizi ve beklentilerinizi paylaşabilir misiniz?

Volkan Narcı: Öncelikle yeni av sezonu tüm balıkçılar ile balıkçının yolunu bekleyen ailelerine ve tabii ki deryadan getirdikleri nimetleri yemeği bekleyen tüm insanlara hayırlı olsun.

Daha denize açılmadan yine konuşmalar başladı… Erken mi? Yoksa çok oturduk geç mi kaldık derken, görüyoruz ki aslında istavrit hala havyarını dökmemiş, tekeler ve karidesler de havyar dolu. Bunu artık tartışmayacağız. Beraber korumanın, yaşatmanın yollarını arayacağız.

Çünkü düzeltilmesi gereken aslında o kadar çok konu var ki neresinden tutsan olmuyor. Deniz ve geleceğimiz desen? Bunca saldırı, bunca düşmanca yaklaşım, bunca kirletici ve parçalayıcı nedenler… Balık desen? Geleceği hiçe sayarak avlanmanın bedelini ödüyoruz, artık türlerin yok olmasını geçtik, elimizdekilere de sahip çıkamıyoruz. Her şeyden önce gelecek nesillere tek bir canlı bırakmamacasına avlanma ve tüketme ve tabii ki işi deniz, geleceği deniz, yaşamı deniz olanların da yaşam ve geçim sıkıntısı çekmesi…

12

Neyse ki işi deniz olmadığı halde, balıkçılardan daha fazla aşkla ve gelecek korkusuyla, bu yaşamı korumaya çalışanlar var. Balıkların kaç santim olduğuyla, ne boyda ve ne zaman avlanması gerektiğiyle uğraşan tutkunlar var, Slow Food diyorlar. Bir de Defne var, herhalde yine balıktan geliyor ismi, onun takım arkadaşları var, canla başla çalışıyorlar. Kendi imkanları ile denizi temizleyenler var, yaşamı korumak için bilim adamları ile çalışanlar var. Hayalet ağ avcıları var mesela, kameralarla çekim yapıp sonra bidonlarla da bunları temizlemek için işi gücü bırakan Serço, Ekrem, Ercan var. Usulsüz ve kaçak avcılık yapılan yerlerde kaybedilip, balık yuvalarını, yaşamı kaplayıp bitiren adına hayalet avcılık dediğimiz ağlar var.. Düşünün. Ayrıca deniz yaşamını korumak için mücadele veren kurumlar var, dernekler, spor kulüpleri, dalış okulları var. Adalar Kent Konseyi var, Celal, Ahmet, Yavuz, Anıl, Gökhan, Bülent, Can adında DELİLER var.. O DELİLER ve onlara inanıp onlarla hareket eden insanlar Faruk, Fahri, Haluk..

İsimler önemli değil aslında. Önemli olan bu yüreklerin siyaset, kültür, statü gözetmeden hepsinin tek amacının deniz ve deniz yaşamı olması. Adalar’da küçücük bir noktada bu kadar çok insan var. Demek ki siyaset, çıkar, rant girmeden araya, birileri bir araya gelip güzel şeyler yapabiliyor.

YG: Adalar Bölgesi özelinde durum nedir?

V.N.: Evet. Bir de buranın mücadelesi var tüm bu kargaşa içerisinde. Adalar önemli bir yatak, burası doğal bir rezerv, Adalar korunmalı ve geçiş ile üreme, barınma, korunma yeri olarak buralar ava kapatılmalı deniyor. Elbette ama zaten yasaktı son 5 yıldır. Peki işe yaradı mı?

14

Öncelikle şunu sormak isterim. Siz en basit dürtüyle konuya baktığınızda, korunma, üreme, çoğalma için nereleri tercih edersiniz? Parklarda, sokaklarda, ortalık yerde bunu yapmazsınız sanırım. Her canlının bir yuvalayacağı güvenli alana ihtiyacı var elbette. Şimdi biz burada, Adalar’da gırgırlarla, yasak olmasına rağmen trolle avlanırken bu yuvaları yıkıyoruz. Düşünsenize. Gidip balıkların evlerini, kovuklarını, üreme alanlarını, yaşamlarını tehdit edip, parçalayıp, zarar veriyoruz.. Size yapılsa itirazınız haklı olacak. E ama onların dili yok ve size de para olarak dönüyor bu talan! Neresini tutacaksınız?

50 metre boyunda devasa tekneler, denizi sadece televizyondan görüp gelerek burada kaçak av yapanlar, milyonluk sonarlar, radarlar, GPSler, onlar bunlar.. Düşünsenize, resmen evde yatağında uyuyanları, iç çamaşırlarını bile gören bilen teknoloji ile bu denizde av yapılır mı? Ne yapıyorsunuz? Kendinize yapılmasına izin vermezdiniz, başka bir canlıya neden yapıyorsunuz?

YG: ‘Rezerv alan’ nedir peki? İşe yaradı mı? Balıkçılar bu konuya nasıl yaklaşıyor?

V.N.: Adalar dip yapısı, bulunduğu bölge, coğrafyası gereği bir doğal rezerv ve resif. Nedir bu kavramlar? Öncelikle İstanbul Boğazı biyolojik bir koridor. Karadeniz’den Ege’ye, arada tabiatın bize mucizesi ve hediyesidir Marmara Denizi. Kendine özgü akıntıları, kendine özgü alt-üst su derece farklılıkları, dip yapısı… Balığı lezzetine doyum olmayan zenginliklerle gelir masamıza. Bu koridordan geçerek gelen, hem av ve hem de avcı olan balıklar birbirini kovalarlar Adalar’a girmek için. Çünkü burası göç kuşlarından, temiz akıntılarına, tabiat varlıklarından, yüzlerce m2 taşlıklarına korunma, barınma ve üreme için en önemli adrestir. Balık burada yatak yapar, dinlenir, ürer, yaşama yaşam ekler.

15

Peki biz ne yapıyoruz? Daha denizi aşmadan, daha yoluna başlamadan bir kere yolunu kesiyoruz Boğaz’ın iki ucunda. Girişinde de çıkışında da koca koca, kilometrelerce uzun ağları, tonlarca kilo ağırlığında, milyon dolarlık sistemlerle yüklü av araçları ile bekliyoruz. Dünyaya balık ithal eden Japonya’nın bile yasakladığı özelliklerde sistemler var bu araçlarda. Balığın türünden, cinsine kadar gösterirler.. Bunun neresi balıkçılık? Neresinde ‘Reis’lik? Avlıyoruz.

Bunca tatavanın arasından kaçabilenler olursa, kuyruğu kaptırmadan, Adalar’a giriyor. Ama orada da rahat vermiyoruz. Düşünsenize. Adam tam akşam evde hanımı ile aşna fişne olacak, tepesine dikiliyoruz, hoop adamı don paça toplama kampına alır gibi… Yüzlerce çoluğu, çocuğu toplayıp avlıyor, öldürüyoruz. Her gün, her saat, her dakika, sabah, akşam durmadan, yasak olmasına rağmen, ne derinlik, ne yasak, ne yer, ne boy, ne de tür dinlemiyoruz. 13.350 km2lik bir denizin içerisinde balığın yuvası olan bu 200km2lik alanı talan ediyoruz. Toz duman ediyoruz buraları. Buralar ki balığın yatağı, evi, yuvası.. Adamın yatağını hoop ters çevir, sonra hadi yat de. E kardeşim biz sana yapalım sen yat bakalım!

Adalar bölgesinde ve İstanbul genelinde elbette hala babadan kalma yöntemlerle avlanan balıkçılar var. Bu insanlar öyle milyon dolarlarla oynamaz, milyon dolarlık aletleri de olmaz. Zaten tutabildikleri balık da bu milyon dolarlık sistemlerden ne kaçmış kalmışsa.. Sanılmasın ki yatakları başaşağı eden onlar! Olta ile yatak bozamazsınız, zarar veremezsiniz. Babadan kalma yöntemler yaşama saygılıdır.

Şimdi Adalar’a bir yasak getirildi. Denetimi sıkı tutunca ne oldu dersiniz? 3 yılda lüfer arttı, Adalar’da yeniden sardalye, istavrit kocabaş, ıstakoz, mercan, kalamar görülmeye başladı. Herkes memnun, deniz memnun, doğa memnun. Adalar memnun. Denizi çöle dönen, terk edilmiş balık yuvaları yeniden dolmaya başladı… Tabii yine usulsüz ve kaçak devam ediyor ama denizi bir bıraksak kendi haline düşünün neler olacak!

Şimdi bir yasak var, 104 no.lu harita. 2012 yılında 4 yıllığına ava yasak bölge olarak işaretlendi. Bizler de bunun genişletilmesi ve büyümesi gereğiyle uğraşıyoruz. Buralar doğal resif ve rezerv alanlar. Bırakın buraları kendi haline. Burada üreyen, gelişen balık zaten yine Boğaz’dan geçecek, gene siz avlayacaksınız. Geleceğimiz için, yaşam için, doğa için ama buranın korunması lazım. Sadece balık mı? Akdeniz’de eşi benzeri olmayan mercan yataklarımız var, tabii son direnenler bunlar çünkü son derece hassas canlılar bunlar ve korumamız gerek.

Bir de bunun bir devlet politikası olması lazım. Denizi seven, deniz yaşamını bilen, geleceğin denizden olduğunu öğrenmiş, oydan ve paradan, koltuktan büyük ve manevi bir değeri olduğunu bilen birilerinin, sadece 3 sene korunduğunda neler kazandığımızı neler kazanabileceğimizi bilen birilerine ihtiyacımız var.

Adalar’da yaşayan gönüllüler, bunları bilen insanlar var. Bakın onlar neler yapıyor. Ulusal ve uluslararası platformlarda insanlara alması ve yemesi gereken balık boylarını,  yaşamın dönmesi için gereken minimum standartları deli gibi anlatmaya çalışıyorlar. Resifler yaparak daha fazla balık köylerinin oluşması için çabalıyorlar. Denizle hiç alakası olmayan yönetime denizi anlatmaya çalışıyorlar. 

Balıkçılara gelirsek, bana göre gerçek balıkçılar (olta ile martıdan, deniz suyundan, kıpırtıdan, taş taş nokta nokta kerterizle avlanan balıkçılar) da artık bir arada. Endüstriyel balıkçılığa karşı bir paydaşlık kuruldu bile. Adalar’dan Kadıköy’e, Tuzla’ya, Kent Konseyleri var. Balıkçı kooperatifleri, sivil idare, kamu kurum ve kuruluşları, STK’lar hepsi birleşti bu alanı korumak için.

Kısacası Adalar en önemli yatak, rezerv ve korunma yeri, burayı rahat bırakmamız lazım. Burası oltacılık dışında her türlü ava kapatılmalı. Karşı kıyıları da alan Kadıköy’den Tuzla’ya ve 9 adayı da içine alan yeni bölge tarif edilmeli. Avcılık yapanların tamamının ekipmanları etiketlenmeli, kaçak avcıya göz açtırılmamalı, hayalet ağlar meselesi buraların bir daha konusu olmasın diye özel önlemler alınmalı.  Yapay resifler yapılmalı, yapılmasa bile burası doğal resif kaynağı ve rahat bırakılmalı. Denetimler hem kolluk kuvvetiyle hem de askeri kanaldan yapılmalı. Bunun için sizlerin de onlara destek vermesi gerekiyor.

Çok önemli başka bir husus da BOTAŞ boru hattı, Büyükada ve Neandros arasından geçer. Yasa gereği 500 metre kuzey ile 500 metre güneyinde avlanmak, demirlemek yasaktır. Fakat bu boruları yere sabitleyen beton bloklar büyük av teknelerinin ağları ile çekiştirilmek sureti ile yerlerinden sökülüp atılmış durumda.. Bu gidişle biir gün burada bir facia yaşanacak. Çok çok tehlikeli. Buranın da yasak alan içinde olması gerekiyor.

Adalarımızı korumamız lazım, tek nefes alanımız ve alanları hem kuşların, hem tabiat varlıklarının hem de tüm deniz yaşamının…

YG: Kurbağalıdere’nin temizlenme süreci Adalar Bölgesi’nde nasıl bir etki yarattı?

V.N.: Bir de Kurbağalıdere mevzusu var. Son zamanlarda her yerde, her haber kanalında, gazetede duyuyoruz bu Kurbağalıdere’yi. Biriken balçığın Marmara Denizi’ne, sonra Kartal’a ve nihayetinde Ömerli’ye atıldığını takip ettik. Endişe ile takip ettik. Buralara zarar verecek diye dilimiz döndüğünce anlattık. Gazetecilerle, sivil inisiyatiflerle işbirliği yaptık ve hiç değilse Adalar’a dökülmesini önlemeye çalıştık. Neden? İşimiz gücümüz yok mu?

13

Zaten bunca tekne, bunca bilgisizlik, bunca çöp, talan, denize dökülen, derin deşarja verilen milyonlarca galon atık.. yetmezmiş gibi, onu yeterince yaralamamışız gibi ufacık Marmara Denizi’nde az da olsa doğal yapısı, ekolojik önemi, canlıları, Akdeniz’de ve dünyada belki de olmayan kendine özgü gorgonları, mercanları ile yatak olan Adalar’a bu atıkları atmak olmazdı da ondan.. 

Deniz binlerce canlı, milyonlarca organizma, yaşamın en büyük döngülerinden birinin ev sahibi. Bizim yaşamamızın tek ve yegane ihtiyacı olan oksijen kaynağının %70 – 80  oranında kaynağı ama biz farkında dahi değiliz. Artık kirletmeyelim, talan etmeyelim, tartışmayalım. Ortak akıl yaratalım. Hep beraber korumanın, yaşatmanın yollarını arayalım.

 

16. Beste Bal

Röportaj: Beste Bal

(Yeşil Gazete)

 

Cizre’ye hareket eden HDP Heyeti bir kez daha durduruldu

HDP’li bakanların da yer aldığı HDP heyetinin Cizre’ye 20 kilometre kala asker ve polis tarafından durduruldu.

Habertürk’ten Ahmet Yukuş’un haberine göre Şırnak’ın sokağa çıkma yasağı süren Cizre ilçesine giden HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, Kalkınma Bakanı Ali Haydar Konca, Avrupa Birliği Bakanı Müslüm Doğan’ın da aralarında bulunduğu HDP konvoyu Mardin’in Midyat ilçesi çıkışında güvenlik nedeniyle durduruldu.

32

Polislerle yapılan görüşmelerin sonunda olumlu yanıt alınmamasının ardından Selahattin Demirtaş ve beraberindekiler, Cizre’ye doğru yürümeye başladı. Burada partilelere hitap eden ve “Geri dönmeyeceğiz” diyen Demirtaş 90 km’lik yolun 10 km’sini katetti.

Sokağa çıkma yasağının sürdüğü Cizre’ye gitmek isteyen HDPli iki bakan, HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ve 30’a yakın milletvekili, köy yolları üzerinden İdil ilçesine ulaştı.

33

Grubun önü İdil-Cizre yolunda kesildi. Geçişlerine izin verilen 2 bakan, Demirtaş ve bir grup milletvekili sabah Cizre yoluna düştü. Önleri yeniden kesilince kayalık alanda yürümeye başladılar.

Güvenlik güçleri grubu yaklaşık 3 km sonra bir kez daha durdurdu. Milletvekilleriyle polis arasında arbede yaşandı. 2 bakan kayalıklarda yürüyemeyince kara yolunda ilerlemeye başladı.

Gece boyunca silah seslerinin ve patlamaların duyulduğu ilçede 3 sivilin daha hayatını kaybettiği bilgileri geliyor.

(Habertürk)

Selahattin Demirtaş hakkında soruşturma başlatıldı

Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş hakkında soruşturma başlattı.

31Konuya ilişkin Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yapılan yazılı açıklamada, Demirtaş tarafından Diyarbakır’da yapılan basın açıklamasının içeriğindeki beyanların suç unsuru içermesi nedeniyle soruşturma başlatıldığı belirtildi.

Başsavcılığın yazılı açıklaması şu şekilde,

“Cumhuriyet Başsavcılığımızca yürütülen 2015/30431 soruşturma dosyası ‘Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyet Devletini, Devletin Kurum ve Organlarına Alenen Aşağılamak’ suçundan, Türk Ceza Kanunu’nun 301/1,4 maddeleri suçundan, Anayasanın 83’üncü maddesi uyarınca ‘Soruşturma İzni Verilmesi’ ve ‘Yasama Dokunulmazlığının Kaldırılması’ talebi ile adalet bakanlığı’na fezleke ile gönderilmekle, Cumhuriyet Başsavcılığımızca yürütülen 2015/30432 soruşturma dosyası ‘Suç İşlemeye Alenen Tahrik Etmek (Türk Ceza Kanunu’nun 214/1 maddesi), Cumhurbaşkanına Hakaret (Türk Ceza Kanunu’nun 299/1,2,3 maddeleri), Terör örgütü Propagandası Yapmak (3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun 7/2 maddesi)’ suçlarından, Anayasanın 83’ncü maddesi uyarınca ‘Yasama Dokunulmazlığının Kaldırılması’ talebi ile Adalet Bakanlığı’na fezleke ile gönderilmiştir.”

 

(Ajanslar)

Alakır Nehri Kardeşliği’nden Dayanışma Çağrısı

Antalya’nın Kumluca ilçesinde, Beydağları’nın zirvesinden doğup Alakır Vadisi’ne can veren Alakır Nehri üzerindeki HES projelerine karşı mücadele eden Alakır Nehri Kardeşliği’nden bölgedeki son gelişmeler hakkında mesaj var. 10 yıl önce İstanbul’dan Alakır Vadisi’ne gelerek Alakır Nehri’nin kıyısına yerleşen ve HES şirketleri Alakır’ın suyunu borulara hapsedecek projeleriyle yaşam alanlarının kapısına dayanana dek komşuları bildikleri ağaçlar, kuşlar, balıklarla birlikte huzurlu bir hayat süren Tuğba – Birhan Erkutlu çifti, bir diğer komşuları Elif Arığ ile birlikte Alakır Nehri’nin özgür akma hakkını yerelde savunmayı sürdürüyor.
biz-alakır-nehriyi
Geçtiğimiz aylarda Alakır Nehri Kardeşliği’nin sosyal medya hesaplarını kapatarak HES direnişini şehir şehir, sokak sokak taşımaya, Alakır’ın kardeşlerini bulundukları yerlerde yapacakları yaratıcı eylemlerle nehrin sesini çoğaltmaya çağıran Erkutlu çiftinin bölgeden verdiği son bilgiler şöyle:
“Alakır’da yine denetimsiz HES şirketi katliamı!
4 Eylül 2015 Cuma gününden beri Metamar şirketi dere yatağının direkt içine izinsiz, kanunsuz ve vicdansız bir şekilde ağır iş makinalarını sokup, kayaları parçalayarak, dere yatağıyla oynayıp bir çok canlıya zarar vermekte ve ileride oluşacak felaketlere zemin hazırlamaktadır. Günlerdir gerek bakanlık, gerek Antalya Valiliğindeki yetkililere telefonla, dilekçeyle ihbarlarda bulunmamıza rağmen sorumlu yetkililer tarafından halen hiçbir girişimde bulunulmamış olup, denetime dahi gelinmemiştir.
Tüm duyarlı dostları “181” nolu ‘Çevre İhbar Hattı’nı arayarak, “Antalya ili, Kumluca ilçesi, Kuzca Köyü Kürce mevkiindeki Metamar şirketine ait Kürce Hidroelektrik Santrali’nin ağır iş makinaları ile dere yatağının direkt içinde yürüttüğü izinsiz faaliyetini” ihbar ederek Alakır’da yaşam mücadelesi veren canlıların yanında olmaya çağırıyoruz.

Yaşamı ve barışı savunmaya devam!

Alakır Nehri Kardeşliği”

Alakır-Nehri-Kardeşliği-234

1. Derecede Doğal Sit Alanı ilan edilmesine rağmen bu kararın uygulanmadığı Alakır Nehri üzerinde dördü tamamlanmış, biri inşaat aşamasında 8 HES projesi yer alıyor. Birhan ve Tuğba, suyun kaynağına yakın ve HES kurulmamış olarak kalan tek bölgede yaşıyor. Şirketler ve destekçisi bazı yerel yöneticiler, onlara ve 3,5 yaşındaki kızı Cana Işıkla birlikte bir yıldır kendi yaptığı evinde yaşayan Elif Arığ’a psikolojik şiddet uygulayarak mücadeleden vazgeçirmeye çalışıyor. Bundan bir süre önce gece vakti evlerinin önünde 7-8 el silah sesi duyulmuş, şantiye şefiyse yaşam alanlarının bitişiğindeki araziyi satın alarak on yıldır komşuluk ettikleri asırlık meşe ağaçlarını kesmek üzere işaretlemişti. Bazı köylüler tarafından hakkında hakaret davası açılan Elif Arığ ise hafta başında Antalya Adliyesi’nde ifade verdi. Son mesajlarında doğa katliamının devam ettiği Alakır Nehri’nde yürütülen izinsiz HES faaliyetlerini ihbar etme çağrısında bulunan Alakır Nehri Kardeşliği, tüm dostlarını Alakır’ın özgür akması ve oradaki canlıların yaşam hakkı için dayanışmaya, nehirle bir olmaya, Alakır’ın çığlığını birlikte duyurmaya bekliyor.

#BizAlakırNehriyiz
Haber: Güneş Dermenci

(Yeşil Gazete)

Bildiklerimiz, bilmediklerimiz – Ümit Kıvanç

“Sözün bittiği yer” diye bir şey, en azından bizim memleket için yok. Şimdiye kadar bin defa bitmeliydi. Biterse ne olur, haliyle bilmiyoruz.

Aslına bakarsanız pek bir şey bilmiyoruz. El yordamıyla, bunca kötü tecrübenin birikimiyle ufukta işaretler bulmaya çabalıyoruz. Bilebildiklerimiz, bazıları sağlam olsa da, pek az. İçlerinden biri hayatî.

Allah nosyonundan yoksun bir İslâmcılık nasıl vücut bulabilir, insanlık suçları ve günahın dibini bulmuş insanlar hâlâ nasıl dindar olduklarını iddia edebilir, bilemiyoruz. Allah korkusunun yerine iktidar hırsını geçirebilmenin, dindarları buna ikna etmenin yolu nasıl bulunmuş, anlayamıyoruz.

Girilmiş olan felaket yolundan, birileri için güvenli ve sağlam bir iktidar çıkarmak mümkün müdür? Değildir. O halde göz göre göre hem kendilerini hem bütün memleketi felakete sürükleyenler bunu niçin yapıyor? Anlayamıyoruz. İktidarı kaybetmeme korkusu. Yargılanırız telaşı. Bunları anlayabiliyoruz. Ancak kendilerinin de mahvına yolaçabilecek bir yolun taşlarını böylesine pervasızlıkla döşeyebilmelerinde, artık akıl mantık dışı bir paralel evrene kaymış olmalarının payı ne kadar? Bunu bilemiyoruz.

Saray, her şeyden önce içine kapalı bir yönetim sisteminin kurulmasına yaradı. İçi gözükmüyor. İçinde eski tanıdıklardan kimler var, bilemiyoruz. Devlet bürokrasisi bütünüyle Erdoğan’ın denetiminde midir, onun çıkar ve buyruklarına göre mi çalışıyor yoksa yeni savaş politikası bir tür iktidar uzlaşmasının sonucu mu? Bilmiyoruz.

PKK bu savaş çağrısına neden bu kadar kolay icabet etti? Bilmiyoruz, anlayamıyoruz. Duran Kalkan’ın, başta HDP’liler, hepimizi boyuna azarladığı, herkesi idraksiz, kendisini tek akıllı ilan ettiği konuşmalarında doyurucu bir cevap bulamıyoruz. Son Dağlıca katliamı, savaşı bir üst aşamaya yükseltme ilanı değilse nedir, öyleyse nedendir, bilemiyoruz.

Hükümetin HDP’yi mahvetmek istemesi, şükür ki anlayabildiğimiz mevzular arasında. Bir yeni yol olarak, bir yeni siyaset ve gelecek tasarımı olarak HDP varolduğu sürece Reis’in başkan, partisinin tek başına iktidar olamayacağı kesin. Bu, normal siyaset yollarından değiştirilebilecek bir durum değil. AKP’nin de, hukuk, meşruiyet, fair-play gibi bir derdi yok. Ölecek kalacak olanları önemsemek diye bir derdi de yok. Dolayısıyla, 7 Haziran öncesi Türkiye’nin -Kürt illeri hariç- dört bir yanında yaklaşık 130 saldırıyla başlattığı harekâtı sürdürmesi anlaşılabilir. Lâkin bu saldırganlığı yaygın bir linç seferberliğine dönüştürmekten muradı nedir? Başlattığı kalkışmayı gerektiğinde kolaylıkla denetim altına alıp söndürebileceğini mi umuyor, buna mı güveniyor? Mevsimlik işçilerin linç edilmesi, Kürtçe konuşuyor diye insanların öldürülmesi, şehirlerarası ulaşımın korku içerisinde yapılabilen ölüm yolculuklarına dönüşmesi, dükkânların yakılması, HDP’nin hemen hiçbir yerde güvenli bir şekilde büro açamaz, varlık gösteremez hale getirilmesi, kolay kolay geri döndürülebilir işler midir? Durdurdunuz diyelim, izleri silinir mi?

Cizre’deki kuşatma ve sokağa çıkma yasağının yol açtıkları, insan olanın kabul edebileceği haller değil. Her ne oluyorsa olsun, kız çocuğunu veya yaşlı kadını vurup öldürmeye nasıl bir bahane bulunacaktır? Haydi bulundu diyelim, bu insanların cenazelerinin evlerde, üzerlerine buz konarak, dondurucularda günlerce, sevdiklerinin gözü önünde tutulması, nasıl bir büyük felakettir? “Yahu en azından şu cenazelerin kaldırılmasına izin verin” diye güçlü bir sesin çıkmaması, dinine imanına laf ettirmeyen insanlar için ne muazzam bir rezilliktir?

CHP ne yapmak istiyor? Veya ne istemiyor da kıpırdamıyor? Var mı anlayabilen? Klasik refleksler, şu bu… Katliamlara, iç savaşa doğru gidilirken de mi yerinden oynamayan bir yapı bu? Siyasi parti mi gerçekten?

Türkiye’de, her ne kadar vidaları sökülmüş, yayları dağıtılmış olsa da, en azından bu tanımı hak edebilecek ölçüde bir parlamenter rejim var mı? Meclis var mı? Yakın vadede olması öngörülüyor mu? Bilmiyoruz.

Bunlara karşılık, bildiğimiz bazı şeyler de yok değil. Başta, HDP “yol”unun hepimiz için mümkün tek barış yolu olduğu gerçeği geliyor. Sadece barış da değil HDP siyasetinin vaat ettiği. Çoğulcu bir siyaset ve toplum hayatı. Aynı memleketin, toplumun unsurları olarak bitmek bilmeyen bir düşmanlık içinde yaşamaktan bizi kurtaracak olan bir yol.

Bu, Kürtlerin haklarını silahla, savaşla almaya çalışmasını istemeyenler için de bir çıkış yolu. PKK’yi yok edemezsiniz, çünkü onu var eden gerçek sebepler var. Ancak gereksiz hale getirebilirsiniz. Siz zulmün daha büyüğünü yaptıkça, bu örgütün varlık zeminini genişletirsiniz. Üstelik, yaratacağınız tepki, yeni yetişecek nesilleri barışçı, demokratik siyaseti küçümsemeye, silahlı mücadeleyi yüceltmeye yöneltecektir ister istemez. Şimdi, Kürt diye inşaat işçilerini linç ettirerek, HDP binalarını linççi kalabalıklara yaktırarak açtığınız içsavaş yolu, muhtemelen PKK saflarına gayet geniş katılıma sebep olacak.

7 Haziran’a gelinirken HDP’nin önerdiği ve izlemeye çalıştığı çizgi, sadece savaş yerine siyaseti geçirmek için değil, hatta sadece Kürt sorununun çözümü için değil, Türkiye toplumunun farklı unsurlarının nihayet birbirine düşmanlıktan çoğulcu bir hayatın huzuruna geçebilmesi için de gayet uygun ve isabetliydi.

Bugün AKP öncülüğünde devletin izlediği çizgiyse, Türkiye toplumunun kalan farklılıklarından da arındırılması, daha da homojenleştirilmesi gibi bir projeyi çağrıştırıyor. Hıristiyanlar, Yahudiler ya gitti ya da toplum hayatına damga vuramayacak hale geldi, şimdi de Sünni ve Türk olmayan başka kim varsa gitsin veya erisin mi isteniyor? Akıl yürütmelere, yöntemlere, söylemlere bakınca, âdetâ 1915’te kalınan yerden devam edildiği gibi bir izlenime kapılabilir insan. Cizre’de polis aracından ortalığa, “Ermeni piçleri!” diye küfredilmesi basit bir şey değil.

*  *  *

Değerli okurlar, doğrusunu isterseniz, böyle zamanlarda yazıp çizdiklerimizin herhangi bir işe yarayıp yaramadığı hepten şüpheli hale geliyor. Biz, cinayetin siyaset aracı olarak kullanılmaması gerektiğini kabul etmeye çok uzak bir toplumuz. En başta devlet bir yönetme aracı olarak linçten, katliamdan bir türlü vazgeçmiyor. Linç kültürünü yüz yılı aşkın zamandır bütün canlılığıyla sürdürüyor, kuşaktan kuşağa aktarıyoruz. Şu anda memleketin pek çok yerinde insanlar can korkusu içinde yaşıyorlar. Sabaha kadar, bu linççiler nerede kimi katledecek diye beklerken, günlük siyasî yazı yazmaya çalışmak insana kendini epeyce manasız hissettiriyor. Kelimeler parmaklarınıza yapışıyor, koyduğunuz yerden geri geliyorlar, elinizi çekerken; anlamsızlık böcekleri ifadelerinizin içine düşüverip onları birden işlevsiz bırakıyor. Derin analizlere, muhteşem öngörülere değil, yavrusunu koruyan hayvanın tartışılamaz, kurcalanamaz, neyse o olan analık içgüdüsü gibi bir şeye ihtiyacımız var barış isterken. Katliamlarda olan sadece kurbanlara olmaz; katillerin de hayatı kayar, izleyenlerin de. İnanmıyorsanız, hâlâ geçmişindeki suçlarla yüzleşmemiş toplumumuzun psikolojisine, âdetâ arzu nesnesi kılınan ve tahsille derinleşen cehaletine, vazgeçilemeyen sözde bilmezliğine, savunma mekanizması olarak kullandığı şirretliğine, şiddetine bakın. Bu şartlarda yazmaya çabalarken yetersiz kalır veya saçmalarsak kusurumuza bakmayın.

Ümit KıvançÜmit Kıvanç – Radikal.com.tr

Yeşiller/Sol: “PKK amasız, fakatsız ateşkes yapmalıdır. Bu iç savaş Suriyeleşmekten öte bir sonuç vermez.”

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi dün yaşanan şiddet olayları hakkında bir açıklama yaptı.

yesiller-ve-sol-gelecek-manisadaki-radyasyon-skandali-icin-cagri-yapti-21551Merkez Yürütme Kurulu imzasıyla yapılan “İstediğiniz Bu Muydu?” başlıklı açıklamada “HDP, aslında başta Kürtler olmak üzere ve Türkler dahil bütün halkların bir arada yaşama isteğinin samimi ve kararlı odağıdır. Kürtler bu topraklarda birlikte yaşamaya devam ettikçe ve bunu ısrarla istedikçe, onlarla konuşmaktan,  müzakere etmekten ve eşit yaşam şartları oluşturmaktan başka çıkış yolu yoktur.  Dibimizde Suriye paramparça olurken, bir arada yaşamayı savunan HDP gibi bir partinin varlığı bir şanstır, bir nimettir. Onu siyaset sahnesinden itmeye çalışmak, iç savaşa ve bölünmeye davetiye çıkarmaktır.” dendi.

PKK’ye amasız fakatsız ateşkes çağrısı da yapılan açıklamanın tam metni şöyle:

 

İstediğiniz Bu Muydu?

Suruç katliamından bugüne, Türkiye’nin yaşamış olduğu son olaylar, en serinkanlı insanları bile dehşete düşürecek derecede vahim hale geldi.

Sanki bir mekanizma bilerek, planlayarak ve isteyerek ülkeyi iç savaşa götürüyor.

Bombaların patlamadığı, cenazelerin gelmediği, parti ve gazete binalarına saldırıların olmadığı bir günümüz geçmiyor artık.

Bütün toplum olarak, ölen yurttaşlarımızın acısına boğulmuşken, bu kez sokakta dolaşan kara kaşlı, kara gözlü, yöresel şivesi ile konuşan bütün yurttaşların ciddi tehdit altında olduğunu görüyoruz.

Ölümlere yurttaş tepkisi kılıfında, faşist ve lümpen güruhlar, her türlü saldırganlıklarının anlayışla karşılanacağından emin olmanın verdiği rahatlıkla, şehirleri yangın yerine çevirip, Kürt avına çıkıyor, onların iş yerlerini yakıp yıkıyor. Polis de yer yer bunların anlayışlı ağabeyi konumunda, eylemlerin planlandığı gibi sonuçlanması sürecine müşahitlik ediyor.

Medya organları organize saldırılardan başlarını kaldıramıyor.

HDP faşist ve lümpen saldırganlığın boy hedefi haline geldi. Kürtlerin bu topraklarda barış, demokrasi, özgürlük ve eşit yurttaşlık ilişkileri içerisinde yaşama isteğinin, son derece değerli bir sembolü olan bu parti, siyasal platformdan silinmek isteniyor.

Yüzyıllık sorunun çözümünde, son derece kıymetli konuma sahip olan HDP, aslında başta Kürtler olmak üzere ve Türkler dahil bütün halkların bir arada yaşama isteğinin samimi ve kararlı odağıdır. Kuruluş gerekçesi de budur. İşlerin her çıkmaza girmesinde onu örselemek ve hedef haline getirmek siyasal akılsızlıktır ve burnunun ucunu görememektir.

Kürtler bu topraklarda birlikte yaşamaya devam ettikçe ve bunu ısrarla istedikçe, onlarla konuşmaktan,  müzakere etmekten ve eşit yaşam şartları oluşturmaktan başka çıkış yolu yoktur.  Herkesin bunu artık kabullenmesi lazım.

Dibimizde Suriye paramparça olurken, bir arada yaşamayı savunan HDP gibi bir partinin varlığı bir şanstır, bir nimettir. Onu siyaset sahnesinden itmeye çalışmak, iç savaşa ve bölünmeye davetiye çıkarmaktır.

Bugün Kürt Özgürlük Hareketi’nin silahlı bir kanadının bulunması, yaşadığımız bu savaş halinin sorumlu taraflarından birinin de o olması tarihsel bir realitedir.  Hiç şüphesiz Barış ve Çözüm Sürecinin gel gitler yaşamasında, kesintilere uğramasında ve yeniden kan dökülüp nice canları kaybetmemizde, onun şiddeti seçmesinin ve kanlı eylemlerinin de büyük rolü bulunmaktadır.

Asıl görmezden gelemeyeceğimiz ve bir siyasi parti olarak bizi ilgilendiren bir başka gerçek ise, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP iktidarının Kürt sorununun çözümünde kilit bir öneme sahip köklü bir demokrasi reformunu, daha öncesinde atmış oldukları bir dizi önemli adımı da etkisiz hale getirecek şekilde sürüncemeye bırakmış olmalarıdır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP’nin bugün ülkeyi getirdikleri nokta 90’lı yıllardan daha beterdir. Bir kere geniş kesimlerde ve Kürtlerde, ciddi bir hayal kırıklığına yol açtılar. Bundan da öte, hem Türkiye hem de sayısız dünya örneğinde görüldüğü gibi çıkmaz bir yola girdiler. Bu yolun ülkeyi götüreceği yer kaos, kan ve dibe vuruştur.

Türkiye’ye ve insanlarımıza yazık etmekten vazgeçin.

Barış ve çözüm süreciyle oynamayın.

PKK amasız, fakatsız ateşkes yapmalıdır. Bu iç savaş Suriyeleşmekten öte bir sonuç vermez.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu, her şeyin vebali üzerinizdedir. Operasyonlara son verin. Yeniden görüşme zemini yaratın. Seçimlerin sükûnet, eşitlik ve adalet içerisinde gerçekleşmesi için gerekli şartları yaratın.

Bu acılı günleri fırsat bilen ve duyguları istismar eden güdümlü faşist sokak şarlatanlarının saldırganlığına ve vandallığına göz yummayın, cezasız kalmalarına meydan vermeyin.

Muktedir olan da, iktidarda bulunan da sizsiniz, hesap sizden sorulur.

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi olarak, yaşamını kaybeden canlarımızın hatırası önünde saygıyla eğilirken, demokrasinin, adaletin ve fikir özgürlüğünün herkese lazım olduğunu hatırlatmak istiyoruz!

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi

Merkez Yürütme Kurulu

09 Eylül 2015

 

(Yeşil Gazete)

Twitter ve Facebook’a erişim engelleniyor iddiası

Ülkenin dört bir yanından saldırı ve protesto haberleri gelmeye devam ederken, Türkiye’deki sosyal medya kullanıcıları dün akşam saatlerinde özellikle Twitter ve Facebook’a erişimin zorlaştığını öne sürdü.

21

Twitter’da birçok kullanıcı VPN gibi araçlardan faydalanmadığı takdirde siteye erişemediğini ifade etti.

Benzer şekilde Facebook’ta da bir yavaşlama olduğu, siteye VPN’siz erişimin zorlaştığı belirtiliyordu.

Bununla birlikte edinilen bilgiye göre Twitter ve Facebook’a erişimin engellenmesi yönünde alınmış resmi bir karar yok.

 

(Ajanslar)