Ana Sayfa Blog Sayfa 2927

“Cerattepe Gazisi” 100 yaşındaki Hacı Dede’den örnek davranış: Madene karşı imza topluyor!

Artvin’in Kafkasör Yaylası’nda doğal yaşlı ormanların yer aldığı Cerattepe mevkiinde, 25 yıldır madenciliğe karşı mücadele yürüten Artvin halkı, 15 Şubat 2016 tarihinde maden şirketinin iş makinelerinin bölgeye girişine araçları ve yola kurdukları barikatlarla izin vermedi. İki gün boyunca polis ve jandarmanın biber gazı, cop ve plastik mermi ile yaptığı müdahalelerin ardından halkın direnci kırıldı, yol açılarak iş makineleri Cerattepe Bölgesi’ne çıkarıldı. Olaylar sırasında biber gazı ile müdahalede bulunulan ve vücuduna plastik mermi isabet eden 6 çocuk, 20 torunu bulunan Hacı Ali Keklik, eline aldığı plastik mermi kapsülü ile gündeme gelmişti. O günden sonra ‘Cerattepe Gazisi’ olarak anılmaya başlanan Hacı Ali Keklik, ilerlemiş yaşına rağmen çevre mücadelesi veriyor. Keklik, Artvin Çevre Platformu tarafından başlatılan maden karşıtı kampanya için kapı kapı dolaşıyor, imza topluyor. Esnafı dolaşan ve kampanya için destek isteyen Keklik, vatandaşların ilgisiyle karşılaşıyor. Kendisini görenler “Maşallah” dediği dedeye “Uzun ömürler” dileğinde bulunuyor.

100 yaşındaki dede çevre mücadelesi veriyor!

Eşini 25 yıl önce kaybeden işçi emeklisi Hacı Ali Keklik, hayatının Kafkasör Yaylası Cerattepe mevkiinde geçtiğini belirterek, maden şirketi o bölgeye girerse insanların nerelerde nefes alacağını sordu. Madenciliğin bölgeye zarar vereceğini belirten Hacı Ali Keklik “Ben yıllarca oraları korudum. Bir tane ağaç kesilmesine izin vermedim. Her zaman mücadele ettim, yine edeceğim. Ormanlarımıza, suyumuza ve memleketimize sahip çıkacağım. Bir müteahhidi korumak için askeri, polisi Artvin’e döktüler. 98 yaşındayken hayatında ilk kez biber gazı ve plastik mermi ile tanıştım. Olaylar çıktı. O gün gözüme biber gazı kaçtı. Ovaladığım için sağ gözüm tam görmüyor” dedi.

“Uzun yaşımı Artvin’in doğasına borçluyum”

100 yaşına kadar yaşamasını Artvin’in doğasına, ormanına ve suyuna borçlu olduğunu ifade eden Hacı Ali Keklik, “Bir de Artvin’in dönerini çok yerim. 100 yaşıma geldim halen yerim ve bana hiç dokunmaz. Sarı yağsız yemek yemem, ekmeğe sürer yerim. Meyveyi ise çok severim. Hayatım boyunca iki kez doktora gittim. Birinde kalçam kırıldı, diğerinde safra taşını aldırdım. Hayatımda bir kez ağrı kesici içmişliğim yok” diyerek sağlığı elverdiği sürece her zaman Artvin’deki mücadeleye destek olacağını belirtti.

Hacı Ali Keklik’e, Yeşil Artvin Derneği Başkanı Nur Neşe Karahan ve Yönetim Kurulu üyesi Seval Şahin de eşlik etti. Karahan, Hacı Ali Keklik’in bir asırlık ömre sahip olduğunu belirterek “Kendisi, Artvin’de sağlıklı yaşamanın ne demek olduğunu gayet iyi biliyor. Bu yaşında bütün etkinliklerimize katılıyor, Artvin halkının yaşamsal mücadelesine destek oluyor” dedi.

 

(Artvinden.com)

Aslı Erdoğan Paris’te Simone-de-Beauvoir Kadın Hakları ödülünü aldı

Kapatılan Özgür Gündem gazetesinin yönetici ve yazarlarına yönelik davada dört ay tutuklu yargılandıktan sonra Aralık 2016’da tahliye olan yazar Aslı Erdoğan, 2018 yılı Simone-de-Beauvoir Kadın Hakları ödülünü bugün Paris’te düzenlenen törenle aldı.

Aslı Erdoğan‘ın ödüle layık görüldüğünü Almanya’nın ünlü feminist kadın dergisi “Emma” Aralık 2017’de duyurmuştu Derginin genel yayın yönetmeni Alice Schwarzer, Simone-de-Beauvoir Kadın Hakları ödülünün seçici jüri üyeleri arasında yer alıyor.

2008 yılında hayata geçirilen ve bu yıl 11’incisi verilen ödül, 1908-1986 yılları arasında yaşamış olan Fransız yazar, filizof ve feminist Simone de Beauvoir‘ın 110’uncu doğum gününün ertesi günü, 10 Ocak 2018’de (bugün) Paris’te Aslı Erdoğan’a takdim edildi.

Aslı Erdoğan, son olarak Aralık 2017’nin başında “Uluslararası Kurgu” dalında İtalya’da Vincenzo Padula Ödülü’ne layık görülmüştü.

Erdoğan, ödüle ilişkin verdiği mülakatta, Simone de Beauvoir Ödülü için “en önemli ödül” diye bahsetmişti. Yazara daha önce de “düşünce özgürlüğüne yönelik mücadelesi” nedeniyle Theodor Heuss Madalyası, Amsterdam’daki Avrupa Kültür Vakfı tarafından Prenses Margriet Kültür Ödülü, Stuttgart Barış Ödülü ve Avusturya‘nın 2016 yılındaki Bruno Kreisky İnsan Hakları Ödülü verilmişti.

Serbest bırakılmasının ardından Haziran 2017’de yurt dışına çıkış yasağı kaldırılan Aslı Erdoğan, pasaportunun kendisine verildiği eylül ayında ödül töreni için gittiği Almanya’dan dönmedi. Osnabrück’te, Erich Maria Remarque Barış Ödülü’nü alan yazar o günkü törende yaptığı konuşmada “mağdurların sesi olmaktan ödün verilmemesi gerektiğini” ifade etmişti. Yaşadığı acı ve aşağılanmayı hâlâ üzerinden atamadığını söyleyen Aslı Erdoğan, polis baskını korkusundan intiharı bile düşündüğünü aktarmıştı. Erdoğan’ın Türkiye’ye dönmeme kararı ise, kendi ifadesiyle bir iltica ya da yerleşme değil. “Türkiye’de hukuk sisteminin bütünüyle çöktüğünü” söyleyen Erdoğan, mahkemenin sonuçlanmasını beklediğini dile getiriyor.

 

(Ahval)

İklim değişikliğinin çarpıcı yüzü: Su ayak izi hesaplanmadan kuraklık yönetimi olmaz!

İklim değişikliği, mevsim normallerinin üzerinde seyreden sıcaklık ve azalan yağışlar Türkiye’yi kuraklık tehlikesiyle karşı karşıya getirdi. Barajlardaki doluluk oranının azalması sadece kentlileri değil ürünlerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalan çiftçileri de tedirgin etti. Ülke genelinde sulama, enerji ve içme suyu ihtiyacını karşılayan birçok barajın doluluk oranlarında yaşanan düşüş rakamlarda da açıkça görülüyor.

İstanbul

İSKİ’nin paylaştığı rakamlara göre İstanbul’a su sağlayan barajların doluluk oranı (10 Ocak 2018) şöyle:

Baraj                            Doluluk

Ömerli                            %72,11

Pabuçdere                     %95,83

Sazlıdere                       %31,88

Büyükçekmece            %52,14

Alibey                           %74,35

Terkos                          %78,24

Kazandere                   %100

Elmalı                          %15,42

Darlık                          %59,42

Istrancalar                  %99,91

Kaynak: İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi (İSKİ) 

İstanbul’a su sağlayan Ömerli, Pabuçdere, Sazlıdere, Büyükçekmece, Alibey,  Terkos, Kazandere, Elmalı, Darlık ve Istrancalar barajlarındaki toplam doluluk oranı yüzde 65’e kadar düştü. İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi (İSKİ) verilerine göre, kente su sağlayan toplam 863 milyon 770 bin metreküp su tutma kapasitesine sahip barajlardaki mevcut su hacmi, son 15 günde yüzde 3,41 arttı. Geçen yıl ocak ayındaki doluluk oranı yüzde 68,65, şubatta 86,44, martta ise 88,44 olarak ölçüldü. Barajlardaki doluluk 8 Ocak tarihi dikkate alındığında 2017’de 65,94, 2016’da 59,53, 2015’te 63,61, 2014’te 74,84, 2013’te 34,72, 2012’de 64,58, 2011’de 62,17, 2010’da 85,15, 2009’da 94,01, 2008’de 45,66 olarak kayıtlara geçti.

Elmadağ Kargalı ve Akyar barajlarından Ankara’ya su verilemiyor

Ankara’da bulunan 7 barajın doluluk oranında da ciddi oranda düşüş yaşandı. Ankara Büyükşehir Belediyesi Su ve Kanalizasyon İdaresi’nden (ASKİ) paylaşılan 9 Ocak 2018 verilerine göre; Çamlıdere Barajı yüzde 18,02, Eğrekkaya Barajı yüzde 23,69, Kurtboğazı Barajı yüzde 49,54, Kavşakkaya Barajı yüzde 17,11, Akyar Barajı yüzde 14,18, Çubuk-2 Barajı yüzde 29,56, Elmadağ Kargalı Barajı yüzde 11,12 seviyelerine kadar geriledi. 7 barajın genel doluluk oranı ise yüzde 20,22 oranına kadar indi.

Bu oranlar başkent Ankara’nın son yılların en kurak mevsimini yaşadığını ortaya kondu. Verilere göre Elmadağ Kargalı Barajı’nda su tamamen tükenme noktasına geldi. Elmadağ Kargalı ve Akyar barajları su verme seviyelerinin altına düşmesi nedeniyle bu barajlardan Ankara’ya su verilemiyor.

Kaynak: Ankara Büyükşehir Belediyesi Su ve Kanalizasyon İdaresi’nden (ASKİ)

Doğu ve Güneydoğu illerinde kuraklık

Mevsim normallerinin altındaki yağış oranı Elazığ, Malatya, Tunceli ve Bingöl’deki barajlardaki su seviyesini de olumsuz etkiledi. Keban Barajı’ndaki doluluk oranı yüzde 54’ten yüzde 30 seviyesine kadar geriledi. Kahramanmaraş’taki Ayvalı Barajı yüzde 8, Adatepe Barajı yüzde 33, Kandil Barajı yüzde 35, Menzelet Barajı ise yüzde 43 seviyesine geriledi.

Atatürk Barajı

Adıyaman ve Şanlıurfa arasında bulunan, Türkiye’nin ve bölgenin en büyük tarımsal sulama kaynağını oluşturan Atatürk Barajı’ndaki su miktarı geçen yıl ocak ayı itibarıyla yüzde 90 doluluk oranına erişmişken 2018 ocak ayı itibarıyla yüzde 70 oranına geriledi.

Türkiye genelinde yaşanan kuraklığın şiddeti, Meteoroloji Genel Müdürlüğü (MGM) tarafından Ocak 2018’de bu harita ile paylaşıldı.

İzmir

İzmir Su ve Kanalizasyon İdaresi’nin (İZSU) resmi internet sitesinden alınan bilgilere göre, İzmir’deki barajların ortalama doluluk oranı ise ortalama yüzde 34 olarak kaydedildi. Barajlardaki 10 Ocak 2018 verilerine göre su seviyesi ise şöyle;

Baraj                             Doluluk

Tahtalı                             %41,76

Balçova                            %21,56

Ürkmez                            %57,84

Güzelhisar                       %70,56

Gördes                             %5,71

Alaçatı Kutlu Aktaş       %9,96

Yuvacık Barajı anlaşmasının perde arkası neydi?

Kocaeli’nde bulunan ve aynı zamanda Sakarya’nın da içme suyu ihtiyacını karşılayan Başiskele ilçesindeki Yuvacık Barajı’nda ise doluluk oranı yüzde 28’e düştü. 51 milyon metreküp kapasiteli Yuvacık Barajı’nın su kapasitesi 14 milyon 270 bin metreküpe geriledi. Kuraklık alarmı veren Yuvacık’ı diğer barajlardan ayıran en önemli özelliği ise 18 yıl önce Yap-İşlet-Devret (YİD) modeliyle yaptırılan ilk içme suyu amaçlı baraj olması…

Yeşil Gazete yazarlarından Dr. Akgün İlhan’a Yuvacık anlaşmasını, susuzluk sorunu ve kuraklıkla mücadele yöntemlerini sorduk.

 

1-) Yuvacık Barajı’yla beraber Türkiye’deki diğer barajlardaki su seviyelerinin düşmesi kuraklık sorununu bize bir kez daha bize hatırlattı. Bu baraj hangi amaçla yapılmıştı ve barajdan elde edilmesi beklenen performansa ulaşıldı mı?

Yuvacık Barajı 1999 yılında Türkiye’de Yap-İşlet-Devret (YİD) modeliyle yaptırılan ilk içme suyu amaçlı baraj. Ancak Kirazdere Çayı üzerinde kurulan bu tesisin esas amacı Kocaeli kenti insanlarına su temin etmek değil, İstanbul’un sürekli büyüyen su talebine çare olmaktı. Nitekim barajda birikecek olan suyun üçte ikisi İstanbul’a satılacaktı. Baraj bittiğindeyse İstanbul Büyükşehir Belediyesi suyu çok pahalı olduğu gerekçesiyle almaktan vazgeçti. Sonuç kimsenin talip olmadığı suyu tutan bir baraj ve boşuna tahrip edilmiş bir akarsu havzasıydı. Tabi iş bununla da kalmayacaktı. DSİ tarafından 1963’te planlanıp 1987’de temeli ancak atılan proje, 1995’e kadar bir aşama kaydedemeyince dünyanın bir kaç büyük su şirketinden biri olan Thames Water’a verilmişti. Yapılan anlaşmaya göre bu şirketin başkanlığında kurulan konsorsiyum barajı inşa edecek, 15 yıl işlettikten sonra 2014 yılında Kocaeli Belediyesi’ne devredecekti. Hazine garantisiyle yapılan anlaşma şirketin kârını güvence altına alıyor, su birilerine satılsın ya da satılmasın şirkete yıllık 142 milyon m3 miktar üzerinden para ödenecekti. Böylece kimsenin almadığı su için Hazine’den ayda 11-15 milyon dolar arasında değişen bir para şirkete ödenmeye devam etti.

Ama durun bununla da bitmedi. Yıl 2004 olup Kocaeli Belediyesi yerel seçimlerin ardından büyükşehir olunca belediye hudutları genişletilip, sorumluluk alanı eski döneme göre %110 arttı. Böylece su abonesi sayısında da büyük artış oldu. Su talebini karşılamakta zorluk çeken Kocaeli Büyükşehir Belediyesi 2006 yılında zaten yıllardır parası ödenen ama alınmayan suyu şirketten satın almak isteyince barajda sadece 20 milyon m3’lük suyun kaldığını öğrendi. Üstelik DSİ verilerine göre son 40 yıl içinde baraja gelen su miktarında herhangi bir azalma da olmamıştı. Anlaşıldı ki baraj kurulurken hedeflenen 142 milyon m3’lük miktar gerçekte sağlanamayacak kadar büyüktü. Ancak 142 milyon m3’lük suyun parası onca sene ödenmişti. Şirketi yargıya götürme konusu tartışılırken Thames Water firmasının Türkiye Direktörü Enver Köprülü şöyle demişti: “İzmit’in sonsuza kadar suyu karşılayacak diye bir şey yok. Su bitti diye ağlamanın faydası yok. Başka bir kaynak bulunur”. Su bulunmasına bulunur da, böyle projelerle suyun da paranın da nasıl bize değil şirketlere aktığını gözler önüne seriyor.

Yuvacık Barajı

“Su kaybını en aza indirecek sulama yöntemleri hayata geçirilmeden kuraklık yönetimi olmaz”

2-) Su kaynaklarının korunması ve kuraklıkla mücadele hangi yöntemleri izlemeliyiz?

2017 sonunda Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, Türkiye’nin son 44 yılın en kurak dönemini yaşadığını açıklamıştı. Hemen ardından da kentlerde susuzluk sorunu olmadığını; yeni barajların yapıldığını ve endişeye gerek olmadığını söylemişti. Ancak bu söylem hepimizi daha da büyük endişelere sürüklemeli. Zira ülkenin konudan sorumlu bakanı bile kuraklığı basit bir susuzluk durumuna indirgemiş durumda. Oysa kuraklık sadece kentlerde yaşanan susuzluk anlamına gelmiyor. Tarım, gıda fiyatları, üretici ve tüketici bundan olumsuz etkileniyor. Ayrıca iklim değişikliği tüm ülkeyi etkiliyor. Yağış olmazsa bu kurulan yeni barajlar neyle dolacak? Barajların su seviyeleri kuraklığın göstergelerinden biri olsa da meselenin farklı boyutlarını anlamamızı engelleyebiliyor. Halbuki kuraklığa daha geniş açıdan bakmamız her zamankinden daha elzem. Zira Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu’nun da belirttiği gibi içinde bulunduğumuz kış kuraklığının sonucu olarak yağış azlığı Ocak ayında da devam edecek. Günü kurtarmaya değil uzun vadeli hedefleri olan çözümlere yönelmek lazım. Tarımı dikkate almadan, yetiştirilen ürünlerin su ayak izini hesaplamadan ve su kaybını en aza indirecek sulama yöntemleri hayata geçirilmeden kuraklık yönetimi olmaz. Kentlerde gri suyun yeniden kullanımını sağlamadan, şebeke suyunda %55’lere varan kayıpları ortadan kaldırmak için altyapı yatırımları yapmadan ve içme suyu teminini ambalajlı su sektöründen devralıp belediyelere vermeden de kuraklıkla mücadele olmaz. Aksi takdirde Yuvacık Barajı gibi hem su hem de para kaybına neden olan projelerle kuraklık daha da içinden çıkılmaz bir hal alır.

Meteoroloji Genel Müdürlüğü tarafından alınan hava durumu tahmin raporuna göre, Cuma gününden itibaren yağışların mevsim normallerine dönmesi bekleniyor. 

 

Merve Damcı, Yeşil Gazete

İngiltere tek kullanımlık kahve bardaklarının geri dönüşümü için “latte vergisi” çıkarıyor

Quartz‘da Eshe Nelson imzası ile yayınlanan haberi Yeşil Gazete ekibinden Pelin Atakan‘ın çevirisi ile paylaşıyoruz.

***

2000’lerin başından beri İngiltere’de kahve servisi yapan mekânların sayısı 4’e katlandı. Türkiye’de genellikle “karton bardakta lütfen” diyerek istediğimiz*, al-götür kahvelerse gittikçe daha popüler hale geliyor. Süpermarketler ve benzin istasyonları bile al-götür kahve servisi yapıyorlar. Al-götür kahveler için kullanılan tek kullanımlık kahve bardaklarının sayısı yıllık 2,5 milyarı buluyor artık. Bu bardaklar teknik olarak geri dönüşüme uygun olsa da yalnızca yüzde 0,25’i geri dönüşüme yollanıyor.

Bu sayının bu kadar küçük olmasının en önemli sebeplerinden biri İngilizlerin çevreyi umursamayan kötü kalpli kirleticiler olmaları değil, geri dönüşüm hakkındaki kafa karışıklığı. Bu tek kullanımlık bardakların iç kısımları sıvıyı tutmaya yarayan plastikle kaplı. Yani, plastik ve kâğıdın ayrıştırılabileceği özel merkezlere gönderilmeleri gerekiyor. İngiltere’de bu özel merkezlerden yalnızca 3 tane var. Maalesef, tek kullanımlık kahve bardakları kendilerini diğer geri dönüşüm kutularında buluyorlar.

İngiltere’deki bazı kafeler müşterilerine 0,25 pound indirimle tekrar kullanılabilen kahve bardakları sunuyor (Hatta geçen hafta Pret a Manger isimli kafe bu indirimi iki katına çıkardı.). Ne var ki, yakın zamanda hükümet tarafından yayınlanan bir rapora göre bu indirimli kahveler satılan tüm kahvelerin yüzde 1 ila yüzde 2’sini oluşturuyor. Haliyle kafeler bu teşviğinin etkisi çok az, genele bakınca. Şimdi havucu ortadan kaldırmanın ve sopayı tekrar çıkarmanın zamanı.

Gündemde tamamen yasaklamak da var

Bir grup politikacı, atıkları ve kirliliği azaltmak, Birleşmiş Milletlerin sürdürülebilirlik hedeflerine ulaşmak isteğiyle bir çağrı yapıyorlar: “Latte vergisi”, yani tek kullanımlık kahve bardaklarına 0,25 pound ile 0,34 pound arasında bir vergi koymak! Çevre Denetleme Komitesi’nden vekiller de İngiltere’nin tek kullanımlık kahve bardaklarının tamamının geri dönüştürülmesini 2023 hedefi olarak belirlemesi gerektiğini, hedefe ulaşamama durumda ise bu bardakların tamamen yasaklanması gerektiğini önerdi.

Davranışsal ekonomist Richard Thaler,  geçen yıl, insanların neden her zaman kendi çıkarlarını en yüksek düzeye çıkaracak mantıklı seçimler yapmadıklarını açıklayan çalışmasıyla Nobel ödülünü kazanmıştı. Hukukçu akademisyen Cass Sunstein ile birlikte yazdığı “Dürtme: Sağlık, Refah ve Mutlulukla İlgili Kararları Uygulamak” isimli kitabı, birçok hükümeti vatandaşların karar alma hakkına zarar vermeden, onları daha iyi kararlar alabilmeleri “dürten”, bir taraftan da kötü kararları almanın daha güçleştiren politikalar geliştirmeleri yolunda ışık oldu. Bu fikrin peşine düşen İngiltere, daha fazla insanı emeklilikleri için yatırım yapmaya ve vergilerini zamanında ödemeye başarılı bir şekilde ikna eden hükümetin bünyesinde bir “dürtme” grubu (Behavioural Insights Team) kurdu.

Neden “latte vergisi”nin mevcut indirim uygulamasından daha etkili olacağını açıklayan 2 davranışsal ekonomi ve psikoloji teorisi var: Riskten kaçınma ve demirleme.

Riskten kaçınma teorisi şunu söylüyor: İnsanlar, kaybetmenin getireceği olumsuz duyguları kazanmanın getireceği pozitif duygulardan neredeyse iki katı daha güçlü hissediyorlar, kayıp ve kazanç aynı değerde bile olsa.

Başka bir ifadeyle birçok insan tek kullanımlık bardaklara konan 0,25 poundluk vergiyi tekrar kullanılabilen bardağı getirmeleri karşılığında alacakları 0,25 poundluk indirimden daha güçlü hisseder. Bu fikre ek olarak “demirleme” teorisinin açıkladığı üzere vergi, kaybı daha da güçlü hissetmemize sebep olabiliyor. Çünkü normalde bir kahve için ödediğimiz fiyata aslında “demirleniriz” ve demirlendiğimiz yerden ayrılmak dengemizi bozar, kaybetme hissinden kaçınmak için göstereceğimiz çaba kazanma hissi için göstereceğimiz çabadan daha çoktur (Bazı durumlarda bu iki teori tamamen ayrı çalışsa da iş kahveye gelince, iki teori birbirine uyumludur.)

Tüm söz ettiklerimizi toparlarsak, teoride, müşteriler ek bir ücreti ödememek için zahmete girmeye indirim için girecekleri zahmetten daha istekli olacaklardır. Yukarda bahsettiğimiz raporda Eunomia Araştırma ve Danışmanlık’tan alınan verilere göre bu ek ücretin tek kullanımlık kahve bardaklarının kullanımı yüzde 30 azaltacak.

“Latte vergisi” fikrinin esin kaynağı, 2015 yılında plastik torbalara konulan 0,05 poundluk ücret. Plastik torbalara konan bu ekstra ücret, uygulamanın ilk yılında plastik torba kullanımını yüzde 80’den fazla düşürmüştü.

“Dürtme”nin de dediği gibi “insanlar sersem, pasif karar alıcı olmaya meyillidirler.” Eğer durumu doğru şekillendirip insanın en derin içgüdülerinden biri olan “riskten kaçınma”ya dokunabilirseniz, büyük değişiklikler yaratabilirsiniz.

 

Haberin İngilizce Orjinali

Haber: Eshe Nelson

Çeviri : Pelin Atakan

 

(Yeşil Gazete, Quartz)

[Kendi Evini İnşa Etme] Çatlaktaki Babil Kuleleri – Miraz Ruspi

0

Miraz Ruspi‘nin Dersim’de inşa ettiği evinin yapım sürecine dair[Kendi Evini İnşa Etme] yazı dizisini paylaşıyoruz

İlham olması dileklerimizle…

***

4 – Çatlaktaki Babil Kuleleri

Hevesin kursağında kalmış halinle uyursan, hayal kırıklıkları ile uyanırsın. Oğlumuz Robin’in saçlarına güneş vurmuş, altın gibi parıldıyor. Gözelerinden akan suyun sesi geliyor, bir de erkenci kuşların cıvıltıları. Ağaç evimizdeyiz. Ağaç ev; İki söğüt ağacının üstüne kolektif bir şekilde inşa ettiğimiz ahşap kulübemiz.

Kulübe yerinde, kolektif dağılmış. Bilindik kıra dönüş hikâyeleri. Hayal kırıklıkları işte batıyor, e tabi acıtıyor. Cypher tam karşımda oturmuş bana bakıyordu. (Cypher’in kim olduğunu bilmek için bir önceki yazıya bakmak ya da Matrix serisinin ilk bölümünü izlemek gerek) “Haydi,” diyordu. “Uzatma kendi evini yapmak, gıdanı üretmek de neyin nesidir. İnsanlık uzun süre önce kendine yeterliliğin ve üretimin alanlarının dışına püskürtüldü. Devasa kentlerin çarkları karşısında sen ve sen gibilerin eti budu nedir ki! Çoluk çocuğunu perişan etmekten vazgeç de kendini otomobil merkezli kentlerin sunduğu rahatlığa bırak. Koca bir ağ, düzenli bir sistem karşısında cürmün nedir ki?  Hem mühendisler ve işçiler olmadan ev yapmak kim, sen kim?”

Herkesin konu komşusu, dostları, arkadaşları, ailesi arasında birkaç Cypher bulunur. Bu kişiler zamanla insanın içine işler; sürüye karşı geldiğinde, kendi başına bir iş yaptığında, düşlerinin ardında yürüdüğünde ses olur karşına dikilip üzerine çullanır. Bam tellerini tınlatır, fay hatlarını yoklar. Nereye dokunacağını, ne söyleyeceğini iyi bilir. Ürkütür, korkutur, küçümser, utandırır. Nihai amaç; düşüncelerini, düşlerini değersizleştirmektir. Amacına ulaşıp seni Kafka’nın hamam böceği, Dostoyevski’nin fare imgesi ile anlattığı çaresizin birine dönüştürmeyi başardı mı gerisi kolay. Sürüye koşarsın, kendini küçümseyip sürü başlarını översin, çizgilerin dışına çıkmaya bir daha da cesaret edemezsin.

Doğrusu ben de içime sızmış Cypher’in karşısında sinmiştim. Hakikatten ben ne yapıyordum. Sistem artık kendi belirlediği alanlar dışında ev inşasına dahi izin vermiyordu. Ev yapım izni almak için yol ve standart bir plan lazımdı. Sen yine de istediğin yerde kafana göre bir ev yaptın diyelim yol, su, elektriği nasıl alacaktın. Gerekli izinler olmadan sürünün dışına çıkmayı bir kenara bırak, soluk almak dahi imkânsızdı. Ayağa kalktım. Zihnimi oyan karanlık fikirlerin odanın havasını bozmasını istemiyordum. Kapıyı açtığımda beni billur gökyüzü ve temiz dağ havası karşıladı. Merdivene oturdum.

Cypher pis sırıtışını gizlemeye çalışmadan, yapacak bir şey yok dercesine tıp tıp omzuma vurup merdivenlerden indi. İşte tam o anda onları gördüm. Aşağıdan köy tarafından geliyorlardı. Heyecanla ayağa kalktığımda öncüler yüz metre ötemdeki dut ağacının altına ulaştılar. Dikkatlerini çekmek istemediğimden kısık sesle eşime, Ayşegül’e seslendim. “Gel, gel hemen buraya gel.” Sesimdeki heyecan onu uyandırdı. Tuhaf bir şeyler olduğunu anladığından hemen yanıma geldi. Onları görür görmez uykulu gözleri fal taşı gibi açıldı. Kim ne derse desin özgür canlılarla tutsak olanlar aynı anadan doğsalar dahi aynı türden canlılar değil. Başında çoban olan koyun, inek, keçi, domuz ya da kaz sürüsü insanı neden heyecanlandırsın ki! Hâlbuki Everest’i aşan kazlar, dağ keçileri ve şu an tam karşımızda duran yabani domuzlar…

İkimiz de ağzımız açık onlara bakıyorduk. Koca bir sürüydü –yavrular hariç otuz iki birey- tümü besiliydi. Öncüler sürüyü, sürü ise anneleri ve yavruları ortalarına almıştı. İki büyük dut ağacının altında durup toprağa düşen dutları yediler bir süre onları izledik. Havayı koklayıp çevrelerini gözlemleyen öncüler bizim farkımıza vardıklarında hepsi birden yüzünü bize döndü ve ardından dörtnala ormana doğru koşmaya başladılar. Öyle güzellerdi ki, öylesine özgür. Özgür olan güzeldi. Güzel olansa özgür…

Yavrularını koruyarak, kendilerini kollayarak gözden kaybolduklarında içimizi bir huzur kapladı. Köylüler yerleşik hayata geçtiklerinden beri onlara düşmandı; şehirler onlara düşmandı; din haram bellemişti onları düşmanlardı; söylememe gerek var mı yasalarda onlara düşmandı. Ama yaşıyorlardı işte..Yüzlerce, binlerce, on binlerce yıl bir şekilde ayakta kalmayı beceriyorlardı. Ormanlar hala göğsünde milyonlarca canı barındıracak kadar genişti. Dağlar sarp, toprak cömert.

Kim ne derse desin şimdiye değin hiçbir iktidar doğa ile içi içe yaşamayı, üretmeyi, kurallarla sınırlanmamış içten gelen paylaşmayı, dayanışmayı yok edememişti. Ayşegül’ün elini tuttum. Buradaydık işte toprakta ve de bir arada değerli olan bir şeyi hiçbir şey değersizleştiremezdi.  Böyle zamanlarda pek sık olur, yıllar önce okuduğum bir metin gelip zihnimin başköşesine kurulur.  “Babil kulesi çatlaklarla doludur ve bu çatlakların, boşlukların içerisinde özgürlüğün ve anarşinin tecrübe edebileceği sığınaklar yaratmak pekâlâ mümkündür. Mesele bunların öz-farkındalık kazanarak kendi aralarında bir ağ oluşturulması ve yoğunlaşarak şiddetlenmesidir. Yeterli yoğunluğa ulaştığında taşın içerisine sıkışmış bir damla su koca kayayı boydan boya yarabilir”* metin doğru ama eksik bir şey var. Taban biziz, asıl çatlaklara yerleşen Babil kuleleri.

Ayşegül, ‘Efendim,’ diyor. Yine yüksek sesle düşünmüşüm. Gülümsüyorum;

“Kahvaltıyı hazırlayalım mı?” Eh ne de olsa bu ayaküstü konuşulacak bir mesele değil. Robin aşağıya iniyor. Soframızı ilk defa bir sincap ziyaret ediyor. Doğa böyle bir şey işte açıldı mı insana açılıyor. Konuşa gülüşe kahvaltımızı yapıp dilimize bir ütopya şarkısı dolayıp (herhangi birini dinlemek istersen burada) evi yaptığımız araziye iniyoruz. İlk adımlarımızı nasıl atacağımızı tartışıp torbaları ellerimize alıp işe koyuluyoruz. Ayşegül torbayı büküyor, Robin su getiriyor. Kovalara toprak dolduruyorum. Torbalar dönmeye başlıyor. Ağırlıkla torbalara vuruyoruz, toprağın sıkışması lazım. İnşaatta ustabaşının sevgilin olması gibisi yokmuş. Üçümüzde birbirimizi yormamaya çalışıyoruz. Arada şarkılar söylüyoruz. Kızıyoruz, gülüyoruz. Ev hakkında konuşuyoruz. Kırsalda kendi evini yapmanın sadece ev yapmak anlamına gelmeyeceği doğayı tümden yuva bilmenin sözleşmesi olduğu konusunda hem fikiriz.

Babil kulelerinden bahsediyoruz, kentlerden, kredili hayatlardan, bize dayatılanlardan… Kentler, modernizm, sanayi, bilişim, otomobiller ve tüm bunların yaydığı ahlak paracılık, bananecilik, bencillik sanki her yeri kuşatmış gibi asıl yanılgı bu işte bizim dünyamızda böyle insanlar yok ya da bir elin parmaklarından azlar. (eminim bu yazıyı okuyanlar için de bu durum böyledir.) Aile, arkadaş, komşu dayanışmasının içerisindeyiz. Başımıza bir sorun geldiğinde bize yardım edecek birilerini hep yanıbaşımızda bulduk. Otomobil merkezli kentler sundukları her şeyle birlikte bir aldatmaca. Bunu biz değil kentte yaşayanlardan dinliyoruz. Herkes problemin farkında ve Babil kuleleri bu farkındalığı alt edecek kadar güçlü değil.  Böyle konuşa söyleşe ilerliyoruz. Torbaları sadece temele değil içimize diziyor, sorular ve cevaplarla doldurup zihnimize de yerleştiriyoruz.  Yuva’nın birini toprağa diğerini zihnimize inşa ediyoruz.

Akşam oluyor ve de sabah. *Yiyeceğimizi bahçeye ektiklerimiz karşılıyor. Arada işlere ara verip kışlık yiyeceklerimizi kurutuyoruz. Sonra yeniden işe koyuluyoruz.  Yoldan geçenler ne yaptığımızı soruyor. Kiminin kafasına yatıyor, kimininkine yatmıyor. Kendi evini yapmak tamam da bunu pek bilinmeyen ve de bilmediğimiz bir yöntemle toprak ve de torbayla yapmamız pek akıllıca sayılmıyor. Sadece toprak ve torba lazım diyoruz. Yoksul kolaylıkla yapar yoksulu geçtik bunun savaşı, mülteciliği, depremi var. Öğrenmek istiyoruz diyorlar. Çoğunlukla beyhudeye gidiyor sözler. Her şey tamam da alttan destek olmadan kubbe nasıl yapılır diyorlar. Bilmiyoruz. Öğreneceğiz, doğru bağları kurarsak neden olmasın. Bağlar çok önemli aramızda kopan bağlar gibi…

Babil kuleleri bu bağları nişan almış,  çarptıkları yerlerdeki çatlakları iletişim ağlarımızın parçalamış. Onu alt etmenin yolu bağlarda; torbalar birbirine doğru şekilde dayanırsa,-dayanışırsak- toprak iyice sıkışırsa,-bir araya gelinirse- fikirlerimize güvenirsek, doğru bağlantılar kurulursa… Neden olmasın. Henüz ehlileştirilmemiş zihnimiz evcilleşmiş ruhlara, yapacağımız kubbe alttan bir dayanak olmadan orada öylece duracak, diyor. Pek inanmıyorlar. İnanmasınlar hemen üstümüzdeki ormanda özgür domuzlar dolaşıyor, sincaplar, kurtlar, ayılar, tilkiler onca düşmana rağmen doğa ehlileştirilmemiş. Kubbeyi yapabilme ihtimali ile tüm bunlar arasında da bir bağlantı var. Şimdilik anlatamıyoruz. Onlar ne derse desinler, olur diyoruz. Yaparız, bu ev biter.

Günbegün yapı yükseliyor. Bir gün ellilerinde iri yarı bir amca geliyor, sözde geçerken uğramış. Belli ki merakı, gıdıklıyor. Ayşegül’e nıç nıç, ediyor. Bana kızıyor;

“Sen neyse de bu kız o duvarın üzerinde, yazık. Kadın kısmı böyle ağır işte çalıştırılır mı? Bir şey olacak. Başına bir şey gelecek. Hele bu çocuğun inşaata ne işi var. Böyle iş mi olur.” diyor. Evi benim değil ailecek birlikte yaptığımızın farkında değil. İş bölümünü de dayatıyor. Çocuklar ise çoktan hayatın her yerinden süpürülüp okullara doluşturulmuşlar. Ayşegül’e yardım etmeye çalışıyor. Üf püf ediyor, beceremiyor, gidiyor. Ardından gülüyoruz. Robinle oyunlar oynuyoruz. Amca yuvanın tüm hane halkınca inşa edildiği zamanları unutmuş hatırlattığımızı umuyoruz.

Her şey, her daim yolunda gitmiyor. Kocaman bir kemer yapmayı planlıyoruz. Kemer için getirdiğimiz traktör lastiğini kullanıyoruz. Gün boyu kemeri yapmak için yukarı toprak taşıyor, torbalara dolduruyor ardından sıkıştırıyoruz. Akşama doğru yorgun argın kemeri bitiriyoruz. Yapıya karşıdan bakıp zaferi kutlamayı düşünürken bir çatırtı geliyor. Ayaklarımın altında duvar oynuyor. Anca Ayşegül, diyorum. Şükür ki uzağımda,  duvar çöküyor ben iki metrelik bir mesafeden düşüyorum. Dizim inciniyor çaktırmıyorum. Birbirimize sarılıyoruz. Şükür bir şey olmadı, diyoruz. Üzülüyoruz tabi canımız, sıkılıyor.

İnşaata başladığımızdan beri görülmeyen Cypher ortaya çıkıyor. dalga geçiyor. “Ben demiştim” diyor. Ya Robin’e bir şey olsaydı. Size bir şey olsaydı. Ev dediğin mimarın, mühendisin, ustanın işi, bu hadsizlik nedir, diyor. İkimizin içinde de hafiften bir pişmanlık, biz ne yapıyoruz soruları çıban başları veriyor. Cypher henüz yeterince güçlü değil. Beyhude yere birbirimizi suçlamamızı bekliyor. Ağzımızı bıçak açmıyor. Onca çabamızın boşa gitmesi ve inşaata her an başımıza kötü bir şey gelme ihtimali canımızı sıkıyor.  O gece öyle sessiz sedasız uyuyoruz. Sabah kahvaltıda birbirimize bakıyoruz.” Yeniden deneyelim mi?”  Başlarımız sallanıyor. Alanı temizliyor. Tekerleğin üzerindeki ağırlıkları kaldırıp eski yerine taşıyoruz ve baştan başlıyoruz. Güneşin anlında dünden daha fazla çalışarak akşama doğru yeniden kemeri bitiriyoruz. Sağlamlığını kontrol ederken bu defa kemer kontrolümüz altında yeniden çöküyor. Cypher daha bir güçleniyor. Vazgeçmek kolay mı?  Hafiften kızıyoruz birbirimize ama incitmiyoruz. Sabah sorunun tekelin yumuşaklığından kaynaklandığı kanaatine varıyoruz, yeni bir yöntemle yeniden inşa ediyoruz.

Yuva yapımı kredi çekip ev almaktan bambaşka bir şey, her şeyden öte rehabilite edici bir süreç. İlişkiyi güçlendiriyor. İnşa esnasındaki konuşmalar, iş birliği, bir aradalık, yapılmaz denileni gerçekleştirme iradesi ben Ayşegül ve Robin arasındaki ilişkiyi an be an güçlendiriyor. Stresli olduğumuz ya da ufaktan tartıştığımız anlar olsa da çoğunlukla keyifli ya da sırt sırta verip Zen esintisi altında medital bir eriyiş halindeyiz. Kimi zaman içe geçiyoruz, her birimiz diğerinin bir parçasına eviriliyor. Akşamları işin bittiği anlar bu duyguların en yükseldiği zamanlar. Küçük bir zafer, ev biraz daha yükselmiş. Keyifle izliyoruz. Yemekten sonra üçümüz birden kendiliğimizden eve doğru yürüyoruz. Ellerimizle inşa ettiğimiz duvara oturup ışık kirliliğinin ulaşamadığı gökyüzünü bakıyoruz. Yıldızlar kayıyor, daha önce görmediğimiz yıldızlar parıldıyor. Bazen Robin bize, bazense biz Robin’e hikâyeler anlatırken Simurg üzerimizde uçuyor, Kaf dağları dile geliyor. Bir de biramız varsa değmeyin keyfimize. Böyle anlarda Cypher ufaldıkça ufalıyor. Mikroskobik âlemlere insede bir köşede hani olur da bir şeyler ters gider, ben demiştim, der yaptıkları işleri değersizleştiririm, diye bekliyor. Pek tabi avucunu yalıyor.

 

Evin yüksekliği üç metreyi aşınca mecburen birilerinin yardımına ihtiyaç duyuyoruz. Eko mimariyle ilgili mühendislik son sınıf öğrencisi Nazif ile Engin arada bir de Deniz yardımımıza koşuyor. Bir işi kolektif yapmanın ayrı bir keyfi var. İkisinin de öyle güzel enerjileri var ki yuva inşası hızla ilerliyor. Sadece iş yapmıyoruz tabi konuşuyoruz da ekoloji, dayanışma bir aradalık konularında birbirimizin öğretmeni oluyoruz. Bu arada şarkılar söyleyip bol bol da gülmeyi de ihmal etmiyoruz. Evin dış sıvası için Dersim’in en eski toprak sıvacılarından biri İsmail usta yardımımıza koşuyor. Kerpiç sıva üç gün sürüyor ve nihayetin de sonbahar yağmurları yağmaya başladığında bir buçuk ay önce bitmez dediğimiz evimizin kaba inşası bitmiş oluyor.

İçimizi bir huzur kaplıyor. Burası evden ziyade yolumuzu gözleyecek bir yuva, Babil kuleleri bizleri yenemez onlarla savaşmıyoruz hatta ciddiye dahi almıyoruz, dedirten bir rüya. Evimiz hem bitiyor hem de aslında her bir şey yeni başlıyoruz.

*Hakim Bey ‘T.A.Z.’ ALTI KIRKBEŞ YAYINLARI sunum bölümü İnan Mayıs Aru

 

1 – İnsan kendi evini niçin kendi yapar ki?

2 – Nasıl bir ev?

3 – Medeniyet ile dalaşma

 

 

Miraz Ruspi

İki Finlandiya’nın hikayesi

Avrupa çapında Yeşiller’den haberler ileten Green European Journal’ın teması şehirler olarak belirlenen son sayısında yer alan Finlandiya Yeşilleri’ne dair makaleyi bültenin editörleri Yeşil Gazete için dilimize çevirdi.

Yeşil Gazete – Green European Journal işbirliği önümüzdeki dönemde de artarak devam edecek.

***

Finlandiya Yeşilleri rekor popülerlik elde etti, son seçim anketlerine göre ülkedeki en büyük ikinci siyasi parti konumundalar. Yeşil Lig, kentlerde seçmenlerin kalbini ve de oylarını çalarken kırsal seçim bölgesi bu çekiciliğe mesafeli kalmaya devam ediyor. Yeşiller niye yerelle bağdaşamıyor ve bu durum acaba Avrupa’da kentle kırsal arasında giderek büyüyen ideolojik ayrımın göstergesi olabilir mi?

 

 

Kapalı bir günde Finlandiya’nın Kuzey Karelia bölgesine yer alan durgun doğu Finlandiya kenti Outokumpu’ya yapılacak bir ziyaret en fazla boyanın kurumasını beklemek kadar ilham verici olabilir. İtici gri binaların nezaretindeki boş sokaklar ve “Vahşi Yuvamız” barının müdavimlerinin melankolisi Aki Kaurismäki filminden bir sahneyi çağrıştırıyor.

Bazıları Outokumpu’yu Finlandiya’nın önde gelen demir üreticisi olarak hatırlayabilir ama kasabanın tek turizm merkezi olan Maden Müzesi, bir zamanların zengin bakır maden ocağı şöhretinden arda kalan sayılı hatıradan birisi. Kasabaya adını veren dev şirket o zamandan sonra daha kazançlı alanlara yerleşti.

Kuzey İngiltere’nin Wakefield kasabasından, Appalachia’nın kömür madeni hattındaki köylerine kadar pek çok maden kasabasının sönen yıldızı gibi Outkompu’nun kaderi de son yıllarda kötüye gitmeye başladı. 1989’da son madenin de kapanmasıyla birlikte Outkumpu yükselen işsizlik oranları, ekonomik gerileme ve hızlı nüfus düşüşüyle boğuşuyor.

Solan şanslar

Kasabadaki işsizlik oranları endişe verici derecede yüksek. Temmuz 2017’deki işsizlik oranı %18,6 ile ülke ortalaması olan %7,5’in iki katından fazlaydı.[1] 7.000 kişinin biraz üstünde olan kasaba nüfusu, 1975’ten beri daha parlak bir gelecek arayışındaki ailelerin ve gençlerin daha büyük kentlere göç etmesiyle hızlı bir düşüş yaşıyor. 1975 ve 2014 yılları arasında 15 yaşından gençlerin genel nüfusa oranı %22,5’ten %14,2’ye düşerken 65 yaş üstü nüfusun toplam nüfusa oranı %8,9’dan %14,2’ye çıktı.[2] Bakıma muhtaç yaşlılarının oranının artması zaten darda olan kamu hazinesinin sıkıntılarını kamçılıyor.

Outkompu Yeşiller’in ‘hipster’ liberal şehircilik gündeminin soğuk kayıtsızlıkla karşılandığı pek çok küçük Finlandiya kasabasından biri. Nisan 2017 yerel seçimlerinde Yeşiller yerel oyun sadece %3’ünü elde ederken, tarımsal reformdan yana olan muhafazakâr Merkez Parti %30,6 oy aldı. Outokumpu bir tarım kasabasının tam tersi olsa da yerel oylar Merkez Parti’nin “Finlandiya’nın tümünü yaşanabilir kılma” girişiminin karşılığı.

Turku Üniversitesi Meclis Araştırmaları Merkezi Kıdemli Araştırma Uzmanı Jenni Karimäki, Outokumpu’yu doğu Finlandiya’yı etkisi altına alan halsizliğin tipik örneği olarak değerlendiriyor. “İnsanlar göç ettikçe doğu vilayetler azalan vergi gelirleriyle birlikte yaşlanan nüfusa hizmet vermekte zorlanıyorlar. Bu da Yeşillerin oy alabilmesi için uygun bir ortam doğurmuyor. Yeşil gündem genellikle kıtlıkta değil varlıkta dikkat çekiyor.”

Hipsterlara karşı taşralılar?

Outkompu’nun sokakları kasvetli ve gri görünse de 96 metre yüksekliğindeki maden kulesinden görülen manzara alabildiğine yeşil. Zengin çam ağaçlarının kalbinin attığı yerde konumlanmış bir zamanların endüstri merkezi, göz alabildiğine kadar uzanan sonsuz ormanlık alanlarla çevrili – tam olarak Yeşil Lig’in korumaya niyetli olduğu türden bakir doğayla.

Outokumpu’nun 178 kilometre güneybatısında yer alan ve biraz daha büyük bir şehir olan Jyväskylä’nın da çevresi alabildiğine ormanla kaplı ama doğudaki komşusunun aksine Jyväskylä’nın içi de dışı da yeşil. Nisan 2017’deki seçimlerde %19,9 oy alan Yeşiller kasabadaki en büyük siyasi parti konumunda. Bu zafer aynı zamanda herhangi bir Fin kentinde Yeşiller’in ilk defa birinci siyasi parti seçildiği seçim olarak da tarihe geçti.

Şehir merkezinde yapılacak bir gezinti bu üniversite kasabasının niye Yeşiller’e sempati duyduğuna dair ipuçları verebilir. Sakallı hipsterlar şehir merkezi ve civardaki öğrenci köyleri Kortepohja ve Roninmäki arasında bisikletle ulaşımlarını sağlarken, canlı Kauppakatu Sokağı’ndaki kafeleri ve barları genç müşteriler dolduruyor. Efsanevi Alvar Aalto’nun tasarladığı mimari yapıtlar turistleri çekerken kent sakinleri canlı kültürel yaşamın keyfini sürüyor.

Yaşanabilirliğe yatırım yapmak

140.000 kişilik ve istikrarlı bir şekilde artan nüfusuyla Jyväskylä merkez Finlandiya’daki en büyük şehir. İşsizlik hızla düşüyor, son istatistiklere göre sadece son on iki ayda işsizlik %18 azaldı. Doğuya oranla nüfus dağılımı da daha dengeli. 15 yaşından genç nüfus toplam nüfusun %16’sıyken, 65 yaşından yaşlılar nüfusun %17’sini oluşturuyor.

Yıllar süren kıtlığın sonunda kentin ekonomik beklentileri de aydınlanıyor, ileri görüşlü yerel yönetim yatırım ve kalkınmaya odaklanıyor. Kentin ana hedeflerinden biri petrol kullanımını azaltacak politikalarla fosil yakıt bağımlılığını azaltmak.

Jyväskylä kenti AR-GE müdürü Pirkko Melville “Her yıl 1500 yeni mukim ile artan nüfusa rağmen kişi başına düşen karbon salımı 2010 yılına oranla %40 azaldı” diyor.

Son yapılan anketler kent sakinlerinin çoğunluğunun yaşam kalitelerinden memnun olduğunu gösteriyor. Kentin yaşanabilirliğini arttırmak için yapılan yatırımlardan bir tanesi de Jyväskylä “spor ve kültür şehri” yapmak için atılan adımlar. Kentin çekiciliğini arttırmak için üstlenilen hırslı girişimlerin arasında konser merkezinin baştan aşağı yenilenmesinin yanı sıra 2020’de açılması beklenen yeni hastanenin inşaatı ve Hippos2020 spor merkezi yer alıyor. Yeni spor merkezi ve hastane sağlık ve sıhhate odaklı ulusal mükemmeliyet merkezini oluşturacak.

Siyasi görünümün “yeşillenmesi”

Jyväskylä kentinden seçilen yeni Yeşil Parti Başkanı Touka Aalto’ya göre Jyväskylä gibi gelişen kentler Finlandiya’nın siyasi görünümündeki devasa değişimin öncüsü. Son seçmen anketlerine göre Yeşiller’in popülerliği tüm zamanların en yüksek seviyesinde. Yeşil Lig şu anda Jyväskylä’da en büyük, Finlandiya’da ise muhafazakâr Ulusal Koalisyon partisinden sonra ikinci en büyük parti konumunda.

Yeşil Lig farklı seçmen kitlelerine seslenebilecek kapsamlı siyasi gündemiyle ve eğitim gibi herkese hitap eden konuları öne çıkararak geleneksel siyasi partilerden düzenli olarak oy kazanmaya devam ediyor. Son dönemde yükselen sağ kanat popülizmi ve göçmen tartışmaları da insani ve liberal alternatif olarak Yeşiller’i öne çıkarıyor.

“Mevcut muhafazakâr hükümet koalisyonu ve de hükümetin eğitime ayrılan bütçenin kesilmesi gibi seçmenler arasında popüler olmayan kararları, bu kararlara açıkça karşı çıkan ve de kendisini eğitim yanlısı parti olarak tanımlayan Yeşiller’in işine geldi” diyor Karimäki.

Görünmeyen sorunlar

Yeşiller bir yanda Jyväskylä ve diğer büyük kentlerde doğru adımları atarken toplu taşıma, yoğun kent tasarımı ve çevre koruma gibi “büyük şehir problemleri” ağır ekonomik sıkıntılar altındaki kırsal kesimde yankı bulmuyor.

 

“Eğer şehirde yaşıyorsanız doğal hayatın korunmasını talep etmek çok daha kolay çünkü doğal hayat günlük yaşantınızı ya da geçiminizi etkilemiyor. Zirai girişimcilerin ya da kırsal toprak sahiplerinin menfaatlerine ters talepleriyle hayatı daha da zorlaştırdığı algısı yüzünden Yeşiller genellikle kırsal kesimde kötü bir imaj uyandırıyor” diyor Karimäki.

Jyväskylä Yeşillerinin Başkanı, araştırmacı Emma Ojanen ise kentsel-kırsal ayrımının çoğunlukla abartıldığını iddia ederek farklı bir görüş sunuyor: “Kırsalda doğa korumayla, temiz su hakkıyla, sürdürülebilir enerji ve diğer Yeşil temalarla ilgilenen pek çok kişi var”. Ojanen, Yeşillerin kırsal alanlardaki zayıf performansının insanların ilgisizliğinden değil iletişim eksikliğinden olduğuna inanıyor. “Yeşil kırsal girişimler hakkında halkın pek bilgisi yok. Örneğin yıllardır kırsalda iş olanağı yaratacak biyogaz kullanımını destekliyoruz. Çoğu zaman insanlar bizim fikirlerimizi duymamış oluyorlar çünkü fikirlerimiz medyada pek yer bulmuyor” diyor.

“Gıda üretimi, orman yönetimi ve sürdürülebilir enerji gibi kırsalı alakadar eden konulara özel “Yerel Yeşiller” örgütlenmemiz olduğunu duyduklarında insanlar çok şaşırıyorlar.”

Şehirler yeni uluslar mı?

Jyväskylä ve Outokumpu gibi kentlerin arasındaki çarpıcı fark dünyadaki kentsel ve kırsal seçmenler arasındaki uçurumu yansıtıyor. Pek çok kuramcı ekonomik büyümenin motoru olan ve küresel nüfusun yarısına ev sahipliği yapan şehirlerin, ulus devletlerin çözemediği sorunlara çevik çözümler üretebilecek güç merkezleri olduğuna inanıyor. Eğitim eğilimlerini gösteren son çıkan rapora göre OECD (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü) “şehirlerin yeni ulus devletlere dönüştüğünü” iddia ediyor.

Özünde bu araştırma şu anlama geliyor: küçük alanlarda birlikte yaşayan büyük insan yığınları benzer endişeleri ve sorunları paylaşıyor. Bugün kentler istihdamın, ticari merkezlerin, gelişmiş ulaşım sistemlerinin ve yeniliklerin bağlantı merkezi ancak tüm bu olumlu özellikler aynı zamanda kirliliği, zenginlik ve fakirlik arasındaki uçurumu, aşırı kalabalıkları ve göçmen sorunlarını da beraberinde getiriyor.

Şehirler kendilerine özgü kültürel ve ekonomik mikro iklimlere dönüşüyorlar. Dünya üzerindeki pek çok metropol aynı ülkedeki kırsal bölgelere kıyasla birbirleriyle daha çok ortak özellikleri paylaşıyor. Örneğin New York, ABD’deki Nebraska’ya göre diğer dünya metropolleri Londra veya Şangay ile daha çok özdeşleşebiliyor. Bu yeni akım sayesinde şehirler birbirleriyle iletişime geçerek ortak sorunlar için ortak çözüm arayışlarına giriyor ve aldıkları dersleri birbirleriyle paylaşıyor. Ne zaman bir şehir bir yenilik ile gelse aynı şablon benzer metropollerde de uygulanabiliyor.

Geride kalanlar

OECD verilerine göre “bugün şehirler etkili yönetim uygulamaları için en uygun seviyede, sorunlara esnek ve süratle tepki verecek kadar küçük, ekonomik ve siyasi gücü elde tutacak kadar büyük.”

Bu nedenle şehirler kırsal kesimin az çok dışlandığı küresel bir köye doğru dönüşüyor. Stanford profesörü Jonathan Rodden gibi akademisyenler kentsel-kırsal ayrımını küreselleşmenin sonucu olarak değerlendiriyor. Küreselleşmeden ve ticaretten faydalananlar kozmopolit şehirlerde yaşarken kendini geride kalmış hissedenler genelde kent merkezlerinin dışında yaşıyor.

Sonuç olarak insanların seçim tercihleri artarak yaşadıkları bölgelere göre belirleniyor. ABD’de kırsal oylar çoğunlukla Cumhuriyetçiyken, şehirler Demokratlara oy veriyor. İngiltere’de Brexit yanlısı oylar kırsal alanlarda yoğunlaşırken, şehirler Avrupa Birliği yanlısı oy kullandılar. Fransa’nın aşırı sağcı politikacısı Marine Le Pen’e gelen desteklerin çoğu kırsal Fransa’dan gelirken, Almanya’daki mülteci akımı en az nüfusa sahip bölgelerde en çok tepkiyi çekti. Berlin hala yabancıları ve benzer Almanları kendine çekerken çevresindeki kırsal kesim hızlı demografik değişimden muzdarip oluyor. Benzer örnekler tüm Avrupa’da gözlemlenebilir: genç ve eğitimli nüfus daha iyi bir hayat arayışında şehirlere göç ederken kırsal kesimler mağdur oluyor.

Genç şehirlere karşılık yaşlı köyler

Siyasi partiler ya şehirlilerin sahip olduklarını ya da kırsaldakilerin sahip olamadıklarını savunuyor gibi görülüyorlar ki bu da geleneksel olarak şehirli parti olarak sınıflandırılan Finlandiya Yeşilleri için çarpıcı bir sorun oluşturuyor.

“Finlandiya Yeşilleri 1976’da, Helsinki’de araçların üstünlüğüne, tarihi binaların yıkılmasına ve vahşi şehirleşmeye karşı çıkan bir parti olarak kuruldu. Geleneksel olarak başkentte hep başarılı olduk ama inanıyorum ki “Helsinki odaklı parti” imajının da önüne başarıyla geçtik” diyor emektar Yeşil siyasetçi Osmo Soininvaara.

Nüfusun yaş dağılımının da önemli bir faktör olduğunun altını çiziyor. “Destekçilerimiz genelde genç nüfustan oluşuyor. Kırsalda genç destekçilerimiz yok değil ama sorun şu ki şimdilerde kırsalda çok az genç yaşıyor, pek çoğu şehirlere göç ediyor.”

Soininvaara, kentli seçmenin oyunun Yeşiller için daha önemli olduğunu da ekliyor çünkü Finlandiya’daki siyasi üstünlüğün sınavı en nihayetinde şehirlerde veriliyor. “Tabii ki kırsal kesimlerin de ihtiyaçlarını karşılamalıyız ama kırsal nüfus o kadar az ki sadece kırsal sorunlara yoğunlaşarak seçimleri kazanamazsınız” diye düşünüyor Soininvaara. “Finlandiya’da seçimleri sadece kentin oylarını ele geçirerek kazanabilirsiniz çünkü nüfusun çoğunluğu kent merkezlerinde yoğunlaşıyor. Yine de sadece kentsel sorunlara yoğunlaşmak da hata olur. Ulus ikiye bölünmemeli”.

O zaman nasıl Finlandiya Yeşilleri bugünkü kentsel tabanının ötesine erişip kırsal bölgedeki seçmenlerle etkileşime başlayabilir?

Kırsal ve kentsel çıkarları birleştirmek

“Belli bir noktaya kadar zaten tabanımızı yaygınlaştırdık. Son seçim anketleri bizi Finlandiya’daki en büyük ikinci parti olarak gösteriyor, biz hâlihazırda etkili bir siyasi güç yarattık bile. Nisan 2017’de yapılan yerel seçimlerde pek çok kırsal kesimde ilk defa Yeşil bir aday seçildi. İşte bu ulusal çapta değişimin mihenk taşıdır” diyor Ojanen.

Ojanen, Yeşiller’in daha geniş bir tabana ulaşmasının yolunun gündemlerinin daha da genişletilmesinden geçtiğine inanıyor. Jyväskylä ve Nokia kentleri eğitim, iş gücü ve refah üzerine yapılan kampanyaların sadece başkentte değil, diğer kesimlerde de başarılı olduğunun kanıtı.

“Yerel seçimlerin sonucu bizlere Yeşil fikirlerin beklenenden daha çok ilgi çektiğini gösterdi. İnsanların daha iyi bir gelecek taleplerini hafife almamak lazım. Eğitim, bilim, insan hakları, doğa koruma ve biyolojik çeşitlilik, yenilenebilir enerji – tüm bu konular her yerde çok önemli” diyor Ojanen.

Ojanen’e göre sürdürülebilir gıda ve enerji üretimi kırsal ve kentsel çıkarları birleştiren en temel konu. “Kırsal kesimlerin Yeşil gündemle “aynı gemide” olmadığını düşünmek garip olur ne de olsa geleceğin tarlaları ve ormanları yeni enerji biçimlerini ve ham madde üretimini sağlayacak. Kırsal kesimler sürdürülebilir kalkınmada çok önemli rol oynuyorlar.”

Aynı kafadaki insanları buluşturmak

Haziran 2017’de Touko Aalto’nun yeni Yeşil Başkan olarak seçilmesi muhtemelen kırsal seçim kampanyalarında stratejik bir avantaj sağlayacaktır. Jyväskylä zaferinin arkasındaki adam olarak Aalto’nun, Helsinkili bir parti başkanına göre daha çok kırsal oy çekmesi bekleniyor.

Ojanen, Outokumpu gibi kasabalarda Yeşil dönüşümün anahtarının Yeşil adaylar olarak ilk adımı atan cesur öncüleri desteklemek olduğuna inanıyor. “Son seçimlerde Finlandiya’nın merkezindeki kentlerde insanların ilk defa seçimlere katıldığı ve hemen belediye meclisine seçildiği yerler oldu. Herkes bir yerden başlamalı. Bizlerle aynı kafadaki bu kişileri bulmak atılacak ilk büyük adım.”

Soininvaara da merkez dışı bölgelerde destek kazanmanın tek yolunun doğru yerel adayları bulmak olduğuna katılıyor. “Finlandiya’da bizler partilere değil adaylara oy veririz ve de Outokumpu gibi kasabalarda hala güçlü bir örgüt hala kuramadık. Ama her nerede iyi yerel aktivistlerimiz varsa orada hep güçlü destek aldık.”

Habis sorunlara ortak çözümler

Dünyanın öte yanından şehirler birbirleriyle çıkardıkları dersleri ve birbirlerinden edindikleri deneyimleri paylaşsa bile (ve de Jyväskylä hipsterlerı, Helsinki ya da Hong Kong’daki sakallı arkadaşlarıyla Outokumpu gibi eski sanayi kasabalarının gerçeklerine göre daha çok özdeşleşse bile) kırsal-kentsel uçurumu derinleştirmek kimsenin hayrına olmaz.

Emma Ojanen, hem Yeşiller hem de tüm diğer siyasi partiler için kentsel ve kırsal arzuları ikna edici biçimde birleştirecek ortak bir platform kurmanın asıl zorluk olduğunun tekrar altını çiziyor.

Kırsal ve kentsel gündemleri sürdürülebilirlik başlığıyla bir araya getirebilecek en büyük potansiyele sahip tek siyasi parti de – en azından şimdilik Finlandiya için – Yeşiller.

[1] North Karelia Employment Bulletin 2017, Finnish Centre for Economic Development, Transport and the Environment.

[2] City of Outokumpu Budget 2017-2018

 

Yazının İngilizce Orjinali

 

(Green Europen Journal)

İnceliklerin şairi Gülten Akın’ın dizeleri sahnede

Edebiyatımızda iz bırakan yazar ve şairlerin eserlerini sahneye taşıyan İş Sanat’ın dinleti serisi kapsamında ilk kez Türk şiirinin önemli şairlerinden biri olan Gülten Akın’ın dizeleri yer alacak.

Gülten Akın, 16 Mart 2013 

Atilla Birkiye’nin hazırladığı, Mehmet Birkiye’nin sahneye uyguladığı “Kestim Kara Saçlarımı…” başlıklı dinletide şiirleri Tilbe Saran, Hümay Güldağ ve Aslı Yılmaz seslendirecek. Serdar Yalçın’ın müzik yönetmenliğini yaptığı, şiirle müziğin iç içe geçeceği dinletiye Seda Subaşı ve Ceren Gürkan kemanlarıyla, Deniz Yücel viyolasıyla, Şemsa İdil Ural da çellosuyla eşlik edecek.

​“Kestim Kara Saçlarımı…” başlıklı dinleti 22 Ocak 2018, Pazartesi akşamı saat 20.30’da İş Sanat’ta gerçekleşecek. Dinleti ücretsiz ve salon kapasiteyle sınırlı olacak.

 

(Artfulliving)

[Turkey – Green Gazette weekly digest:] Droughts, Greens, and State of Emergency

0

Noteworthy news stories covered:

409 Women killed by Male Violence in Turkey in 2017: 409 women were killed and 332 cases of sexual assault were reported in 2017, according to the We Will Stop Femicide Platform. 387 incidents of abuse were recorded against minors. July, when there were protests against pressures on women’s dress was the month with least murders.

Imprisoned Civil Society Activist Kavala Writes to Suppporters: Osman Kavala, a prominent and much appreciated face in civil society circles and in remand since 1 November 2017 on charges of “Unconstitutional Action” and “Attempting to Dismantle the Republic of Turkey” had a press release through his lawyers. An  English translation of his new year’s letter as well as much more about his person and his case can be found on the website calling for his release.

 

False News on Roof-Top Solar: A badly sourced and written news story broke out early in the first week of the year that connection restrictions due to transformer station capacity were lifted for rooftop solar of up to 3 kWh capacity. Green Gazette spoke with Ateş Uğurel of solar enterprise news site Solar Baba, Oral Kaya of the Troya Environment Association, and Alper Öktem of Kadıköy Solar Volunteers on how news not corroborated by the Energy Market Regulatory Agency was so readily accepted, and also discussed how small scale solar is still hindered in the country despite recent improvements in permits.

 

EIA Halt on New Coal Power Plant: The year started with the good news that the review committee found the Environmental Impact Assessment report for the 1200 MWh Anadolu Enerji Elbistan Coal Power Plant insufficient and halted the process giving a year’s time to complete insufficiencies.

 

 

 

Imprisoned Demirtaş Leaves Party Chair: Selahattin Demirtaş, co-chairperson of the Peoples’ Democratic Party in prison for over a year and being tried for 30 charges, wrote a letter this week ahead of his Party Congress to be held early next month, and declared that he will not be standing for the chair. Emphasising values of peace, justice, equality and freedom, he wrote the decision was aimed at strengthening the principle of engaging in politics for the good of the public instead of for personal gain, and vitalising the party going forward with new faces.

 

 

Opinion Pieces abridged:

Drought Is Not Our Destiny, Akgün İlhan, scholar and right to water campaigner, wrote for the Green Gazette this week. She criticised the Minister of Forestry and Water Works Veysel Eroğlu‘s comments that Turkey’s worst drought in 44 years is being dealt with, there are no cities which have insufficient water, and portraying measures such as piping water to Istanbul from the Melen River, 200 km away, as solutions. İlhan suggested that the minister does not know the definition of what a drought is, and it is much more than simple access to water by urban populations, that there is a whole rural as well as natural life out there. Even if you double the number of dams, the amount of water you can hold is still limited by rainfall and, with the increase of drought, food prices will rise for the cities too.

According to Turkey’s 2017-2023 Drought Strategy and Action Plan, “It is impossible to prevent the occurrence of draughts in their natural cycle,” but you can mitigate the impact. This understanding needs to be questioned, as it lacks to recognise that climate change, causing draughts, is a man made phenomenon with multiple anthropogenic sources. Thus neither climate change, nor draught is destiny.

Among solutions cited in the said plan are approaching the issue at the level of a water basin and preparing integrated plans, taking structural and non-structural measures towards mitigating the impact of drought, and the use of water more conservatively as a measure towards the future. Where as the actions of the government include piping rivers full of water out of water basins, allowing building on flood zones (floods and droughts are a cycle we face with climate change) and channeling rivers into concrete canals, and completely ignoring grey water recycling.

Yet, as the number of years between droughts decrease from 20 years to only 4 in less then a century and as the population also rises, as Turkey turns into an agricultural importer rather than an exporter, we emphasise cash crops such as sugar cane, corn and cotton and decrease ground water reserves. 2 million hectares of wetlands dried up in the last 60 years, an area the size of Slovenia or Israel. Meanwhile, the government keeps approving new coal power plant plans, with their high demand on cooling water as well as their greenhouse gas emissions.

Turkey’s development goals cancel each other out, yet drought is not our destiny. She asked: Are we going to go down the route causing global warming and aggravating its impacts, or faced with drought once again, are we going to make an effort to eliminate the causes behind it?.

Is the Environmental Movement Repeating its Early Days?, asked Koray D. Urbarlı of the Greens and a local government expert. We are living through a period of severe apathy towards politics, one which was exacerbated in the increasingly undemocratic environment between the June 2015 elections and constitutional referendum of 2017, but which can even be started with the crashing of the Gezi protests. The lack of hope for political change reminds many of the post-1980 coup atmosphere. He asks, can the solution lie in a similar route?

Urbarlı’s article took us through the process after the 1980 coup d’état, whereby the environmental movement became a mass-movement and the first Green Party in Turkey was founded in 1988. It became a major avenue to voice descent. The state of emergency we live under bares similarity, and when we look around, so do the number and scope of active environmental struggles all across Turkey, from Imbros to Tokat, Bolu to Mersin, and Eskişehir to Muğla and Artvin. 

The question we then need to ask is, is it going to be up to the environmental movement to shed off the apathy that has overcome society? It is not easy to say this is possible; despite the role of social media, these protest movements are disconnected from one another and uncoordinated, with everyone defending their region but not interested in other regions that much says Urbarlı.

He points out that the greatest difference between the 80’s and now lies in that the struggle now is being waged in face of a giant economy of rent and extraction that is destroying the cities and the country alike. Yet we need not lose hope, he says, as those who campaign despite the state of emergency are waging a struggle for the environment, and if the dark shroud of this state of emergency is to be torn, we will see a green tone rise.

Yeşil Gazete
Translated and truncated by Alidost Numan.

Üniversite destekli “organik yumurta” üretimi başladı

Çukurova Üniversitesi (ÇÜ) Ziraat Fakültesi‘nde bulunan hastalıklara dayanıklı ATAK-S cinsi tavuklar, organik yemlerin ekildiği doğal ortamda beslenerek, yumurta üretecek. Zootekni Bölümü öncülüğünde Araştırma ve Uygulama Çiftliği Tavukçuluk Ünitesi’nde 3 dekarlık açık araziye organik üretim alanı oluşturuldu. Etrafı çitlerle çevrilerek izole edilen bölüme organik yem bitkisi ekildi.

Ziraat Fakültesi Zootekni Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mikail Baylan, organik yumurta üretiminin önemine değinerek, üniversite olarak bu alanda çalışma yaptıklarını belirtti.

Bu kapsamda Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı Tarımsal Araştırmalar ve Politikalar Genel Müdürlüğü 2015 yılı Ar-Ge Destek Programı kapsamında desteklenen “ATAK-S Yumurtacı Ebeveynlerin Verim Performansının Üretim Kümeslerinde Karşılaştırılması Projesi”ni yürüttüklerini aktaran Baylan, proje kapsamında kanatlılarda verim performansını incelediklerini ve damızlıkların ıslahı konusunda katkı sağladıklarını ifade etti.

Baylan, ebeveynlerden elde edilen kuluçkalık yumurtalardan ATAK-S tipi yerli hibrit elde ettiklerini ve yerli bu hibritlerin yumurta veriminin yabancı genotipler gibi yüksek olduğunu kaydetti.

Geçen yıl 25-30 bin civarında ATAK-S cinsi civciv elde ederek, üreticilere verdiklerini vurgulayan Baylan, bunların köy tavuğu görüntüsünde ve siyah renkte olduğunu, hastalıklara dayanıklılığının yanı sıra organik üretime uygun olduğunu bildirdi.

Serbest sistemde tavuk üretimi

Baylan, üreticilere dağıttıklarının dışında kendilerine ayırdıkları 3 bin civarında civcivle ilgili de yeni proje hazırladıklarını ve bu k kapsamda oluşturdukları doğal ortamda organik yumurta tavuğu üretimi yapacaklarını belirtti.

Üniversitede öğrencilere her üretim sistemini gösterip öğretmeyi hedeflediklerini vurgulayan Baylan, şöyle devam etti:

“Var olan kafes ve kümes sistemine şimdi organik üretimi de ekleyeceğiz. Üniversitede kafes ve kümesin yanı sıra yeni bir alan yaptık. Burada tavuklar serbest sistemde gezecekler ve burayı organik yumurta tavuğu üretiminde kullanacağız. Çevirdiğimiz alanda kapalı bölüm de var. Sabahları kapaklar açılacak hayvanlar dışarı çıkacak. Dışarıda yem bitkisi var ayrıca yemlikler ve suluklar bulunuyor. Bu sistem hayvan refahının ön planda olduğu bir üretim sistemi. Alanımız, yumurta üretimi için planlandı. En yakın zamanda organik üretim sertifikasını aldıktan sonra üretime başlayacağız.”

ATAK-S nedir? 

Ankara Tavukçuluk Araştırma Kahverengisi (ATAK-S) Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı‘na bağlı araştırma kurumlarından Ankara Tavukçuluk Araştırma İstasyonu Müdürlüğü tarafından geliştirilen ve Türkiye’nin ilk yerli hibrit yumurta tavuğu olarak bilinmektedir. Ebeveyn materyaliyle Türkiye’de üretilen, yüzde 100 yerli diyebileceğimiz ender ırklardan bir tanesidir. Tavukçulukta kapalı kafes sistemindeki organik yumurta üretimi dünyada popülerliğini yitirmeye başladı. Hem hayvanların refahı hem de yumurtaların besleyiciliği açısından tüketicilerin artık tercih etmediği bir sistem. ABD’de yumurta kafes sistemli tavukçuluk ve yumurta üretiminin ise yasaklanması tartışılıyor.

 

(Hürriyet, Yeşil Gazete)

AYM: Devlet kolu kırılan Gezi eylemcisine tazminat ödeyecek

Anayasa Mahkemesi (AYM), İzmir’deki Gezi Parkı protestolarında ters kelepçe takılarak gözaltına alınan Süleyman Göksel Yerdut’un karakolda kolunun kırılmasının işkence olduğuna hükmetti. Devlet, Yerdut’a 15 bin lira manevi tazminat ödeyecek. AYM’nin kararıyla polislerin yargılanmasının da önü açıldı.

Polis hakkında suç duyurusu

Süleyman Göksel Yerdut 2013 yılında İzmir’deki Gezi eylemleri sırasında gözaltına alınmış ve karakolda kolu kırılmıştı. Çıkarıldığı mahkemece tarafından tutuklanarak cezaevine gönderilen Yerdut, gözaltı sırasında kolu kırıldığı için polis hakkında suç duyurusunda bulundu.

Ancak savcılık “İşkence kanıtı olsun diye kendi kolunu kırdı” iddiasıyla Yerdut’un suç duyurusunu geri çevirmişti. Yerdut, savcının iddiasının aksine, kolunun gözaltına alındığı sırada polis tarafından atılan tekme nedeniyle kırıldığını belirterek savcının takipsizlik kararına itiraz etmişti. Karşıyaka 2. Ağır Ceza Mahkemesi de itirazı reddedince Yerdut, avukatı aracılığıyla konuyu Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yaptı.

“Sağlık raporu alındıktan sonra şiddet uygulandı”

Sözcü’den Deniz Ayas’ın haberine göre Yerdut, başvuru dilekçesinde gözaltına alınmasına kadar hiçbir sağlık probleminin bulunmadığını, gözaltına alındığı sırada kendisine ters kelepçe uygulandığını söyledi. Yerdut, gözaltındayken sağlık raporu alındıktan sonra bir polis memuru tarafından koluna tekme atıldığını söyledi.

Yerdut ayrıca bir başka polisin ayaklarına tekme attığını, zor kullanılarak parmak izinin alındığını, gördüğü kötü muamele sonucu kolunun kırıldığını belirtti. Yerdut, hapishanede kaldığı sürede tedavisinin gereği gibi yaptırılmaması nedeniyle kolunun iyileşmediğini ve tahliye olduktan sonra ameliyat olmak zorunda kaldığını da belirterek şikayetçi oldu.

Manevi tazminat talebi

Anayasa’nın 17’nci maddesinin üçüncü fıkrasında koruma altına alınan insan haysiyetiyle bağdaşmayan muamele yasağı ile Anayasa’nın 36. maddesinde koruma altına alınan adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri süren Yerdut, ihlalin tespiti ile maddi ve manevi tazminat talebinde bulundu.

Dosyayı karara bağlayan Anayasa Mahkemesi, ceza infaz kurumunda gerekli tedavinin yapılmaması nedeniyle insan haysiyetiyle bağdaşmayan muamele yasağının ihlal edildiğine ilişkin iddiayı ‘kabul edilemez’ budu. AYM, “gözaltı işlemleri sırasında insan haysiyetiyle bağdaşmayan muameleye maruz kalındığına ilişkin iddianın” ‘kabul edilebilir olduğuna’ yani şahsın kolunun işkence ile kırıldığına hükmetti

Yeniden soruşturma ve yargılama yapılacak

Mahkeme, yine Anayasa’nın 17’nci maddesinin üçüncü fıkrasında güvence altına alınan insan haysiyetiyle bağdaşmayan muamele yasağı yönünden usul yükümlülüğünün de ihlal edildiğine hükmetti.

AYM, söz konusu dosyayı yeniden soruşturma ve yargılama yapılması için İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderdi. Süleyman Göksel Yerdut’a da 15 bin lira manevi tazminat ödenmesine karar verildi. Oy çokluğuyla alınan karar sonrası, o dönem Yerdut’un karakolda kolunu kıran polislerin yargılanmasının da önü açılmış oldu.

 

(Duvar)