Hafta SonuManşet

Garod – Özlem Çuhadar

0
Özlem Çuhadar Koşal, kederdaşlarıyla Kumkapı Meryem Ana Kilisesi önünde…

“Kanı anlama dönüştürmeden, birlikte yaşam kurulamaz.” diyor Marc Nichanian, Edebiyat ve Felaket adlı kitabında. Şimdi silahların, bombaların gölgesinde barış sözcüğünü kullanmanın suç unsuru sayıldığı bu yaslı ülkede, kederdaşlarımla birlikte bir anlamın peşindeyiz.

Özlem Çuhadar Koşal, kederdaşlarıyla Kumkapı Meryem Ana Kilisesi önünde…

Beyazıt’ta Paramaz ve arkadaşlarını selamladıktan sonra, Kumkapı’ya doğru yol alıyoruz.

Tespih Taneleri, Mıgırdiç Margosyan/ Aras, 2016

Vahram’ın lokantasını arıyoruz. Hani şu Mıgırdiç Margosyan‘ın Tespih Taneleri romanında, yaşam okulu olarak betimlenen, piyazıyla ünlü sohbet mekânını. Babası, anadilini öğrenmesi ve büyük adam olması için gönderir Mıgırdiç’i İstanbul’a. Arkadaşlarıyla birlikte Karnig Dayı’nın rehberliğinde geldikleri bu koca kent, Margosyan için adeta bir bilinmezler ülkesidir. Tanıdığı her insan, yaşadığı her olay ona Diyarbakır’ı ve çocukluk anılarını çağrıştırır. İstanbul güzeldir belki ama roman boyunca sanki anlatıcının Gâvur Mahallesi’nin küçelerinde misket oynamayı ve Dicle’nin kenarında ” Kırğlar Dağı’nın düzi/Felek ayırdı bizi” türküsünü tutturmayı daha çok istediğini hissederiz.

Celal Sevimli’ nin derlediği Diyarbakır türküsünü bu videoda 40 sanatçı ve öğrenci seslendirdiler

Meryem Ana kilisesini ziyaret ettiğimizde Gâvur Mahallesi kitabındaki Der Arsen’i ve kilise ayinleri esnasında küçük Margos’un ruh halini betimleyen cümleleri tebessümle hatırlıyorum. Patrikhanenin önüne geldiğimizde ise Adana katliamı sonrasında bölgeye giderek incelemeler yapan Zabel Yeseyan‘ı düşünüyorum, yıkıntıların arasında nasıl bir ruh haliyle dolaştığını ve tanık olmanın yaşamını nasıl da değiştirdiğini… Müzikolog, koro şefi, Anadolu’da binlerce türkünün derleyicisi Gomidas‘ın ezgileri çınlıyor birden kulaklarımda, “inçu (neden)” diye haykırmak, güzellikleri yitirmenin acısını herkesle paylaşmak istiyorum.

Bir Anadolulu olan Gomidas’ ın hayat hikâyesi de şarkılarında zaman zaman kullandığı turnaların hikâyesine benzer. Kütahya’ da başlayan ve Paris’ te sona eren sabır, sevgi, onur ve özgürlük arayışıyla yazılmış sonu hazin biten bir hikâye…

20. yy. başlarında Kumkapılı çocuklar çoğunlukla Ermeni balıkçıların yaşadığı kıyı mahallesinde.

Sokağın sonuna doğru çocuklar karşılıyor bizi. Her biri birbirinden sevimli, özlem dolu çocuklar… Ne olur oynasınlar bu sokaklarda geçmişte olduğu gibi, ne olur Halil İbrahim bereketi dolsun çocukların oturduğu bütün sofralara, derken Margosyan’ın “Şişli’de Yağmur” öyküsündeki Halil İbrahim anlatımı çağrışıyor zihnimde, “Sizler Halil İbrahim’i tanır mısınız? Ben Halil İbrahim’i ilk kez bizim hamur teknesinin içinde tanıdım. Sonra da yemek masamızın çevresinde. Halil İbrahim bütün beti bereketiyle mercimek çorbasına ve ona eşlik eden birkaç baş kuru soğana, tandır ekmeğine dönüştüğünde, elimizden yakasını kurtaramaz ve bizler büyük bir iştahla onu kısa zamanda hallederiz.” Öykünün sonunda Diyarbakır’da kilerlere, büyük, kocaman göbekli küplere sığmayan Halil İbrahim’in, Diyarbakır’dan taşınıp ailece İstanbul’a geldiklerinde küflü bodrum katlarında, küçücük plastik kavanozlarda yaşayamadığını ve kalkıp göç eylediğini öğreniyoruz.

Vahram’ın lokantasının bir beyaz eşya bayisine dönüşmüş olduğunu görünce, hemen Vahram’ ı tanıyan birilerine ulaşmaya çalışıyoruz. İhsan Amca’ ya yönlendiriyorlar bizi. İhsan Amca, sadece Vahram’ ı değil, Kumkapı’nın eski dönemlerini de anlatıyor bizlere. Eskiden buralarda çok sayıda Ermeni ailenin yaşadığını, yıllarca birbirlerinin inançlarına saygılı olduklarını, 6-7 Eylül olaylarının ardından Ermeni ve Rumların semti terk ettiklerini ve onların gitmesiyle bir kültürün nasıl da yok olduğunu öğreniyoruz ondan. Bir de kız arkadaşı Seta’yı, belli ki unutamamış onu; Ermeni komşularını unutamadığı gibi. Onları çok arıyorum, diye noktalarken sohbeti gözleri dolu dolu …

Garod/ Onur Günay & Burcu Yıldız (2012)

İhsan Amca’nın gözlerinde yakaladığım özlem duygusunu, izlediğim Garod belgeselindeki müzisyen baba, oğulla buluşturuyorum inatla. Heredan hikâyesi geliyor birden aklıma. Derviş Mıho, Yaşar Kemal’in Yağmurcuk Kuşu kitabındaki İsmail’in annesi gibi büyük bir erdem örneği sergileyerek, Ermenilere ait arazileri paylaşan köylülere, arazinin artık zulüm arazisi olduğunu, ekip biçmemeleri gerektiğini söylüyor. Acaba buralarda da Ermeni komşularına yapılan haksızlıklara ses çıkartan, onları korumaya çalışan insanlar olmuş mudur? diye düşünüyorum. Tabii ki olmuştur, diyor içimdeki ses; yoksa insanlar böylesine bir eksiklik hissedebilir miydi?

Kör Agop’ un meyhanesi 1938’ den bugüne Kumkapı’ da müdavimlerini ağırlıyor

Kör Agop’ un meyhanesinde bir başka eksikliği, yok olmak üzere olan meyhane kültürünü konuşuyoruz. Sahil yolunun olmadığı zamanlarda, Agop’ un balık çorbası yaparak başlattığı Kumkapı’yla adeta özdeşleşen meyhane adabını. Şimdilerde o kültürden pek bir şey kalmadı, diyor bir işletmeci, “eskiden balık sorulurdu, şimdi önce içki soruluyor,” diye örnekleyerek…

Kumkapı’dan aramızdaki sevgi bağını daha da güçlendirerek ayrılırken, ortak yaşam kurabilmenin Nichanıan’ın kitabında belirttiği gibi ancak felaketler karşısındaki kayıtsızlığın ortadan kalkması ve yasın tutulabilmesiyle mümkün olabileceğini düşündüm yeniden.

Babam Aşkale’ ye gitmedi, Zaven Biberyan/ Aras, 2013

Anlamak ve anlaşılmak çok önemliydi, yoksa Biberyan‘ ın “Babam Aşkale’ye Gitmedi” romanındaki Baret karakteri gibi giderek yabancılaşırdık kendimize.

Kadıköy’e dönerken, Baret’ in nafia dönüşünde hissettiklerini anlamaya çalıştım bir kez daha. “Nehirler taşar, Akhisar’dan Esece’ye kamyon işlemezdi. Ekmek, azık gelmez aç kalırlardı.” Kadıköy’de herkesin ona ilgi göstereceğini zanneden Baret, beklediği ilgiyi göremeyince büyük bir hayal kırıklığına uğrar. Oysaki varlık vergisi sürecinin insanları çok olumsuz etkilediği, kendi ailesi başta olmak üzere genel olarak ilişkilerin yozlaşmasına neden olduğu açıktır. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir artık. Yalnızlar romanında cemaatleşerek aynı semtte birbirine temas etmeyen insanları işleyen Biberyan, Baret karakteri üzerinden Kafkaesk bir tarzda yalnızlığın ve yabancılaşmanın izini sürmektedir. Baret’ in yaşadığı kente yabancılaşmasına neden olan sorunlar, babasıyla ilgili öğrendiği gerçekler, kız arkadaşını sürekli olarak dönüştürme isteği ve bu konudaki başarısızlığı, giderek ait hissetmemeye hatta kaçma isteğine dönüşür. Eserde yaratılan karamsar atmosfer, Baret’ in adada, amcasıyla yaptığı sohbetler esnasında pek hissedilmez. Amca, bir sığınaktır sanki onun için, en bunaldığı zamanlarda kendini bulmak için sığındığı, nefes aldığı tek liman… Amca, bu karanlık dünyada tercihleri ve yaşam şekli bakımından belki de yerinde olmayı düşlediği tek insan…

Baret, Dişçi Sarkis, Meliha Nuri, Yoldaş Pançuni… Bir kültürü farklı açılardan tanımama vesile olan, bir anlamı tamamlayan bütün eser kişileri ve de o kişileri yaratan yazarlar… İnsanı anlama çabasıyla çıktığım bu yolculukta iyi ki tanıdım sizleri. Kendinize dair eleştirel tutumunuzu, bu ülkenin taşına toprağına sevdalı yüreklerinizin hasretini çok geç öğrenmiş ve sizleri çok geç tanımış olmanın burukluğu içerisinde olsam da felaketin kendisi olmamak, birlikte yaşayabilmek adına, “kanı anlama dönüştürme” çabasına devam etmek gerektiğine inanıyorum. Yüreğim göç yollarında turna kuşuyla birlikte kanatlandı sonsuza. Sevginin gücü kapladı benliğimi, dilerim yaşamın tüm renkleri gökkuşağının renkleri gibi ışıldasın.

 

Özlem Çuhadar Koşal

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.