Gecenin bir yarısı bir anda üzerinde bir ağırlıkla uyanırsın; göremediğin ama hissettiğin o ağırlık bedeninin üzerinde oturuyordur. Sonra yavaşça göğsünden bacaklarına doğru hareket eder. O hareket ettikçe, sen edemezsin; felç geçirmiş gibi parmağını bile oynatamazsın. Bağıramazsın da, çünkü sesin çıkmaz. Kalbin yerinden çıkacakmış gibi çok hızlı atar, bir yere kaçamayacağın için yapabileceğin tek şey dua etmektir. Kulağa korkunç bir hayalet hikayesi gibi geliyor değil mi?
Ama değil! Halk arasında ‘karabasan’, ‘al basan’ ya da ‘ağır basan’ olarak bilinen, bilimsel olarak uyku felci ya da gece terörü olarak adlandırılan bu durumu herkes yaşıyor mu bilmiyorum ama bir ara ben çok sık yaşardım; o zamanlar geceler benim için bir kabusa dönmüştü. Hatta üniversitedeki bir yurt arkadaşım neredeyse bunu her gece yaşardı; öyle ki bir keresinde şehirlerarası otobüsle yan yana seyahat ederken bile yaşadığına şahit oldum. Şimdi eskisi kadar sık olmasa da ara ara bu karabasanları hala yaşıyorum.
Bu tuhaf durum için yapılan ‘kan basıncının ani değişmesinden kaynaklanan yarı felç hali’ gibi bilimsel açıklamalar bana yeterli gelmedi hiçbir zaman. Bilim bu tüylerimizi diken diken eden ve hayatımızı kabusa çeviren karabasanların net sebebini bulana kadar, insanlar bu nahoş deneyimlerin kötü ruhlar ya da cinler gibi doğaüstü güçlerden kaynaklandığına inanıyorlardı. Ben dahil! Ancak bilime göre bu durumun tek bir açıklaması var; uyku döngüsünün doğru çalışmaması… Geçenlerde inverse.com’da insanoğlunun bu kâbusu binlerce yıldır yaşamalarıyla ilgili bir makale okudum ve bu konuda beni bayağı rahatlattı. Bu yüzden de benim gibi uyku felcinden mustarip olanlar için bunu paylaşmak istiyorum. Hayatımı karartan olaylara en sonunda mantıklı bir açıklama getiren o makaleye göre, uyku felcine sebep olan iblisler kafamızın içinde yaşıyor. Bu ürkütücü fenomeni inceleyen bilim insanları bunun, kafamızın içinde halletmedikçe kaçamayacağımız nörolojik bir süreç olduğunu düşünüyor. Yani bu iblisleri yaratan aslında bizim beynimiz…miş!
Nasıl mı? Uyku halindeyken gecenin büyük bir bölümünde uyku döngümüz yüzünden fiziksel olarak yarı felç durumuna geçiyoruz ve uyuduğumuz için bunu fark etmiyoruz. Hani ‘top atsan duymaz’ sözünün açıklaması tam olarak budur. Yarı felçli olduğumuz için bedenimizde olup biten hiçbir şeyin farkına varmıyoruz. Bilim adamları bunun sebebinin nörotransmitter GABA ve glisinin (bir tür amino asit) eş zamanlı çalışmasından dolayı olduğunu söylüyor. ‘Kas atonisi’ olarak da açıklanan bu durum sadece uykunun REM döngüsü sırasında oluyor, ki bu döngü uykunun düş gördüğümüz en derin hali olarak biliniyor. Bedenimizin bu döngüde kendini geçici bir felç haline sokmasının sebebi de aslında bizi korumak! Yani bu döngü sırasında gördüğümüz rüyaları gerçek zannedeceğimiz için hareket etmemizi engelleyerek, bir nevi kendimiz için bir tehlike oluşturmamızı önlüyor. Çünkü 1,5-2 saat süren bu REM uykusu zamanlarında nefes almamız hızlandığı ve düzensizleştiği için, tam o anda uykuyu bölmek ve hareket etmeye çalışmak çok akıllıca olmaz!
Fakat, Londra Üniversitesi’ndeki Anomalistik Psikoloji Araştırma Birimi’ndeki araştırmacılara göre, ne yazık ki kötü uyku alışkanlığı, yorgunluk, fazla mesai ve jet lag bizleri REM uykusu sırasında uyandırabiliyormuş. REM zamanındaki yarı uykulu yarı uyanık halimizden çabucak sıyrılmak çok zor olduğundan, nefes alabilmek hatta parmağımızı oynatabilmek neredeyse imkânsız hale geliyor. Bu durumu fark edecek kadar uyanık olduğumuz için de bunun üstüne bir de büyük bir panik duygusu ekleniyor ve bir daha hiç nefes alamayacakmış gibi hissediyoruz.
Daha kötüsü de var; bu konuda yapılan araştırmalar yaşadığımız bu fiziksel teröre çoğu zaman halüsinasyonların da eşlik ettiğini gösteriyor. Benim de deneyimlediğim kabuslar daha çok bu sınıftaydı. Halüsinasyonlar devreye girdiğinde olayın boyutları o kadar korkunç bir hale geliyor ki, bir daha iflah olmayacağınıza inanıyorsunuz ve bir daha uyumak istemiyorsunuz. Siz uyumaktan korktukça, bu sanrılar daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyor ve daha sık olmaya başlıyor. Bir defasında simsiyah bir gölge bulutunun yatağımın kenarından gelip üstüme oturduğunu gördüğümü ve bir uğultu çıkardığını çok net hatırlıyorum. Elbette ki o an yaşadığımın doğaüstü bir güç olduğuna inanmıştım ve sanırım birkaç ay doğru düzgün bir uyku uyuyamamıştım. Yarım asırdır uyku felci üzerine yapılan çalışmalar bu halüsinasyonları genel olarak çok ürkütücü bir 3 sınıfa ayırıyor; evinizde davetsiz bir kişinin ya da görünmez bir gücün varlığını hissetmek, göğüsteki ağırlığın fiziksel hatta seksüel taciz boyutlarına ulaşması ve bedeninizin dışına çıkmak… Her ne kadar bilim insanları bu yaşananların rüya kalıntılarından başka bir şey olmadığını söyleseler de, neden yaygın olarak bu 3 tür halüsinasyonun yaşandığı hakkında net bir açıklamaları yok! Allahtan yaşadığımız bu travma kısa sürüyor; yani rüya halinden uzaklaştıkça bu durum geçiyor, aksi taktirde kalp krizi yaşamamız işten bile değil. Her ne kadar uzun süreli fiziksel bir zarar vermeyeceği kesin olsa da, ne yazık ki psikolojik zararları daha uzun sürüyor; uyku felci geçtikten sonra uzun bir müddet kafa karışıklığınız devam edebiliyor.
2013 Yılında Klinik Psikoloji Bilimcilerce yapılan bir araştırmada, yaşanan travmalar sonrası görünmeyen varlıkların hissedilmesi, ölüm korkusu, abartılmış tehdit ya da saldırı kaygısı ve olayın zihinde tekrar tekrar yaşanması gibi sıkıntıların görüldüğü, ancak takip eden sıkıntıların sebebinin travmanın detaylarına bağlı olduğunu bulundu. Özellikle direkt iblise benzer yaratık görmek ya da göğsüne oturduğunu hissetmek gibi duyuya bağlı deneyimler yaşayanların, travma sonrası da maalesef fiziksel sıkıntı çekebiliyor. Ve bu sıkıntıların öyle bir etkisi var ki, uyku düzensizliğinden kaynaklanan hastalıklar, kazalar, hatta performans kayıpları global olarak ekonomiye milyarlarca dolar zarar veriyor.
Yani hayatınızda şu ana kadar hiç uyku felci yaşamamış şanslı insanlardan olsanız bile, etkilerinden kaçabilmeniz mümkün değil!
Hayatın Dokusundaki Kapitalizm Sermaye Birikimi ve Ekoloji
Bu kitabın odak noktası kapitalizmdir. Başka bir deyişle bu kitap, sermayenin mantığını, kapitalizmin tarihini ve kapitalist uygarlığın tarihini incelemektedir. Kapitalist uygarlık, insanları doğadan ayrıştırmadı, aksine bireysel yaşamları sıkı sıkıya birbirine bağlayarak geniş coğrafyaları kapsayan bir hayat dokusunun içine yerleştirdi. Kapitalizm, yaşamlarımızı, kahvaltılarımızı, çalışma günlerimizi, amaçlarımızı, cinsiyetlerimizi, emek sömürüsünü, kadınların ücretsiz çalıştırılmasını ve köleleştirilmesini, doğanın talan edilmesini dünya-tarihsel etkinlik sürecindeki parçalar haline getirdi.
Çevreci, feminist ve Marksist düşünceye dayanan Jason W. Moore Hayatın Dokusundaki Kapitalizm ile yerleşik ekoloji görüşlerinde tanınmayan bir sentez sunuyor: Kapitalizm, doğa, iktidar ve zenginlik bileşiminden oluşan bir “dünya-ekolojisidir”. Elbette ekolojik sorunlarımızın kaynağı, kapitalizmin ucuz emek, ucuz gıda, ucuz enerji ve ucuz hammadde (: kâr-daha fazla para ve iktidar) yaratma kapasitesidir. Sermayenin (Dört Ucuzlar yani) emek, gıda, enerji ve hammaddeden yararlanma kapasitesi Dünya-ekolojisini/kapitalizmi ve nihayet hayatın dokusunu oluşturur:
Dünya-ekolojisi tam olarak sermayenin/iktidarın üretim/para kazanma ve yönetme süreçleri ve biz sıradan insanların da çalıştığı, amaçlarının peşinden koştuğu, milliyetlere, cinsiyetlere, kültürlere ayrıldığı gündelik hayatın ta kendisidir. Dünya-ekolojisi kapitalizmdir. Kapitalizm, genelde görmeye alıştığımız gibi dar bir ekonomik ve sosyal ilişkiler bütününden ibaret değildir, kapitalizm daha ziyade, hayatın bütününe yerleşmiş olan sermayenin, iktidarın ve üretim/yeniden-üretimin dünya-ekolojisi olarak anlaşılmalıdır. Kapitalizm ve doğa (doğa kendini para ve iktidar hırsına karşı korumaya başladığından itibaren) içiçe geçmiştir. İnsanlar ise bu dokunun içine hapsolmuştur.
Bu kitap bir davettir. İnsanlığın doğada işgâl ettiği yeri, bu yerin tarihe bakışımızı nasıl etkilediğini, ekolojik kriz analizini ve tüm hayatın kapitalizmden özgürleştirilmesi tartışmasına davettir. (Tanıtım Bülteninden)
Hayatın Dokusundaki Kapitalizm Sermaye Birikimi ve Ekoloji
Jason W. Moore
Çeviren: Alaz Munzur
Epos Yayınları
2017
Uranyum Uğruna
Türkiye’nin nükleer enerji sevdası yeni değil. Ülkemizde, bundan 40 yıl önce de nükleer enerji üretimi için temel gereksinim olan uranyum madenciliği yapıldı. Nükleer yakıt hammaddesi olan “Yellow Cake – Sarı Pasta“ üretildi. MTA tarafından tespit edilen birçok noktada uranyum rezervinin belirlenmesine dönük sondajlar gerçekleştirildi.
Elinizdeki kitap Türkiye’deki nükleer enerji sevdasının hemen hiç bilinmeyen bir yönünü irdeliyor. Yaklaşık 40 yıl önce, Ege Bölgesinin iki farklı yerinde gerçekleştirilen uranyum madenciliği ve sondajlarını ele alıyor. Uranyum madenciliği sonrası hiçbir önlem alınmadan terk edilen bu yerlerdeki çevre ve sağlık sorunlarına eğiliyor. Adları “kanser köy’e çıkan bu yerlerdeki yoğun kanser oranlarının uranyum madenciliğinden mi kaynaklandığı sorularını ortaya atıyor.
Kitapta anlatılanlar hem yetkili makamda oturanların hem de tüm yurttaşların ister istemez şu soruyu düşünmesine yol açıyor; “Üç hatta beş nükleer santral kurma, nükleer silaha sahip olma sevdasındaki bir ülke daha 40 yıl önceki uranyum madenciliğinin yol açtığı sorunlarla baş edemezken, yapılacak nükleer santralleri nasıl işletecek?
Özer Akdemir, Ege’de yapılan uranyum madenciliğinin unutturulan gerçeklerine ışık tutuyor. Görmezden gelinen bilimsel gerçekler, adları kanserle yan yana anılan güzelim Ege Köyleri…
Kitapta, 40 yıl önce hoyratça kirletilip hiçbir önlem alınmadan terk edilen doğanın bu umarsızlığa karşı acımasız tepkisi anlatılıyor. Devlet kurumlarının hiçbir sorumluluk kabul etmediği bir konuda, toprağı, suyu, havası kirletilmiş, türlü hastalıklarla boğuşmak zorunda olan Kisir ve Kasar Köylülerinin hüzünlü öyküsü içinizi acıtacak!
Uranyum Uğruna
Özer Akdemir
Yeni İnsan Yayınları
2017
Doğaya Dönüş
“Doğadaki İnsan” ve “Doğada Tek Başına” belgesellerinin yaratıcısı Serdar Kılıç’ın Bolu’da bir dağda geçirdiği 7 ayın öyküsünü kaleme aldığı Doğaya Dönüş, hayatta kalma teknikleriyle dolu gerçek bir doğa rehberi…
Serdar Kılıç’ın iki yavru kangal köpeğiyle birlikte dağda yaşadığı aylar boyunca ağaç evini inşa edişinden yemek bulma serüvenine, kurtları bekleyerek geçirdiği uykusuz gecelerinden vücuduna aldığı yaraların ilacını doğadan temin ettiği günlerine kadar her anını içtenlikle kaleme aldığı bir günlük…
Doğada, sadece bir bıçakla bile hayatta kalmak mümkün. Bir bıçakla ateş yakmak ve yiyecek bulmak…
Vahşi hayvanların ardında bıraktığı her iz, bir hikâye…
Her ağaç, bir işaret.
Her bitki, yaklaşmakta olan mevsimlerden yeni bir haber…
Doğanın diline tercümanlık eden Serdar Kılıç, hayatta kalmanın incelikleri kadar, kullanılmadığı için körelmeye terk edilmiş yeteneklerin ortaya çıkışına da ışık tutuyor. (Tanıtım Bülteninden)
Nuriye Gülmen, yargılandığı davanın 6’ıncı duruşmasında tahliye edildi. Gülmen mahkemeye yine getirilmedi duruşmaya SEGBİS ile bağlandı. Semih Özakça ve Acun Karadağ’ın tüm suçlamalardan beraatine karar verildi.
Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile ihraç edildikten sonra açlık grevine başlayan ve grevlerinin 268’inci gününde olan Nuriye Gülmen ile Semih Özakça’nın yargılandığı davanın 6’ıncı duruşmasında tahliye edildi.
Semih Özakça ve Acun Karadağ’ın ise tüm suçlamalardan beraatine ve adli kontrol şartının kaldırılmasına karar verildi.
Savcılık tahliye istedi
Savcılık, 269 gündür açlık grevindeki eğitimci Nuriye Gülmen’in bir kez daha adli kontrol şartıyla tahliyesini istedi.
Mahkeme verilen aranın ardından Gülmen’in tahliyesine karar verdi.
Numune Hastanesi’nin tutuklu koğuşunda zorla tutulan Gülmen’in, Pazartesi günü görülen duruşmasında savcının tahliye talebine rağmen mahkeme, “tutukluluk halinin devamına” karar vererek duruşmayı ertelemişti.
Eskişehir’de bir grup genç, kentin en verimli topraklarının bulunduğu Alpu Ovası’na termik santral projesini protesto etti. Çoğunluğu üniversite öğrencisi olduğu belirtilen gençler, kentteki ‘Çekirdek Çitleyen Eşek’, ‘Sohbet Eden Kadınlar’ ve ‘Köye Dönmek İsteyen Adam’ heykellerine gaz maskesi takıp, termik santralin heykelleri bile olumsuz etkileyeceğini söyleyerek bu görüntüleri sosyal medyada yayınlayarak tepkilerini gösterdi.
“Termik santral Eskişehir için bir cinayettir!”
Kemal Atlan ve Hakan Türktan’ın Evrensel’de çıkan haberine göre, Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen, Eskişehir’in Türkiye’deki yaşanabilir illerden ikincisi olduğunu ancak yapılacak olan termik santral ile kentin büyük bir çevre sorunuyla karşı karşıya kalacağını söyledi. Büyükerşen, “Türkiye’de yaşanabilir şehirler arasında ikinci olan ve yıllardan beri yaşanabilir şehirler araştırmasında hep ilk üçe giren Eskişehir ne yazık ki bu özelliğini kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Bunun sebebi Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın Eskişehir’de yapmak istediği kömürle çalışan termik santraldir. Hemen şehir merkezinin burnunun dibinde denilebilecek kadar yakın olan bir alanda kömürle çalışan bir termik santral kurmak adeta Eskişehir için bir cinayettir. Kurulacak olan termik santral Eskişehir’i maalesef yaşanamaz hale getirecektir” diye konuştu.
422 futbol sahası büyüklüğünde alan
Bakanlar Kurulu’nun ovalarla ilgili kararları olduğunu ifade eden Büyükerşen, “Bu karar ova kararlarıdır. Yani ‘Türkiye’de artık tarıma gerekli ağırlığı verebilmek, tarımda Türkiye’yi kendi kendine yeter hale getirme amacıyla verimli tarım arazilerine, hayvancılık yapılan arazilere bu amaçlar dışında başka hiçbir yatırım yapılamaz’ diye bir koruma kararıdır bu. Eskişehir’deki Alpu Ovası da bu kararnameye giren yerlerden birisidir. Burası bu karara rağmen nasıl termik santral yapılacak evvela bu soruya cevap arıyoruz” dedi.
“1 milyon 250 bin evin yaktığı kömürü yakacak!”
Santralin kurulması halinde çevrenin büyük zarar göreceğini anlatan Büyükerşen, santral atıklarının tepeler halinde bölgeye yığılacağını söyledi. Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen şöyle konuştu:
“Bunlar aynı ovaya yığılacak. Yığılacak alan olarak 422 futbol sahası büyüklüğünde bir saha ayrılmaktadır veya ayrılması projelendirilmektedir. Bu küllerin rüzgar ile sağa, sola savrulması ile tarlalara, bahçelere yayılması ile yine havadakilerle karışarak meyve ağaçlarına zarar vermesi ile uğranılacak zarar çok büyüktür. Bu santral fikrinden bir an önce vazgeçilmesini, bunun yerine daha temiz olan enerji kaynakları olan su, rüzgar ve güneş gibi daha temiz enerji kaynaklarının tercih edilmesini istiyoruz. Eskişehirliler olarak şimdi bu mücadelenin içerisindeyiz. Çünkü Eskişehir turistik patlama yapmış şehirdir. Yaşanılabilir bir şehirdir, yaşanılabilir bir şehri böyle bir teknolojik saldırıdan kurtarmak zorunda hissediyoruz kendimizi. Termik santral kurulduğunda ne yapacak? Bir milyon 250 bin evi düşünün, bunların hepsinin sobalı olduğunu düşünün. Bunların kömür yakarak ısındığını düşünün. Bir milyon 250 bin evin yaktığı kömürü bir günde yakması durumundadır bu termik santral.”
Büyükşehir, Odunpazarı ve Tepebaşı belediyeleri ile Eskişehir Çevre ve Yaşam Platformu tarafından kent merkezinin değişik yerlerinde bulunan billboardlara asılan, Porsuk Çayı’nın fotoğrafı ile birlikte üzerinde ‘Eskişehir kıymetlidir’ ve ‘Tepebaşı kömürlü termik santraline hayır’ yazılı afişler de halk tarafından ilgi gördü.
Türkiye İnsan Hakları Vakfı İzmir Temsilciliği (TİHV) İzmir Temsilciliği’nin düzenlediği 8. İnsan Hakları Belgesel Film Günleri, 7-10 Aralık tarihleri arasında İzmir Fransız Kültür Merkezi’nde.
Fransız Kültür Merkezi sinema salonunda, 07-10 Aralık 2017 tarihleri arasında düzenlenecek Belgesel Film Günleri, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi İletişim Çalışmaları Topluluğu ve Fransız Kültür Merkezi’nin desteğiyle hazırlandı.
TİHV’in 20. kuruluş yılı kutlamaları kapsamında başlayan ve bu sene sekizincisi düzenlenen belgesel günlerinde Türkiye’de ve dünyada insan hakları açısından yaşanan farklı sorunlara yönelik farkındalık yaratan belgeseller gösterilecek.
Bu yıl “İnsan Hakları Belgesel Film Günleri”nin temasını, koşullarında KHK ile görevinden ihraç edilenlerin maruz kaldıkları ihlaller oluşturuyor.
8. İnsan Hakları Belgesel Film Günleri’nde bu yıl, balığın ve denizin öyküsünü, iş cinayetlerine kurban giden işçileri, kent hakkı için mücadele eden sinema sevdalılarını, Brezilya’yı da saran ‘Gezi’ etkilerini, silahların ve çatışmaların ortasında geçen futbol mücadelesini, askerliklerini yaparken ayrımcılığa uğrayan bu toprakların evladı Ermeni ve Yahudi gençlerini, çocuk evliliklerine karşı verilen okuma savaşını, erkekler tarafında öldürülen kadınları, OHAL’e karşı verilen demokrasi mücadelesini ve direnen kamu emekçilerini, Sri Lanka’da 26 yıl süren iç savaşın şiddetini ve tabi ki her geçen gün O’na olan özlemimiz daha da büyüyen Sevgili Tahir Elçi’yi anlatan ülke içinden ve dışından seçme belgesel filmleri izlemek mümkün olacak.
İzmir’de 19 yıldır çözülemeyen ‘Basmane Çukuru’ adıyla bilinen 20 bin 855 metrekarelik alanın 2013 yılında onaylanan imar planı 4 yıl sonra İzmir 5. İdare Mahkemesi tarafından iptal edildi
İzmir’de 19 yıldan bu yana çözülemeyen ve ‘Basmane Çukuru’ olarak bilinen alanla ilgili yine kriz çıktı. Basmane Çukuru’na yapılması öngörülen projenin önü 1999 yılından sonra arka arkaya gerçekleşen imar plan iptalleri nedeniyle açılamamıştı. En son 2013 yılında yapılan 1/5000 ve 1/1000 ölçekli planlar sonrasında çözüm yoluna girildi.
TMSF tarafından satıldığı Folkart’ın projeye başlamak için ruhsat almayı beklediği alanla ilgili İzmir 5. İdare Mahkemesi’nde İzmir Belediyesi eski başkanlarından Yüksek Çakmur ve arkadaşlarının açtığı davadan iptal kararı çıktı. Çakmur ve arkadaşları 1999 yılı ve sonrasındaki imar planlarını iptal eden davaları da açmıştı.
İzmir 5. İdare Mahkemesi, İzmir Büyükşehir Belediyesi ve Konak Belediyesi’nin 2013 yılında onayladığı Basmane Çukuru planlarını 4 yıl sonra iptal etti. İptal gerekçeleri arasında trafik yoğunluğunu arttıracak olması, inşaat yoğunluğu gibi nedenler yer aldı. Mahkeme, 1/5000 ölçekli planlarla ilgili bir karar vermedi. Bu planlar yürürlükte kaldı.
Almanya’nın en değerli yazarları arasında yer alan Heinrich Böll doğumunun 100’üncü yıl dönümünde anılıyor. Heinrich Böll Stiftung Derneği, Goethe Institut, tarabyaKA ve Pera Müzesi bu ay İstanbul’da “Heinrich Böll’ün 100. Doğum Günü” etkinlikleri düzenliyor. Anma etkinlikleri kapsamında sergi açılışı, okuma etkinliği, panel ve film gösterimleri yapılacak. Katılım ücretsizdir.
Programın detayları ise şöyle:
2-13 Aralık 2017 – Sergi
2 Aralık 2017, 11.00 – Monika Rinck ve Mert Fırat’ın katılacağı sergi açılışı, Yer: Goethe Institut İstanbul Kütüphanesi, Beyoğlu
7 Aralık 2017 – 19.00-20.30 – Panel: “Belirsiz Zamanlarla Sanat ve Sanatçılar” Panelistler: Tanıl Bora, Ömer Türkeş Yer: Pera Müzesi *Panelde Türkçe / İngilizce simultane tercüme olacaktır.
21 Aralık 2017 – 19.00-21.00 – Film Gösterimi: Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru Yer: Pera Müzesi
Climate Change News‘de Mantoe Phakathi imzası ile yayınlanan haberiYeşil Gazete gönüllü çevirmeni Nilüfer Ağaç’ın çevirisi ile paylaşıyoruz
***
Bonn’da yapılan iklim konuşmalarının kenar hatları ile belirtildiği üzere mobil uygulamalar ve çevrim içi forumları genç Afrikalıların değişen hava koşullarının ortasında çiftçilik üzerinden bir hayat kurmalarını sağlıyor.
Afrika tarım arazilerinin sadece %6 sı sulanabilmekte ve iklim değişimi ile yağış miktarı daha da değişkenlik gösteriyor.
Afikalı Bonn iklim zirvesi katılımcılarının genç insanları çiftçilik ile ilgilenmeleri ve göçün engellenmesi için dijital araçları kullanması konusunda desteklediği Almanya Bonn’daki iklim konuşmalarının bir başka konusu idi.
10 genç insan içinden 7’sinin günlük 3,10 dolardan az kazandığı alt Sahra Afrikasında genç işsizlik ortalaması 10.8%lerde. Kuraklık ve sel gibi iklim değişiminin etkileri çiftçiler için idare etmeyi daha da güçleştiriyor ve yüksek sayıda insanın Avrupa’da daha iyi fırsatlar arayışı için riskli bir yolculuğa çıkmasına sebep oluyor.
Bu meydan okumaya yanıt olarak , İklim Akıllı Tarım Gençlik İletişim Ağı (CSAYN) dijital ve konvansiyonel anlamda iklim akıllı tarım üzerine bilgilerini paylaşmak adına genç insanları biraraya getiriyor.
CSAYN Kenya’dan Amanda Namayi’ye göre internet genç insanlara sürdürülebilir tarımı desteklemek adına 28 ülkeyi kapsayacak şekilde ittifaklar sağladı. Namani, ”Bu girişim Afrikada başladı , ancak şimdi dünyanın diğer bölgelerine de yayılmaktadır.” diyor.
”Gençlik sosyal medya ile daha ilgili, onlar çiftçiliği de kapsayan araçlar olan teknolojinin içindeler ” diye belirtiyor Kenya ‘da bir araştırmacı olan Catherine Mwangi.
Bu ne ve ne zaman ekim yapacaklarına karar vermelerinde yardımcı olacak hava modellerini kurgulayarak çiftçiye bilgi verecek mobil uygulamaların tasarlanmasını kapsamakta.
Genç insanlar, deneyimlerini paylaşmak ve birbirlerini eğitmek adına çevrimiçi forumlar kullanmaktalar, diyor Mwangi ve ekliyor ” Gençliği tarım ile tanıştırdığımız yöntem üzerine tekrar düşünmeye ihtiyacımız var …Çevrimiçi forumlar ; gençliğin yüzyüze kaldığı sorunlar ve çözümler üzerine bize bir bakış açısı kazandırdı.”
Afrikalı gençliğin tarım üzerine karşılaştığı başka bir problem de ise arazi hakları. Afrika Birleşmiş Komisyonu (AUC) iklim değişimi ve tarım danışmanı Ayalneh Bogale’e göre bu sorun Afrika ülkelerindeki arazi kullanım hakkı sistemindeki karmaşadan kaynaklanmakta.
Carbon Brief’te Daisy Dunne imzası ile yayınlanan haberi Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Oğuzhan Yaman’nın çevirisi ile paylaşıyoruz
***
Doğal yaşam alanı kaybından şiddetli hava olaylarına, dünya yaban hayatı iklim değişikliğinin sonucu olan bir dizi sorun ile karşı karşıya.
Ancak büyüyen bir araştırma sahası, iklim değişikliğinin erkek ve dişi sayılarına farklı şekilde etki edebileceğini belirtiyor. Kimi hayvan topluluklarında, cinsiyetler arasındaki bir dengesizlik çoğalmayı engelleyebilir ki bu nüfus düşüşüne hatta türlerin nesillerinin tükenmesine sebep olabilir.
Carbon Brief, iklim değişikliğinin birçok türden hayvan grubunun cinsiyet oranlarını nasıl etkileyebileceği üzerine çalışan bilim insanları ile görüştü.
Kaplumbağa sorunu
Artan sıcaklıklar, sıcaklığa dayalı cinsiyet belirleyen (temperature-dependent sex determination, TSD) hayvanlar için felaket anlamına gelebiliyor. Bu, bir hayvanın cinsiyetinin, embriyo veya larva döneminde gelişirken maruz kaldığı sıcaklık tarafından belirlendiği süreçtir.
Deniz kaplumbağaları TSD sürecine bağlı gelişen bir hayvan grubudur. Dişi deniz kaplumbağaları, üreme mevsimi sırasında yumurtalarını kuma gömmek için kıyıya gelirler. Kumun sıcaklığı, kuluçkadaki yumurtaların erkek mi yoksa dişi mi olacaklarını belirler. Çoğu kaplumbağa için, yüksek sıcaklıklar tüm yumurtaların dişi olmasıyla, düşük sıcaklıklar ise tümünün erkek olmasıyla sonuçlanır.
Bu yüzden bilim insanları, küresel sıcaklıklardaki artışın, yeni kaplumbağa yavrularının büyük bir bölümünün dişi doğmalarına yol açabileceği korkularını dile getiriyor.
Bunun zaten gerçekleşiyor olabileceğine dair kanıtlar var. Caretta Carettalar için önemli bir yavrulama bölgesi olan Florida’da, geçtiğimiz beş sene içinde doğan yavrularda istikrarlı bir dişi fazlalığı bulunmakta ki, bu bazı bölgelerde yüzde 95’e ulaşıyor.
Caretta Carettalar için bir diğer yavrulama bölgesi olan Yeşil Burun Adaları’nda (Cape Verde) ise, 1850’lerdeki yüzde 59’luk dişi doğan yavru oranının, günümüzde yüzde 70’e yükseldiği düşünülüyor.
Ancak, Swansea Üniversitesi’nde bir kaplumbağa cinsiyet oranı araştırmacısı olan Dr Jacques-Olivier Laloë: “Herhangi bir dişi oranı fazlalığının tüm Caretta Caretta nüfusunun sayısını nasıl etkileyeceği henüz belli değil” diyor.
Dişi kaplumbağaların erkek eksikliğiyle başa çıkabileceklerini, çünkü sperm depolayabildiklerini ifade ediyor. Bu onların, uzun bir zaman boyunca bir erkekle karşılaşmadan bile düzenli olarak üreyebilecekleri anlamına geliyor.
“Üstelik, erkekler bir çiftleşme dönemi boyunca birden fazla dişi ile çiftleşebiliyor ki bu, nüfusların çoğalması için erkek-dişi sayılarının eşit olması zorunluluğunun olmadığı anlamına geliyor” diyor Laloë ve ekliyor: “Bu etkenler durumu değiştiriyor. Öğrendiğimiz şu ki, her dişi için ayrı bir erkeğe ihtiyaç yok. Her dişiyi dölleyecek kadar erkeğe sahip olduğunuz sürece nüfuslar artmaya devam edebilir. Fakat ne kadar erkek yeterli? Bu, hala cevaplamaya çok yakın omadığımız bir soru”.
Laloë’nin araştırması, küresel sıcaklıklar artmaya devam ettikçe, dişi olarak doğan yavru miktarının da artacağını öne sürüyor. Yine de, kaplumbağaların genel sayısının olumsuz olarak etkilenmesi olası değil.
Fakat kaplumbağa nüfusları belli bir yerde, çiftleşmenin normal olarak gerçekleşmesi için yeterli erkeğin olmayacağı bir “taşma noktasına” gelecektir ve ardından kaplumbağa nüfusları hızla azalabilir, diyor Laloë.
“Güncel modellerimiz orta seviyeli bir ısınma senaryosunda[RCP4.5], 2100 senesinin kaplumbağalar için bir dönüm noktası olabileceğini gösteriyor. Bu seneden sonra, tüm dişilerle çiftleşecek kadar erkek kalmayabilir. Bu durum, nüfus azalmasına yol açabilir ve yok olma riskini artırabilir”.
Ancak, küresel CO2 emisyonları, RCP8.5 emisyon senaryosu’nda olduğu gibi kontrolsuz bir şekilde artmaya devam ederse bu taşma noktası daha erken gerçekleşebilir, diye ekliyor Laloë.
İklim değişikliği, kaplumbağalar için sorunlara yol açtığı gibi, cinsiyetleri TSD’ye bağlı olan, balıkların, timsahların ve diğer birçok sürüngenin de içinde bulunduğu diğer hayvanların cinsiyet oranlarını da değiştirebilir.
Yetişkin Amerikan timsahı (Alligator mississippiensis), Florida, ABD, 26/09/2008
Amerikan timsahı üzerinde çalışan araştırmacılar, 34 santigrad derecenin üzerindeki sıcaklıklarda kuluçkalanan yumurtalardan erkek yavrular çıktığını keşfettiler ki bu, iklim değişikliğinin nüfuslarda bir erkek fazlalığına sebep olabileceği korkularına yol açıyor.
Gelecekteki bir dişi eksikliği, hızlı bir biçimde üremede düşüşe ve nüfus azalmasına neden olabilir. Erkeklerin fazlalığı potansiyel olarak, dişilerin fazlalığından çok daha büyük bir probleme yol açabilir, diyor Laloë.
Isınma genetiği nasıl etkileyebilir
Hayvanlar aleminin büyük bir çoğunluğu için, cinsiyet genetik tarafından kontrol edilir.
Memeliler, “Y” kromozomlu hayvanların erkek olarak doğdukları bir “XX/XY” cinsiyet belirleme sistemine sahipken, bazı balıklar, amfibiler ve kuşlar, “W” kromozomuyla doğanların dişi olduğu bir “ZZ/ZW” cinsiyet belirleme sistemine sahipler.
Artan sıcaklıklar, “cinsiyet tersinimi” olarak bilinen bir şeye yol açarak işleri karıştırabilir. Bu, embriyo gelişimi sırasında ısınmaya maruz kalan bir hayvanın, belirli bir cinsiyetin tüm fiziksel özelliklerine sahip olup, diğer cinsiyetin genetik kodlarını taşıması durumudur.
Birçok hayvan için yüksek sıcaklıklara maruz kalmak, genetik olarak dişi olan embriyoların, bir erkeğin fiziksel özellikleriyle doğmasına yol açıyor. Bu süreç “erkeksileşme” olarak bilinir ve yüksek sıcaklıkların, erkek hormonlarının etkinliğini arttırdığı için meydana geldiği düşünülmektedir.
Bu yüzden, bilim insanları iklim değişikliğinin, cinsiyetleri genetik tarafından kontrol edilen türlerde genel bir erkek fazlalığına neden olabileceğini öne sürmüşlerdir.
Ancak son zamanlarda yapılan bir çalışma gösteriyor ki, bu erkek fazlalığı, “ZZ/ZW” cinsiyet belirleme sistemine sahip olan hayvanları, “XX/XY” sistemine sahip olanlardan daha çok etkileyebilir. Bunun sebebi, “XX/XY” cinsiyet belirleme sistemine sahip olanların, bir erkek fazlalığını hızlıca dengeleme kabiliyetine sahip olmasıdır. Örneğin, iki “X” kromozomuna sahip, “erkeksileşmiş” bir dişi, (yine iki “X” kromozomu bulunan) değişmemiş bir dişi ile çiftleşirse tüm yavruları dişi olarak doğacaktır, çünkü iki hayvan da yavrularına aktaracak bir “Y” kromozomuna sahip değildir. Araştırmacılar, dişi doğumlardaki fazlalık, erkek fazlalığını yalnızca bir jenerasyonda dengeleyebilir diyorlar.
Ancak yine de, “ZZ/ZW” cinsiyet belirleme sistemine sahip hayvanların erkek fazlalığını dengeleme kabiliyeti daha azdır. Eğer “ZW” cinsiyet kromozomuna sahip “erkeksileşmiş” bir dişi, (“ZW” kromozomlu) etkilenmemiş bir dişi ile çiftleşirse, bütün yavruların bir çeyreği hala erkek (“ZZ” kromozomlarıyla) doğabilir.
Araştırmaya öncülük eden ve Budapeşte’deki Macar Bilimler Akademisi’nde çevrebilimci olan Dr Veronika Bókony: “Küresel ısınmanın bir sonucu olarak erkek doğumlarındaki artış, özellikle balıkların, sürüngenlerin ve amfibi hayvanların hayatta kalmaları için bir tehdit belirtisi olabilir” diyor.
Carbon Brief’e konuşan Bókony: “Memeli ve kuş embriyolarının cinsiyet gelişimi, rahmin veya yumurtanın içinde çevresel sıcaklıklardan iyi korunur. Balıklar, ambfibi hayvanlar ve sürüngenler gibi ektotermik (soğuk-kanlı) hayvanların erkeksileşmeden etkilenmeleri daha olsasıdır. Ancak, bu cinsiyet tersinimlerine neyin sebep olduğu henüz bilinmiyor (ve analizini yapmak çok zor), çünkü yalnızca olağandışı sıcaklıklar değil, aynı zamanda böcek ilaçları ve yollardaki buz çözücüler gibi kimyasal kirleticiler de cinsiyet gelişimine etki edebiliyorlar” diyor.
Çalışmasında, iklim değişikliğinin sonucu olarak erkeksileşmedeki artışın birçok balık, sürüngen ve amfibi türünün varlıklarını sürdürme ihtimalini nasıl etkileyebileceğini tahmin edecek matematiksel modeller oluşturan Bókony: “Yok olma tehlikesi kesinlikle olası. Eğer iklim ısınması şimdiki oranda devam ederse, sıcaklık-uyarımlı erkeksileşmenin bir çok hayvan topluluğunu yok olmaya sürüklemesinin birkaç yüzyıl alacağını hesapladık. Ancak, bu toplulukların şimdikinden farklı olarak; sağlıklı olduklarını ve kirlilikten, hastalıktan, doğal yaşam alanı kaybından etkilenmemiş olduklarını varsaydık.
Hayatta kalma savaşı
İklim değişikliği, erken gelişimleri sıcaklıktan hiçbir şekilde etkilenmemiş türler için bile, erkek-dişi oranındaki düzensizliklerde bir rol oynayabilir.
Çünkü iklim değişikliği, erkekler ile dişilerin hayatta kalma durumlarını farklı yönlerden tehdit ediyor.
Örneğin, yeni yapılan bir araştırma, erkek ren geyiklerinin iklim değişikliğine karşı dişilere göre daha hassas olduklarını öne sürüyor.
Norveç ile Kuzey Kutbu arasında, ren geyiklerinin en küçük alttürü olan Svalbard ren geyikleri, Svalbard takımadaları tundrasında geziniyorlar.
Svalbard geyiği, Svalbard Takımadaları
İklim değişikliğinin, takımadalarda kış besleme koşullarını kötüleştirmesi bekleniyor, çünkü yağış gittikçe artan bir oranda, kar yerine yağmur olarak gerçekleşiyor. Ren geyikleri otlandıkları bitkilere ulaşmak için karı eşeleyebilirler fakat yağmur donarak, hayvanların kıramadığı sert buza dönüşüyor.
Çalışma gösteriyor ki, bu durum erkekler üzerinde aşırı etkilere sahip olan yiyecek kıtlığına yol açabilir. Araştırma, ilkbahar başında toplam dişi fazlalığıyla sonuçlanan erkek ölümleri artışının kuvvetli kış yağmuru ile ilişkili olduğunu öne sürüyor.
Aşağıdaki grafikler, kış yağmurunun (a, c) ve popülasyon büyüklüğünün (b, d) erkek (düz çizgiler) ve dişi (kesikli çizgiler) ren geyiklerinin yetişkin popülasyon büyüme oranları üzerindeki tahmini etkilerini gösteriyor. Grafik, kış yağmuru artarken erkek popülasyonu büyüme oranlarının sıfırın altına düştüğünü gösteriyor ki bu, toplam erkek sayısının azalması beklendiği anlamına geliyor. Karşılaştırıldığında, dişi popülasyon büyüme oranı sıfırın altına düşmüyor ki bu da, toplam dişi sayısının artması beklendiği anlamına geliyor.
Adventdalen ve Reindalen’de kış yağmurunun (a, c) ve popülasyon büyüklüğünün (b, d) erkek (düz çizgiler) ve dişi (kesikli çizgiler) Svalbard ren geyiklerinin yetişkin popülasyon büyüme oranları üzerindeki tahmini etkileri. Kesikli çizgiler yüzde 95 güvenirlik aralıkları gösteriyor. Kaynak: Peeters ve ark. 2007
Araştırmacılar, dişi ve erkeklerin kışladıktan sonra hayatta kalma durumlarındaki farkı anlamak için, kışa yaklaşan haftalarda gerçekleşen çiftleşme dönemi (kızışma da denir) boyunca ren geyikleri üzerinde çalışıyorlar.
Kızışma dönemi boyunca erkekler, birbirleriyle kavga ederek, birbirlerini kovalayarak, yüksek sesler çıkararak ve boynuzlarını ağaçlara vurarak dişileri etkileme girişimlerinde bulunurlar. Sonuç olarak, erkekler çok fazla enerji sarfeder ve yiyecek bulmak için çok az zamanları olur. Kızışma döneminde vücut ağırlıklarının üçte birine kadarını kaybederler ki bu, kışın onları yiyecek kıtlıklarında son derece savunmasız yapar.
Bu sırada dişiler, çiftleşme dönemini önlerindeki şiddetli aylar için yiyecek depolayarak geçirirler ve böylece iklim değişikliğiyle ilişkili olan bu yiyecek kıtlıklarıyla daha iyi başa çıkabilirler.
Çalışmaya öncülük eden, Norveç Bilim ve Teknoloji Üniversitesi doktora öğrencisi Bart Peeters: “Dişiler yılda yalnızca bir yavru doğurabilir ve bu yüzden ilerideki yıllarda kendi hayatta kalışlarına öncelik vererek uzun vadede potansiyel olarak kazanacakları çok şey var” şeklinde açıklıyor.
Carbon Brief için konuşan Peeters: “Ayrıca, erkekler kızışma döneminin ardından boynuzlarını değiştirirken dişiler onları kış boyu düşürmezler, böylece kendileri ve yavruları için, daha fazla veya daha yüksek kaliteli bitki örtüsünün bulunduğu iyi beslenme bölgelerini koruyabilirler. Bu, erkek ren geyiklerini sıklıkla, kış mevsiminde beslenme koşulları buzlu iken deniz algı ve yosun yedikleri deniz kıyıları gibi uç bölgelerde beslenirken görmemizin nedenini açıklayabilir” diyor.
Ancak, ilkbahar başındaki dişi fazlalığının popülasyon sayısına nasıl etki edebileceği henüz bilinmiyor.
Tıpkı erkek kaplumbağalar gibi, erkek ren geyikleri de tek bir çiftleşme döneminde birden fazla dişi ile üreyebilirler, bu da nüfus büyümesinin devam etmesi için, iki cinsiyetten de eşit sayıda bulunma zorunluluğu olmadığı anlamına geliyor.
Peeters: “Üstelik memelilerin erkek eksikliğine karşılık yavrularının cinsiyetini etkileme yetenekleri olabileceğine dair kanıtlar var. Memeliler üzerinde yapılan diğer çalışmalar dişilerin popülasyondaki cinsiyet oranına karşılık yavrularının cinsiyet oranını ayarlıyor olabileceklerini göstermiştir. Dağ keçileri üzerine güncel bir araştırma ise, sağlıklı durumdaki dişilerin, yetişkin cinsiyet oranının dişi çoğunlukta olduğu zamanlarda erkek yavru doğurma ihtimallerinin arttığını gösteriyor. Svalbard ren geyiği dişilerinin de benzer bir strateji izlemeleri muhtemeldir” diyor ve ekliyor:
Ancak iklim ısındıkça erkek ren geyiklerinin sayısı azalmaya devam ediyor, bu da geleceği belirsizleştiriyor.
Peeters: “Geçtiğimiz on sene boyunca, yetişkin cinsiyet oranında, erkek orantısı için bir düşüş anlamına gelen, olumsuz eğilimler gözlemledik. Gelecekte, bu sapmanın dengeleyici mekanizmalar sayesinde güçlenerek dengelenecek mi yoksa azalacak mı göreceğiz” diye ekliyor.
Genel görünüm
Isınan Kuzey Kutup bölgesinde kış yağmuru artışının, ren geyiklerine benzer çiftleşme sistemlerine sahip diğer türlerden erkeklerin hayatta kalma durumunu etkileyebilmesi mümkün.
Peeters: “Kışları daha sık ısınma dönemleri ve yağmur yağışı gerçekleşen bazı Kuzey Kutup tundra ekosistemlerinde, küresel ısınma daha fazla buzla kaplanmış çayır oluşmasına yol açacağı için, yabani ve yarı evcilleştirilmiş ren geyiklerinin yanısıra Kuzey Amerika ren geyiği (karibu) ve misk sığırı popülasyonlarının ölüm oranlarında da benzer cinsiyet fazlalıkları görülebilir” diyor.
Tundrada erkek misk sığırı, Dovrefjell Sunndalsfjella Ulusal Parkı, Norveç, 2010
Ancak yine de, iklim değişikliğinin maymunlar, fokbalıkları ve bazı kuşlarda olduğu gibi sert erkek rekabeti içeren çiftleşme sistemlerine sahip diğer türleri nasıl etkileyeceği konusunda anlamlı sonuçlar çıkarmak zor.
Peeters: “Bu cinsiyet oranları, iklim değişikliğinin çevresel koşulları -ki bu koşullar hayatta kalmak için önemlidir- nasıl etkilediğine son derece bağlı olacağı için genelleme yapmak zordur. Bu yalnızca türlerle değil, enlem ile kıyı ve iç bölge popülasyonları arasında da çeşitlenebilir” diyor.
İklim değişikliğinin, bitkilerin ve daha az tanınmış hayvanlar gibi diğer türlerin cinsiyet oranlarını nasıl etkileyebileceğini öğrenmek için daha fazla çalışmaya ihtiyaç var, diyor ve ekliyor Laloë:
“İklim değişikliğinin deniz kaplumbağalarının cinsiyet orablarına nasıl etki ettiği üzerine bir sürü çalışma yapıldı çünkü insanlar bu hayvanları çok seviyor, onlar denizin “pandaları” gibiler. Ancak bu malesef, nispeten söylersek, kertenkeleler ve timsahlar gibi diğer türlerin -şüphesiz ki iklim değişikliğinden bu hayvanlar da etkilenecek olmalarına rağmen- yeteri kadar ilgi çekmedikleri anlamına geliyor. Umarız ki, buna çare olmak için gelecekte daha fazla çalışma yapılır”.
Antalya’da sedir ormanlarını mermer ocaklarına karşı savunmak isterken öldürülen Ali Ulvi ve Aysin Büyüknohutçu cinayetiyle ilgili hazırlanan iddianame Elmalı ağır ceza mahkemesince kabul edildi. İddianamede, ‘kasten öldürme’ ve ‘birden fazla kişiye karşı gece vakti konutta silahlı yağma’yla suçlanan katil Ali Yamuç’un eşi Fatma Yamuç’a ağırlaştırılmış müebbet talep edilirken azmettirici kişi ya da kişilerin bulunmadığı belirtildi.
İddianamede, ayrıca Yamuç çiftinin 10 yıldır uyuşturucu madde bağımlısı olduğunun adli tıp raporlarıyla ortaya konulduğu, veda mektupları ve ifadeleri göz önüne alarak kasten öldürme olayını azmettiren kişi ya da kişiler olmadığı kaydedildi.
Katil Yamuç, savcılık ve mahkeme ifadelerinde, kapatılan mermer ocağında çalışan ‘Çirkin’ lakaplı kişinin cinayetler için 50 bin lira teklif ettiğini, 3 bin lirasını ödediğini söylemişti.
İlk duruşma 11 Ocak 2018’de.
Antalya Finike’de 9 Mayıs’ta yaşadıkları dağ evinde 61 yaşındaki Ali Ulvi ve Aysin Büyüknohutçu öldürülmüş halde bulunmuş, cinayetle ilgili bölgeye yeni taşınmış 31 yaşındaki Ali Yamuç gözaltına alındı ve cinayeti itiraf ederek tutuklanmıştı. Katil Ali Yamuş daha sonra şüpheli olduğu iddia edilen bir şekilde cezaevinde intihar etmişti.