Kanun Hükmünde Kararname ile (KHK) işinden ihraç edilen akademisyen Nuriye Gülmen açlık grevinin 264. gününe Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde devam ediyor. Açlık grevinin 75’inci gününde tutuklanan eğitimciler Nuriye Gülmen ve Semih Özakça hakkında açılan davanın 5. duruşması bugün Sincan Cezaevi Kampüsü’nde bulunan duruşma salonunda görülüyor.
Savcı, Nuriye Gülmen’in kaçma şüphesi olmaması ve delilleri karartma ihtimali olmaması gerekçesi ile adli kontrolle serbest bırakılmasını istedi.
Duruşmayı CHP Milletvekilleri Ali Haydar Hakverdi, Mahmut Tanal, Hilmi Yarayıcı, Ali Şeker ile Bağımsız Ankara Milletvekili Aylin Nazlıaka, ÖDP Eş Genel Başkanı Alper Taş, KESK Eş Başkanları, akademisyen Baskın Oran ile Veli Saçılık izliyor.
Özakça ve Karadağ’ın katıldığı duruşmaya Gülmen ise tutulduğu Numune Hastanesi’ndeki mahkum koğuşundan SEGBİS aracılığıyla bağlandı.
Ne olmuştu?
KHK ile ihraç edildikten sonra açlık grevine başlayan, ardından tutuklanan akademisyen Nuriye Gülmen ile öğretmen Semih Özakça’nın yargılandığı davanın 4’üncü duruşmasında, Semih Özakça’nın elektronik kelepçe şartıyla tahliye edilmesine, Nuriye Gülmen’in ise tutukluluğunun devamına karar verilmişti.
Almanya’da geçtiğimiz hafta gerçekleşen üçüncü rüzgar enerjisi ihalesinde fiyat seviyesi yüzde 40 oranında geriledi.
Wind energy plant, North Sea coast, Schleswig-Holstein, Germany
Almanya Federal Ağ İdaresi Bundesnetzagentur (BNetzA) tarafından açıklanan bilgilere göre 1.000 MW’lık kapasite için gerçekleştirilen ihalede, toplam kurulu güçleri 2.591 MW olabilecek 210 proje için teklif verilirken, ortalama teklif ise 3,8 avro-sent olarak gerçekleşti. İhale sonucunda ise toplam kapasiteleri 1.000,4 MW olacak 61 projeye yatırım izni sağlandı.
Tüm teklifler yurttaş enerji kooperatiflerinden
Yatırım izni kazanan projeler arasında kilovat-saat başına en düşük teklif 2,2 avro-sent, en yüksek teklif ise 3,82 avro-sent olarak, ortalama fiyat ise 3,4 avro-sent olarak gerçekleşti. Bununla birlikte ihalede kazanan tekliflerin neredeyse tamamı yurttaş enerji kooperatifleri (Bürgerenergiegesellschaften) tarafından verildi.
Böylelikle Almanya’daki rüzgar enerjisi fiyatları Mayıs ayında gerçekleşen ilk ihaleye göre yüzde 40 oranında gerilemiş oldu. Bu yılın Mayıs ayında gerçekleşen ilk ihalede kazanan projeler için ortalama fiyat 5,7 avro-sent, Ağustos ayındaki ikinci ihalede ise 4,28 avro sent olarak gerçekleşmişti.
Kazanan projelerin 4,5 yıl içinde tamamlanarak devreye alınması gerekiyor.
Türkiye’nin güzide tatil mekanlarından olan Bodrum’daki nadide koyların talana kurban gitmemesi için çevre hakları savunucularının verdiği mücadele sürüyor. Gündoğan Çetirge (Çetilli) Burnu’nda Besa Firması’nın inşaat hafriyatı ile denizi doldurarak, 31 dönümlük dolgu alanı yaratması ile gelişen hukuki süreç, 24 Kasım’da yapılan duruşmada para cezası ile sonlanırken, Hazinenin açtığı dava 30 Kasım Perşembe günü saat 09.30’da görülecek.
Metrekareye 1 TL ver, denizi doldur!
Gündoğan Çetirge ( Çetilli) Burnu’nda Besa Firması’nın inşaat hafriyatı ile denizi doldurarak, 30 dönümlük dolgu alanı yaratmasına karşılık açılan kamu davasına Peynir Çiçeği ve Bodrum Denizciler Derneği müşteki olarak müdahil olmaları kabul edilmezken, Bodrum 6. Asliye Ceza Mahkemesi’nde 24 Kasım’da gerçekleşen duruşmada karar verildi. Efe Bezici’nin sahibi olduğu Besa Firma Yetkilisine yönelik “Kıyı Kanuna Aykırılık suçu işlendiği sabit görülerek, 1 yıl 2 ay hapis cezasının, 11 ay 20 güne indirilmesine, bu cezanın da 31.500. TL para cezasına çevrilmesine karar verildi.” Verilen karardan da görüldüğü üzere, yaklaşık 31 dönüm dolgu alanına verilecek ceza, metre kareye 1 Tl’ye tekabül ediyor.
Hazine de dava açtı
Mahkemenin verdiği kararla ilgili kamu davasına müşteki olarak katılan Peynir Çiçeği ve Bodrum Denizciler Derneği yetkilileri görüşlerini şu sözlerle paylaştı:
“Davanın 6 celsede sonuçlanması bile olumlu bir gelişme. Ceza almaları da, yaptıklarının ispatı anlamında önemli. Elbette yeterli değil. Ancak bizleri müdahil olarak kabul etmediklerinden, söz hakkımız olmadı. O nedenle, karara her iki tarafa da itiraz hakkı tanındığından, biz de gerekçeli kararın elimize gelmesini takiben “müdahil olmalıydık ve verilen cezanın yapılan doğa katliamı ve yasaları çiğnemenin karşılığı olmadığını düşünüyoruz ” diyerek temyiz edeceğiz. Bu arada, 30 Kasım 2017 Perşembe günü 1. Asliye Hukuk mahkemesinde saat.09.30 da Hazinenin BESA aleyhine açtığı “meni müdahale ve kal (dolguyu kaldırma, kıyıyı eski haline getirme) davası başlıyor. Bu bir ceza davası değil, 31 dönümü kaldırması, işgale son vermesi için açılan dava. O nedenle vatandaşlar da müdahil olabilir, davaya katılabilir. Bizler orada olacağız.” dediler.
Akkuyu Nükleer Santralı projesi otuz yıldır gündemde. En son Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından verilen 1 Aralık 2014 tarihinde Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) olumlu kararı verildi. Karara karşı meslek odaları, dernekler, nükleer karşıtı yurttaşlar, milletvekilleri, siyasi partiler, 13 ayrı dosya ile iptal davası açtılar. Davanın duruşması; Cumhurbaşkanı’nın “Rahatsız olsalar da nükleer santralı yapacağız” sözünü söylediği günün ertesinde 22 Kasım’da Danıştay 14. Dairesi’nde yapıldı, karar önümüzdeki günlerde açıklanacak.
Nükleer santral söz konusu olunca söylenecek çok şey var, dünyanın yaşadığı bunca deneyim sonunda nükleer santralın kendisinin başlı başına bir tehdit oluşturduğu artık kabul ediliyor. Tabi ki nükleer santral lobisi ve onun destekçileri öyle düşünmüyorlar.
Fukuşima felaketinin üzerinden 6,5 yıl geçti ama halen etkileri devam ediyor. Japonya’nın Dai ichi Nükleer Santralindeki reaktörlerin soğutma işlemleri halen devam ediyor, radyoaktif kirliliğe bulaşan soğutma suyunu depolamaya tank yetişmiyor, biriktirilen radyoaktif suyun miktarının 800 bin tona ulaşması ve depolanacak yer kalmaması üzerine belli aralıklarla denize boşaltım yapılıyor, buna ilaveten tanklarda biriktirilen radyoaktif suyun her gün 300 tonu denize sızıyor. Toplanan radyoaktif atıkların muhafazası için 300 metre derinlikte kalıcı depo yapılması planlanıyor, 100 yıl kullanılması düşünülen bu deponun 100 bin yıl kapalı tutulması öngörülüyor.[1]
Bugün dünyada nükleer atıkların yok edilmesinin bir yolu bulunmuş değil, o yüzden bu şekilde depolanıyor. Bir kısmı da Gaziemir’de ortaya çıkanlar gibi yasadışı ticaretin konusu oluyor. Akkuyu’da Nükleer Santral kurulursa aynı şekilde atıkların ne olacağı meçhul. Depolaya depolaya nereye kadar, Çocuklarımıza miras olarak nükleer çöplük haline gelmiş bir dünya mı bırakacağız?
Akkuyu davası duruşması devam ederken haber sitelerinde Rusya’daki radyoaktif sızıntının kaynağının belli olduğu haberleri geçiyordu. Eylül ayının sonu itibariyle Dünya kamuoyunu özellikle Avrupa’yı meşgul eden radyoaktif sızıntının kaynağının Rusya’ya ait Mayak Kullanılmış Yakıt Tesisi olduğu ortaya çıktı.[2] Bu tesis, Akkuyu Santralını kuracak olan Rosatom tarafından işletiliyor. Bu olay, patlama olmasa da nükleer santraller olduğu sürece sürekli radyoaktif sızıntı tehlikesi olduğuna çarpıcı bir örnek.
Nükleer santralin yaratacağı tehditler daha da çoğaltılabilir, Akkuyu Santralı’nın Akdeniz Havzası’nın çevre sağlığı ve canlı yaşamı için ciddi tehdit oluşturacağına dair çok sayıda bilimsel çalışma var. Bunun yanı sıra çok fazla söz edilmeyen bir başka risk daha var.
Akkuyu Nükleer Santralı tamamıyla Rus nükleer teknolojisi ile kurulacak, işletecek şirketin en az yüzde 51 payı Rus Yetkili Kuruluşlarının olacak.[3] Teknolojinin Rusya’dan olması, şirketin paydaşlarının çoğunun Rusya’dan olması, santralın işletilmesi ve kontrolünün Rusya’da olacağını gösteriyor. Bugün Ortadoğu’da sıcak çatışmalar yaşanıyor, bölgemizde barış uzak gözüküyor. Savaş bölgesine çok yakın bir yere kurulacak ve Rusya’nın kontrolünde olacak nükleer santral Türkiye’nin ulusal güvenliğini nasıl etkileyecek? Bu soruya yanıt ararken Türkiye’nin bir NATO üyesi olduğunu, ulusal güvenlik sisteminin ona göre düzenlendiğini de atlamamak gerek.
Nükleer teknolojinin “ikili, askeri ve sivil kullanıma uygun” doğası nedeniyle, nükleer endüstrisi, 2014 yılı itibariyle dünyada, nükleer silah programları için kullanılmaya hazır bilinen yaklaşık 495 tonun üstünde yüksek saflıkta (yüzde 98) Pulutonyum-239 izotopu pazarlama programına başladı. Nükleer silah yapımında kullanılan malzemelerin ticareti, uluslararası anlaşmalara aykırı şekilde nükleer santral malzemesi gibi yapılabiliyor.[4] Yani nükleer santralde pekala atom silahı da üretilebiliyor.
Akkuyu Nükleer Santralının ulusal güvenliğe etkisini düşününce, iki yıl önce Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) Suriye sınırında Rus uçağını düşürmesi olayı ve yaşanan kriz akla geliyor. Yine benzer bir kriz olursa ‘elektrik enerjisi ihtiyacı için kurulan’ Akkuyu Nükleer Santralı güvenlik mi yaratacak yoksa tehdit mi? Bütün bunlar sizi kaygılandırmıyor mu, rahatsız etmiyor mu?
26 Kasım Pazar, saat 19.00’da Suren Asatryan ve arkadaşları Bakırköy’de, Leyla Gencer Opera ve Sanat Merkezi’nde İstanbullu sevenleriyle bir kez daha buluşacak. Konserde Muammer Ketencoğlu, Göktuğ Çelik ve Volkan Üncivez de çalgılarıyla Suren Asatryan’a eşlik edecekler.
Konser öncesi Suren Asatryan’ı Açık Radyo’ya konuk ettim. Suren ile müzik yaşamını, konseri ve daha birçok konuyu konuştuk.
https://www.youtube.com/watch?v=wxoX1kTgweE
Suren’i 1990’lı yılların ortalarında tanıdım. Açık Radyo’nun da ilk yıllarıydı. O günlerde Muammer Ketencoğlu, onu “Tuna’nın Beri Yanı” programına konuk etmişti.
1994 yılından sonra sık sık İstanbul’a geldi ve 7 albümü Türkiye’de yayımlandı. Şenol Filiz, Birol Yayla, Erkan Oğur gibi birçok Türkiyeli sanatçıya albümlerinde duduğuyla eşlik etti, birçoğuyla konserler verdi.
Asatryan’ın babası müziksever bir polismiş. Üç çocuğuna müzik aşkını çok küçük yaşlarda aşılamış. Abisi Gagik, garmon ve kemençeyi, kız kardeşi Anuş kanunu seçmişler. Suren de duduğu seçmiş. İlk hocası Vace Hosepyan’ı 16 yaşındayken yaz okulunda tanımış. Hosepyan ona bir duduk vermiş ve dört gün süre tanımış. Çalışmaya başlamış ve dördüncü günün sonunda onu dinlemiş ve umut görüp ders vermeye başlamış.
Asaduryan, Erivan Güzel Sanatlar Akademisi Heykel Bölümü’nde okurken bir taraftan da profesyonel müzisyen olarak çalışmaya başlamış. Henüz 17 yaşındayken müzikal yeteneğiyle ünlenmiş. Rusya’da ve Avrupa’da çeşitli konserler vermiş. Kısa bir süre sonra Ermenistan Halk Müziği Orkestrası’na kabul edilmiş. O sırada 20 yaşındaymış. Yedi yıl bu orkestrada solist sanatçı olarak çalışmış.
Sonra konservatuvar eğitimi almaya karar vermiş. Erivan Tiyatro, Edebiyat ve Müzik Akademisi’ni bitirmiş. Orada klarinet çalmayı da öğrenmiş. Ermenistan’da bir albümü yayımlanmış. Film müziklerinde yer almış. Zaman içerisinde heykel çalışmaları müziğin gerisinde bir hobi olarak kalmış. Eşi Asmik konservatuvar mezunu bir piyanist. Kızı Agata ise konservatuvarda piyano öğrencisi. Oğlu Hasmik ise müzik dışında bir yolu izlemiş ve hukukçu olmuş. Dayıları ve amcalarında da müzikle uğraşan insanlar varmış. Müziğin, tanrının bu aileye verdiği bir yetenek olduğunu düşünmeden edemiyor.
Ona göre “Müzik tanrının dilidir ve bizler onun diliyle konuşup, anlaşıyoruz”. Halklar arasında barışın, saygının, sevginin kurulmasında, ön yargıların aşılmasında müziğin çok önemli bir işlevi olduğunu düşünüyor. Hep bu yola hizmet etmeye çalışmış. Dünyada tanınan en önemli duduk sanatçılarından olan Asatryan, bütün nefesli sazların atası olarak gördüğü ve Nuh’dan beri bilinen dudukun bütün dünyada tanınması, benimsenmesi ve sevilmesi için çabalamış. O da bugün hala ustaları Markar Markaryan, Vaçe Hosepyan ve Civan Gasparyan’ın açtığı yoldan devam ediyor.
Günümüzde dudukun usta-çırak ilişkisi içinde geliştirilebilecek bir çalgı olduğunu düşünen sanatçı, konservatuvar eğitiminin tek başına yetmeyeceğini düşünüyor. Kendisini izleyen, takip eden gençlerin varlığını önemsiyor. Onlara öğretmeye ve diğer ustalardan öğrenmeye halen devam ediyor. Bir oktavlık ses dizinine sahip on delikli bir çalgı olduğu halde, onu çalmanın çellodan, klarinetten daha zor olduğunu ve öğrenmenin yaşam boyu süren bir uğraş olduğunu düşünüyor.
Ona göre dinleyenin ruhunda güzellikler yaratan duduk, çalanın ruhunda da güzellikler yaratıyor. Duduk çalmak için gerçekten yaşamanın ve aynı zamanda iyi müzisyen olmanın şart olduğunu düşünüyor. Duduk üzerinde notaları arayıp bulmanın pek de kolay bir iş olmadığını, bunun için çok çalışmanın gereğini vurguluyor.
Suren Asatryan, dudukun üretiminin kolay olmadığını vurguluyor. Bu çalgının en makbulü kayısı ağacından yapılırmış. Artık meyve vermeyen yaşlı ağacın güneş alan kısımları kesilir, uzun yıllar güneşin altında bekletilirmiş. Sonra tuzlu suya doyurup, delikleri açılırmış. Sonra yine suda bekletilirmiş. Ağızlığı ise kamıştan yapılırmış. Buz tutmuş gölden kafasını uzatan çiftleşen kamışlar seçilirmiş. Erkek kamıştan kalın ses vereni, dişi kamıştan da tiz ses vereni yapılırmış. Sonra bu kamışlardan hazırlanan ince zarlar soyulup, biçim verilip gövdeye oturtulurmuş.
Suren’in bugün kullandığı dudukun 50 yaşında olduğunu da programda öğrendim. Tabi insanı kimi zaman hüzünlendiren, kimi zaman coşturan bu sesi çıkarmak için dudukun kaliteli olması tek başına yetmiyor. Çalanın tanrısal bir enerjiyi de edinmesi gerekiyor. İkisi birleşince de dinlemeye doyulamayan, insanın insanlaşma tarihini, mücadelesini de anımsatan o mistik ses ortaya çıkıyor.
Suren Asatryan ve arkadaşları 26 Kasım Pazar günü saat 19.00’da Bakırköy, Leyla Gencer Opera ve Sanat Merkezi’nde İstanbullu sevenlerinin karşısına çıkıyorlar. Bugün Ermenistan’dan müzisyen arkadaşları Gevorg Khachatryan, Gagik Hakhverdyan, Sargis Davtyan, Loris Nıkoghosyan ve Argam Nıkoghosyan da İstanbul’a geldiler. Konserde Muammer Ketencoğlu, Göktuğ Çelik ve Volkan Üncivez de yer alacaklar.
Suren Asatryan İstanbullu müzikseverleri konsere davet ediyor.
Tutukluluk hali devam eden Anadolu Kültür Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Osman Kavala’ya bir destek de lise dönem arkadaşlarından geldi.
Robert Koleji 1975 yılı mezunları Kavala’nın tutuklu bulunduğu Silivri Ceza İnfaz Kurumu önünde yaptıkları basın açıklamasında, “Osman Kavala yalnız değildir” dediler.
Basın açıklamasının tam metni şu şekilde:
“Osman Kavala yalnız değildir!
Bugün Osman Kavala’nın liseden sınıf arkadaşları olarak, onun demir parmaklıklar arkasına atıldığı, özgürlüğünden mahrum bırakıldığı bu cezaevinin önünde bir itirazımızı seslendirmek üzere toplandık. Demokratik bir hakkımızı kullanıyor ve onun tutukluluğuna itiraz ediyoruz.
İtiraz ediyoruz, çünkü Osman Kavala’ya çok büyük bir haksızlık yapıldığına inanıyoruz. Onu yakından tanıyan arkadaşları olarak Osman’ın bir darbe girişiminin içinde yer aldığı ya da cemaat görünümlü kriminal bir örgütle ilişkisi olduğu gibi iddiaları reddediyoruz. Dünyanın yuvarlak değil düz olduğunu iddia etmek ne kadar akla, gerçeğe aykırı ise Osman’ın darbeci olduğunu ileri sürmek de bir o kadar gerçek dışıdır. Sahici bir demokrat olarak onun hayatı darbeci zihniyetle mücadele ederek geçmiştir.
Burada toplandık, çünkü aynı zamanda ona olan sevgimizi, desteğimizi, dayanışmamızı göstermek, Osman’ın yalnız olmadığını herkese duyurmak istiyoruz. Cezaevinin tel örgülerinin, demir parmaklıkların, hücre kapılarını kilitleyen sürgülerin, yüksek beton duvarların hiçbir şekilde onu bizden uzak tutamayacağını göstermek için buradayız.
Burada toplanmamız aynı zamanda bizler için büyük bir gururu paylaşmamıza da vesile oluşturuyor. Yalnızca onunla sınıf arkadaşı olmanın, onu tanımanın, onun dostu olmanın gururu değil bu. Tutuklanmasından sonra Türkiye’nin her bir tarafından, aynı zamanda dünyanın dört bir köşesinden yükselen destek dalgasıyla onun kişiliği, duruşu, ortaya koyduğu çaba karşısında ifade edilen muazzam saygı ve hayranlığa tanıklık etmekten de gurur duyuyoruz.
Osman’ın tutuklanması uluslararası düzeyde nadir görülen ölçekte bir itirazın seslendirilmesine yol açtı. Birleşmiş Milletler’den Avrupa Konseyi’ne ve Avrupa Parlamentosu’na, parlamentolardan uluslararası alanda önde gelen insan hakları ve sivil toplum kuruluşlarına, dünyanın saygın basın organlarına ve üniversitelere kadar yayılan kuvvetli ve diri bir tepki dalgası yükseldi her bir taraftan. Bu dalga her gün biraz daha genişleyerek yayılıyor.
Bu büyük dalgayı tetikleyen nedir? “Açık Demokrasi” fikir platformunun kurucusu olan Anthony Barnett’in tutuklanmasının hemen ardından Osman için kaleme aldığı yazı, bu soruya en çarpıcı yanıtı veriyor. Şöyle diyor Barnett:
“İyi olmaya çalışanlar vardır… İyi olanlar vardır… Ve Osman Kavala vardır, kendi ligini yaratmış biri olarak… Böyle birinin hayatta oluşu, onu tanıyan herkese umut verir. Bu umut, onun adaletsizliğin acısını yenmek, diyalog ve karşılıklı anlayışı desteklemek yönünde gösterdiği cömert çabalar sayesinde güçlenmiş olan herkese dalga dalga ulaşır.”
İşte bugün Osman’ın tutukluluğuna gösterilen tepkilerin yarattığı dalga, aynı zamanda onun adaletsizliğe karşı yaratmış olduğu büyük umudun da dalgasıdır aslında…
Osman, aynı yazarın ifadesiyle “İyi, cömert, özenli ve insani olan her şeyin vücut bulmuş halidir.” Onun hayatı diğerkamlığın, başka insanların, toplumun iyiliğine adanmışlığın öyküsüdür. Bütün hayatı başka insanların hayatlarına dokunabilmek, onların hayatlarını iyileştirebilmek için koşturmakla, bu amaçla hep bir yerlere gitmekle geçti. Arkadaşı Soli Özel’in onun için kaleme aldığı yazısında altını çizdiği gibi, “Osman zamanını, emeğini, iyi niyetini barış ve insanca yaşam hedefi için kullandı.”
Herkesin yardımına koştu. Yardımına koştukları azınlıklardı, kimlikleri tanınmayan, inkar edilen topluluklardı, toplumun dışlanmışlarıydı, haksızlığa uğramış olan insanlardı, acılarını duyurabilmek imkanından yoksun olanlardı, acıları paylaşılması gerekenlerdi… Osman Kavala bu durumda olanlar için her zaman büyük bir güvenceydi, bir umudun kapısıydı.
Üzerinde yaşadığımız bu topraklarda Türkiye’nin geleceğe güvenle yürüyebilmesi için demokrasi içinde kalıcı bir barışı nasıl inşa edebileceğimizin arayışı onun en önemli uğraşıydı. Yılmadan, pes etmeden Kürt sorununa barışçı bir çözümün bulunabilmesi için çabaladı, bunun için diyalog kanalları açtı.
Türkiye’de demokrasinin, insan haklarının ileri götürülebilmesi için sivil toplumun gücüne inandı, sivil toplum inisiyatiflerini teşvik etti, elindeki bütün imkanları bu doğrultuda sarf etti. Bir o kadar da kültürün gücüne, kültürün, sanatın bütün kapıları açabileceğine inandı; karşılaştığımız köklü sorunların aşılabilmesi için kültürel temasların seferber edilmesi yönünde bütün gücüyle çabaladı. Şuna şüphe yok, Türkiye’de günün birinde sivil toplum geleneğinin tarihi yazıldığında Osman Kavala bu geleneğin en önemli isimlerinden biri olarak şeref sayfasına yazılacaktır.
Osman’ın tutuklanması, sonuçları açısından yalnızca bir insanın hücreye konulması fiili ile sınırlı değildir. Osman Kavala’nın şahsında, ne yazık ki, onun temsil ettiği, simgelediği bütün değerler, idealler de demir parmaklıklar arkasına atılmıştır.
Bizler buraya gelmişken yalnızca Osman değil, onun gibi adaletsizliğe uğrayarak haksız bir şekilde bu cezaevinde tutuklu bulunan bütün düşünce suçlularını da selamlıyoruz, onlar için de adalet ve özgürlük talep ediyoruz.
Bizler okuduğumuz liseden 1975 yılında mezun olup dışarıda bizi bekleyen hayatın içine adım atarken geleceğe umutla bakıyorduk. Hepimizin sevgisini kazanmış olan bir arkadaşımızın maruz kalacağı büyük ve acımasız bir haksızlığın bizi 42 yıl sonra bir cezaevinin önünde bir araya getireceği gibi bir düşünce, o günlerde aklımızın ucundan bile geçmezdi. Ama mezun olduğumuz gün hayata ne kadar umutla bakıyorduysak, bugün de aynı ölçüde umudu canlı tutuyoruz, umutsuzluğa teslim olmayı reddediyoruz. Zaten bugün burada bulunmamız, umutsuzluğa teslim olmadığımızın, teslim olmayacağımızın ifadesidir. Çünkü Osman’ın da demir parmaklıkların arkasında umudunu hiçbir şekilde yitirmediğini ve bizlere oradan da bu yönde cesaret verdiğini biliyoruz, bunu hissediyoruz.
Bugün buradan verdiğimiz bu mesajın demir parmaklıkları, beton duvarları, demir kapıları aşıp yalnız kaldığı hücresine kadar ulaşacağına inanıyoruz.
Osman, tek kişilik hücresinde yalnız değil. Şunu çok iyi biliyoruz: Hayatına dokunduğu insanların ona duydukları sevgi, sempati ve iyilik duygularının yarattığı zenginlik, bir büyük ışık demeti olarak hücresinin içini dolduruyor, o hücreyi aydınlatıyor.
Silivri’ye veda etmiyoruz. Buraya yine geleceğiz. Özgürlüğüne kavuştuğu gün onu karşılamak üzere yine burada olacağız. O günün çok uzakta olmadığını ümit ediyoruz.
Çevre mücadelesi konusunda vatandaşların sorularına cevap verecek bir platform hayata geçti. Türkiye’de bir ilk olan ve Ekoloji Kolektifi öncülüğünde bir araya gelen yaşam savunucularının desteğiyle kurulan Ekolojik Haklar Merkezi, ekolojik temelli sorunların ortaya çıkmadan önce vatandaşların hangi haklara sahip olduğunu öğrenmelerine, doğru bilgiye nasıl ulaşabileceklerine ve sorunlarıyla ilgili nerelere başvurabileceklerine dair destek vermeyi amaçlıyor.
Ekoloji temelli sorunlara çözüm arayan çevre örgütlerinin ve hayvan hakları örgütleri gibi oluşumların da desteğiyle Türkiye’nin herhangi bir şehrinde yaşanan vatandaşlar, sorunlarına ya da merak ettikleri sorulara www.ekolojikhaklar.org adresinden faaliyetini yürüten merkezdeki online destek hattı ve sesli mesajlarla cevap bulacak.
Sistem nasıl işliyor?
Vatandaşlar ister 0850 885 13 56 numaralı telefonu arayarak, ister mesaj kutusuna not bırakarak ya da yardım masası ve canlı destek panelini kullanarak sorularını ya da sorunlarını paylaşabiliyorlar.
Kişi telefonla aradığında “Ekolojik Haklar Merkezi’ne hoş geldiniz” mesajıyla karşılanıyor. Kişisel ve iletişim bilgilerinin girilmesi isteniyor ve sorunun içeriğine göre en kısa sürede yazılı olarak başvurana dönüş yapılıyor.
Vault Karaköy’de avukat Cömert Uygar Erdem ve araştırmacı-gazeteci Doğu Eroğlu’nun sunumuyla yapılan Ekolojik Haklar Merkezi’nin tanıtımı, Türkiye’nin farklı şehirlerinden doğa hakları savunucularını, basın mensuplarını ve ekoloji mücadelesinde avukatlık yapanları bir araya getirdi.
Yardım Hattı’nın nasıl işlediğinin anlatıldığı bir video gösterisinin ardından tüm katılımcılardan merkezin işlevselliğinin güçlendirilmesi ve sürekliliğini koruyabilmesi adına bir tartışma platformu yaratılarak fikirleri alındı.
Türkiye’nin herhangi bir yerinden arama yapan vatandaş aradığı içeriğe ulaşma şansı bulacak
Yeşil Gazete’nin sorularını yanıtlayan Ekolojik Haklar Merkezi Proje Koordinatörü Arif Cem Gündoğan, “Bu işin arkasında 4 kişilik kemik bir kadro var. İş bu ekiple de bitmiyor. Gelen soruların yanıtlanabilmesi için Ekoloji Kolektifi Derneği’ne yıllardır gönüllü olarak katkı veren avukatlar ve hukuk uzmanları var. Onları da kattığımızda 30 kişilik bir ekibe ulaşıyoruz” dedi
İşin bununla da sınırlı kalmayacağını sözlerine ekleyen Erdem, “Türkiye’nin ihtiyaçlarına cevap vereceksek gönüllü sayısının da artması gerekiyor. Bir anlamda yıllardır yapılmakta olanı bu merkezle sistematik bir hale getirmiş oluyoruz. Yayılışımız çevre örgütleri, hayvan hakları örgütleri, politik ekoloji çalışan örgütlerin desteğiyle olacak. Mecralarında kendi kitleleriyle bu merkezi duyurmalarını, kendilerinin karşılaştıkları sorunları da bu web sitesine yüklemelerini rica ediyoruz. İçerik zenginleştikçe, Türkiye’nin herhangi bir yerinden arama yapan vatandaş aradığı içeriğe ulaşma şansı bulacak. Bu içeriği hep beraber geliştirmek için herkese çağrıda bulunuyoruz.” şeklinde konuştu.
Bu merkez hukuki danışmanlık vermiyor
Yeşil Gazete’nin gönüllü çeviri editörü ve Ekolojik Haklar Merkezi’nde Proje Asistanlığı görevini üstlenen Sıla Özkavaf ise Şubat ayından bu yana yürüttükleri çalışmaları şu sözlerle anlattı:
“Bu fikrin tohumunun atılması belki bir 10 yıllık sürece yayılıyor. Ekoloji Kolektifi Derneği şimdiye kadar pek çok çevre mücadelesinde vatandaşlara hukuki destek verdi, yol gösterdi, farkındalık yarattı. Fakat karşılaşılan sorunlardan bir tanesi hukuk danışmanlığı desteği verilerek belli bir yere gelinmesiydi.
Web sitemizde yazdığı gibi bu merkez hukuki danışmanlık vermiyor. Sadece verilen çevre mücadelelerinde hangi yöntemlerin izlenebileceği, hangi kamu kurumlarından bilgi alınabileceği, nerelere dilekçe yazılabileceği, katılım haklarının nasıl kullanılabileceği konusunda bilgi verilmesi üzerine kurulan bir yapı. Yaklaşık on aydır proje, bütçelendirme ve insan kaynağı üzerine çalışıyoruz. Bu süre istişareler ve toplantılarla geçti ve nihayet bir beta sürümünü çıkardık. Deneme aşamasında ve umarız ki istediğimiz şekilde evrilir ve bunu sürdürebiliriz.
Ayrıca Türkiye’de böyle bir proje ilk kez yapılıyor. İnternetten araştırabildiğimiz kadarıyla başka bir örneğini bulamadık. Güney Afrika’da sadece hukuk desteği veren “Centre for Environment” var ama bizimkinin bir örneğine rastlayamadık. Birisi görüp de böyle bir şey var derse biz de öğrenmekten mutlu oluruz.”
3 gün içinde cevap veriyoruz
Canlı destek noktasında vatandaşların sorularını alacak olan Ekolojik Haklar Merkezi Hukuk Danışmanı Ülkü Şahin ise call center mantığını şu şekilde kurduklarını anlattı.
“Kişi ilgili telefonu aradığında öncelikle Ekolojik Haklar Merkezi’nin bir tanıtımıyla karşılaşacak. Daha sonra ses kaydı alınacak. Bu ses kaydına bir başvuru numarası yönlendirilecek. Daha sonra başvuranın verdiği iletişim bilgileri üzerinden yazılı bir dönüş yapacağız. Sorunun içeriğine göre ortalama cevap süresi 3 gün olacak. Tüm başvuranların kişisel bilgileri de korunacak.”
Web sitesinde ayrıca blog kısmı da bulunuyor. Ekoloji mücadelelerindeki hukuki süreçlerle ilgili dokümanların da kullanıcılarla paylaşıldığı Ekolojik Haklar Merkezi web sitesinde farklı yerli kaynakların da paylaşılması öngörülüyor.
Yeşil Gazete ekibi de Ekolojik Haklar Merkezi’nin etkinliğindeydi
Yollar yollar, ayrılanlar ve birleşenler derken Robert Frost’un The Road Not Takenşiiri düşüyor aklıma röportaja başlamadan…
“Two roads diverged in a wood, and I—
I took the one less traveled by,
And that has made all the difference.”***
Özlem’le (Soydan) yol arkadaşlığımız yıllar öncesinde Kadıköy’de şair isimli bir sokaktaki tek oda evde başladı, bol kahve eşliğinde, biraz yıldız haritalarından, bolca sipüratalizme uzanan muhabbetlerle ilerledi, sanat sepetle harmanlandı. Sonra o yollara çıktı, ben şehir kaosunda yuvarlanarak devam ettim, bir kaçhafta önce tekrar bir araya geldik, Kadıköy’ün bu sefer en gürültülüsokaklarından birindeki geleni eksik olmayan evde. Muhabbetimizi paylaşmak istedik sizlerle de, tüm gidilmemişyolların, söylenmemişşarkıların paylaşılarak doğmasıumuduyla…
***
Irmak Keskin: Nasılsın Özlem? Cevaplanamaz soru olarak Özlem kimdir diye başlayalım mı?
Özlem Soydan: Dünya alemi yollarını şarkılar söyleyerek ve müzik yaparak arşınlar iken rüzgarı, suları, ormanları, hayvanları dinleyerek kainatın titreşimlerinin sonsuzluğunu deneyimleyen, Doğa Ana’ nın çocuklarından bir yolcuyum…
Özgeçmişim şöyle ki, Ankara Devlet Konservatuarı Opera Sahne Sanatları bölümünden mezun oldum ve İstanbul Devlet Opera ve Balesi solist sanatçılarından biriyim. İtalyan, Alman, Fransız ve Türk opera repertuarlarından pek çok opera, operet ve müzikalde başrol oynadım. Milano, Berlin, Viyana ve Londra gibi klasik müziğin beşiği olan Avrupa ülkelerinde eğitimlerim ve konserlerim oldu. Türkiye’ de Aspendos, Efes, Aya İrini, Rumeli Hisarı gibi tarihi mekanlarda festivallerde, konserlerde ve Türkiye’ nin çeşitli bölgelerine yapılan turnelerde yer aldım.
Son üç senedir ise ses ile tedavi ve şifa müziklerini öğrenmek için Asya’dan Güney Amerika’ya uzanan yolculuklarımla birlikte titreşimlerin dünya müziklerine etkilerini araştırdığım ve deneyimlediğim bambaşka bir ruhsal yolculuğa başladım.
Kutsal ses’in peşinde
Irmak Keskin: Yollar nereden başladı? Nasıl devam etti?
Özlem Soydan: Geçmiş zamanlarımdan bir zaman, sahne ışıklarından ve şehrin koşturmacasından ruhum o kadar sıkışmaya başlamıştı ki bir çıkış yolu bulmaya çalışıyordum. Kitapçıda tesadüfen bulduğum Jonathan Goldman’ın “Sesimizin Gizli Gücü” kitabı bana yepyeni bir dünyanın kapılarını açtı. Kainat, titreşimlerden oluşan büyük bir senfoni orkestrası mıydı? Yüzyıllar öncesinde Asya’ dan Afrika’ya, Amerika’ ya, Avustralya kıtasından Mısır’ a kadar uzanan bütün kadim bilgilerde bahsedilen, Yaratıcı’ nın evreni oluşturduğu söylenen “Kutsal Ses” neydi?
Kafamda yepyeni sorular oluşurken onlarca kitap okumaya başladım ve sonunda bunları deneyimlemek için yola çıkmaya karar verdim. İlk Sri Lanka’dan Vietnam’a uzanan güney Asya yolculuğumu yaptım. Hindistan Auroville’deki Swaram müzik atölyesinde ilk kez ses ile tedavi amacıyla yapılmış bir sürü enstrümanla tanıştım ve sound bath ismi verilen çalışmalara katıldım. Nepal’de Tibet çanakları ile tanıştım ve o günden beri yaptığım müzikte onları mutlaka kullanıyorum çünkü beyin dalgaları üzerinde çok önemli etkileri var. Endonezya, Bali’deki spiritüel müzik festivalinde yine ses şifacılarıyla tanıştım, sound bath çalışmalarına katıldım ve Kokopelli Kailash’dan didgeredoo dersleri aldım. Bu sırada yol şekil değiştirmeye başlamıştı, kendimi dağlarda, mağaralarda, okyanuslarda gezer buldum ve Doğa Ana ile yeniden tanışmaya başladım.
İspanya Alicante’de uzun yıllardır ses şifacılığı eğitimi veren Nestor Kornblum ve Michele Averard’ın uzun dönem kurslarına katılarak enstrümanlarla yapılan farklı tedavi tekniklerini öğrendim ve uluslararası geçerliliği olan eğitimcilik diplomamı aldım. Nestor Kornblum’dan armonik şarkıcılığı tekniğini öğrendim ve o zamandan beri armonik şarkıcılığı yapıyorum, tekniğimi geliştiriyorum.
İkinci Hindistan yolculuğum kuzey Hindistan’da Himalayalar bölgesinde neredeyse tamamen sessizlikle geçen bir dönemdi. Rishikesh’de bulduğum el yapımı metal davulum Shakti ile yalnız dağ köylerinde, ormanlarda dolaştım. Yıllardır alışık olduğum şarkıcılık tekniğini tamamen değiştirerek sesimi en doğal haliyle kullanmaya ve sesim aracılığıyla özümle, sezgilerimle ve doğadaki seslerle iletişim kurmaya başladım.
Baba Himalayalar’da dolaşırken Ana Pachamama’nın beni çağıran sesini işittim ve Güney Amerika yolcuğuna karar verdim.
Geçtiğimiz seneden beri Güney Amerika’da dolaşarak şaman müziklerini ve şifa şarkılarını öğreniyorum, müziğimle harmanlıyorum. Özellikle Kolombiya bölgesindeki şamanlarla uzun zaman geçirdim, Sierra de Nevada’da Kogi’lerle tanıştım. Amazonların Peru, Kolombiya ve Brezilya bölgelerindeki farklı yerli topluluklarla birlikte kaldım. Şaman kadim bilgileri ve müzikleri yapılan seramonilerde, evrensel birlik ve barış için dünyanın çeşitli ülkelerinden gelmiş gezginlerle toplanarak müzik yapıyoruz ve Doğa Ana’ya karşı yapılan katliamları durdurabilmek için nasıl mücadele edebileceğimizi konuşuyoruz.
Irmak Keskin: Yol maceraların üzerine bir de blogun var, biraz da ondan bahsedelim mi?
Özlem Soydan: Yol boyunca yazdığım günlükler, fotoğraflar ve videolar birikince geçen sene bir blog oluşturdum. Kainat Ses’sizlikmiş.
Bloğumda gezdiğim ülkelerdeki yol anılarım ve müzik deneyimlerimin dışında titreşimler üzerine yaptığım araştırmalar süresince edindiğim bilgileri paylaşıyorum.
Irmak Keskin: Peki nedir bu sesler, vibrasyonlar, şifalar?
Özlem Soydan: Gökyüzündeki devasa gezegenlerden vücudumuzdaki kan dolaşımına, nefes alış verişimize her şey hareket halindedir. Titreşir ve yankılanır. Atom parçacıkları birbirleri etrafında dönerlerken sesler çıkarırlar ve beyin dalgalarımız da işitebileceğimiz frekanslara sahiptir. Evrende her şey titreşim halindedir!
Farklı kültürlerde ve kıtalarda bulunan yazılı bilgilerde, titreşimin dünyayı yaratan ana unsur olduğu söylenmiştir. Hindistan’da “Dünya Ses’ tir “ deyişi, günümüzde kuantum fizikçisi Michio Kaku gibi önemli bir bilim insanının “Herşey Müziktir” deyimiyle birleşmiştir.
İnsanoğlu var olduğundan beri oluşan uygarlıklar ve toplumlara baktığımızda hep şarkı söylediklerini, dans ettiklerini ve duygularını, yakarışlarını, korkularını, öfkelerini, sevinçlerini bölgelere göre farklılık gösteren ritüellerle ifade ettiklerini ama bunların içinde mutlaka bedenlerini ve seslerini kullandıkları gelenekleri olduğunu biliyoruz. Şarkı söylemek, insanoğlunun değişmeyen özelliklerinden biri. Sesleri kullanan eski mistik okullarında seslerin, ruh ve beden arasındaki sağlıklı iletişimi sağlayan en önemli ve hayati enerji kaynağı olduğu biliniyordu.
Şehir yaşamı ve gelişen teknoloji insanları hızlı bir koşturmacanın içinde sürüklerken etraftaki ses kirliliği her geçen gün çoğalıyor. Arabaların motor sesleri, kornalar, kalabalıklardaki insan seslerinin uğultusu, yüksek sesle açılmış müzik sesleri, cep telefonları, televizyonlarda sıklıkla rastlayacağınız şiddet ve savaş görüntüleri… Bütün bu negatif titreşimler, biz duymasak dahi zihinsel, ruhsal ve bedensel enerji alanlarımızı bir bıçak gibi kesiyor. Seslerin, bedenimize 7-8 cm girebildiği uzmanlar tarafından söyleniyor.
İnsan vücudu, değişik frekanslara tepki veren bir titreşim sistemidir. Organlarımızın, kemiklerimizin, dokularımızın, vücudumuzun her bölümünün kendine özgü frekansları vardır. Vücudumuzdaki hücreler, kaslar, organlar, salgı bezleri, kan dolaşımı, sinir sistemi ve auramız tıpkı bir orkestra gibi birlikte yankılanır.
Kendi mükemmel tonunda ve doğru titreşiminde olduğunda bir insan kendini tamamen ve gerçekten “huzurlu” hisseder. Fakat doğal titreşimlerini kaybettiğinde ya da öz tonun dışına çıktığında hastalıklara açık olur ve hastalanır.
Alman filozof Novalis “Bütün hastalıklar, müzikal bir problemdir. Her tedavi, müzikal bir çözümdür” demiştir. Ses ile yapılan tedavilerin her şekli fiziksel, duygusal, mental ve süptil bedenin doğru frekanslarını artırmak için kullanılır.
Permakültür
Irmak Keskin: Yollar aynı zamanda perma kültür köylerine de çıkarıyor seni, oralar nasıl? Gerçekten egosuz komünal yaşanabiliyor mu? İnsanların aralarında sorunların olmaması nasıl sağlanıyor? Sıradan bir günde neler oluyor, yapılıyor oralarda?
Özlem Soydan: Permakültür ile Kolombiya’da katıldığım bir festival sonrası aktif olarak ilgilenmeye başladım. Çiftliklerde gönüllü olarak kaldım, çalıştım ve komün yaşamı deneyimledim. Güney Amerika’daki topluluklar permakültür ve komün yaşam konusunda oldukça tecrübeli, büyükten küçüğe yüzlerce topluluk var, yaklaşık 10-15 senedir komün yaşamı deneyimliyorlar.
Büyük permakültür topluluklarının dağılmasının sebebi ego problemleri olmuş, insanoğlunun dönüştürmesi gereken negatif bilinç durumları ortak hareket etme bilincini hala etkiliyor. Son yıllarda yerli halklardan öğreticiler, abuelo ve abuela (atalar) olarak saygı duydukları şamanlar bu toplulukları ziyaret ediyor ve büyük kültür, sanat ve müzik festivallerine davet ediliyorlar. Bu buluşmalarda konuşma çemberleri oluşturuluyor ve kadim bilgilerin ışığında insanoğlunun birlik ve beraberlik bilincini nasıl yükseltebileceği, doğaya ve diğer canlılara zarar vermeden, toprağa emek vererek, dünya sularını koruyarak, doğal evler inşa ederek ve birbirlerini oldukları gibi kabul ederek karşılıksız sevgi titreşimlerini nasıl yükseltebileceklerine dair eski öğretiler veriliyor. Kuzey Amerika’dan güney Amerika’ya, bütün yerli halklarının insanoğluna haykırarak söylediği şey “Artık uyanma ve birlik zamanı! Okyanuslar ölüyor, ormanlar yok oluyor, hayvanların nesli tükeniyor. Doğa Ana’ ya yardım etmeliyiz!”
Irmak Keskin: Çok ilginç de enstrümanlar kullanıyorsun, biraz onlardan bahsetmek ister misin? Her yerden topladığın bir sürü şey var burada…
Özlem Soydan: Evet, yol boyunca topladığım çeşitli flütler, davullar ve doğal malzemelerden yapılmış kabuklu, hayvan sesleri çıkaran minik enstrümanlarımın dışında Tibet çanakları, dört farklı metalden yapılmış davulum Shakti, didgeredoo, Sansula ve yeni çalmaya başladığım Brezilya enstrümanı Berimbau var.
Irmak Keskin: Bir süredir şehirdesin, ormanların içinden betonların içine düşmek nasıl hissettiriyor?
Özlem Soydan: Çok zor oluyor, genellikle kulaklıkla dolaşıyorum. Şehirlerde inanılmaz bir ses terörüne maruz kalıyoruz, şehrin titreşimleri çok hızlı olduğu için biz de sürekli bir şeyler yapmak, koşturmak zorunda kalıyoruz.
Betonlaşma, grilik ve hava kirliliği göz algımızın bozulmasına, renklerle olan görsel yeteneğimizin kaybolmasına sebep oluyor. O kadar fazla elektrik tüketimi var ki gökdelenlerden ve gittikçe yükselen apartmanlardan yayılan ışıklar, estetikten uzan ışıklı reklam panoları, milyonlarca arabanın farları ve sokak lambaları göz algımızı bozuyor.
Epifiz bezi yani üçüncü gözümüz sadece karanlıkta aktivite olabiliyor ve diğer boyut algılarının farkındalığını sağlıyor. Müzik çalışmalarım ve konserler dışında uzun zamandır büyük şehirde kalmıyorum, işim biter bitmez doğaya koşuyorum. Doğada ve sessizliğin içerisinde huzur buluyorum.
Irmak Keskin: Sırada ne var? Şimdi nerelere doğru açılmayı planlıyorsun?
Özlem Soydan: Müzik ve sesler ile olan yolculuğum devam edecek, bahar aylarında daha aktif bir şekilde konserler yapmaya başlıyorum, yeni bir performans üzerinde çalışıyorum.
Gelecek hafta Meksika’da yapılacak permakültür ve müzik festivaline gidiyorum. Pasifik Okyanusu’ndaki kirlilik çok ciddi boyutlarda ve tabii doğal su kaynakları da azalıyor. Bu buluşmaya Maya, Amazon ve kuzey Meksika yerlilerinden bilgelerde katılacak ve neler yapabileceğimizi konuşacağız, seramonilerle okyanuslar için dua edeceğiz.
Kolombiya’da Kogi yerlilerinin yaşadığı kutsal dağ, Sierra de Nevada’da yeni kurulacak olan bir komünitinin üyesiyim. Madre Sierra, sadece Kogi yerlilerinin yaşadığı balta girmemiş, suları bol yağmur ormanlarından biri. İlk yapımız olan Mayorca, otağ çadırına benzeyen ama tamamen ağaçlardan ve sazlardan inşa edilen toplantı alanımız bu yaz bitti.
Önümüzdeki sene alacağımız ortak kararlar doğrultusunda köyümüzü yapmaya başlayacağız. Ve ilk yapacağımız yapı, ruhsal eğitimlerin ve seramonilerin yapılacağı, çeşitli Amerika yerlilerinin gelerek öğretilerini anlatacakları bir okul kurmak. Ve en büyük sorumluluğumuz dünyanın en önemli doğal su kaynaklarından olan bu bölgeyi ve bitki örtüsünü korumak olacak.
Irmak Keskin: Sorulmamış kendine sormak istediğin soru, söylemek, eklemek istediğin var mı?
Özlem Soydan: İnsanoğlunun uyumlu olduğu vibrasyonlar sadece Doğa Ana’nın titreşimleridir. Bu yüzden denizin dalgalarını dinlediğimizde, ormanlarda yürüdüğümüzde, dağlardan esen rüzgarların şarkısını işittiğimizde, yıldızlarla konuştuğumuzda, ulu ağaçları kucakladığımızda huzurlu, mutlu ve armoni içerisinde olabiliriz.
Ego zihnin zincirlerinden ve ilüzyon dünyasının egosal zevklerinden kurtularak yuvaya dönmeliyiz. Toprağımıza sahip çıkmalı, tohumlar yetiştirmeli, suya saygı duymayı öğrenerek az kullanmalı ve hep birlikte zihinlerimize aşılanmış ayrımcılık duygusunu yıkarak evrensel bilinç dönüşümümüzü gerçekleştirmeliyiz.
Birlik şarkıları söyleyerek, birbirimizi kardeşçe karşılıksız sevgi ile kucaklamalıyız. Biz, Bir’iz.
İstanbul’daki söyleşi ve eğitimleri bahane edip şehirde yaşayan dostlarım ile bol bol buluşma fırsatı buluyorum. Her buluşmada ise pek tabii ki konu neler yapabileceğimiz ile alakalı konuşmalara geliyor. Söz konusu dünya olduğunda hiç birimiz bir kenara bırakamıyoruz maalesef. Buket ile de en son o yola çıkmadan önce bir araya gelmiştik. Oturup konuşmamızın vakti gelmişti, Ekim başında İstanbul’da olmama rağmen ay sonuna kadar koşturmaca ile geçti. Şimdi notlarıma bakıyorum da ancak 25 Ekim’de Nazım Kültür’de buluşabilmişiz ve Kasımın ortasına geldik ancak yazabiliyorum. Kırsal yapılar ile ilgili çalışmalara öncelik vermemdeki en büyük sebep, bilginin hızlı bir biçimde yayılıp tüm ihtiyaç sahiplerine destek olması, sahadaki teknik ve pratik eksiklerine kılavuzluk etmesiydi. Üç yıldır eğitim, söyleşi ve yazılar ile de bu çabamızı sürdürüyoruz. Fakat bu işin bir de buzdağı misali suyun altında kalan kısmı halen benim için duruyor.
Ekolojinin en önemli ayağı şehir hayatı. Buket’le de uzun süredir kafamda olan ve onunda son dönemde üzerinde yoğunlaştığı bu konu üzerine konuştuk. Çok güzel öneriler ortaya çıktı. Şehirdeki yüzde birlik bir değişim veya farkındalık son derece önemli olduğunu hepimiz biliyoruz çünkü. Lakin bu öyle kolay bir iş değil. Sağlıklı yapılar ve ekolojik mimari şehirlerde uygulaması zor projeler. Elimizin altında halihazırda yanlış inşa edilmiş, planlanmamış, sürekli eklemeler ile daha da karışmış, rastlantısal oluşmuş hastalıklı bir organizma gibi duran kentler ve mahalleler var. Yeniden inşa etmenin ve eskisini yıkıp yok etmenin bir ütopya olduğunu düşündüğümüzde, ve bu ütopyayı her ne kadar istesek de bu hareketin büyük tüketim ve kaynakları heba etmek olduğu gerçeğini bildiğimizde elimizde olanlar ile ne yapacağımız sorusu daha da zor bir hale geliyor. Yeni kurulan mahalleler, inşa edilen apartmanlar için durum elbette ki çok kolay. Hatta kişisel olarak şehirde böyle bir yapılaşma hareketine kalkışmak oldukça heyecan verici olabilir. Baştan tasarlamak uygulanabilir onlarca yöntem ve teknik düşünüldüğünde bir tasarımcı için bulunmaz fırsat olabilir. Fakat halihazırda bir daireye sahip olanlara sırtımızı dönemeyiz. Asıl hedef elimizdekileri en az enerji ile dönüştürebildiğimiz kadar dönüştürmek. İşte tam da bu nokta oldukça sıkıntılı benim için.
Şehirde var olan yapılar için ne yapılabilir. Bu başlık altını gerçekçi öneri ve yöntemler ile doldurulmadığında hiç bir işe yaramayacaktır. Örneğin plastik doğrama ve pencerelere sahip dairelere ahşap doğramayı öyle kolaylıkla öneremezsiniz. Bu ev sahibine büyük bir yük getirir ve ihtiyaç duyduğu bütçe günümüzde kolaylıkla herkesin altından kalkabileceği bir bütçe değildir. Öyle ise ahşap doğramaların sağlıklı olduğu, pvc doğramaların nefes almadığı, doğaya zararlı olduğu ve bunun gibi bilgileri alt alta yazmamız anlamsız, hatta karşı tarafa zarar veren, üzen ve huzursuz eden bir söylem olacaktır.
Betonarme binalara sahip insanlara betonun zararlarından bahsetmekte kanımca yine aynı sonuçları doğurabilir. Hepimizin bildiği gerçekleri ilk kez söylüyormuşçasına karşı tarafa aktarmak, bir bilgiçlik taslamak, çaresizliği daha da büyüten ve umutları yok eden ayrıştırıcı bir söylem oluyor çoğu zaman.
Bir binayı yeniden ele alamayacaksak, daha akılcıl ve gerçekçi önerilerde bulunmamız gerekiyor. Buket ile hemfikir olduğumuz bu nokta bence de çok önemli. Basit pratikler, uygun maliyetler ve gerçekçi çözüm önerileri yoka susmak belki de en iyisi olacaktır.
İçinde bulunduğumuz durumu böyle değerlendirdiğimizde elimiz kolumuz biraz daha bağlanıyor aslında. Şehirler kolektif yaşamın sürdüğü, ilişkilerin organik bir şekilde tercihler dışında kurulduğu, bir davranışın, bir başkasının yaşantısına etki ettiği karmaşık yapılar. Bu karmaşa, şehirlerin en kritik ve belirleyici yanı. Bir apartman dairesinde bireysel olarak hareket edebilmeniz pek mümkün değil. Mümkün olan davranış biçimleri ise oldukça sınırlı.
Benim şehir yapılarının yeniden ele alınması üzerine bulduğum çıkarımlarımın temeli de şehirlerin bir canlı gibi davrandığı benzer reflekslere sahip olduğu varsayımı üzerine önermelerle başlıyor. Bir canlının en küçük birimi olan hücreden örnekle, hane sakinlerinin de bir araya gelip bir hücre oluşturduğunu düşünüyorum. Bu hücrelere en kolay hakim olunabilecek ilk bütüncül yapıyı apartman sakinlerinin birlikteliği olarak adlandırabiliriz. Üç beş ailenin ortak bir fikirde buluşması daha büyük hareketler için hazırlık sayılabilir ve kolaylaştırıcılık görevi görebilir. Böylelikle apartmanlardan mahallelere bir dizi öncül hareket başlayabilir. Bir harekete ihtiyacımız var. Bunu artık itiraf etmemiz gerekiyor. Bu elbette ki bir gönüllülük hareketi, bilinçlenme ile beraber gelişiyor, büyüyor, dünyada yeni filizlenmeye başlamış bir çok örnek var.
Tasarımı bir kenara bıraktığımızda basit önermeler işimizi daha da kolaylaştırıyor. Bu kolektif pratiklerin varlığı ve çoğalması ile yerel yönetimlerin dikkatini çekebileceğimizi düşünüyorum. Şehirlerde katıldığım toplantıların bir kısmı belediyelerden oluşuyor. Kapsamlı bir proje başlatamamış olsak da bir kaç yıldır dinleniyor ve daha basit organizasyonları belediyeler ile gerçekleştirebiliyoruz. Bu bizim de gönüllü olduğumuz yaşama karşı olan sorumluluğumuz elbet.
Apartman bostanı
Her apartmanın bir çatısı var. Bu çatıları güneş panelleri ile kaplamak yüksek bütçeli bir çalışma, bunu anlıyorum ve uzun vadeli geri dönüşlerin henüz bizler için uygun maliyetler olmadığını biliyorum. Fakat güneş panellerini bir kenara bıraktığımızda dahi elimizde yapılabilecek başka uygulamalar halen var aslında. Yüzey alanları oldukça geniş olan bu çatılar yağmur suyu toplamak için ideal alanlar. Basit yağmur suyu olukları ile kurulan sistemlerin maliyetleri de fazla değil. Üstelik bu sistemlere bir çok apartman hali hazırda sahip. Kaba bir toz filtre sistemi ve alınabilecek en büyük boyda bir su deposu ile kolaylıkla halledilebilecek sistemler bunlar. Bu depo, bodrum katı, otopark ya da bahçeye herhangi bir altyapı gerektirmeden kolaylıkla monte edilebilir. En azından bahçe sulama ve apartmanın temizliğinde tonlarca su yeniden kullanıma sokulabilir. Kolay ve düşük maliyetli ve ekonomik katma değeri olan ilk öneri bu.
Her apartmanın olmasa bile bir çoğunun bir apartman görevlisi ve peyzaj alanı var. Hatta bazı apartmanların otoparkları oldukça geniş. Tüm bu açık alanların bostanlara dönüşmemesi için hiçbir sebep yok. Otoparklardaki araçlar arasında kalan alanlar, duvar dipleri, yürüme yollarının kenarları, ön bahçeler renkli boy boy sebzeler ile hem estetik hem de sağlıklı gıdalara dönüştürülebilir.
Bu öneriyi gerçekten önemsiyorum, balkon bahçeciliği bireysel bir çalışma olduğundan sürdürülebilir olmayabilir. Fakat apartman sakinlerinin sahip olduğu bir bostan aynı zamanda sosyal bir aktivite alanı olacaktır. Üstelik apartman görevlileri ile düzenli bakım ihtiyaçları da giderilecektir. Çocuklar için eğitici ve eğlenceli, yetişkinler için de hafta sonu bir terapi ve stres atıcı bir aktivite olabilir. Kimsenin buradan çıkacak ürünlere ihtiyacının olmadığı düşünüldüğünde yetiştirme stresi de olmayacaktır. Ürünlerin ilk hasadı ve heyecanı muhtemelen herkese iyi gelecektir. Bu birlikte yaşamanın ilk adımı olan sosyal bağları da güçlendirecek bir antrenman olacaktır. Komşuculuk, paylaşım, görev dağılımı, aslında bizim içinde yaşadığımız medeniyeti var edebilmemizin altında yatan gizli kalmış ve unutulmuş hünerlerimiz.
Yağmur hasadı bu bostanlar için yeterli olacaktır. Bahçıvanlık eğitimi ise ben ve benim gibi doğal yaşama gönül vermiş bir çok dostun seve seve yapacağı, kaynak ve eğitmen sorununun yaşanmayacağı en kolay kısım aslında. Kent bahçeciliği, şehir bostanları, balkon ve teras uygulamaları bu güne kadar ülkenin dört bir yanında yapılmış o kadar güzel uygulama ve proje var ki, neredeyse her şehirde böyle bir girişime destek olacak kişi ve yapılar mevcut.
Bu pratiği önemsiyorum çünkü çok kolay. Çok ucuz ve tam bize göre. Alt yapı maliyeti neredeyse yok. İlk geri dönüşü bir kaç ay sonra elle tutulur bir şekilde görebileceğimiz kısa vadeli heyecanlı bir pratik. Bağlayıcı, bağ kurucu. Eğitici ve tedavi edici. Ve daha bir çok şey elbette ki. Bu çalışma ülkenin neredeyse her yerinde uygulanabilir, hepimiz seve seve önayak olabiliriz. Bir kaç apartman bir mahalle için doğru bir örnek teşkil edebilir. Bir mahalle, yerel yönetimler için dikkat çekici olabilir.
Dünyayı ya da şehirleri kurtarmaya çalışmak oldukça büyük bir eylem. Bunun nasıl olacağını bilmiyorum ve işin aslı bu kısmıyla hiç ilgilenmedim. Ben ne yapabileceğime bakan biriyim. Bir tohum ekebilmek ile ilgileniyorum. O tohum yeşermese, meyve vermese bile yaptığım eylemlerden ben sorumluyum. Küçük adımlara inanıyorum. Hiç birimizi yormayacak, sonunda ufak mutluluklar olan küçük adımlar. Yaşamın küçüldükçe kalitesinin arttığını uzun yıllar boyunca deneyimledim. Daha fazlası ve büyüğü için değil de daha azı ve iyisi için çalışmanın başarılı sonuçları oluyor. Bir apartman en kötü ihtimal ile kendini mutlu eden toprakla tanışmış apartman sakinleri var edecektir. Bu bana yeter.
Umut Kocagöz‘ün Girişimci Kadınlar Derneği (GİRKAT) başkanı Leman Albayrak ile yaptığı röportajı paylaşıyoruz
***
Girişimci Kadınlar Derneği (GİRKAT), 2016 yılında Ardanuç’ta kuruldu. Derneğin başkanlığını Ardanuç’lu genç bir kadın araştırmacı olan Leman Albayrak yapıyor.
Leman, bölgenin hem doğal hem de kültürel coğrafyası üzerine çalışıyor. Geçtiğimiz yaz sonu Leman ile beraber Ardanuç’ta bir kaç köyü gezme, Ardanuç’un genel durumu, üretim, dernek ve bölgenin geleceği üzerine bir sohbet yapma şansı bulduk.
Girkat Derneği’nden Leman Albayrak, Gönül Yaşar ve Zeliha Yüksel, röportajı gerçekleştiren Umut Kocagöz ile birlikte
Umut Kocagöz: Merhaba Leman. Öncelikle bize, yaşadığın ve GİRKAT’ın da bulunduğu Ardanuç’u anlatmak ister misin? Nasıl bir yer Ardanuç?
Leman Albayrak: Ardanuç, Doğu Karadeniz bölgesinde Artvin’in doğal, tarihi ve kültürel yapısıyla kendine özgü bir ilçesi. Karadeniz iklimi ile karasal iklim arasında geçiş iklimi karakteri özellikleri hâkim. Doğusunda uzanan, yamaçları gür ormanlarla kaplı Yalnızçam dağları, kuzeybatısında ise Karçal dağları arasında engebeli bir topoğrafyada yer alıyor. Akarsu ağının da etkisiyle oluşan vadi sistemleri ulaşım ağını ve yerleşim birimlerinin kuruluş yerlerini belirlemiş. 1.dereceden doğal SİT alanı ilan edilen ve jeolojik çeşitliliğin görüldüğü Cehennem Deresi Kanyonu, III. Derece Kentsel Arkeolojik Sit Alanı olan Ortaçağ kenti Adakale ilçe merkezinde tarihi, turistik bir mekân olarak dikkat çekiyor. İlçe, şehirsel yerleşme sınıfında yer alsa da genel özelliklerine bakılırsa kırsal bir yerleşme karakterindedir.
Yörenin gelişmesi ve ekonomik kalkınmasının çok yavaş bir seyir izlemesinde sosyo-ekonomik amaçlı yatırımların, özel girişimlerin yok denecek kadar az olmasının etkisi var. 49 köye sahip ilçenin her bir köyü gerek yeryüzü şekilleri, iklimi, bitki örtüsü, gerekse yetiştirilen ürünler bakımından çeşitlilik gösteriyor. Ardanuç havzasının bu doğal özellikleri ile zengin bitki örtüsü, akarsuları ve verimli toprakları üretim faaliyetlerini belirlemiştir. Genel olarak yörenin ekonomisinde tarım, hayvancılık, arıcılık ve mevsimlik orman işçiliği önemlidir. Tarımsal üretimde, tarla bitkileri, sebze, meyve üretimi ağırlıkta ve geleneksel üretimle yapılmaktadır. Parçalı bir topoğrafya nedeniyle tarım yapılan arazilerin yüz ölçümleri küçüktür. Orman alanlarının geniş yer kaplamasının etkisiyle ilçe merkezinde sanayi üretimi orman ürünleri işletmesine dayanan küçük imalathanelerden ibarettir.
Umut Kocagöz: Çevresini, doğasını, emek gücünü belirleyen şeyler neler? Mesela, HES projesi filan var mı? Bunlar nasıl etkiliyor, etkiliyor mu?
Leman Albayrak: Konuştuğumuz saha dünyada koruma altına alınması gereken biyolojik çeşitlilik açısından zengin 34 sıcak noktadan üçü olarak tanımlanan (Kafkasya, Akdeniz, İran-Anadolu) karasal ekolojik bölge içerisinde yer alıyor.
Yine ilçede Karanlık Meşe ormanları ile Aşağı ve Yukarı Irmak vadilerinin korunmaya alınması, doğal varlıkların korunması açısından son derece önemli görülüyor. Böyle bir doğal yapı ve zengin biyoçeşitliliğe sahip yörede, Karadeniz bölgesinin genelinde olduğu gibi, HES, taş ve maden ocakları projeleri var ve bunlara karşı halk doğa ve kendi adına mücadelesine devam ediyor.
Çoruh Nehri’nin önemli kollarından birini meydana getiren Ardanuç Deresi ve kolları tarımsal faaliyetler için ayrı bir öneme sahip. Kaynak suları içme ve sulama suyu kullanımı için yeter durumda olsa da, yaz aylarında hemen hemen her köylü tarlasını, çayırını sulamak durumunda olduğundan bazı köylerde su sıkıntısı yaşanabiliyor.
Umut Kocagöz: Genelde bu tür bölgelerde gençlerin pek fazla kalmadığını görüyoruz. Ardanuç’ta durum nasıl?
Leman Albayrak: Genç nüfusun sosyo-ekonomik durumu eğitim, iş, sağlık imkânlarının daha gelişmiş olduğu şehirlere gitmekle ilçede yaşamaya devam etmek arasında şekilleniyor. Şöyle ki, ilçe nüfusunun % 13,6’sı çocuklar, % 63,7’si yetişkinler ve % 22,7’si de yaşlı nüfus grubunu oluşturuyor.
Aktif nüfusun çoğunlukta olması ve istihdam alanlarının yok derecede az olması gençlerin büyük şehirleri tercih etmesinin bir sebebi.
Diğeri ise eğitim amaçlı. Çok sayıda genç üniversite eğitimleri için İstanbul, Eskişehir, Bursa, Erzurum gibi şehirlere gidiyor.
Köylerde yaşayan genç nüfus ise başta hayvancılıkla uğraşmakla birlikte, arıcılık, marangozluk gibi işlerde, ilçe merkezinde ise günlük ihtiyaçlara cevap veren iş yerlerinde çalışıyorlar.
Umut Kocagöz: Yani, göç eğiliminin yoğun olduğunu söyleyebilir miyiz? İstihdam yaratılmadığı sürece de sanki bu göç geriye çevrilemeyecek, öyle mi?
Leman Albayrak: Kesinlikle göçün yoğun olduğunu söyleyebiliriz, çünkü göçten dolayı nüfusta sürekli bir düşüş oluyor.
İstihdamın yaratılması da umarım yörenin mevcut potansiyelleri doğrultusunda olur ve mevcut nüfus varlığı korunmuş olur.
Umut Kocagöz: Peki, tarımsal üretimin durumu nasıl?Hangi ürünler bölgenin temel ürünleri? Bu ürünler ortalama ne kadar üretiliyor?
Leman Albayrak: Başlıca yetiştirilen sebzeler fasulye, patates, domates, biber, salatalıktır.
Yörede fasulye ve patates yetiştirildikleri köyün adıyla ünlenmişlerdir ve tüketimde çok tercih edilir. Yıllık fasulye üretimi 8-9 ton, patates ise 14-15 ton civarındadır. Aynı zamanda Ardanuç’ta meyvecilik önemli bir faaliyettir. Elma, armut, ceviz, dut, erik, kiraz, incir, zeytin, Akdeniz hurması gibi birçok tür yetiştiriliyor.
En çok yetiştirilen, elma, armut, erik, ceviz ve türleri güneşte kurutularak kışlık gıda olarak tüketilmektedir. Geçiş iklimi sayesinde aynı meyve farklı köylerde farklı aylarda yetişebiliyor veya mevsimsel etki nedeniyle bir köyde hiç ürün alınamıyorken başka köyde fazlasıyla ürün alınabiliyor.
Meyvelerden yapılan marmelat ve pestiller tek bir meyveden veya karışım halinde de yapılıyor. Buğday tarımı yakın tarihte daha fazla yapılırken günümüzde az sayıda kişi buğday ekiyor. Tahıllardan en çok buğday, mısır ve arpanın ekimi yapılıyor.
Umut Kocagöz: Ne tür bir tarımsal yapıdan söz edebiliriz? Benim gözlemlediğim kadarıyla, küçük aile tarımcılığı söz konusu. Sizin genel gözleminiz nasıl?
Leman Albayrak: Evet, tarım faaliyetleri geçim tipi şeklinde sürdürülüyor. Ekim-dikim yapılan araziler küçük yüz ölçümlere sahip olduğundan sermaye birikimi sağlanamıyor ve üreticinin de geçim tipi tarım yapmasıyla ürünün miktarındansa kalitesi ve sağlıklı olması daha çok önemseniyor.
Köylerde parçalı arazilerde tarla tarımı yoğunlukta iken ilçe merkezinde daha çok bahçe tarımı yapılıyor. Yörede genel olarak enterkültür tarım (aratarım) sistemi hâkim, yani aynı bahçede, aynı parselde bir çok ürün bir arada yetiştiriliyor. Mısır, fasulye, lahana aynı yerde karışık ekiliyor. Bitkilerin kökleri de gövdeleri de birbirine destek oluyor, besliyor. Meyve bahçelerinin içinde çeşitli sebzeler, mısır, fasulye, patates, lahana, vb. ürünler ekiliyor. Arazi yüz ölçümlerinin küçük olması bunda etkili olsa da toprak ve bitki sağlığı için de uygun bir yöntem.
Tarlaların gübrelenmesi hayvancılık yapılmasının da etkisiyle hayvan gübresi ile yapılıyor. Yeşil gübreler çok daha az kullanılıyor. Tarlanın hasadından arta kalan ürünlerle humus oluşturuluyor.
Umut Kocagöz: Derneğe gelecek olursak… Nedir GİRKAT? Ne yapmaya çalışıyor?
Leman Albayrak: Ardanuç yöresinde alıç ağacına girkat (kirkat) deniliyor. Dolayısıyla yöredeki bu adlandırma ile derneğin adı bir ağaçtan esinlendi.
Tabii bu ağacın özellikleri, değeri, meyvelerinin yöredeki kullanımı derneğin niyetinin de sembolü oldu adeta. Farklı iklim ve toprak şartlarında yetişen, çayırların ortasında tek başına görülebilen bu ağaç birçok kültürde çeşitli anlamlar yüklenmiştir. Bazı kültürlerde alıç çiçekleri yeniden yeşeren doğayı, bereketi simgelemiş, Romalılar bebeklerini nazardan korumak amacıyla beşikleri alıç dallarıyla süslemişler.
Ardanuç’ta bir alıç türünün endemik tür olarak literatüre geçmesi de esasında derneğin adını koyarken belirleyici oldu. “Türk alıcı” (Crataegus turcicus) olarak adlandırılan endemik tür 2005’te Ardanuç ilçesinin Yolüstü köyünde keşfedilerek literatüre alındı.
Girkat Ağacı ve Girkat
Dernek Ardanuç’ta bulunuyor. Fakat kuruluş niyetiyle aslında mekân dışında bir farkındalığın oluşmasını amaçlıyor. Topraktan, tohumdan insan sağlığına kadar uzanan geniş bir halkadan söz ediyoruz. Ülke ekonomilerinde, kırsal kalkınma stratejilerinde tarım çok yönlü temel bir faktör. Tarımın gelir getirici üretim faaliyeti olması aynı zamanda doğal kaynakların sürdürülebilirliğinin sağlanmasını gerektiriyor. Ancak ülkemiz, tarım ülkesi sıfatını yitirme noktasına gelmiştir. Buna karşı, bütüncül bir bakış geliştirmek gerekiyor.
Doğal yaşam döngülerinin sürekliliğinin bir parçası da tarımda uygulanan yöntemlerle ilişkilidir. Tarımsal ürünlerin diğer doğa bileşenleriyle ilişkisinin bilgisi doğal ortamda yüzlerce yıl uyum içinde olmanın kazanımıdır. Bu bilgeliği destekleyerek bunun sürmesini sağlamak gerekiyor. Dolayısıyla kırsalda yaşayan ve küçük çapta üretim yapan ailelerin, özellikle kadınların kazanç sağlaması hayatidir. GİRKAT derneği, tam da bu düşünce ile hareket ederek faaliyetlerine başladı.
Derneğin şu anda 52 üyesi var. Bu üyelerin bir kısmı sosyolog, organik tarım teknikeri, ziraat mühendisi, kişisel gelişim uzmanı gibi üniversite mezunları, bir kısmı eğitim ve sağlık sektöründen emekliler, diğer bir kısmını ise birçok köyden kadın üreticiler oluşturuyor. Farklı köylerden bir araya gelen üyeler bitkilerin kullanımı, doğal tarım ilaçları, doğal sirke yapımları, meyveleri nasıl değerlendirdikleri gibi birçok konuda bilgi alışverişinde bulunuyor, yerel tohumlarını, fideleri paylaşıyorlar.
Umut Kocagöz: Kadın derneği olması sebebiyle de, dernekte erkek üye yok sanıyorum?
Leman Albayrak: Evet, derneğimizde erkek üye olmamakla birlikte tabii ki bizi destekleyen, aynı niyeti paylaşan, erkek üreticiler de var.
Umut Kocagöz: Dernek kurulduğundan bu güne neler yaptı?
Leman Albayrak: 2016 Nisanında derneğin kurulmasıyla birlikte birçok konuda bilgilendirme çalışmaları yaptık öncelikle. Gönüllü kişilerin katılımıyla seminer ve çalıştaylar gerçekleştirildi. Bunlar daha çok sağlık- gıda ilişkisi, yerli tohumların kullanımı, doğadan toplayıcılığı yapılan bitkileri tanıma ve doğru kullanma gibi konulardı.
Bunlardan biri de tıbbi ve aromatik bitkilerin nasıl toplanacağı, nasıl korunacağı idi. Bu amaçla İsviçre’den Fairwild Derneği[1] Başkanı merhum Klaus Dürbeck ve Elisabeth Rüegg ve doğal tıp uzmanı Şaduman Karaca ile birlikte Ardanuç’ta bir seminer düzenlendi.[2]
Yerel yönetimlerle doğal üretim potansiyeli ve değerlendirilmesi yönünde toplantılar yapıldı. Sağlıklı yaşam danışmanları ile de şifalı bitkilerden ilaç yapımı, nasıl kişisel şifamızı bulacağımız yönünde eğitimler verildi. Böylelikle yörede doğadan toplanılan bitkilerin doğru kullanımı aktarıldı.
Dernek faaliyetlerini yörenin mevcut durumu da şekillendirdi: Artvin’in coğrafi yapısının etkisi köy ve ilçelerde ürün çeşitliliğini, farklı üretim ve tüketim şekillerinin gelişmesini sağlamıştır. Yörede çiftçilerin sosyo-ekonomik durumlarında iş imkânlarının kısıtlı olması etkili olmakla birlikte tarımsal destekler tatmin edici bulunmamaktadır. Kırsal alanda ulaşım ve pazara erişim koşulları bazı sınırlılıklar getirmektedir. Kırsal alanlardan göçün bir sonucu olarak aktif nüfusun göç etmesiyle üretim de azalmıştır. Tabi bu durum daha geniş planda küresel kapitalizm bir yansıması olarak, küçük ölçekli üreticinin günden güne zayıflaması ve farklı iş sahaları aramasıyla da ilişkilidir. Tarımsal üretimin çoğunlukla geçim tipi şeklinde yapılıyor olması, kadınların ücretsiz aile işçisi olarak yer alması, kırsalda kadın emeğini görünmez hale getirebiliyor.
Velhasıl tohumun saklanmasından, ekim-dikiminden yetiştirilmesine, beslenme sürecine kadar kadının emeği söz konusu. Kadının tarımsal üretimde özel bir konumu var. Hayvancılık yapan ailelerde de aynı şekilde işten arda kalan zamanlarda bahçe-tarla tarımında tohumdan hasada kadar üretimin her bir aşamasında etkin çalışıyor. Her bir mevsime göre yetişme ve çeşitlilik gösteren meyve ve sebzeleri çeşitli şekillerde değerlendirerek gerek aile içi tüketimde gerek köy pazarlarında satış amaçlı hazırlıyorlar. Boş bir zaman bulmalarından söz etmek pek de mümkün değil. Sonbahar aylarında birçoğu büyükşehirlere göç ediyor. Daha da önemlisi, kadınlar, gıda seçimi, üretimi, yetiştirilmesi, hazırlanması ve hasadında merkezi role sahiptir. Tohumları saklayıp korumaları, hayvan üretimi ve ıslahına ilişkin bilgilere sahip olmaları ve biyoçeşitliliği sağlıyor olmaları gibi özellikleri nedeniyle kadınlar tarımsal üretimin biriktirici, koruyucu ve geliştirici beynidirler.
GİRKAT’ın rolü de esasında burada ortaya çıkıyor. Gerek kadın emeğinin tam karşılığını bulması, gerek sağlıklı yaşam için doğal gıdaya ulaşımın sağlanması amacıyla, geleneksel olarak üretimi sürdürülen tarım ürünlerinin üretiminin desteklenmesi ve ürünün pazara ulaşımı noktasında GİRKAT etkin bir rol oynamayı amaçlamaktadır.
Umut Kocagöz: O halde, GİRKAT’ın küçük ölçekli bir tarımsal modeli desteklediğini söyleyebilir miyiz?
Leman Albayrak: Şu an Ardanuç’un doğal yapısının belirlediği ve üreticilerin farkındalığıyla sağlıklı bir ekosistemde sürdürülen tarımsal bir yapı var. Sürdürülebilir bir tarım ve ekonomi uzun vadede doğal çevre unsurlarının sağlıklı ilişkisine bağlıdır. Entansif (yoğunlaştırılmış) bir tarımdan ziyade -ki bunu zaten doğal yapı sınırlandırıyor- doğal olmayan girdilerin kullanılmaması, dolayısıyla gıda kalitesi ve güvenliği, toprağın durumu, ürün çeşitliliği göz önünde bulundurularak yapılan tarımsal üretimi korumak ve desteklemek GİRKAT’ın amaçlarından biri.
Tüketicilerin satın aldıkları gıdaları bilmeleri, tanımaları, ekilen topraktan, gıdanın sağlıklı tüketimine kadar birçok aşamada güvenirliğinden emin olmalı. Geleneksel üretimde de örneğin yakın geçmişte kırsaldaki üretici gıdalarını en sağlıklı ortamlarda saklamasını becermiştir. Tamamen birbiriyle ilişkili, karşılıklı bir denge mekanizmasıyla ilerleyen bir süreç. Üretimde oluşan bilgi birikiminin korunması ve bunun aktarılmasını sağlamalıyız. Tarım sadece ekonomik anlamda değil sosyal-kültürel yapı açısından da önemli olmuştur. Toplum içinde işbirliğinin yapılması, işe eğlencelerin, sazın sözün dâhil edilmesi, alış-verişler, bilgi ve tecrübenin aktarılması da bu yapının bir parçası olmuştur bizim kültürümüzde.
Nihayetinde GİRKAT, gıdaya ve bu tarım kültürünün enerjisinin tüketiciye ulaşması ve üreticinin bu icraatinde hak ettiği değeri alması üzerine kurulu bir anlayışı benimsiyor. Ve tarımda çalışan kadınların küçük ölçekli üreticiler olarak mevcut değerlerini geliştirecek birlik ve örgütlenmelerin önünün açılması niyetiyle hareket ediyor.
Umut Kocagöz: Bu bahsettiğin meselede, yani üreticinin ürettiği ürünün değerini alması, ürünün tüketiciye ulaşması, ürünlerin doğal olması gibi konularda, GİRKAT nasıl çalışıyor? Üreticilerle nasıl bir ilişkisi var?
Leman Albayrak: Öncelikle herkes gönüllülük esaslı çalışıyor, gönüllü zaman ve emek veriliyor. Üretimin yapıldığı bölgelerde, yerinde gözlemlerimizle belirlediğimiz ve ürünlerini gönderdiğimiz köylerdeki üreticilerle iletişim halindeyiz. Üyelerin bir kısmı bu konularda kendi yaşadıkları köylerinin temsilcisi. Yani hem mevsimsel üretimin takibinde, hem ihtiyaç duyulan bilginin paylaşımında ve nihayetinde ürünlerin gönderiminde iş bölümüyle hareket ediyoruz.
Bu ilk yılımızda yöredeki meyve ürünleri ve en çok talep edilen “Ardanuç şeker fasulyesi” olarak anılan ürünlerle başladık. Elma, armut, erik kurusu, kızılcık ekşisi de diğer ürünler. Öncelikle köylerdeki mevcut üretim potansiyeline baktık. Hangi köylerde en çok ne üretiliyor, meyvelerin veya tıbbi bitkilerin toplanması nasıl yapılıyor, yani zamanında ve doğru şekilde toplanıyor mu, kimyasal ilaç kullanılıyor mu, üretim ve saklama koşullarında sağlıklı malzemeler kullanılıyor mu gibi sorularla araştırmamızı yaptık.
Kadınların çok olumlu dönüşleri de oldu. Belirlediğimiz 12 üründen en başta numune olarak gönderip analiz sonuçlarının olumlu gelmesiyle ürün ambalajlamaya başladık. Ürün hakkında bilgilerin olduğu ve en güzeli tüketicinin ürün hakkında bilgi alıp üreticiye bizzat ulaşabileceği şekilde bir etiketleme sistemi kullandık. Çalışmalarını takip ettiğimiz örnek bir model olan Kadıköy Kooperatifiyle iletişime geçtik. Bu şekilde ilerleyen bir süreçten sonra Ardanuç kadınlarının yaptığı doğal ürünler tüketiciyle buluşmuş, tanışmış oldu.
Umut Kocagöz: Doğal ürün kriterlerinizi kısaca açıklayabilir misin?
Leman Albayrak: Üretimin yapıldığı doğal ortamın sağlığı en başta olmak üzere insan elinin değdiği andan itibaren birçok faktör gıdanın doğal ve sağlıklı olmasını etkiliyor. Yani toprağın, suyun, havanın temiz olduğunu ve kurutulan, marmelatı yapılan meyve türlerinin nasıl toplandığını, kurutma, saklama ortamı ve kullanılan malzemelerin sağlıklı olduğunu biliyor olmak gerekiyor. Bilmek de bu sahada bulunmayı ve gözlemi, takibi, bütüncül bakabilmeyi gerektiriyor.
Geleneksel üretimde bence sadece ürünün gelenekselliğini değil, üretime dâhil olan her şeyi kapsıyor. Örneğin, naylon poşet, bidon kullanımından önce ahşaptan, topraktan, deriden yapılan kaplar vardı. Gıda için insan için en sağlıklısıydı ama farklı sebeplerle kullanımı azaldı. Şu an ürünlerimizin herhangi bir sertifikası yok. Burada GİRKAT, bilgi, birikim ve vizyonuyla bir tür güven ilişkisinin garantörü konumunda. GİRKAT’ın bu şekildeki güvencesinin temelinde ve doğal ürün olmasında belki ticari bir kaygının olmamasının, tarımın geçim tipi şeklinde olmasının da etkisi var.
Umut Kocagöz: Son olarak, önünüzde neler var yapılacak?
Leman Albayrak: Kırsal ekonomiyi geliştirmede önemli bir role sahip olan üretici birliklerinin ve kooperatiflerin oluşmasında yerel halkın farkındalığı ve kendi kendine sorumluluk alabilmesi gibi bir takım süreçlerin doğal olarak oluşması gerekiyor. Tabii en başta şu an derneğin çok yönlü çalışmalarının devamlılığı geleneksel bilginin korunmasında kadının yerinin önemini gösteriyor. Gıda konusu üzerinden aslında doğa-insan etkileşimine ait her bir unsurda sahiplenici bir farkındalık gelişmiş oluyor.
Girkat üretimi ve ürünleriyle yöreyi markalaştırma amacımız var. Ürün potansiyelinin artmasıyla farklı kooperatiflere yöresel ürünleri gönderebileceğiz. Girkat gerek yörede farklı şekillerde değerlendirildiğinden gerekse tıbbi kullanımı olduğundan markalaşma ve pazarlanması yönünde çalışmayı planlıyoruz.
[1] [1] Fairwild, yabani bitkilerin sürdürülebilir olarak toplanmasını ve değerlendirmesini amaçlayan bir dernektir. http://www.fairwild.org