Türkiye işçi sınıfı tarihinin en önemli isimlerinden Kemal Türkler, Rıza Kuas, İbrahim Güzelce, Kemal Nebioğlu ve Mehmet Alpdündar tam 50 yıl önce, 13 Şubat 1967’ de lideri oldukları sendikalarla birlikte Türk-İş’ den ayrılmışlar ve kısa adı DİSK olan Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nu kurmuşlardı.
Kemal Türkler sendikacı arkadaşlarıyla/ 1978
Türkiye’ de sınıf ve kitle sendikacılığının ilk temsilcisi olan DİSK’ e bağlı sendikaların diğer konfederasyonlara göre daha iyi koşullarda toplu sözleşmeler, daha yüksek sosyal haklar, iş yerinde üst arama uygulamalarının kaldırılması ve fazla mesailerde işçi onayı zorunluluğu gibi işçilerin “saygı” taleplerine dair kazanımları DİSK’i giderek büyütmüştü.
DİSK, 1970’ li yıllarda 15- 16 Haziran Direnişi, DGM Direnişi, 16 Mart Faşizme İhtar Eylemi, Demokrasi Mitingleri ve 1 Mayıs mitingleriyle toplumsal muhalefetin de en önünde yer almıştı.
https://www.youtube.com/watch?v=iZtEdExhyzM
Bu mücadeleci karakteriyle her zaman hedef tahtasında olan DİSK’ in 1 Mayıs 1977’ de Taksim’ de düzenlediği ve yüz binlerce insanın katıldığı miting tarihimizin en kanlı ve karanlık olaylarından birisine sahne olmuş, 37 kişi yaşamını yitirmişti.
Türkiye’ de 12 Eylül’ ün ayak seslerinin hissedilmeye başladığı günlerde, 22 Temmuz 1980’ de DİSK’ in kurucusu ve ilk genel başkanı olan Kemal Türkler, Merter’ deki evinin önünde otomobiline binerken uğradığı bir suikast sonucu öldürülmüş; cinayet şüphelisi Ünal Osmanağaoğlu’ nun ömür boyu hapis cezası talebiyle yargılandığı dava 1 Aralık 2010’ da zaman aşımı nedeniyle düşürülmüş, bu cinayet de tarihin karanlık sayfalarındaki yerini almıştı.
12 Eylül askeri darbesi sonrası DİSK yöneticileri hapishanelere atılmış, öldürülmüş, faaliyetleri yasaklanmış ve mal varlığına el konulmuştu. DİSK’in 261 yöneticisi ve 3 uzmanı cunta mahkemelerinde toplam 2053 yıl hapis cezası almıştı.
1991′de mahkemenin kararının bozulmasının ve beraata karar verilmesinin ardından 1992’de DİSK’in faaliyetleri yeniden başlamıştı. O tarihten bugüne emek ve demokrasi mücadelesini sürdüren DİSK, bugün 22 sendikasıyla mücadeleye devam ediyor.
Kuruluşunun 50. yılında DİSK’ liler ve DİSK dostları 50. Kuruluş yıldönümü etkinliğinde buluşuyor.
DİSK Korosu ve Genco Erkal da etkinlikte sahne alacaklar/ Fotoğraflar: Can Kaya- DİSK
Şişli Kent Kültür Merkezi’ndeki etkinlik, 13 Şubat 2017, Pazartesi günü, saat 19.00’da Bandista’ nın şarkılarıyla katılacağı açılış kokteyli ile başlayacak. Anma etkinliğinde Genco Erkal, Timur Selçuk, Zülfü Livaneli, Erdal Güney, Kardeş Türküler ve DİSK Korosu sahne alacak.
Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu, tüm üyelerini ve dostlarını 50. kuruluş yıldönümü etkinliğine davet ediyor.
[Dünyadan Kent Bahçeleri] yazı dizisindeki tüm yazıları buradan okuyabilirsiniz
Petrol kaynakları iyice azaldığında, petrol temelli ekonomimize ne olacak? Bizi Mad Max tarzı ilkel bir savaş ortamı mı, yoksa Ursula LeGuin’in sanayinin yokolduğu barışçıl dünyası mı bekliyor? Mesela kentlere besin ulaştırmak için yakıt tükenirse, şehirliler ne yapacak? Önümüzde hiç de ütopik olmayan bir örnek var: Küba 1980’lerde yaşadığı ambargo sonrası yüzyüze kaldığı kıtlığı kent bahçeciliği ile yenmişti.
1956’da Küba’nın nüfusunun %56’sı kırsal kesimlerde yaşarken, bu oran 1990’larda %20’ye düştü. Soğuk Savaş döneminde, Küba ekonomisi büyük ölçüde Sovyetler Birliği’nden gelen desteğe dayanıyordu. Şeker karşılığında petrol, kimyasal gübreler, zirai ilaçlar ve diğer çiftlik ürünleri alan Küba’nın gıdasının yaklaşık %50’si ithal edilmekteydi. Küba’nın gıda üretimi, Sovyet tarzı büyük ölçekli tarım endüstrisi etrafında örgütlenmişti. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden önce Küba, yılda 1 milyondan fazla sentetik gübre ve 35 bine kadar herbisit ve böcek ilacı kullanıyordu.
SSCB’nin dağılmasıyla Küba ana ticaret ortağını ve elverişli ticaret sübvansiyonlarını ve aynı zamanda petrole, kimyasal gübrelere, böcek ilacı erişimini kaybetti. Birleşik Devletler’in uyguladığı ambargo ile bu ada devlet dünyanın geri kalanından bir gecede koptu. 1989-1993 yılları arasında Küba ekonomisi %35 oranında daraldı; dış ticaret %75 düştü. Sovyet yardımı olmadan, yerli tarım üretimi de yarıya düştü. Kişi başı ortalama kalori alımı, 1989’da günde 2.900’den 1995’de 1.800 kaloriye düştü. Protein tüketimi %40 düştü.
Kübalılar kendi yiyeceklerini yetiştirmeye başlamayı öğrenmek zorundaydılar. Kimyasallar ve gübrelere erişimleri kalmadığından, toprak iyileşmeye başladı, gıda organik hale geldi. Parceleros adı verilen binlerce yeni kentsel münferit çiftçi ortaya çıktı. Küba Tarım Bakanlığı’nın (MINAGRI) desteği ile üniversiteden uzmanlar, organik pestisit ve yararlı böceklerle gıda yetiştirmeye gönüllü kişileri eğitti.
Yapay gübreler olmadan, Sovyetler Birliği’nden alınan hidroponik ekipman artık kullanılamazdı. Bunun yerine, organik bahçede kullanılabilmeleri için dönüştürüldüler. Orijinal hidrofobik üniteler (uzun dikme çimento olukları ve yüksek metal konteynırlar) şekerli atıklarla dolduruldu ve böylece hidroponik sistemler “organopónicos”a dönüştürüldü.
1990’lı yılların başında Havana’da eski otoparklarda, terk edilmiş bina bölgelerinde, balkonlarda, çatılarda ve hatta yollar arasındaki boşluklarda; kısaca her yerde “organopónicos” yaratıldı.
1998 yılı itibariyle, Havana’da resmi olarak tanınan 8000’den fazla bahçe vardı (bireysel ekilen arazilerden, devlete ait büyük gayrimenkullere kadar), tamamen organik üretim yapılıyordu ve ülkenin gıdasının yaklaşık %50’sini üretiyordu.
Kübalılar iş çıkışı şehirde bahçecilik yapmaya devam ediyor.
VIVERO ALAMAR
Küba’nın doğusundaki Santiago de Cuba’dan batısındaki Pinar del Rio’ya kadar binlerce kent bahçesi çiçek açıyor. Bu komün kent bahçelerinde yaklaşık 300,000 Kübalı kendi meyve sebzelerini yetiştirmekte ve fazlasını komşularına satmakta. Havana’da bulunan, yaklaşık 11 hektar büyüklüğündeki şehir çiftliği Vivero Alamar, Küba’daki gıda devriminin sadece bir örneği. Başkent Havana’nın doğusunda yer alan ve en büyük topluluk bahçesi olan Vivero Alamar’da 150 kişilik bir topluluk çalışıyor.
Kuruculardan biri olan Miguel Angel Salcines López, “Burada bağlılık duygumuz organik üretime dayanıyor. Topluluk olmamız ise bu bağlılığı güçlendiriyor” diyor ve ekliyor, “Ekonomik olarak daha yenilmeziz çünkü ekonomik şartlara daha iyi adapte olabiliyoruz. Buradaki üyelerimiz ve ailelerimiz ile oluşturduğumuz sosyal birlikteliğimiz olduğu için de adeta yenilmeziz.”
Küba’nın kent bahçeleri, uygun fiyatlarda yerel ve sağlıklı gıdaya ulaşımı sağlamanın yanı sıra, özellikle kadınlar ve yaşlılar için istihdam yaratıyor. Ayrıca, şehirde organik çiftçiliğin ütopik olmadığını da bizlere kanıtlıyor. Küba’nın gıdada kendine yeterliliği ve sürdürülebilirliği, kentsel ve organik gıda yetiştiriciliğinin benimsenmiş olması, gelecekte petrolün azaldığı günlerde örnek alınabilecek, ders çıkarılabilecek bir hareket. Çevreci Bill McKibben’in ifadesiyle, Küba “yarı-sürdürülebilir bir tarımın dünyadaki en büyük çalışan modeli” olabilir.
16 Nisan 2017 Pazar günü gerçekleşeceği kesinleşen Anayasa Değişikliği Referandumu’nda tek adam rejmine ‘Hayır’ diyenlerin başlattığı ve sosyal medya aracılığı ile hızla yayılan ‘Hayır’ şarkılarına bir katkı da Mersin’de Mersin 7 Renk LGBTİ Derneği öncülüğünde kurulan Mersin 7 Renk Korosu’ndan geldi.
Keçe Kurdan türküsü üzerine yazılan sözlerle dillendirdikleri, “Hayır, Hayır, Yüzbin kere Hayır” parçasında 7 Renk Koro mensupları referandum kararlarını şöyle dile getiriyor:
“Hayır, Hayır, Yüzbin kere Hayır
Yettin be artık, yedin bizi yıllardır
Hayır, Hayır, Yüzbin kere Hayır
Kalmadı artık kadınlarda hiç sabır
Bakın dünyanın çarkına kadınlar çomak sokuyor
Lezbiyenler, lubunyalar, translar da destekliyor
Bakın dünyanın çarkına kadınlar çomak sokuyor
Lezbiyenler, lubunyalar, translar da destekliyor
Kalkın, toplanın, boyun eğmeyin asla
Sokakta, meydanda, bu kadınlar isyanda
Kalkın, toplanın, boyun eğmeyin asla
Sokakta, meydanda, bu kadınlar isyanda
Hayır, Hayır, Yüzbin kere Hayır
Yettin be artık, yedin bizi yıllardır
Hayır, Hayır, Yüzbin kere Hayır
Kalmadı artık kadınlarda hiç sabır
İstanbul’da sabahın karanlık bir saatinde çorbacıdayım. Rahat olduğu iddia edilen ama oldukça rahatsız bir yolculuktan sonra Taksim meydanında servisten indim. Sırtımda ve elimde oldukça derli toplu sayılabilecek birkaç çanta vardı.
Birkaç adım yürüdükten sonra çorbacı olabileceğini düşündüğüm bir yeri gözüme kestirdim. Nitekim bol gluten haricinde içilebilecek bir çeşit çorba vardı. Onun da içinde büyük ihtimalle un vardı zaten. Yine de sabahın o karanlık saatinde, uykusuz ve yol yorgunu ben için bir şükür vesilesi oldu.
Hollywood filmlerindekine benzer bir edayla bir yandan selfservis çorbamı içiyor, bir yandan da camdan yola bakıyorum. Karşı çaprazımda Gezi Parkı var. Trafik tüm şiddetiyle akmaya hazır. Otobüsler, taksiler, koşuşturarak giden insanlar. Sanırsınız haftaiçi.
Her camdan bakıp çorba içen yalnız yolcu gibi ben de düşünceler, hatıralar ve hayaller arasında gelip gidiyorum tabii.
Arkadaki müzik yardımcı olmuyor ilhamıma ama çalakalem yazacağım, kaçarı yok. Haftalardır Alper‘in sevimli, emojili hatırlatma mesajlarına karşı elim boştu çünkü.
Oysa o kadar da şey olmuştu. Ne ki yazı yazacak kadar yoğunlaşmaya vakit de olmadı bu sürede.
Tam tamına 1 ay önceymiş İstanbul’a bir önceki gelişim. Takvimi açınca anladım. Zaman nasıl da çabuk geçiyor.
(11.01) İlk geldiğim gün ayağımın tozuyla Açıkbeyin ofisine gittim. Açıkbeyin, türlü çeşit konularda eğitimler, atölyeler düzenleyen bir yapı. Yeni kuruldu. Önümüzdeki dönem birlikte bazı çalışmalara imza atacağız kısmetse.
(12.01) Ertesi gün, Buğday Derneği’nin Kompost Konferansı vardı. Bizim ekip bayağı iyi çalışmıştı doğrusu. Bu kongre – konferans işleri alışkanlık yaptı bizim Buğday’da. Hoş, “toplaşma bizim işimiz” dedim içinden çorbamdan bir kaşık daha alırken. 11 senedir her hafta pazarda adam toplamak kolay mı? Sonra TaTuTa’ları bir araya toplamak, tohum takas edenleri toplamak, Çamtepe’de çeşit çeşit insanı, grubu toplamak.
Bir kaşık çorba daha.
(13.01) Sonra ne olmuştu? Hah evet, Buğday’ın birkaç ayda bir toplanan koordinasyon kurulu ile bir araya gelmişim. Çeşitli yerlerden tanıdığınız Oya (Ayman), Mehmet (Gürmen), Berkay (Atik), Batur (Şehirlioğlu). Leyla (Aslan) ve Gizem (Altın Nance) var bu kurulda. Her seferinde, kurumsal kararları, Buğday’ın sürekli bir yenisi eklenen acı/tatlı sorunlarını konuşuruz, yanısıra biraz ondan biraz bundan, memleketin halinden, kendi halimizden konuşuruz.
Çorba gittikçe soğuyor.
(14-15.01) Ardındaki iki gün yünlerimi bohça yapıp anlattım iki yerde. Anadolu Meraları’nın koyunlarının yünlerini elde işliyor, eğiriyor ve ürünlere dönüştürüyoruz.
Yünler derken bunu kastediyorum. Önce Halka Sanat‘ta, İstanbul Permakültür Kollektifi ev sahipliğinde, sonra da Beşiktaş‘ta Defne Samman ve Mercan Yurdakuler ev sahipliğinde.
Her iki etkinlik de çok coşkulu geçti.
Soğuk çorbanın son kaşığını da içtim.
Ve ondan sonraki üç gün İstanbul’da aylaklık etmeye karar vermiştim. Sağolsun arkadaşım Ayşen (Ergene) bana evini açtı, besledi. O günlerde uzun uzun yürüdüm. Uzun süredir gitmeyi, ziyaret etmeyi ihmal ettiğim yerlere, insanlara gittim. Roma Bostanı’na gittim mesela. Yandan yönden baktım uzun uzun. Yağmurlu bir gündü.
Amerikalı doğabilimci John Burroughs, “Sevgi olmadan bilgi kalıcı olmaz. Fakat sevgi önce gelirse bilgi kesinlikle arkasından gelecektir,” diyor. Çocuklarımızı üzerinde yaşadığımız gezegene saygı duyan bireyler olarak yetiştirebilmek için biz ebeveynlerin öncelikli görevi, erken dönemde doğa sevgisi verebilmek. Onların minik omuzlarına taşıyabileceklerinden fazla yük ve korku bindirmeden, doğayla oyun arkadaşı olmalarını sağlamak, bu yolda atacağımız ilk adım. İkinci adım ise doğayla ve yaşadığımız çevreyle uyumlu, sürdürülebilir yaşam tarzı benimsemeleri için doğru rol modelleri sunan çocuk kitapları seçmek.
Yeşil Gazete, “Çocuklar için Yeşil Kitaplar” yazı dizisi illüstrasyonu için Gonca Mine Çelik’e teşekkür ederiz
Bu amaçla biz [Çocuklar İçin Yeşil Kitaplar] adını verdiğimiz bir diziye başladık. Çocuklara çevre bilinci aşılayan, farklılıklarımızla bir arada yaşamanın mümkün olduğunu gösteren kitapları derlemeye karar verdik. Bildiğimiz kitapları anımsamaya, bilmediklerimizle tanışmaya, tanıtmaya niyet ettik.
***
Sınıftan Yükselen Sesler, benzeri defalarca yazılmış bir konuyu işliyor aslında. Öğrencilerin hayatını değiştiren, onları dayanışma ruhuyla tanıştıran, birbirlerine anlayışlı olmayı öğreten bir öğretmenin hikâyesi… Bay Terupt adındaki bu öğretmen, öğrencilerinin alışık olmadığı yöntemlerle dersleri sevdirirken birbirinden farklı mizaçtaki yedi öğrencinin kendilerini ve arkadaşlarını daha yakından tanımasını sağlıyor.
Bu yedi çocuk; Peter, Jessica, Luke, Alexia, Jeffrey, Danielle, Anna.
Peter, sınıfın yaramazı, ele avuca sığmayanı.
Jessica, okulun yenisi, tanımak ve kendini ifade etmek zorunda
Luke, araştırmayı seven, meraklı
Alexia, şımarık ve lider ruhlu, popüler olmayı sever
Jeffrey, okulu sevmiyor, her şeye karşı şüpheci
Danielle, fiziksel görünümünden dolayı rahatsızlık duyuyor, kabul görmek istiyor
Anna, çekingen, fark edilmek istemiyor
Birbirinden farklı mizaçlara sahip bu yedi çocuğun birbirleriyle olan ilişkileri ve bu ilişkilerin getirdiği doğal gerilimler kitapta oldukça başarılı bir şekilde anlatılıyor.
Özellikle kitabın yazım tekniği dikkate değer. Sırasıyla her çocuğun ağzından olaylar belli bir akışa göre anlatılıyor. Peter’in anlatımıyla başlayan hikâye sırasıyla Jessica, Luke, Alexia, Jeffrey, Danielle ve Anna’nın ağzından devam ediyor.
Birbirleri ile olan ilişkileri yaşları gereği çekişmeli ve gerilimli seyrederken gruplaşmalar, küçümsemeler, iftiralar ve dedikodularla değişime uğruyor. Bu gerilimi de Bay Terupt çözüyor her seferinde. Burada güzel olan öğretmenin boş önerilerde bulunmak yerine onları yönlendirerek doğal akışı içerisinde çözüm üretmesi.
Özellikle öğrencilerini, down sendromlu çocuklarla tanıştırması ve her çocuğun içinde taşıdığı yardımseverlik duygusunu ortaya çıkarması kitabın en güzel bölümlerinden. Bu sayede gerilimli olan arkadaşlık ilişkilerinde bile bir ortak duygu yakalamalarını sağlıyor öğretmen.
Bu yedi çocuğun ilk başlardaki tavırları, Bay Terupt’u tanıdıkça değişir ve zamanla onun ne kadar önemli bir insan olduklarını fark ederler.
Kitabın sonlarına doğru gerçekleşen talihsiz bir kaza sonucu Bay Terupt ağır yaralanır ve baştaki birbiriyle geçinemeyen bu çocuklar ortak bir üzüntüyü de yaşamak durumunda kalırlar. Hemfikir oldukları pek çok nokta vardır artık. Bu da bir öğretmen sayesinde olmuştur.
Öğretmen yedi çocuğun da hayatına dokunmuş ve onların empati düzeyini artırmayı başarmıştır. Dersleri, ezbere işlenen zor zamanlar olmaktan çıkarıp eğlenceli hale getirirken araştırmanın önemini de öğretmiştir.
Öğretmenin bir çocuğun hayatında ne kadar önemli olduğunun güzel bir örneğidir Sınıftan Yükselen Sesler.
SINIFTAN YÜKSELEN SESLER/ROB BUYEA
ALTIN KİTAPLAR
ÇEVİREN: EDA AKSAN
10+ YAŞ
272 SAYFA
Günümüzde küresel nüfusun yarısından fazlası (yaklaşık 3.7 milyar insan) kentlerde yaşıyor. Bu rakamın 2050 yılına kadar iki katına çıkması bekleniyor. Kentlerin büyüdüğüne dair soru işareti yok, ancak bu büyümenin nasıl olacağı, gezegenin sınırlarını zorlayıp zorlamayacağı, sürdürülebilir yaşama katkılarına dair tonlarca soru var.
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları ve TEMA Vakfı iş birliği ile yayınlanan Dünyanın Durumu serisinin bu yılki kitabı da, işte bu noktadan yola çıkarak “Bir Kent Sürdürülebilir Olabilir mi?’’ sorusuna yanıt arıyor. Atık yönetiminin zorluklarından toplu taşımanın geliştirilmesine ve halkın karar alma süreçlerine katılımına kadar değişik konuları inceliyor. Eser, toplulukların karşılaştığı büyük zorluklara karşı yeni geliştirilen ve umut vaat eden çözümleri incelerken günümüz kentlerinin anlık görüntüsünden yarının sürdürülebilir küresel şehir vizyonuna doğru nasıl yol alacağımız sorusuna odaklanıyor.
Kitabın ‘Kent Profili’ bölümlerinde, kentsel sürdürülebilirliği konu alan en özgün projelerde çalışan profesyoneller, birinci elden deneyimlerini paylaşıyor. Ahmedabad, Freiburg, Şangay gibi oldukça farklı kentlerin başarı öykülerini anlatıyor. Kent sakinlerinin ve vizyoner yöneticilerinin şehirlerini iyileştirmek için nasıl harekete geçtiğini dile getiriyor.
İşte bu hikayeler ve deneyimler daha iyi bir gelecek için hala umudumuz olduğunu gösteriyor. Bireylerin ve yerel idarelerin dünyada görmek istediğimiz dönüşümün liderliğini yapabileceklerini, ulusal yönetimlere ve uluslararası kurumlara örnek olabileceklerini gösteriyor. Üstelik bunu yaparken de kent sakinlerine daha yeşil, daha yaşanabilir, daha temiz, ekonomik açıdan daha refah içinde yaşam alanları sunarak.
Örneğin, Portland eski belediye başkanı, World Resource Enstitüsü ABD yeni müdürü Sam Adams’ın bu hafta belirttiği gibi federal hükümetlerin iklim değişikliği konusunda adım atmaması, kentlerin, eyaletlerin ve iş dünyasının çok daha hızlı iklim değişikliği ile mücadelesini gerektiriyor. Birçok durumda, iklim değişikliği ile mücadele konusunda önerilen çözümler zaten kentlerin yaşanılabilir olması için yapılması gerekenler.
Sadece bu hafta içinde Amerika Birleşik Devletleri’nin San Francisco kenti, yeni yapılan binalara güneş paneli zorunluluğu getiren ilk büyük ABD kenti oldu. Danimarka’nın Kopenhag kenti 2025 yılına kadar karbon emisyonlarını sıfırlamayı hedefleyen ilk büyük kent oldu. Malatya Büyükşehir Belediyesi “Malatya Entegre Çevre Tesisi” kapsamında günlük 60 bin hanenin elektrik enerjisinin çöpten üretilmesini hedeflediğini açıkladı. Denizli Belediyesi, Pamukkale ilçesinde atık suyu güneş enerjisiyle arıtacağını açıkladı. Paris Belediyesi en işlek iki caddesini araba trafiğine kapayacağını ve elektrikli tramvay ve bisiklet yollarına yer açacağını açıkladı.
Bu tarz girişimlerin o kadar fazla örneğini kitapta bulacaksınız ki insan umutlanmadan duramıyor! 2016 yılının Kasım ayında Marakeş’te gerçekleşen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin 22. Taraflar Konferansı’na ABD Başkanlık seçim sonuçlarının damga vuramamasının nedeni de bu. Özellikle iklim değişikliği ile mücadelenin sunduğu ekonomik fırsatlar, istihdam, teknolojik gelişim ve sağlıklı yaşam koşulları gibi yan faydalarının hiçbir devlet liderinin önünde duramayacağı boyuta ulaşması. Bu yüzden, iklim değişikliği ile mücadelede yerel yönetimler, iş dünyası ve sivil toplumdan birçok kurum ve aktör ile birlikte çoktan ulusal hükümetlerin hedeflerinin ötesinde bir iradeyle yer almaya kararlılar.
Dünyanın Durumu 2016
Bir Kent Sürdürülebilir Olabilir mi?
“Kanı anlama dönüştürmeden, birlikte yaşam kurulamaz.” diyor Marc Nichanian, Edebiyat ve Felaket adlı kitabında. Şimdi silahların, bombaların gölgesinde barış sözcüğünü kullanmanın suç unsuru sayıldığı bu yaslı ülkede, kederdaşlarımla birlikte bir anlamın peşindeyiz.
Özlem Çuhadar Koşal, kederdaşlarıyla Kumkapı Meryem Ana Kilisesi önünde…
Beyazıt’ta Paramaz ve arkadaşlarını selamladıktan sonra, Kumkapı’ya doğru yol alıyoruz.
Tespih Taneleri, Mıgırdiç Margosyan/ Aras, 2016
Vahram’ın lokantasını arıyoruz. Hani şu Mıgırdiç Margosyan‘ın Tespih Taneleri romanında, yaşam okulu olarak betimlenen, piyazıyla ünlü sohbet mekânını. Babası, anadilini öğrenmesi ve büyük adam olması için gönderir Mıgırdiç’i İstanbul’a. Arkadaşlarıyla birlikte Karnig Dayı’nın rehberliğinde geldikleri bu koca kent, Margosyan için adeta bir bilinmezler ülkesidir. Tanıdığı her insan, yaşadığı her olay ona Diyarbakır’ı ve çocukluk anılarını çağrıştırır. İstanbul güzeldir belki ama roman boyunca sanki anlatıcının Gâvur Mahallesi’nin küçelerinde misket oynamayı ve Dicle’nin kenarında ” Kırğlar Dağı’nın düzi/Felek ayırdı bizi” türküsünü tutturmayı daha çok istediğini hissederiz.
https://www.youtube.com/watch?v=uNiD3P4V1xo
Celal Sevimli’ nin derlediği Diyarbakır türküsünü bu videoda 40 sanatçı ve öğrenci seslendirdiler
Meryem Ana kilisesini ziyaret ettiğimizde Gâvur Mahallesi kitabındaki Der Arsen’i ve kilise ayinleri esnasında küçük Margos’un ruh halini betimleyen cümleleri tebessümle hatırlıyorum. Patrikhanenin önüne geldiğimizde ise Adana katliamı sonrasında bölgeye giderek incelemeler yapan Zabel Yeseyan‘ı düşünüyorum, yıkıntıların arasında nasıl bir ruh haliyle dolaştığını ve tanık olmanın yaşamını nasıl da değiştirdiğini… Müzikolog, koro şefi, Anadolu’da binlerce türkünün derleyicisi Gomidas‘ın ezgileri çınlıyor birden kulaklarımda, “inçu (neden)” diye haykırmak, güzellikleri yitirmenin acısını herkesle paylaşmak istiyorum.
Bir Anadolulu olan Gomidas’ ın hayat hikâyesi de şarkılarında zaman zaman kullandığı turnaların hikâyesine benzer. Kütahya’ da başlayan ve Paris’ te sona eren sabır, sevgi, onur ve özgürlük arayışıyla yazılmış sonu hazin biten bir hikâye…
20. yy. başlarında Kumkapılı çocuklar çoğunlukla Ermeni balıkçıların yaşadığı kıyı mahallesinde.
Sokağın sonuna doğru çocuklar karşılıyor bizi. Her biri birbirinden sevimli, özlem dolu çocuklar… Ne olur oynasınlar bu sokaklarda geçmişte olduğu gibi, ne olur Halil İbrahim bereketi dolsun çocukların oturduğu bütün sofralara, derken Margosyan’ın “Şişli’de Yağmur” öyküsündeki Halil İbrahim anlatımı çağrışıyor zihnimde, “Sizler Halil İbrahim’i tanır mısınız? Ben Halil İbrahim’i ilk kez bizim hamur teknesinin içinde tanıdım. Sonra da yemek masamızın çevresinde. Halil İbrahim bütün beti bereketiyle mercimek çorbasına ve ona eşlik eden birkaç baş kuru soğana, tandır ekmeğine dönüştüğünde, elimizden yakasını kurtaramaz ve bizler büyük bir iştahla onu kısa zamanda hallederiz.” Öykünün sonunda Diyarbakır’da kilerlere, büyük, kocaman göbekli küplere sığmayan Halil İbrahim’in, Diyarbakır’dan taşınıp ailece İstanbul’a geldiklerinde küflü bodrum katlarında, küçücük plastik kavanozlarda yaşayamadığını ve kalkıp göç eylediğini öğreniyoruz.
Vahram’ın lokantasının bir beyaz eşya bayisine dönüşmüş olduğunu görünce, hemen Vahram’ ı tanıyan birilerine ulaşmaya çalışıyoruz. İhsan Amca’ ya yönlendiriyorlar bizi. İhsan Amca, sadece Vahram’ ı değil, Kumkapı’nın eski dönemlerini de anlatıyor bizlere. Eskiden buralarda çok sayıda Ermeni ailenin yaşadığını, yıllarca birbirlerinin inançlarına saygılı olduklarını, 6-7 Eylül olaylarının ardından Ermeni ve Rumların semti terk ettiklerini ve onların gitmesiyle bir kültürün nasıl da yok olduğunu öğreniyoruz ondan. Bir de kız arkadaşı Seta’yı, belli ki unutamamış onu; Ermeni komşularını unutamadığı gibi. Onları çok arıyorum, diye noktalarken sohbeti gözleri dolu dolu …
Garod/ Onur Günay & Burcu Yıldız (2012)
İhsan Amca’nın gözlerinde yakaladığım özlem duygusunu, izlediğim Garod belgeselindeki müzisyen baba, oğulla buluşturuyorum inatla. Heredan hikâyesi geliyor birden aklıma. Derviş Mıho, Yaşar Kemal’in Yağmurcuk Kuşu kitabındaki İsmail’in annesi gibi büyük bir erdem örneği sergileyerek, Ermenilere ait arazileri paylaşan köylülere, arazinin artık zulüm arazisi olduğunu, ekip biçmemeleri gerektiğini söylüyor. Acaba buralarda da Ermeni komşularına yapılan haksızlıklara ses çıkartan, onları korumaya çalışan insanlar olmuş mudur? diye düşünüyorum. Tabii ki olmuştur, diyor içimdeki ses; yoksa insanlar böylesine bir eksiklik hissedebilir miydi?
Kör Agop’ un meyhanesi 1938’ den bugüne Kumkapı’ da müdavimlerini ağırlıyor
Kör Agop’ un meyhanesinde bir başka eksikliği, yok olmak üzere olan meyhane kültürünü konuşuyoruz. Sahil yolunun olmadığı zamanlarda, Agop’ un balık çorbası yaparak başlattığı Kumkapı’yla adeta özdeşleşen meyhane adabını. Şimdilerde o kültürden pek bir şey kalmadı, diyor bir işletmeci, “eskiden balık sorulurdu, şimdi önce içki soruluyor,” diye örnekleyerek…
Kumkapı’dan aramızdaki sevgi bağını daha da güçlendirerek ayrılırken, ortak yaşam kurabilmenin Nichanıan’ın kitabında belirttiği gibi ancak felaketler karşısındaki kayıtsızlığın ortadan kalkması ve yasın tutulabilmesiyle mümkün olabileceğini düşündüm yeniden.
Babam Aşkale’ ye gitmedi, Zaven Biberyan/ Aras, 2013
Anlamak ve anlaşılmak çok önemliydi, yoksa Biberyan‘ ın “Babam Aşkale’ye Gitmedi” romanındaki Baret karakteri gibi giderek yabancılaşırdık kendimize.
Kadıköy’e dönerken, Baret’ in nafia dönüşünde hissettiklerini anlamaya çalıştım bir kez daha. “Nehirler taşar, Akhisar’dan Esece’ye kamyon işlemezdi. Ekmek, azık gelmez aç kalırlardı.” Kadıköy’de herkesin ona ilgi göstereceğini zanneden Baret, beklediği ilgiyi göremeyince büyük bir hayal kırıklığına uğrar. Oysaki varlık vergisi sürecinin insanları çok olumsuz etkilediği, kendi ailesi başta olmak üzere genel olarak ilişkilerin yozlaşmasına neden olduğu açıktır. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir artık. Yalnızlar romanında cemaatleşerek aynı semtte birbirine temas etmeyen insanları işleyen Biberyan, Baret karakteri üzerinden Kafkaesk bir tarzda yalnızlığın ve yabancılaşmanın izini sürmektedir. Baret’ in yaşadığı kente yabancılaşmasına neden olan sorunlar, babasıyla ilgili öğrendiği gerçekler, kız arkadaşını sürekli olarak dönüştürme isteği ve bu konudaki başarısızlığı, giderek ait hissetmemeye hatta kaçma isteğine dönüşür. Eserde yaratılan karamsar atmosfer, Baret’ in adada, amcasıyla yaptığı sohbetler esnasında pek hissedilmez. Amca, bir sığınaktır sanki onun için, en bunaldığı zamanlarda kendini bulmak için sığındığı, nefes aldığı tek liman… Amca, bu karanlık dünyada tercihleri ve yaşam şekli bakımından belki de yerinde olmayı düşlediği tek insan…
Baret, Dişçi Sarkis, Meliha Nuri, Yoldaş Pançuni… Bir kültürü farklı açılardan tanımama vesile olan, bir anlamı tamamlayan bütün eser kişileri ve de o kişileri yaratan yazarlar… İnsanı anlama çabasıyla çıktığım bu yolculukta iyi ki tanıdım sizleri. Kendinize dair eleştirel tutumunuzu, bu ülkenin taşına toprağına sevdalı yüreklerinizin hasretini çok geç öğrenmiş ve sizleri çok geç tanımış olmanın burukluğu içerisinde olsam da felaketin kendisi olmamak, birlikte yaşayabilmek adına, “kanı anlama dönüştürme” çabasına devam etmek gerektiğine inanıyorum. Yüreğim göç yollarında turna kuşuyla birlikte kanatlandı sonsuza. Sevginin gücü kapladı benliğimi, dilerim yaşamın tüm renkleri gökkuşağının renkleri gibi ışıldasın.
İstanbul’da Avrasya Tüneli’nden bisikletle geçen 22 yaşındaki genç gözaltına alındı.
İstanbul’da Avrasya Tüneli’nden bisikletle geçen 22 yaşındaki İ.Ö. gözaltına alındı. Tünele bisikletle girdikten sonra kaskında bulunan kamera ile yolculuğunu görüntüleyip sosyal medyaya yükleyen gencin görüntülerinin kısa sürede yayılması üzerine Trafik Denetleme Şube Müdürlüğü Sivil Trafik Ekipler Amirliği genci gözaltına aldı.
https://www.youtube.com/watch?v=wTXOQavsrPw
Gayrettepe’deki Trafik Denetleme Şube Müdürlüğüne getirilen İ.Ö. Avrasya Tüneli’nden bisikletle geçmenin yasak olduğunu bilmediğini belirterek, “Heyecanıma yenik düştüm. Sosyal medya için videolar çekiyordum, internete yükleyince bir anda ses getirdi. Pişmanım, bir daha da yapmam. Zaten polisler beni bilgilendirdi” dedi.
İ.Ö. hakkında polisin ikazına uymamak ve trafik kurallarını ihlal ederek güvenliği tehlikeye sokmaktan işlem yapılacağı öğrenildi.
Mersin Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Ulaş Bayraktar, yüzlerce akademisyenin KHK ile işten atılmasına tepkisini “Hâlâ bir işim, ünvanım olduğu için, onlarla aynı ‘suçu’ işlediğim halde ismimi o listede göremediğim için kendimden utandım. Bu adaletsizliğe alet ve ortak olanlar adına utandım. İnadımı direniş bildim; ahdım olsun, siz beni atana kadar bir yere kımıldamayacağım” sözleriyle gösterdi.
Resmi Gazetede yayınlanan Kanun Hükmünde Kararname ile köklü üniversitelerden 330 akademisyen işten atıldı. İşten atılan akademisyenlerden 115’i, Bu Suça Ortak Olmayacağız bildirisine imza atan akademisyenlerdi. O bildiride imzası olan Mersin Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Ulaş Bayraktar, KHK ile akademisyen ihracına tepkisini sosyal medyada üzerinden yayınladığı bir yazı ile gösterdi. Kısa sürede çok sayıda kişi tarafından paylaşılan yazısında Bayraktar, “Akademiye hiçbir zaman büyük anlamlar yüklemedim. Ulvi bir mesleğe sahip olmak için doktora, ünvan almak için yayın yapmadım. Profesörlüğü kağıt üzerinde çoktan hak ettiğim halde kimseden kadro istemedim. Sevgilimin peşinden kendimi akademisyen buldum ve bu tabiri hiç sevmedim” ifadelerini kullandı.
Yaptığı işi, sabahın köründe ekmek yapan fırıncıdan, sokakları süpüren temizlikçiden, tüm gün ayakta duran güvenlik görevlisinden ya da gecenin üçünde yolcuya su servis eden muavinden daha önemli, kutsal görmediğini belirten Bayraktar, 8 Şubat Çasrşamba günü sosyal medya hesabından paylaştığı yazısında şu ifadeleri kullandı:
“Akademiye hiçbir zaman büyük anlamlar yüklemedim. Ulvi bir mesleğe sahip olmak için doktora, ünvan almak için yayın yapmadım. Profesörlüğü kağıt üzerinde çoktan hak ettiğim halde kimseden kadro istemedim. Sevgilimin peşinden kendimi akademisyen buldum ve bu tabiri hiç sevmedim.
Yaptığı işim, sabahın köründe ekmek yapan fırıncıdan, sokakları süpüren temizlikçiden, tüm gün ayakta duran güvenlik görevlisinden ya da gecenin üçünde yolcuya su servis eden muavinden daha önemli, kutsal görmedim. Ama bir şekilde yaptığım işe değer verdim, layıkıyla yapmaya çalıştım. Hiç kimseyle akademisyen diye arkadaş olmadım ama arkadaş bildiklerimle çok keyif aldığım bilimsel çalışmalar yaptım.
Bu sabah onlarca arkadaşımın, yüzlerce meslektaşımın daha önce işinden olmuş on binlerce kamu personelinin arasına katılmış olduğunu öğrendiğimde duyduğum en yoğun hissiyat utançtı.
Hâlâ bir işim, ünvanım olduğu için, onlarla aynı ‘suçu’ işlediğim halde ismimi o listede göremediğim için kendimden utandım. Bu adaletsizliğe alet ve ortak olanlar adına utandım.
Lanet olsun işine de mesleğine de demedim değil. ‘Allah belanızı versin, alın üniversitenizi başınıza çalın’ demek istemedim değil. Sonra 1999 depreminde yakınlarından haber alamadıkları halde trafiği açık tutmaya çalışan polisleri, hastaneden ayrılmayan doktorları, yakınlarına ulaşmaya çalışmak yerine hemen yanı başlarındaki enkazı kaldırmaya çalışan sıradan insanları hatırladım.
O yüzden bir süredir akademi bitti, artık burada bilim yapılmaz naralarının, istifaların, emekliliklerin inadına ben bu mesajı attıktan sonra bitirmek üzere olduğumuz makaleye döneceğim, bir doktora öğrencime referans mektubu yazacağım, yarın birinci sınıflarla yapacağım siyaset bilimi dersine yapacağım girişi düşüneceğim.
Ve bu sabah haksız bir şekilde işinden, mesleğinden olanların düşüncelerini aktarmaya, yarım kalan cümlelerini bitirmeye devam edeceğim. İnadımı direniş bildim; ahdım olsun, siz beni atana kadar bir yere kımıldamayacağım.”
Ankara Üniversitesi’nden ihraç edilen hocalar bugün yapılacak protesto öncesi polisin müdahalesiyle karşılaştı. Hocaları polisin elinden öğrencileri aldı.
Artı Gerçek’ten Sibel Hürtaş’ın haberine göre Ankara Üniversitesi’nde Kanun Hükmünde Kararnamelerle ihraç edilen hocalar için bugün yapılacak protesto öncesi, kampüse girişler polis tarafından engellendi. Sabah saatlerinde kampüse gelenlerin okula girişi Çevik Kuvvet ekiplerince engellendi. İhraç edilen hocalar, öğrencileri ile birlikte okula girmek istedi. Bu sırada Ana Kampüs girişindeki güvenlik noktasında gergin anlar yaşandı. Akademisyenleri kampüse almak istemeyen polis, içeri girmek için ısrar eden akademisyenleri gözaltına almak istedi. Öğrencileri hocalarını polisin elinden aldı.
Bu sırada bir sivil polis ihraç edilen akademisyenlerden Hukuk Doktoru Cenk Yiğiter’e yumruk attı. Ona sahip çıkan akademisyenleri de gözaltına almaya çalıştı. Büyük eylem öncesinde, Kampüs çevresinde çok sayıda TOMA ve çevik kuvvet ekipleri bekletiliyor. Ankara Üniversitesi’den KHK ile ihraç edilen 72 akademisyen “Buradayız, Gitmiyoruz” diyerek, bugün eylem kararı almıştı.
Kampüs önünde şiddet gören Hukuk Doktoru Cenk Yiğiter, yaşananları şöyle anlattı:
Hukuk Doktoru Cenk Yiğiter
“Ben kampüsteydim. Ancak kampüse ziyaretçilerin girişi engelleniyordu. Kampüsün güvenlik görevlileriyle konuyu konuşurken yanımıza gelen sivil giyimli biri geldi. ‘Siz kimsiniz’ dedim, ‘sanane lan’ diyerek yumruk attı. O sırada kampüs güvenlik amiri Aslan Bey hemen yanımdaydı. Tüm olanlara şahittir.
Daha sonra polisler beni gözaltına almaya çalıştılar. Öğrenciler ve arkadaşlarım beni vermek istemediler. Sonra hepimiz darp edildik. Çevik tarafından tehditlerle 200 metre sürüklendik. Bu sırada bir polis amiri Sendika Şube Yürütme üyemiz Aysun Gezer’i tehdit etti. ‘Senin ne olduğunu biliyoruz. Hepinizle görüşeceğiz’ dedi.”
“Kampüse giriş yasağı emrini veren Rektör Erkan İbiş’tir. Bu İbiş’in emriyle kampüs girişinde bugün hocalar, öğrenciler dövüldü. Ben yumruklandıktan sonra bana yumruk atan sivil polis kampüsün içindeydi ben dışındaydım. Biz üniversitelerimizden vaz geçmeyeceğiz. Hiçbir yere gitmeyeceğiz.”